31 Mayıs 2011

Paralel Evrenden Bir Taraftar ve Serdar Kesimal
Transferi



Transfer döneminde adı geçince: Müthiş stoper, güçlü, sezgileri iyi, hava toplarında iyi, top geçmez, hızlı, ayrıca yerli. Mutlaka alınmalı.

Transfer döneminde adı Galatasaray'la anılınca: Ağır bir adam zaten, bize hızlı adam lazımdı. Afrika'dan zımba gibi bir genç bulalım, bu paraları yerlilere akıtmaya gerek yok. İyice delirdi bu Anadolu kulüpleri.

Fenerbahçe'ye imza attığı duyurulunca:
Müthiş transfer. Yabancı stopere gerek kalmadı. Milli takımın stoperi. Koy 11'e oynasın. Sert, hızlı, sağlam, genç ve üstelik yerli. Böyle bir oyuncu için üçün beşin hesabı olmaz, çok iyi transfer.

İlk lig maçından sonra: Çok beğendim, yıllar sonra bizi 10 sene götürecek yerli bir defansımız oldu. Ayağına da hakim, Alex'e 45 metreden indirdiği pas harikaydı. Göreceksiniz bu yılın en iyi oyuncusu olacak.

Şampiyonlar Ligi maçındaki ilk hatasından sonra: Defans dediğin yabancılardan kurulur. Milli takımda kazma Gökhan Zan ve Servet yıllardır alternatifsiz. Türk stoper dediğinin çapı bu kadar. Döndürme Servet şimdi döndürme Serdar oldu. Rooney'le her yan yana geldiklerinde talebayı değiştirdim, Allahtan Volkan önledi tarihi farkı. Devre arasında yabancı stoper alınsın, gerekirse Yobo geri getirilsin.

Ligde sona yaklaşırken: Her maçta hata yapacak gibi duruyor, her an kart görebilir. Lugano'nun yanına mutlaka defans alınmalı. Türkiye'de başarılı defans ikilileri hep yabancılar oldu. Uche-Högh, Tomas-Luciano, Lugano-Yobo bizi şampiyon yaptı. Ancak yedek olur, hatta Sivas istiyormuş, 1-2 milyon verirlerse Sivas'a verelim gitsin.
Devamı ...

Geçen Sezona Göre Oyuncuların ve Takımın
Performansı



Geçen gün Fenerbahçe'nin 2010-11 sezonundaki tüm istatistiklerini verip kendi aramızda yaptığımız puanlar sonucu oyuncuların nasıl bir performans gösterdiğini bir grafikle anlatmıştık. Bu verileri analiz etmek, hem bu sene yapılan ve yapılmayanları anlamak için hem şampiyonluğun nasıl kazanıldığını görmek için hem de gelecek senelerde nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine ışık tutması için faydalı olacaktır. Pek sürpriz olmamıştır fakat grafikte de görüldüğü gibi bu sezon ligde en iyi performans gösteren oyuncular Alex, Volkan, Gökhan olmuş.

Önce devre arasında yaptığımız bir değerlendirme ile başlayalım. Devre arasında oyuncuların performansını değerlendirirken 18'de 17'nin ilk maçı olan Sivasspor maçını örnek verip aşağıdaki analizi yapmışız:

Takımın durumunu geçen sene ile karşılaştırınca oyuncuların bireysel performanslarında yükseliş olduğunu söylemek mümkün. Buna rağmen takım daha dağınık. En büyük sorun tempoyu kontrol edememe sorunu. Geçen sene bireysel performanslar üst düzey olmasa da maçı kontrol yeteneğiyle galibiyet serileri yakalanmıştı. Bu sene kurulan kadroya oranla zayıf bir kadro, ligi daha uzun süre götürebilmişti. Bu sene ise rakipler daha istikrarlı ve Volkan, Gökhan, Alex gibi oyuncuların bireysel performansları üst düzey olmasına rağmen takımın organizasyonunda sorun var. Aslında son Sivasspor maçı geçen sene ilk yarı oynanan maçlara çok benziyordu; topa hükmeden, gerektiğinde önde baskı yapan, rakibe pozisyon vermeyen fakat çok da pozisyon bulamayan futbol bir anlayışı. Ligin ikinci yarısında bir sol bek takviyesi ile bu şekilde maç kazanmayı oyun karakteri yapabilen bir takım ligi sonuna kadar idare edebilir. Tabii artık krediler hemen hemen tükendi, birkaç tane "sürpriz" puan kaybı ile lig de bitecek, en büyük tehlike bu.
Belki sol bek takviyesi gelmedi fakat Andre Santos kendine geldi ve hiç puan kaybedilmeyince tükenen krediden daha fazla yemeyip şampiyon olduk. İstatistiklerde performans ölçmek için kullandığımız puanlamalar bizim blog yazarlarının her maç sonrası 10 üzerinden verdiği puanlarla hesaplanıyor. Geçenlerde "böyle bir sezonda bile Alex'in 7.56 ile bitirmesi az değil mi?" diye bir soru aldık haklı olarak. Alex'in ilk yarının ilk 10 haftasında oyundan erken alınması ortalamasının düşmesinde bir etken. Ayrıca mesela Galatasaray deplasmanı gibi kahramanlaşmasıyla hatırladığımız maçlarda 70 dakika topa hükmedemeden, neredeyse mahkum oynayan takımda Alex'in 20 dakikalık bir performansı için 10 üzerinden 10 puan alması da mümkün olmuyor. Biz o maçı Alex'le hatırlayacağız senelerce ama genel olarak 90 dakikada eşit olarak oynadığı oyunu puanlıyoruz performans için. Böyle düşününce bu ortalamanın 33 maç oynayan bir oyuncu için müthiş olduğunu söylemem gerek. Ligin devre arasında bu ortalama puanları kullanarak geçen sene ve bu sene aynı bölgelerde oynayan oyuncuların performansını karşılaştırmıştık. Bunu sezonun geneli için de yapalım.


Lacivert kolonlar oyuncunun geçen seneki performansını gösteriyor, sarılar ise bu sezonki. Bilica/Yobo gibi iki ismin olduğu kolonlarda ilk 11'de oynayan oyuncu değişmiş oluyor ve geçen seneki oyuncunun performansı ile karşılaştırılıyor. En fazla süre alan oyunculara bakınca geçen yıla göre Bilica Yobo ile, Özer Stoch ile Güiza da Niang ile değişmiş. Diğer oyuncular aynı bölgelerinde devam etmiş. Bölge bölge analiz edersek:

1. Kaleci ve beklerin performansında artış var. Volkan ve Gökhan geçen seneye göre çok daha istikrarlı oynadılar. Volkan klasik saçma sapan gollerinden yemedi, Gökhan da daha az sakatlık sorunuyla oynadı. Andre Santos'un ilk yarı felaket bir ortalaması olmasına rağmen ikinci devredeki performansıyla geçen seneden daha faydalı olduğu söylenebilir. Ayrıca geçen sene sol açıkta daha fazla görev almıştı.

2. Stoperler: Lugano'nun performansında özellikle ilk haftalardaki dağınıklığı ve bir sezonda gördüğü 10 sarı, 1 kırmızı kart nedeniyle düşüş var. Geçen sezon kart derdinden kurtuldu sanmıştık, normale döndü. Yobo'nun Bilica'ya göre daha dengeli, daha istikrarlı olduğunu zaten biliyorduk. Aslında Bilica ile aralarında daha büyük bir fark da olabilirdi fakat Bilica'nın ortalaması cezası nedeniyle puan kaybedilen maçlarda oynamadığı için yapay olarak biraz yüksek. Genel olarak değerlendirilince bu sezon ortalamaları defans oyuncuları için çok iyi.

3. Kanatlardan yine müthiş bir katkı aldığımız söylenemez. Mehmet Topuz'un ise 34 maçın 34'ünde de oynayan, Süper Lig'de en fazla süre alan oyuncu olduğu düşünülürse bu ortalaması aslında yüksek. Bu sezon geçen sezona göre direkt gol katkısı da (asistler yoluyla) daha fazlaydı. Sezonun büyük bölümünde önemli bir katkısı olmayan ve uzun bir ara düzenli oynayamayan Stoch'un ortalaması beklentilerimizin altında kaldı ama son haftalarda müthiş sorumluluk alıp gelecek sezon için iyi işaretler verdi. Mehmet Topuz da geçen sezonu tamamen etkisiz geçirip son 8 haftada yükselişe geçmişti. Stoch da gelecek sezon onun gibi devam ederse kanatların performansı istikrarlı olarak artacaktır.

4. Orta saha: Emre geçen sezon birçok maçta takımın en iyi oyuncusuydu. Daha simetrik oynanan sistemde kendisine daha fazla orta saha işi yükleniyordu ve o işleri yaparak takımın en iyi oyuncusu oluyordu. Bu sezon da ortalamanın üzerinde, istikrarlı bir performansla oynadı. Yine de katkısı belki de sistem icabı geçen seneki kadar değil. En büyük sıkıntısı pasörlük işi kendisine verildiğinde bunu becerememesi ve hücuma katkısının sınırlı kalması. Cristian geçen sezonun ilk devresinde iyi oynuyorken onda ikinci devrede başlayan düşüş devam etti. Neleri yapamadığını çok uzun anlatmaya gerek yok. Performansı ciddi olarak düştü ve bu sezon üç dört maç hariç hep vasat veya kötüydü.

5. Hücumcular: Bu sezonu geçen sezondan ayıran en büyük fark, sarı ve lacivert arasındaki uçurumdan da görüleceği gibi Alex ve Niang. Güiza'nın müthiş gol kaçırma yeteneği takımın da verimini ve moralini düşürüyordu. Niang sezonun tümünde iyi olmasa bile sahada varlığı bile takımın performansını arttırmaya yetti. Belki de en önemlisi, Alex'in gerçek değerini ortaya çıkarması oldu. Kaptan'ı çok anlattık, bu sezon neler yaptığını bir kere daha anlatmaya gerek yok.

6. Yedekler: En fazla süre bulan yedek oyuncular da geçen seneye oranla genel olarak daha iyiler. Kazım, Önder gibi kötü futbolculardan kurtulmak ve kadroyu daha alternatifli oluşturmak bu sezonun en önemli artılarındandı. Semih'in ilk 11'de başlayıp hatta sonradan girip çok kötü oynadığı maçlar da oldu fakat genel performansına bakmadan attığı 10 golün ne kadar önemli olduğunu söylemek gerek.

Yukarıya kopyaladığım devre arası analizini aynen buraya da sezon analizi olarak kopyalasam çok sırıtmaz sanırım. Aykut Hoca oyunculardan kişisel performans olarak daha fazla verim aldı. Birçok oyuncu daha istikrarlıydı. Takımın oturması biraz uzun sürdü fakat her bölgedeki sorun çözülünce ve geçen seneki gibi kritik sakatlıklar yaşanmayınca takım, takım gibi oynamaya başladı. Böyle olunca Alex'in, Gökhan'ın, Volkan'ın, Niang'ın kişisel performansları da direkt gol ve puan olarak dönmeye başladı.
Devamı ...

30 Mayıs 2011

Trabzonspor: Toplu Akıl Tutulmasının Tarifi



Dün Trabzonspor taraftarı bilindiği gibi Taksim’de ve Trabzon’da bir yürüyüş yaparak Aziz Yıldırım’ı federasyonu AKP’yi falan protesto ettiler. Tabii yollar yürümekle aşınmaz, izinsiz gösteri ve protesto yapma hakkı anayasal bir hak ve Trabzonspor taraftarı da bu hakkını kullanmış.

Gösteri sırasında Trabzon’da bir Fenerbahçe formasının yakılmasını da Trabzon gerçeklerini düşünürsek vaka-i adiyeden sayabiliriz. Aynı zamanda Taksim’deki gösteride bir Fenerbahçeli’ye saldırıldığını gencin sığındığı yere de girmek isteyen taraftarların polis tarafından engellenerek çıkarılabildiğini okuduk bugünkü gazetelerde.

Linç etmek isteyen taraf hakkında yine adet olduğu üzere herhangi bir adli girişim yapılmadığını da not edelim. Çoktandır beklediğimiz gerek medyanın gerek kendi kulüplerine aidiyetleri Fenenerbahçe nefretinden sonra gelen taraftarların katkılarıyla üzerinde Fenerbahçe forması olan kendi halinde birine linç girişimi de dün gerçekleşmiş oldu böylece.

Önce bize "Ferrari’sini satan bilge" olarak yutturulmaya çalışılan Şenol Güneş’in basın toplantısı, ardından nüktedan başkan ve saz arkadaşlarının internet açıklaması, ardından harekete geçirilen taraftarın da Fenerbahçe forması görünce forma sahibine çiçek vermesi beklenemezdi.

Şenol Güneş’in eline gazete kupürleri alıp, futbolcuları hakkında dünyanın her yerinde olabilecek transfer dedikodularını şampiyonluğun kaçma nedenlerinden biri diye göstermesi, kendi lehlerine verilen aptalca penaltılardan hiç söz etmeyip ikinci yarı hakem hatalarının raydan çıktığından söz etmesi, paraya karşı emeğin mücadelesini verdik gibi saçma sapan açıklamalarının ardından Trabzon yönetiminin açıklaması geldi. Açıklamada akıllara zarar iki bölüm var

Yaygın medyanın, yıllardır Güneydoğu insanının köşeye sıkıştırılmasının bugün karşımıza çıkardığı sonuçların bir benzerini Trabzonsporlular’a yaşatması ihtimalinin vebalini taşıyıp taşıyamayacağını sorgulamasının zamanı gelmiştir.

Şimdi açıklamanın bu bölümünden iki sonuç çıkarabiliriz. Birincisi Trabzon yönetimi bugün karşımızda olan Gündeydoğu meselesinin Güneydoğu insanının (Kürtlerin) köşeye sıkıştırılmasından dolayı olduğunu düşünüyor demektir ki Trabzon Uzunsokak’ta bu anlama gelen bir şeyler söyleseler muhtemelen yarım saat içinde linç girişimine uğrarlar. Bu bölümden çıkaracağımız ikinci anlam köşeye sıkıştırılma sonucunda Trabzon’un da topa tüfeğe sarılabileceği, halkın ayaklanacağı çıkarımıdır ki bu da düpedüz tehdit. Bir spor kulübünün aba altından sopa göstermesinin yeni sporda şiddet yasasına göre ağır cezaları olması lazım ama nefret öznesi Fenerbahçe olunca ayaklanma çağrısı bile mübah olabiliyor.

Açıklamanın ikinci garabet paragrafı daha da cüretkar.

Hiç kimse kulüp üzerinden siyasi rant sağlamaya çalışmasın. Trabzonspor hiçbir siyasinin emrinde değildir, aksine siyasilerin tamamı Trabzonspor’un emrinde olmalıdır.

Cümlenin girişi gelişmesi iyi birşeyler söylemişler nihayet diye insanın içini ferahlatacakken son cümleyle soğuk bir duş alıyoruz. Trabzon yönetim kuruluna göre siyasilerin tamamı Trabzonspor’un emrinde olmalıymış. Adama sormazlar mı sen kimsin diye. Dernekler kanununa göre kurulmuş bir spor kulübünün niye emrinde olmalı siyasiler. Paragrafın giriş cümlesinde siyasi rant sağlamaya karşı çıkan kulüp ikinci cümlede nasıl böyle kendiyle çelişir.

Yürüyüş yapanların ortak hedeflerinden biri AKP’ydi. Dünkü Trabzon’daki yürüyüşte AKP il binasına yürünürken İstanbul’da da AKP aleyhine bağırılmış. Hükümetin her üyesininn sırayla çıkıp Trabzon şampiyon olsun dediği, Meclis Başkanı’nın onursal başkanı olduğu kulübün Trabzon ve Fenerbahçe ile maçı olmasına rağmen Trabzon’un şampiyonluğunu istediği, büyükşehir belediye başkanının Fenerbahçe’ye kin kustuğu parti Trabzon’u şampiyon yapmadığı için protesto ediliyor. Lig kurulduğundan bu yana ortalama her 3 sene de bir şampiyon olmuş, son 11 yılda 5 kez şampiyon olmuş Fenerbahçe için 25 senedir şampiyon olamayan takım taraftarının “Fenerbahçe’nin şampiyonluğu hayaldi gerçek oldu” yazması da Trabzon’a özgü bir mizah ürünü olsa gerek.

Bu Fenerbahçe’yi tel’in yürüyüşüne destek olan Beşiktaş ve Galatasaray formalı taraftarlar da vardı. Şaşırdık mı, tabii ki hayır, anarşist takılıp Fenerbahçe’ye savaş açılacak dense gönüllü askere yazılacak kadar gözünü Fenerbahçe nefreti bürümüş insanların olduğu bir memlekette doğal birliktelikler.

Seneye bir Fenerbahçeli Taksim’deki çocuk kadar şanslı olmayıp Trabzonlu bir grubun arasında kalsa bunun hesabını kim verecek, çakma uzak doğu filozofu Şenol Güneş mi, nüktedan başkan Sadri Şener mi, Fenerbahçe formalı gencin linç edilme girişimini önemsemeyen, zarar gören Fenerbahçe oldu mu fair playciliklerini askıya alan “objektif” blog lar mı?

Artık Trabzonspor taraftarının yaptığı rezillikleri Karadeniz insanın anlık öfke kabarması ya da hassasiyeti diye otantikleştirmekten vazgeçelim. Biz bu saçma hassasiyetleri, kontrolsüz öfkelerin faturasını, gencecik çocukların kışkırtılmasının bedelini çok ağır ödemedik mi. Medyanın bu akıldışı nefret havasını eleştirmesi için illa sarı lacivert bir kan akması mı gerek. Sporda şiddeti önleme yasası yukarıdaki açıklamaları yapan bir kulüp için işletilmeyecekse kimin için işletilecek?
Devamı ...

Mazi Güzeldir



Büyük bir televizyon kanalında program sunmaya başlayacak yeni yetme sunucunun heyecanı içindeyim. En beğendiğim Fenerbahçe blogu olan Papazın Çayırı'na, hayali cihan değen Fenerbahçe tarihinden enstantaneler ve amatör branş tribünlerinden izlenimlerle katkıda bulunmaya çalışacağım bundan kelli. Önce ekibe, benim de çayırda top koşturmama izin verdikleri için teşekkür edeyim, sonra da yukarıdaki fotoğrafla mesaiye başlayayım.

Fenerbahçe kadın voleybol takımı, 1970'li yılların ortalarına doğru, müessese kulüpleri kök salıp, maliyetler artana kadar Türkiye Ligi'nde oldukça güçlü bir kadroyla yer aldı. İstanbul ve Türkiye Şampiyonlukları kazandı.

Bu enstantane, 1973 yılında Portekiz deplasmanından memlekete dönmeden önce, büyükelçi davetiyle İtalya'ya uğrayan Fenerbahçe'yi gösteriyor.

Başkan Faruk Ilgaz, yönetici Rüştü Dağlaroğlu ve Şube Kaptanı Güneş Çapa, fotoğraftan çıkarabildiklerim. O zamanki yazılı tarihin not aldığı kadroya bakacak olursak, Sema‚ Tomris (Aylin abla'nın kardeşi) ‚ İnci‚ Gülören‚ Gülfer‚ Perran‚ Aynur‚ Nida‚ Feyza ve Nil isimlerini görüyoruz.

Fenerbahçe Spor Kulübü'nü dünkü çocuk sananlara duyurulur.

Siz portakalda vitaminken, hadi bilemediniz kısa pantolonla gezerken, Fenerbahçe'de kadınlar voleybol oynuyordu. Üstelik Fenerbahçe, ne taraftarına maçlarda adam başı 10 Lira veriyordu, ne de şirketlerden koca koca adamları takım elbiseyle koşturup, ellerine davul tutuşturuyordu.

Bilenler, bilmeyenlere anlatsın:
Fenerbahçe, Türk sporunun banisidir.
Devamı ...

29 Mayıs 2011

Fenerbahçe'nin 2010-2011 Sezonu Tüm İstatistikleri


Sampiyonluk Kupasi

Türkiye Kupası Sonuçları ve İstatistikleri

Avrupa Kupaları Sonuçları ve İstatistikleri

Türkiye Ligi Sonuçları ve İstatistikleri

2010-2011 Sezonu Takım Performansı

2010 2011 Sonuçlar

2010-2011 Sezonu Tüm Maçlarda Oyuncu İstatistikleri

2010-2011 Oyuncu Istatistikleri

Papazın Çayırı Yazarları Türkiye Ligi Performans Değerlendirmesi


Devamı ...

28 Mayıs 2011

Finale doğru



Üstüste 5. sezonda finale çıkmak güzel şey. Güzel güzel olmasına da, rakibin belli olmasına ve sonrasında final serisinin başlamasına en az 1 hafta süre varken beklemeye başlamak takım açısından sanıldığı kadar önemli bir avantaj yaratmayacak belki de.

Sezon boyunca alıştığı tempoyu kaybetmiş olan takımın dinlenmekten çok oynayıp hamlığını atması, tekrar forma girmesi gerekiyor gibi geliyor bana. Efes'in sahada basketbol oynansa kaybedeceğine çoktan karar vermişcesine, ortalığı karıştırıp, gerginlikten istifade edip sürpriz yapma şansı aradığı bu garip maçta kazanırken yine yetersiz, yine bol bol hata yapan, yine sezon ortalarına dek görmeye alıştığımız ciddiyetinden ve istikrarından uzak bir takım vardı sahada.

Sezon başından bu yana takım olmayı becerememiş, tek çareyi ortalığı karıştırıp hakemleri etki altına alarak ve sertlikle rakibi sindirerek kazanma şansı arayan Efes'in savaşçı ama verimsiz basketbolu bu takımı 15 sayı öne geçtiği maçta bu kadar zorluyorsa bundan bir kaç ay önce Euroleague'de final four hedefleyen takımdaki başaşağı düşüşü görmemek olmaz. Bu takım kendisinden bir kaç gömlek aşağısındaki Galatasaray'a da Banvit'e de final serisini vermez ama yine de 1 hafta belki de daha fazla maç yapmadan bekleyecek olmak takımın ve tek tek bir çok oyuncunun ritmini kaybettiği şu durumda tehlikeli.

İlk Efes maçına bakın, oyuna konsantrasyonu neredeyse tamamamen kaybolmuş, tempoyu yükseltmesi beklenirken değil takımı oynatmak kendisini maçın içine sokamayan Ukiç hayalkırıklığı yaratırken Saras takımın ihtiyacı olan hızlı oyunu sahada hakim kılmıştı. Bugün ise Saras'ın oyun aklı tamamamen kaybolurken Ukiç kritik anlarda doğru kararlar alabildi. İkisinin de bir final serisinde takımına liderlik yapacak hazırlıkta olmadıkları açık. Diğer oyuncular açısından da benzeri durumlar sözkonusu.

Sezon bu takım açısından çok yıpratıcı geçti, sezon boyunca olağandışı süreklilikte sakatlıklar sonucu yaşanan idman eksiklikleri ve fiziksel yıpranmanın üzerine, çok fazla inanılan Euroleague hedeflerinin tepetaklak oluşu özellikle yabancı oyuncularda ciddi anlamda bir boşlama yaratmışa benziyor. Tabii unutmamak lazım, final serisi her zaman takıma vites arttırmayı, silkinip kendine gelmeyi zorunlu kılar ve bunu sağlar.
Devamı ...

5. Kez Üst Üste Finaldeyiz



Maça fırından yeni çıkmış Marko Tomas'ın arka arkaya üçlükleriyle başladık, savunmada da işleri sıkı tutunca ilk beş dakika sonunda 21-4 gibi abuk bir skor çıktı karşımıza. Tam saha baskı yapıp Saras ve Emir'in saçma sapan top kayıplarını değerlendirmesiyle Efes maça tutundu. Bu tür birbirine yakın iki takım arasında maç başı oluşan fark suni fark oluyor ve bir şekilde kapanıyor zaten maçın ilerleyen bölümünde; ama fark kapanırken bizim yaptığımız saçmalıkları not etmek lazım. Rüya gibi başlayıp kabus gibi bitirdiğimiz ilk periyodu 27-26 önde geçtik. Baskıya karşı Spahija bu bölümde çift guarda dönmeyip mola da almayınca çabuk kazanılan avantajı çabucak tüketmiş olduk.

İkinci periyot Efes'in tam saha baskısını yavaş yavaş aşmaya başlayıp Oğuz'u kullanmaya başladık. Rakoçeviç'in sakatlığı sonrası Efes en önemli dış skorer opsiyonunu kaybedince ve Thornton da beklenilen hücum katkısını yapamayınca Efes'in hücum silahları çok azaldı. Berbat bir üçlük yüzdesi ve Kerem Tunçeri'nin etkisizliği sonucu ikinci çeyreğin ortalarından itibaren Ömer ve Ukiç'le farkı yeniden açmaya başladık. 10'da 8 üçlük attığımız ilk yarıda çok istekli ve baskılı savunma yapan Efes karşısında bir devrede 53 sayı bulmak takımın hücum potansiyelinin kadro eksik olsa bile ne denli büyük olduğunun göstergesi.

Üçüncü periyoda 10 sayılık avantajla ama uyuyarak girdik. Efes'in iki hücum üst üste bulduğu sayılar sonrası savunmadaki direnci bu bölümde potayı görmemizi zorlaştırdı. Bu periyotta ilk basketimizi 4 dakika dolduğunda bulduk. Efes'in dış sutları aynı isabetsizlikle devam edince Ukiç'in kontrolü ele almasıyla farkı yine çift hanelere çıkarmayı başardık. Periyotun son iki üç dakikasında Oğuz'un savunmada gösterdiği direnç sonrası Ukiç'in son saniyede bulduğu üçlükle son çeyreğe 72-60 la önde girdik.

Dördüncü periyota yine kötü başladık, üçlük yüzdesi yerlede sürünen Efes Kerem ve Roberts'ın üçlükleriyle bir dakika içinde farkı 6'ya indirdi. Saras'ın girip yine saçmalaması üzerine fark iyice azaldı, top kaybı sonrası sol dipte Cenk üçlüğü soksa skor berabere olabilir maç başka bir senaryo ile bitebilirdi. Ukiç'in girip ipleri ele alması ve Emir'in Kerem Gönlüm eşleşmesini hücumda iyi kullanmasıyla fark son 2 dakikada tekrar 5 sayı civarına çıktı. Son iki dakikada maçın en etkisiz isimlerinden Lavrinoviç'in hücumda bulduğu basket faul ve savunmada Kerem Tunçeri'yi zorladığı top kaybıyla maç lehimize döndü. Son 27 saniye üç sayıyla önde girip Ufuk Sarıca'nın ilginç bir şekilde faul yaptırmamayı seçmesiyle Ukiç'le bulduğumuz basketle maça noktayı koyduk. 87-82.

İstatistiklere baktığımızda Efes bizden üstün. Ribauntlarda 33-24 asistlerde, 22-15 üstünler. Bizim lehimize maçı kıran istatistik şüphesiz üçlük yüzdesi. İlk maçtaki %50'den sonra bugün de %48'i bulmuşuz yayın gerisinden, Efes ise son periyottaki arka arkaya gelen üçlüklere rağmen %33'ü geçememiş. Yaptığımız 17 top kaybının 5'ini Saras yapmış üstelik, 0 asist performansıyla da berbat performansını perçinledi Litvanyalı. Kaya'nın da felaket bir play-off geçirdiğini belirtelim. Topu potanın 10 cm yanında alsa bile topu dışarıya çıkarıyor, hücumda en ufak bir inisiyatif almıyor, savunmada da sertlik falan kattığı yok, perdede kısayı karşılayıp saçma sapan fauller yapmaktan başka bir şey yapmadı iki maçtır.

Bardağın dolu tarafı maça fırtına gibi başlayan Tomas tabii ki. Takımın 22 sayı, 5 ribaunt, 2 asistle en etkili oyuncusuydu. Ukiç de Saras'ın en ufak bir katkı vermediği maçı direksiyona geçip kontrol etti 19 sayı, 4 asist ve sadece 1 top kaybıyla. Oğuz uzun rotasyonun en yumuşak halkasıyken bu aralar ayakta kalan tek uzun rolünde. Bugün hücumda da savunmada da müthiş katkı yaptı. 14 sayı, 5 ribaunt, 4 asist, 3 blokla oyunun tüm yönlerine etki etti. Ömer de yine özellikle maçın başındaki Kerem Tunçeri savunmasıyla ve hücum performansıyla alışık olduğumuz katkısını yaptı.

Sonuçta 5. kez üst üste finaldeyiz. Finalde Galatasaray gelirse saha avantajı, Banvit gelirse saha ve 1-0 önde başlama avantajımız olacak. Açıkcası Galatasaray'la olası bir final serisinin beklenilenden çok daha zor geçeceğini düşünüyorum. Özellikle baskıya karşı bocaladığımız düşünülürse Abdi İpekçi'deki maçlarda hakemlerin sertliğe daha toleranslı olduğu bir günde Galatasaray karşısında dağılabiliriz. Final programı belli olsun uzun uzun tartışırız gerçi şimdi oturup rakibi bekleme zamanı.

Maç içinde Ender Arslan'ın Oğuz Savaş'ın yanından kendini yere atıp faul beklediği bir pozisyon vardı, Burak Yılmaz'dan alışık olduğumuz kendini atmalara Ender de farklı bir boyut kattı. Her düdükten sonra hakemi yiyecekmiş gibi itiraz edip maçı teknik faul almadan kapatmayı başarması da ilginç. Gerçi yarına kalmaz Engin Özerhun çıkar hakemler maçın altında kaldılar falan der yine biz suçlu oluruz.
Devamı ...

27 Mayıs 2011

Alternatif Hıncal Biyografisi



Hıncal Uluç soğuk bir sonbahar günü 1954’de Kilis'de dünyaya geldi, 2 yaşındayken konuşmayı 4 yaşındayken komplo teorisi kurmayı öğrendi. Annesinin sarı çarşaf üzerine lacivert battaniye örtmesini kendisine yapılan ilk komplo olarak hatırlayan küçük Hıncal daha 5 yaşındayken elini şakağına dayayıp uzun süre sessiz kaldıktan sonra keh keh gülerek cümleye başlama hareketini keşfetti. Bu hareketi yüzünden üç kez edebiyat sözlüsünden zayıf alsa da duruşundan vazgeçmedi.

Okulun futbol takımına giremeyen Hıncal ilk ses getiren yazısını Kilis Atatürk İlköğretim Okulu’nun gazetesine yazdı. Okul içi futbol turnuvası için yazdığı “Beden Eğitimi Öğretmeni Harun Hoca 4/C Sınıfının Etkisinde Kalıyor” yazısı okulda infiale neden oldu. Orta okul yıllarında öğretmenleriyle ilgili denemelerini okul gazetesine değil günlüğüne yazmayı öğrendi “ Ayten hanım öyle bir edebiyat anlatıyor ki bayıldım bayıldım dünyanın bütün edebiyat derslerine rahatlıkla girebilir” yorumlarını bugün kendi adına hazırlanan Hıncal Uluç Kin ve Nefret Müzesi’nde okumak mümkün.

Lise yıllarında Ankara’ya gelen Hıncal kısa sürede cemiyet hayatında sivrilen bir genç haline geldi. Sevgilisine açılamayanlara, abi bu kız galiba beni sevmiyor diye divanına yüz sürenlere “böyle bir şey olabilir mi böyle bir şey olabilir mi” diye moral verdi.

1971’deki 12 Mart muhtırasından sonra hakemlerin Fenerbahçe lehine hata yaptıklarını keşfeden bilimsel çalışmasıyla “ korku vaad eden sosyal bilimci “ ödülünü almasının ardından arka arkaya Fenerbahçe temalı eserler vermeye başladı.

1974’deki Barış Harekatı’nın Kıbrıs’a çözüm getirmeyeceğini sonunda Fenerbahçe’ye yarayacağını düşünen Hıncal 1979’da Sovyetlerin Afgan işgalini de Fener medyasının gündem değiştirme çabası olarak yorumladı.

12 Eylül’ü destekleyen ama MGK’yı oluşturan paşaların hepsinin Fenerli olduğunu öğrenince derin bir üzüntüye kapılan Hıncal 80’lerde Allah’ın kendisine yürü ya kulum demesiyle birdenbire hayal ettiği şöhrete kavuştu.

Komünizmin çökmesi ve doğu bloğunun gücünü kaybetmesi üzerine Gorbaçov’u Fenerbahçe’nin adamı olmakla suçlayan Hıncal uluslararası alanda da dikkat çekmeyi başardı.

Yayınlanmış 154 komplo teorisi 26 suçlaması 837 iftirası olan Hıncal 2000 li yılların başında tutulduğu Aziz Yıldırım hastalığı nedeniyle halen evinde tedavi görmektedir. Komplo teorisi kurabilecek kadar İngilizce, derdini anlatabilecek kadar Fransızca bilen Hıncal’a sarı-lacivertten uzak uzun ömür diliyoruz

Devamı ...

Hıncal Uluç Bu Sefer Güldürdü



14 Haziran 1987'de, Galatasaray'ın 14 yıl aradan sonraki şampiyonluğunu konuşmak için Hıncal Uluç'la bir röportaj yapmışlar. Milliyet gazetesindeki röportajın cevap kısmındaki iki noktalardan anladığımız kadarıyla Hıncal Uluç kendisi yazmış ya da o zamanlar iki nokta diye bir noktalama işaretimiz varmış. Röportajın şike iddiaları ve basınla ilgili bir kısmı var ki müthiş. Hıncal Uluç'un şikayet ettiği şeyleri görünce gülümsemeyen varsa haber versin. Bunları günümüzde kim yapıyor acaba? Hmmm..

Soru: Teşvik primi ve doping iddiaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu sezon dış baskılar Galatasaray'ın şampiyonluğunda ne derece etkili oldu? Bu etki lehte mi? Aleyhte mi?

HU: Kem söz sahibine. Galatasaray'ı itham edenler geçmişte hep kendi yaptıklarını anlattılar galiba. Fenerbahçe'yi 4-0 yenerken iyi de, Malatya'ya yenilince mi kötü oluyor. Malatya iyi oynamış, neden?.. Böyle soru mu olur? Sen daha iyi oyna, yen... Galatasaray'ın şampiyonluğunu dış baskılar, hatta bırakın dışı, iç baskılar az daha engelliyordu. Rize yenilgisinden sonra taraftar kulübü bastı.. Ezeli muhalifler "Kulübü bu hale düşürenler.." diye basın toplantısı yaptılar.. Gördük kulübün ne hale düştüğünü..

Soru: Spor basınının Galatasaray ile ilgili durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

HU: Spor basını, genelde inanılmaz bir Galatasaray düşmanıdır. Galatasaray şampiyon olmasın da gelsin Kiev Dinamo olsun razılar. İnsanın aklının zor alacağı bir nefret bu.. Kaynağı nedir bilmem.. Bu yıl Bab-ı Ali şampiyonluğu engellemek, engelleyemeyeceğini anlayınca kara çalmak için elinden geleni yaptı. Cevat'ın Eskişehir'e attığı o enfes frikik golü bile içlerine sinmedi. "Zalad ile Cevat aralarında konuşmuşlar da, ondan yemiş Zalad golü.." İnanır mısınız Galatasaray için bu yıl güç olan, Beşiktaş'ı değil Bab-ı Ali'yi geçmek oldu. Beşiktaş'ı zaten yenmişlerdi. Bugün oynasınlar gene yenerler. Ama tüm kalemlerini Galatasaray'ı batırmak için bilemiş Bab-ı Ali'ye şimdi zorla da olsa "Zafer" sayfaları yaptırmak harika bir şey.. İçleri kan ağlarken Galatasaray'a name düzüyorlar. Aferin Galatasaray'a.



Devamı ...

Emenike Şikesini Biz Yaptık :(



Esasında hepsi bizim fikrimizdi. Bundan 2 ay önce PVH ile konuşuyoruz, dedim "lan PVH esasında ligin bütün maçları fındık fıstık, tek bir maç ve tek bir oyuncu önemli olan." O tabi zehir gibidir, hemen anladı:
"Emenike!".

Elbette Emenike'ydi. Gerçi Fenerbahçe yönetimi Emenike ile taa Kasım ayında görüşmüş ancak Emenike "Ne Galatasaray Ne Fener babam ne derse o!" [1] demişti ama buna güvenemezdik. Açıkça gereğini yapmalıydık.

Telefon rehberimi karıştırdım, Deniz Akkaya? Hayır bu işleri bağlayamazdı. Lerzan Mutlu? Ondan bu konuda yardım beklemek doğru değildi. Acun Ilıcalı? Kamer Genç? Tanıl Bora? Rasim Ozan Kütahyalı? Belki iki saat evinde ağırlasa ve her şeyin ne de süper olduğunu anlatıp biraz yüzüne doğru bağırsa Emenike demoralize olabilirdi ama yani bu da maça çıkmayıp, takımını satmayacağının garantisi değil.

Emenike kesinlikle maça çıkmamalıydı. Çıksa kesin maçı alamazdık. Emenike dünyanın görüp görebileceği en muhteşem süper ötesi futbolcuydu ve tabi parayla, şikeyle şampiyonluğa yürürken, hakemleri satın alsak bile Emenike'li bir Karabük'ü yenemeyebilirdik. Hakem diyelim 4 penaltı verdi, 3 atağı ofsayt gerekçesiyle kesti, Emenike'nin 8 gol atmayacağının garantisi mi var? Bu sefer federasyon, hakemler ve medya da yetmiyordu. Diyelim bütün bunlar Galatasaray'ı yenmek için geçerli olabilir, Beşiktaş filan hepsi öyle, hatta Trabzonspor'u da yenebilirsiniz. Önemli değil, Emenike'li Karabük böyle yenilemez.

Lanet. Telefonumda bu işi bağlayacak kimse yoktu, ben de PVH'yi aradım. Dedim abi böyle böyle Lerzan Mutlu bu işi halledemez. O zaman dedi ki ya bizim buralarda bir Michael var, Corleone reyis, onu arayalım.

O an bu işin olacağına inanmıştım.


Michael Corleone bir italyan. Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Ona babasından bir mafya miras kaldı. Sicilyalı bir ailenin sessiz bir çocuğu. Amerika'da yaşıyor. Karısının yüzüne kapıyı kapatmadığı zamanlarda ihale bağlamak, adam öldürmek gibi daha sakin işlerle uğraşıyor. Dedim arayalım o halleder.

Aradık. Michael tabi sağolsun bizi kıramadı. Emenike ile buluştuk. Reddedemeyeceği bir teklif yaptı. Emenike Fenerbahçe maçına çıkmayacak, bu sayede Fenerbahçe kesin yenecekti. Ben biraz ya abi esasında Trabzon maçına çıksa da onlara 3-5 çaksa rahatlasak filan dedim. Ama Michael kurnaz olduğundan tabi dedi ki "yok ya o zaman şike filan derler, çaktırmayalım."

"Abi o zaman bizim maça da çıksın ama hani golleri kaçırsın, Trabzon'a sallasın."

Michael çok ikna edici biridir. Elinde zipposuyla biraz oynadı. Sonra yanındaki bir adama baktı, o adam da bana bakınca ben de "ya boşver dediğin gibi olsun" dedim. Canımı sokakta bulmadım amına koyayım, Emenike de olsa can tatlı.

Öyleyken öyle, Emenike ikna oldu. Michael cebine bir harçlık sıkıştırdı. Maça çıkmadı. Bülent Ataman'ın bütün bu hin oyunları çözüp, birbirinden deha arkadaşların da buradaki şikeyi görebileceğini nasıl tahmin edebilirdik?

Çünkü yetenekli bir forveti, bu sene forvet ihtiyacı olan bir takım başka hangi sebeple istesin? Başka neden sezon ortasında görüştüğü insanı transfer etmek için kulüp yöneticileri diğer kulüp yöneticileriyle temas etsin? 7 milyon € gibi ufak bir rakam karşılığında diğer kulüp neden futbolcusunu elinden çıkarmak istesin? İyiniyetle, sırf söylenti şaibe olmasın diye, Emenike maça çıkmak istemesin? Hep puştluk.

Corleone'lere buradan teşekkür ederim, bir dahaki sezon da işbirliğimizi sürdüreceğiz.

[1] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=16337093
Devamı ...

26 Mayıs 2011

Ntvspor Fenerli mi ?



Bugün yine nontvspor hastalığı hortlamış, malum Fenerbahçe başarılı olunca diğer taraftarların nefret ihtiyaçları için günde iki doz bir Fenerbahçe'yle ilişikli nefret objesi bulmaları gerekiyor. Ntvspor'un bin tane eleştirelecek yönü varken bu kanalı protesto edenlerin en büyük gerekçesi Ntvspor'un Fenerbahçe lehine yayın yapması. Son Selçuk İnan transferinde Ntvspor Selçuk'un maliyetini yüksek gösterdiği gerekçesiyle Fenerbahçeli oldu. Gerçi Galatasaray'ın "sehven" eksik bildirimde bulunmasıyla tez havada kalacak ama tabi Fenerbahçelilik öyle bir günah ki her an bir yerlerden zuhur edebilir. (bkz: galatasaray'dan selçuk inan açıklaması)

Yahu bu Ntvspor bu kadar sıkı Fenerliyse Allahın her günü Fenerbahçe'yi ligi, rakip kalecileri, hakemleri, federasyonu, BM Genel Sekreterini satın almakla suçlayan Hıncal Uluç'a nasıl program yaptırıyor. Karabük kalecisinin açıklamalarına "üzerinde baskı var, normal", nüktedan başkan Şener'in Volkan Babacan'a yönelik şike imalarına "e çok baskı var başkan da bir şeyler söyleyecek" diyen Demirkol'un demirbaş olduğu bir kanal mı Fenerbahçe yanlısı kanal?

Fenerbahçeli Rıdvan yorum yapıyor diye özel şirket olan Ntvspor tarafsız değilse, o zaman benim verdiğim vergilerle Beşiktaşlı Sergen ve Galatasaraylı Hakan Şükür'ün yorum yaptığı devlet kanalı TRT de Fenerbahçe düşmanı oluyor bu mantıkla. Kanalların objektif olup olmadığını içinde bulunan yorumcuların ağırlığının hangi takımlı olduğuyla mı ölçeceğiz?

Mevzu aslında yine dönüp dolaşıp Fenerbahçe düşmanlığına geliyor. İnsanlar Fenerbahçeli bir kimlik gördüler mi onu bir şekilde büyük komplonun bir parçası olarak görme eğilimindeler. Fenerbahçeli olup da kirli olmayan hiç bir şey yok bu algıya göre. Sivasspor Başkanı Fenerbahçeli diye iki dakikada Fener'e maçı satacak adam diye yaftalanıyor, NTV'nin sahibi Fenerli diye Doğuş Grubuna ait arabaların birine binen Deumi'nin maç satacağından dem vurulabiliyor.

Bir kurumda Fenerbahçeli bir özne görmek o kurumun en ufak bir hatasının Fenerbahçe yanlısı olmasıyla açıklanabiliyor. Ntvspor'u eleştirecek bin tane yön varken, çok fazla futbol odaklı bir kanal olduğu, Euroleague'i eline yüzüne bulaştırdığı için eleştirmek dururken Fenerbahçelisiniz siz diye boykot etmek kör bir nefretin ürünü. Bu durum tekil ya da geçici bir durum değil. "Fenerli medya" geyiği yıllardır devam eden bir şehir efsanesi, daha önce de yazmıştım bu mesele medyada bizzat çalışanlara da öyle bir yük bindiriyor ki gerçekten Fenerbahçeli olan medya mensupları bu günaha ortak olmadıklarını ispatlamak için Fenerbahçeli olduklarının imasını bile yapamıyor hale geliyorlar.

Daha geçen yıl o zamana kadar takım sporlarının en büyük başarısını kazanmış Fenerbahçe Acıbadem için Bergamo maçından sonra "Fener'e Avrupa'da kupa hayal" diye manşet atan medya mı, twitter hesabında Fenerbahçe-Gaziantep maçı sırasında Fenerbahçe'yi yerin dibine sokan, şikeyle suçlayan adamın olduğu medya mı, 1959'dan beri Fenerbahçe'yi şampiyon yapacaklar diye her hafta bağıran adamın olduğu medya mı Fenerli medya?

Elinde çekiç olanın her şeyi çivi olarak görmesi gibi kafanızda bir Fenerbahçe nefreti varsa hangi kanalı açsanız o nefreti körükleyecek bir şeyi bulabiliyorsunuz. Hiçbir kanalda hiçbir Fenerli kalmasa bu sefer de Fenerbahçe Televizyonu taraflı yayın yapıyor diye kampanya başlatırlar.

Ntvspor bahane Fenerbahçe nefreti şahane.
Devamı ...

Nefret Koalisyonunun Limanı: Özeleştiri Yapın



Nefreti meşrulaştırmanın, doğal bir durum haline getirmenin bir kaç yolu var. Nefretten beslenen bütün ideolojiler de şu veya bu şekilde bu yolları kullanırlar. Özcülük bunlardan biri. Buna göre, herkesin ve her şeyin bir doğal "özü" vardır, bu özden uzaklaşanın yaşadığı "bozulma"dır, dolayısıyla değişim baştan "dejenere" bir süreçtir, esasında yapılması gereken değişmeyen, mutlak ve zaman üstü olan bu "öze" tekrar ulaşmak veya onu korumaktır.

Muhafakazar, milliyetçi ideolojiler öncelikle bu "özcü" akıldan etkilenirler. Buna göre mensubu olunan milletin "özü" iyidir, ahlaklıdır ve diğer "iyi" kabul edilen niteliklerin bütününe haizdir, diğer milletler ise bu öze sahip olmadıkları için zaten baştan "iyi" değildir ve iyi de olamazlar. Onların "özü" başkadır, o "öz" de değişmez varlığını devam ettirir. Diyelim Nazi partisinin temelinde Aryanların varoluşlarıyla zaten iyi, ahlaklı, yaratıcı, medeniyet kurucu olduğu kabul edilir. Yahudiler ise özleri itibariyle medeniyet kurma yeteneklerine haiz değildir bu sebeple de medeniyetlere ilişerek "parazit" bir yaşam sürmek zorundadır. Bu tip bir özcü aklın Nazilere has olduğunu düşünmek ise Türkiye deneyimini yaşayan bizler için pek mümkün değil. Diyelim ki milli edebiyatımızda Türkler her zaman iyidir, cengaverdir, kahramandır, "savaşçıdır" ancak Bizans mutlaka kahpe olmak zorundadır. İşin ilginç tarafı ötekinin bu kahpeliği, birbirinden bağımsız coğrafyalar ve zamanlarda da aynen sürmektedir. Bizanstan kilometrelerce ötede yaşayan Çinliler de Türklerle karşılaştıkları zaman görürüz ki Bizans ile aynı özelliklere sahiptir. Kahpedirler, sefahat içerisinde yaşamaktadırlar, aynı bizans gibi ali cengiz oyunları kurmaktadırlar, kadınları da aynı Bizans kadınları gibi Türk yiğitlerine karşı büyük bir hayranlık ve açlık beslemektedir. Milattan önce karşılaştığımız Çinliler, 13. yüzyılda yaşayan Bizanslılar ve 19. yüzyılın İngilizlerinin neredeyse aynı senaryodaki "öteki" rolünü bu şekilde ifa etmektedir.

Buradan çıkacak sonuç, nefretten kaynaklanan ve dünyaya özcü bir akılla bakan bütün zihniyetlerin ötekine de bir öz atfetmesi, o özü de her zaman kendisinin "kötü" kabul ettiği değerlerle donatmasıdır. Dolayısıyla bu zihniyetin gözlerinde dünya esasında J.R.R Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi fantasyazından daha uzakta değildir. Elfler her zaman iyidir ve güzeldir, Orclar tam da Orc oldukları için her zaman çirkin, kötü ve kan emicidir, Cüceler inatçıdır, Almanlar karılarını satar, Araplar pistir, Bizanslılar kahpedir vs.

O halde şunu söyleyebiliriz nefret dili ve ideolojisi en nihayetinde karşıdakinden nefret etmek için bir takım sebepler sahibi olmalıdır, o sebepleri özcülükte bulmaktadır ve o değişmeyen öz sebebiyle de nefret meşrulaşmaktadır, zira o öze sahip olan zaten iyi değildir, sevilmeye layik değildir. Tabi bu mantık Türkiye'de alışılmadık bir mantık değil, hatta hakim mantık bu diyebiliriz. Dünyayı da herhangi bir durumda böyle algılayan bir toplum sporda da farklı bir deneye girişmiyor.

Fenerbahçe rakip ve öteki olduğu için ondan "nefret" etmeliyiz, bu nefretin de doğal ve kabul edilebilir sebebi Fenerbahçe'nin özünün bozuk olması. Diyelim 55 sene önceki bir olay bu özün doğal göstergelerinden bir tanesi oluyor ve bugün Volkan'ın koyduk mu demesi de bu özün bir kere daha fas edilmesinden başka bir şey taşımıyor. Dolayısıyla Volkan'ın koyduk mu demesine kızan esasında bu tekil eyleme yönelik bir nefret taşımıyor, tam tersine bu tekil eylemle ortaya bir kere daha çıkan, kabul edilmiş "öz" ile ilgili nefretini ortaya koyma fırsatı buluyor.

Ancak özcülüğün diğer yanı, atfedilen bu özelliklerin karşı taraf tarafından kabul edilerek, bir tür nedamet getirilerek değiştirilmesini talep etmektir. Görüşe göre, bu öz zaten oradadır, karşıdakinin yapması gereken bu özü önce tanımak sonra da hak vererek bir tür arınma yaşamak, kendisini aşmaktır.

Nasıl? Şu şekilde, örneğin milli edebiyatımızda "iyi" Bizanslılar da vardır. Bu Bizanslılar kadın kimliğinde ortaya çıkarsa Türk Erkeğine aşık olurlar, içlerindeki kadınlık ile hayran oldukları bu erkeğin yarattığı aralıktan geçerek islam dinini kabul edip "arınırlar" Kendi özlerini reddederek bir dejenerasyon yaşarlar. Ancak özleri zaten kötü olduğu için yaşadıkları dejenerasyon ancak iyiye doğru gitmektedir, dolayısıyla da bu iyi bir şeydir.

Bunu tabi siyasi dilimizde de sayısız örnekle görürüz, örneğin Kürtler hakkındaki sayısız önyargıdan sonra Kürtlerden "neden kendileri hakkında bu kadar önyargı olduğunu" düşünüp "kendi kötülüklerini" kabul etmeleri beklenir. Tartışılması gereken şey, milyonlarca farklı çevre koşullarında, eğitim şartlarında yaşayan insanın nasıl olup da tek bir karakteri gösterebildiği, bireysel, çevresel faktörlerin olup olmadığı, bu önyargıların en nihayetinde genelleştirmelerden kaynaklandığı ve bunların düşmanlık / nefret hislerini beslemesi değildir, Kürtler bu önyargıları aynen kabul etmeli, nedamet getirmeli ve Türkleşmelidir.

Fenerbahçe için de aynı jimnastiğin yeniden üretilmesi şaşırtıcı gelmiyor. Fenerbahçelilere bir çok kötülük atfeden güruh en sonunda şunu soruyor, insanlar bu kadar nefret ediyorsa bir kendinize bakmanız gerekmez mi?

Ancak, aynı güruhun kendi takımları, kulüpleri bünyesinde olmayan, yalnızca Fenerbahçe'ye has tek bir "kötülük" gösterememesi de bu durumu biraz zorlaştırıyor. Diyelim Lugano'nun saha içerisinde çirkef bir futbolcu olduğunu kabul edelim, Bülent Korkmaz, Sabri, Hasan Şaş veya bizzat Lugano'nun midesini ısıran Emre Aşık'ı kulüplerinde bağırlarına basmaları ilginç bir fotoğraf ortaya koyuyor. Volkan'ın koyduk mu demesine kızanlar, diyelim Tümer kendi takımlarındayken Fenerbahçe'ye küfürlü tezahüratta bulunmasını normal ve hatta "iyi" karşılıyorlar, Arda'nın bir Fenerbahçe maçından önce tribünlere gidip ettiği hakaretler hemen benimsenebiliyor. Aziz Yıldırım'ın hakemler hakkında konuşması "kötü" iken Yıldırım Demirören'in konuşması "kulübün haklarını savunmak", Adnan Polat'ın konuşması "haksızlığa karşı dik duruş", Sadri Şener'in konuşması ise "nükte" olabiliyor. Fenerbahçeli taraftarlar sahaya girince barbar oluyorlar ancak Galatasaray taraftarları tek bir bayanın el hareketi üzerine sahayı basıp Basketbolculara saldırdığı zaman "provakasyona uğramış mazlum" kotasını doldurmakta zorlanmıyorlar. Bu örnekleri arttırmakta zorlanmayacağımız aşikar, ancak neticede ortaya çıkan mantık şöyle: "Bizden kabul ettiğimiz bu öze dahil olduğu için zaten kötü bir şey yapamaz, yaptığı ancak iyiliğin görünüm şekillerinden biridir zira bu özün yarattığı alan dahilindedir halbuki aynı hareket diğer tarafa mensup biri tarafından yapılırsa bu basbayağı aşağılık bir şeydir çünkü dahil olduğu öz zaten iyi bir şey yapmasına engel olur" Tümer'in Fenerbahçe'ye küfretmesi iyi ve doğrudur zira iyi Beşiktaş'ın bir mensubu olarak zaten kötü bir şey yapması mümkün değildir, dalga geçmektedir, komiktir ancak Volkan aynı şeyi yaparsa bu basbayağı aşağılık bir eylemdir çünkü Fenerbahçelidir.

Özcü düşünceler ve onlardan beslenen ideolojiler doğal olarak pozitif bir yapıcılık içerisinde olamaz. Tepkiseldir, dolayısıyla yıkıcıdır, yöneldiği ile anlamlanır ve amacı da ötekini ortadan kaldırmaktır. Halbuki, hayata özcü bir şekilde bakmaktan başka şanslar da var. Diyelim etik açıdan da olaylar ve olgular irdelenebilir, bu halde kötü bir davranış, zaten öyle bir davranış olduğu için kötüdür ve "biz" kabul ettiğimiz de "öteki" kabul ettiğimiz de yapsa "kötü" olarak değerlendirilmek zorundadır. Tabi böyle bir bakış açısı Türkiye'deki hakim taraftarlık / fanatiklik kültürünün bir parçası olamıyor.

Kulüplerin birer kültürü olduğunu, beslendiği, kendisine ait kahramanlar, mitler olduğunu yadsımak kolay değil. Lefter, Metin Oktay, Baba Hakkı tutulan takıma göre çok farklı duygular uyandırma gücüne sahip ikonlar. İnsanların hayranlık / sevgi duymasını sağlayan o külüplerle ilgili hikayeler var, bu hikayeler doğal olarak birbirinden farklı ve gene doğal olarak sevme nedenlerini etkiliyor. Ancak sevmek ile nefret özdeş duygular değil. Nefret en nihayetinde tahripkar bir duygu, öze yöneliyor ve "kötülük" ile o özü birleştiren genellemeler ile kendisini buluyor. Sevmek, beğenmek, desteklemek zorunlu olarak karşıdakinin "kötü", "sevilmeye layik" olmayan olduğu manasına gelmiyor, ötekinden çok kendinle ilgili bir halet-i ruhiye.

Dolayısıyla önyargılar, genellemeler, basitleştirici portreler, tekil olayların genelleştirilmesi ile yapılan çıkarımlar sonunda "nefret" duygusu yaşayanın bu duyguyu meşrulaştırmasının yolu ötekiyle uğraşmak değil, kendi içinde yaşadığı bu nefreti rasyonel akılla bir tahlile tutmak, bununla uğraşmak. O halde şunu söyleyebliriz: nefretin şiddetine maruz kalan değil, bu şiddeti uygulayanın özeleştiri yapmasına ihtiyaç var.
Devamı ...

Türk Futbol Klişeleri #4
Kapalı Defanslara İş Yapmaz.



Ne zamandır bir şey yazmadığımız seriyi transfer sezonu canlandırsın. Geçen sezon Beşiktaş ve Galatasaray'a Avrupa Kupaların ön elemesinde adı bilinmeyen takımlar çıktığında o zamanlar NTV'de yorumculuk yapan Sergen'e takımlar hakkında fikrini sormuşlardı. Maçlardaki bütün pozisyonları "Ne yapmaya çalıştığını anlayamadım" diyerek analiz eden futbol uzmanımız Sergen, adını bilmediği her takımı "Valla şimdi tam bir kapalı kutu" diye analiz ediyordu. Bizim büyük takımlara transfer olan her forvet için adamın maçını 3 kere izlememiş yorumcuların ezberden söylediği sihirli cümle de "O takımda coşması kolay da kapalı defanslara karşı iş yapacak mı?"

Birincisi; Anadolu takımlarının kendi aralarında oynadıkları maçlar için özel, 3 büyükle oynadıkları maçlar için özel taktikleri falan yok. Tek farkı üç büyüklere karşı kendi evlerinde oynadıkları oyun deplasman oyunlarına biraz daha yakındır. Bu sezon ligimizde 1.35 gol averajını geçen sadece 6 takım vardı. 18 takımdan 12'si maç başına 1.35 veya altında gol atabiliyor yani. Birbirlerine "haydi buyur geç arkayı da bıraktık, takılın geniş alanda" deseler Hollanda ligi gibi 6-4 falan bitmesi lazım her maçın. 3 büyüklerle toplam 6 maç oynayan ve kalan 28 maçı iddia edilene göre çok geniş alanlar buldukları maçlar olan takımlar 1.35 gol ortalaması bile yakalayamamış. Bu kapalı defansa oynamaz dediğiniz adamlar sizin izlemediğiniz 28 maçı böyle oynuyor ve golleri o maçlarda atıyor.

İkincisi; bu sezon Fenerbahçe oynadığı 34 maçın 20 tanesinde 30. dakikaya önde girmişti. Ünlü kapalı defans teorisine göre bu Anadolu takımları gerideyken bile tüm güçleriyle defans yapıyorlar, gol falan atmaya uğraşmıyorlar. İlk yarım saati, sonra ilk devreyi, sonra üç çeyreği geride tamamlıyorlar ama son 5 dakika falan ne kadar gol lazımsa atar maçı berabere bitiririz diyorlar sanırım. Anadolu'dan çıkmış muhteşem bir taktik olmalı. Total defans futbolu: Skor ne olursa olsun gol attırmamaya oynuyoruz beyler.

Üçüncüsü; Alex de kapalı defanslara iş yapamıyordu, ikinci kere gol kralı oluyor. Fenerbahçe'nin 1. ligde en fazla gol atan ikinci oyuncusu oldu. Şimdi bu Alex kapalı defanslara gol atamıyorsa o zaman defanslar pek kapalı değil. Bunların altı kaval üstü şeşhane. O zaman neden güzel beyninizi yoruyorsunuz da her gelen forvet kapalı defansa iş yapar mı yapmaz mı onu çözmeye çalışıyorsunuz? Ha bu defanslar kapalıysa o zaman bizim Alex aslında kapalı defansa iş yapan futbolcu mu oluyor? O zaman Alex gibi 5 tane oyuncu koyalım orta sahaya, mesela orta sahamız Lincoln, Alex, Ricardinho, Yusuf Şimşek olsun. Kapalı defansa iş yapma taktiğimizle her maç 12 gol atarız, ligi toz ederiz.

"Anadolu takımında oynar da kapalı defanslara iş yapacak mı?" Arkadaşım Sergen misin yahu? "Bu adamı izlemedim, ismi de Drogba, İbrahimoviç veya Higuain değil o yüzden bilmiyorum, sırf transfer hakkında yorum yapmak için kapalı defans diyorum" de samimiyetinin önünde eğileyim.
Devamı ...

"Puck Görünmüyor ki"



Ne zaman buz hokeyi desem başlıktaki tepkiyle karşılaşıyorum. "Alışınca görünüyor, feci de heyecanlı oluyor" cevabı veriyordum daha önce. Dün Vancouver Canucks'ın NHL finaline yükseldiği konferans finalinde puck'ı gerçekten kimse göremediği için garip bir gol atıldı. Kamera puck'ın kale arkasında olduğunu düşünüp orayı gösterirken aslında puck orta sahada. Videonun devamında arka çekimden de anlaşılacağı gibi kaleci dahil herkes "bu nerede yahu" diye ortalarda aranıyor. O sırada puck'ı gören tek oyuncu var ve hiçbir kalecinin normalde yemeyeceği golü atıyor. Bazen cidden görünmüyor galiba.
Devamı ...

25 Mayıs 2011

Geri Dönün



Dün Efes maçının başlarında sanki futbol takımının şampiyonluğunun yarattığı rehavet ortamının etkileri var gibiydi. Beklmediğimiz bir tutukluk değildi bu. Uzun süredir takım ritmini kaybetmiş, sezon boyunca ortaya koyduğu iş disiplininden uzaklaşmış, dağınık ve rahat oyunlarla sonuca gitmeye çalışan bir görüntü içerisinde, savunma yeteneklerini ve kazanma arzusunu agresif bir görüntüyle sahaya yansıtmaktan uzak, kadro kalitesi ve deneyimi sayesinde maç kazanan bir takım vardı bir süredir.
Bu sezonki karakterini Euroleague umutlarının yanında bırakıp lige dönmüş bir görüntü zaten çiziliyordu.

Üst üste gelen sakatlıklar ve yoğun maç programının yarattığı fiziksel düşüşünde etkileriyle haklı olarak vites küçültülüp, aktif bir dinlenme sürecine geçilmiş gibiydi. Garipsememek lazım, oldukça yoğun ve gerilimli bir sezonu beklenmedik ölçüde can yakıcı, moral bozucu sakatlıklara rağmen hakkını vererek yaşadılar. Ligde play off'lar öncesinde biraz sakinleşip, rahatlamak doğruydu.

Dün, maçın başlarında halen yarı final ve final serilerinin gereği olan kazanma arzusu ve agresiflikten uzak bir görüntü çizildi, aslında skorda erken geri düşüş böyle bir tablonun ters yüz edilip, Fenerbahçe'nin kendi kimliğine dönüş sinyallerini vermeye başlaması için belki de gerekliydi. Öyle de oldu Fenerbahçe ancak fark açılmaya başlayınca ısrarla hücum özellikleri ve çemberden topu geçirme becerileri üst düzeyde olan 2 uzunu üzerinden hücum eden Efes karşısında sertleşmeye başladı. Takım savunmasında yardımlaşması ve konsantrasyonu çok iyi görünen rakibi karşısında tempoyu arttırma silahını kullanıp, Tomas'ın agresif penetreleriyle karşısındaki savunma duvarı delmeye cüret etti. Rakocevic'in oyuna girmesiyle birlikte bir süredir alamet-i farikası olan 1 e 1 savunmasında düşüş olan Ömer aslına dönüp, rakibini savunmasıyla boğmaya, takımını ateşlemeye kaldığı yerden devam etti.

Dün maç kazanılıp final için 2-0'la öne geçilerek dev bir adım atıldı, belki de finale çıkmak beklediğimizden kolay olacak. Hatta finalde karşılaşılacak takım, hakikaten bir Efes değil. Ama yine de tehlike sinyalleri yok değil.

Bir kere takımda genel anlamda bir yumuşama var, bu sezon yaşanan sakatlıklar sadece maçlara değil antrenmanlara da hep eksik çıkmayı beraberinde getirdi. Bu çok önemli bir handikap. Takımı biz sadece maçları oynarken görüyoruz ama takımın neredeyse tamamı sezon boyunca çoğu idmanı kaçıracak derecede sakattı. Dün sahanın en iyilerinden olan Tomas'ın ne kadar zorlandığını sık sık kenara gelip tedavi edildiğini gördük. Kaya'nın, Ömer'in, Saras'ın, Ukiç'in, Kinsey'in sezon boyunca sakatlıklarına rağmen tam anlamıyla kendilerine toparlayamadan oynamak zorunda kaldıklarını gördük, doğal olarak bu durum şu anki fiziksel yetersizlikleri doğurdu.

Sezon boyunca ritmini bulacaklar dediğimiz oyuncular halen belli bir standartı yakalayamadılar. Lavrinovic halen yok, Tomas gibi hücumda kavga ederek oynamaya çalışan bir adam ağır işleri yapıyor ama tam anlamıyla ritmini bulduğunu söylemek zor. Kinsey'in sürekli sakatlığı tam bir baş ağrısı, Ömer'in savunmada düşük vitese geçtiği zamanlarda ondan başka ön alanda baskı yapacak oyuncu kalmıyor, Emir artık bu takımın skor lideri olabilmeli ama bazen hiç yok.

Ve Ukiç; Spahija ile birlikte önemli bir değişim geçirip bir lider gibi oynayabildiğinden, tempoyu ayarlayıp, oyunun kaderini çizme iradesini göstermeye başlayabildiğinden bahsediyorduk ama kötü başlayan maçlarda morali bozulup, oyundan düşen ilk oyuncu olması düşündürücü. O takımın birinci guardı ama işleri düzeltmeye soyunmuyor,işler düzelince o da iyi oynamaya başlıyor.

Dün Saras'lı takım tempoyu yükseltip, momentumu ele geçirirken Ukiç oyuna her girdiğinde garip bir kendine güvensizlikle tempoyu Efes'in belirlemesine izin verdi. Yeteneklerinden şüphemiz yok zaten maç sonunda rakibe son darbe vurulurken onun neler yaptığını gördük ama o bölümde takımın ihtiyacı olan tempoyu o deği Saras hayata geçiriyordu.

Uzunların savunmada adeta dökülüyor olması da başka bir sorun. Oğuz hala ham. Lavrinovic henüz iyi niyetin ötesine geçebilmiş değil, Kinsey sakat olmasa kadroda yer alamayacak olan May kader anlarında pota altında rakibe gözdağı veren isim oluyor.

Tüm bunlara rağmen, Spahija hamlaşan takımı molalarda toparlamaya çalışıyor, Saras önce tempo ve agresiflikle uyuyan takımı uyandırıyor sonrasında takım 4 kısaya dönünce karşısında 2 uzunla oynayan takımın dip çizgileri boş bırakmasını fırsat bilip hücumda topları oraya indirip rakibi çökertiyor, karşısında Rakoçeviç'i gören Ömer sahaların kralı hücumcular değil savunmacılardır diyerek kendine geliyor, May çok değerli ekstra katkılar veriyor, Tomas duvar deler gibi hücum ediyor ve Ukiç son anda sahneye çıkıp herşeyi bitiriyor.

Fenerbahçe bu ligin en iyi, en kaliteli ve kazanmayı en iyi bilen ekibi.
Tek ihtiyacı olan tekrar dirilip, sezon başındaki görüntüsüne ve karakterine geri dönmesi.
Devamı ...

24 Mayıs 2011

Finalden Bir Adım Uzaktayız



Sakatlıklar, uzun süredir maç oynamamanın verdiği ritim kaybı, Efes'in daha çok galibiyete ihtiyacı olan taraf olması gibi nedenlerle maç öncesi epey soru işareti vardı kafamızda. Beklenen kadar seyircinin gelmediği ve atmosfer olarak da takımı ateşleyecek bir ortamın olmadığı bir salonda kötü başladık maça. Efes Kerem-Kerem pick and rolleri ve Vujcic'in pas yeteneği sayesinde hücumda hepsi asist üzerinden sayılarla maça başlarken, biz daha dağınık ve deorganize bir şekilde Ukiç-Tomas ikilisiyle bulduk ilk sayıları. Sinan'ın Ukiç'e yaptığı baskılı savunmanın da Fenerbahçe hücumunu bozmasıyla Efes 7-8 sayılık bir avantaj yakaladı. Emir ve Saras'ın girip hücumda inisiyatifi ele almasıyla periyotun son bölümünde oluşan farkı kapatıp ilk periyotu başa baş bitirdik. 18-19.

İkinci periyot Kerem Gönlüm'ün iki faulle kenara gelmesiyle Efes'in pick and roll eksenli sayıları kesildi, Fenerbahçe savunması biraz daha dirençli hale geldi. Saras'ın Oğuz'la oynadığı ikili oyunlar sonucu bulunan kolay basketlerle hücumdaki tıkanıklığı aşınca skor olarak öne geçtik. Efes hücumu Rakoçeviç'in perdeden çıkıp bulabileceği şutlar üzerine kalınca sene başından beri verim vermeyen bu düzen bir kez daha verimli olmadı, bizim dış atışlardaki düşük yüzdemiz farkın açılmasını engelledi ve ilk yarıyı 37-35 önde kapattık.

Efes ilk periyota başladığı gibi üçüncü periyota da etkili başladı. Savunmada vidaları sıkınca zaten verim alamadığımız uzunlar üzerinden çember dövmeye başladık. Fark tekrar 7 sayıya çıkaran Efes'e Saras'ın üçlüğüyle yanıt verip o zamana kadar etkisiz eleman şeklinde sahada dolaşan Sean May'in hücum ribauntu, asist, blok derken her şeyi yaptığı 3 dakikalık bölümde skorda üstünlüğü yakaladık. Son saniyede May'in tiplediği hızlı hücum sonrasıyla da son periyoda 55-52 önde girdik.

İlk yarı boyunca son derece etksiz olan Ömer Onan'ın üçünü periyotun sonu itibariyle devreye girip hücumda ipleri eline alması ve arka arkaya bulduğu sayılarla maçın son bölümüne avantajlı girdik. Saras ve Ukiç'in birlikte oynadığı 4 kısalı 5'te hücum ribauntu problemi yaşasak da maç boyunca zorluk yaşadığımız dış atışlarda önce Tomas'la farkı 8'e çıkardık. Efes Pilsen'in iki hücumda basket bulmasına karşın Ukiç'in üçlüğüyle de maça noktayı koyduk. 79-70.

İstatistiklerde iki takım arasında fark yaratan en önemli parametre üçlük yüzdesi: Efes 3/13 ile atarken biz 8/16 ile atmışız. Ribaunt, asist, top kaybı, top çalma gibi istatistiklerde fark yaratan bir şey yok. Uzun rotasyonundan bu kadar az verim alabildiğimiz bir maçı bir şekilde kazanabilmek Fenerbahçe'nin kapasitesinin ne kadar büyük olduğunun da bir göstergesi. Tüm sezon boyunca beklenileni veremeyen Saras ve May'in ekstra katkısı bugün işimizi çok kolaylaştırdı. Ömer'in ve Tomas'ın da tam ihtiyaç duyulan yerde yaptıkları kritik katkı da maçı bize çeviren etkenlerden.

Seriyi 2-0'a getirip büyük avantaj yakaladık, ayrıca bu sene oynadığımız üç Efes maçını da kazanarak Efes'e karşı ciddi bir psikolojik avantaj elde ettik. Bundan sonra Efes'in bizi üç kez arka arkaya yenmesi çok zor ama tabii tedbiri elden bırakmadan Cuma bu seriyi bitirmek lazım.

Spormax'in absürt ötesi spikerinin maç sonrası röpörtajında Ufuk Sarıca'ya sorduğu "artık seyirci avantajı sizde taraftarlarınıza ne söylemek istersiniz" sorusuna aldığı "açıkcası öyle bir avantajımız olduğunu düşünmüyorum bizim Fenerbahçe gibi yerleşik bir seyircimiz yok çünkü" cevabı da son derece komikti. Ufuk Sarıca'nın gaza gelmeden doğruyu şak diye söylemesi ne kadar güzelse böyle saçma sapan bir soru soran basketboldan bihaber sunucu kızımızın durumu da o kadar trajikomikti.
Devamı ...

Nefret Koalisyonu'nun Nedenleri



Şampiyonluk kutlaması yapan Fenerbahçe taraftarının örneğin Bursa'da, Rize'de ve daha bir çok yerde saldırıya uğradığı haberleri geliyor. Bu tabi Türkiye'nin dörtte üçü söyleminden çok uzak bir oranda gerçekleşmiyor, diyelim Fenerbahçe'nin başarısı kimsenin "nötr" kalabildiği bir durum değil, Beşiktaş bu sene kupayı kaldırdığı zaman Türkiye'nin dörtte üçü bir hayal kırıklığı yaşamadı, diyelim bundan bir kaç yıl evvel Galatasaray'ın şampiyonluğu böyle bir nefret dalgasını görmedi.

Fenerbahçe ile ilgili bir durum, Fenerbahçe taraftarı olmayanların da bu durumu bir kimlik haline getirmesi. Diyelim Beşiktaşlılar elbette Beşiktaş'ı sever ve kalanıyla ilgilenmeyen Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar da vardır. "Başarı olacaksa önce benim takımım olacak, başkasının başarısı beni ilgilendirmiyor, hepsi rakibim" türünden bir düşünce görmediğimiz, bilmediğimiz bir düşünce tarzı değil. Ancak bu düşünce baskın renk olma hüviyetini kaybetti. Görüyoruz ki "Beşiktaşlı ve Anti Fenerbahçeli", "Galatasaraylı ve Anti Fenerbahçeli" kimlikleri birlikte varolabiliyor, kimi zaman Fenerbahçe düşmanlığı daha da öne geçebiliyor.

Bu yeni reaksiyoner kimlik bütün reaksiyoner kimlikler gibi pozitif bir şey de söylemiyor, daha çok negatif bir olgunun oluşmasını bekliyor: Fenerbahçe şampiyon olmasın, kazanmasın, yenilsin. Diyelim bir futbolcu rahat rahat Trabzon için oynadık diyebiliyor, ondan kilometrelerce ötede bir takımın yedek kalecisi hem sahaya ayakkabısını fırlatabiliyor, hem arkadaşını şike yapmakla suçluyor hem de "Trabzonum Trabzonluyum" diye gürleyebiliyor rahatlıkla. Aynı durumu şu veya bu şekilde, diyelim Serkan Kırıntılı'nın yapması halinde Türkiye'de bir daha salim kafayla sahaya çıkamayacak olması ancak Bülent'in pek de yara almadan bu süreci atlatması vurgulanabilecek bir durum.

Takımlar Üstü Nefret
Nefret Koalisyonunun ilk özelliği takımlar üstü olması, yani bu halet-i ruhiye bir Galatasaraylıyı da bir Bursasporlu kadar sarabiliyor. Geçen sene Galatasaray'ın son maçı olan Gençlerbirliği maçında aldıkları yenilgiye rağmen taraftarın Fenerbahçe'nin şampiyon olamadığı haberiyle yaşadığı sevinç, en azından benim gözümün önünden gitmiyor. Dolayısıyla görüyoruz ki bu "nefret" öncelikle takımları ve takımlara olan aidiyetleri aşarak başka takımlara mensup olan insanları sarabiliyor, ortak bir şekilde hareket etmelerine sebep olabiliyor.

Komplo Teorileri
Nefret koalisyonunun ikinci özelliği, bütün nefrete dayalı akımlara benzer şekilde, komplo teorilerini olgusal gerçeklerden öncelemesi. Korcan olayında gördüğümüz tipik bir yansımaydı. Topun elinden kaymış olabileceği ihtimalinden daha fazla Korcan'ın şike yapmış olabileceği ihtimali konuşuldu. Bir maçta -haklı da olsa- 3 penaltı verilmesi ortak bir şekilde telin edildi, halbuki 18 maçta 17 galibiyet alan bir takımın gösterdiği üstün performans pek az konuşuldu. Bunun net sebebi, koalisyonun komplo teorilerine duyduğu iştah ve bunlara olan sarsılmaz inancı. Buna göre Fenerbahçe / Aziz Yıldırım yaklaşık 10 sezondur federasyonu, medyayı ve hakemleri yönetiyor. Bu arada adı Galatasaray Başkanlığı için geçen Haluk Ulusoy'dan Özgener federasyonuna kadar herkes de "Aziz Yıldırım'ın" adamı oluyor. Elbette her komplo teorisi gibi bu teori de Aziz Yıldırım'ın nasıl olup da birbirinden farklı insanlar, kişilerce yönetilen Federasyonu böyle parmağında oynatabildiği, bu güce nasıl malik olduğu, hakemleri nasıl baştan çıkarttığı, medyayı - hem de bu komplo teorilerinin haftada en az 5 kere yazıldığı bir medyayı- nasıl olup da yönetebildiği ve buna rağmen 10 sezonda ancak 5 kere şampiyonluk yaşadığı. Dolayısıyla karşımızda duran dilin şöyle grotesk bir iddiası var, Fenerbahçe hem bir yandan Türkiye'yi yönetiyor hem de buna rağmen son maçlarda şampiyonluğu kaçırıyor ve 2-2 esprileriyle "taşşak" malzemesi oluyor. Çözülmesi zor bir bilmece.

"Fenerbahçe Çok Antipatik" Yalanı
Koalisyonun fikri yapısının üçüncü özelliği "Fenerbahçe'nin antipatik bir takım" oluşu. Bu şu demek, Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım ve bazı oyuncular gerçekten de çok antipatikler, bu yüzden insanlar nefret ediyor. Fenerbahçe Cumhuriyeti, Tek Büyük Fenerbahçe gibi sloganlar da bu nefreti besliyor. Peki, bunu böyle kabul edelim, bu nefret koalisyonunun üyeleri Diyarbakır ile yaptığı maçta ırkçı nefreti en açık şekilde ortaya koyan veya bir Beşiktaş maçından önce sokağı savaş alanına çeviren Bursayı, Adnan Polat Galatasarayını, Fenerbahçe tribününe kol hareketi yapan Arda'yı, Fatih Terim ve onun rahle-i tedrisatından geçen Sabri, Bülent, Hasan Şaş gibi futbolcuların sahada koydukları "karakteri", her deplasman takımı için fiziki şiddetin şah damarından yakın olduğu Trabzon cenderesini, Ogün Samast bereleriyle takımını karşılayan taraftarını, Yıldırım Demirören yönetimini, onun kurduğu milli güvenlik dilini, Fenerbahçe düşmanlığı üzerinden sürdürdükleri zihniyeti, kendisini fesh edip geri dönen ve bu arada tribünde bir kaç kişinin öldüğü Çarşı'yı, Beşiktaşlı olunmaz Beşiktaşlı doğulur, Beşiktaşlı olmayan Orospu Çocuğudur tezahüratını ve sayısız başka örneği nasıl sempatik bulabiliyorlar? Yıldırım Demirören veya Adnan Polat'ın Aziz Yıldırım'dan daha sempatik insanlar olmadığı, çok da farklı bir dili konuşmadıkları ortada, Fenerbahçe taraftarının yaptıkları bu kadar göz önüne geliyor ama adam öldürmeden Ogün Samast beresine kadar çok farklı şekillerde ortaya çıkan taraftar silüetleri de "sempatik" olabiliyor. Dolayısıyla bu reaktif hareketin "antipati" söyleminin gerçekçi olduğuna inanmaya imkan yok, en azından tutarlı bir gerçekçilik değil. Bir başka deyişle nefretin sebebi Fenerbahçe'nin antipatik oluşu değil, "antipatik davranış" türünün çok örneği var, ancak nefreti meşru kabul ettirecek yeniden üretecek bahanelerin biri.

Nefret'in Psikolojik Üreticisi: Başarısızlık
Koalisyonun diğer özelliği, nefret yalnız Fenerbahçe'nin başarıları ile perçinlenmiyor, koalisyon üyelerinin birincil takımlarının başarısızlıkları ile de büyüyor. Diyelim Galatasaray lige erken havlu attıkça, Beşiktaş aradığı başarıyı bulamadıkça Fenerbahçe nefreti de bu taraftar gruplarını motive eden ana unsur haline gelerek yükseliyor. Yoksa kupa almış bir takımın en büyük taraftar organizasyonunun bu başarıyı önce Fenerbahçe'ye laf sokarak kutlaması herhalde izahı kolay olan durumlardan değil.

Nefret Koalisyonunun oluşmasının daha makul izahı aşağıdaki grafiklerde kendini gösteriyor.

İlk grafikte Şampiyonluk için 3, İkincilik için 2, Üçüncülük için 1 puan verildi, dördüncülük ve devamı için ise 0 puan gözüküyor.



Bu grafikte gözükeceği üzere Fenerbahçe son 10 sezonda 4 kere şampiyon, 4 kere de ikinci olmuş. Aynı periodda Galatasaray'ın 3 şampiyonluğu, 1 adet ikinciliği ve 3 adet 3.lüğü bulunmakta. Beşiktaş, 2 kere şampiyon, 1 kere ikinci ve 4 kere üçüncü olmuş, Trabzonspor ise hiç şampiyonluk yaşamamış, 3 kere ikinci bir kere de üçüncü olmuş.

10 Sezonda 7 Kere Şampiyonluk için Dört Büyüklerle Rekabet
Ancak bu grafikten çıkacak olan şey sadece bu değil, gözüküyor ki son 10 sezonda Fenerbahçe şampiyon olmak için 3 kere Galatasaray ile, 1 kere Beşiktaşla, 3 kere de Trabzonspor ile rekabet etmiş. Yani toplam 10 sezonda 7 kere dört büyüklerden bir tanesiyle sert bir mücadele içerisine girmiş. Halbuki örneğin Galasaray şampiyon olmak için yalnız 1 kere Beşiktaşla rekabet etmiş. Trabzonspor son 10 sezondur hiçbir sezonda Galatasaray veya Beşiktaş'la şampiyonluk mücadelesine girmemiş.

Psikolojik bir birikim var. Bu takımlar birbirleriyle son 10 sezondur haşin bir rekabet içerisine girmiyorlar ancak hepsi de Fenerbahçe ile bu rekabeti yaşıyor. Dolayısıyla onlar birbirlerine karşı rekabetin yaratacağı psikolojik / duygusal unsurları hissetmezken, Fenerbahçe'ye karşı üçünü de kapsayan bir birikim oluyor. Bu 10 sene gibi uzun bir dilime yayılınca da doğal olarak Fenerbahçe düşmanlığı diğer takımlar arasındaki rekabetin önüne geçiyor.

Bir başka gösterge de başarı, iki grafik var, birincisi 10 sezona yayılan şekilde şampiyonluk ve ikinciliği gösteriyor.



Görülüyor ki Fenerbahçe 10 sezonda ikincilik ve birincilik arasında giderken, örneğin Galatasaray yaşadığı birinciliklerden sonra üçüncülüğe düşmüş, Beşiktaş iki noktada en tepeye çıkarken kalan sezonların çoğunu üçüncülükle bitirmiş, Trabzonspor ise yaşadığı 3 adet ikincilik dışında potada yer almamış.

Bir diğer grafik ise son 10 sezonda alınan puan.



Bu grafik şu manaya geliyor, her sezon şampiyon olan bir takım 10 sezonda ancak 30 puan toplayabilir. Fenerbahçe 30 üzerinden 20 puan toplamış, Galatasaray 14, Beşiktaş 12 ve Trabzonspor ancak 7 puan alabilmiş. Yani Fenerbahçe son 10 sezonda ortalama her sezon en az iki puan almış, şampiyonluk potasında kalmış, Galatasaray'ın sezon başına ortalaması 1.4, Beşiktaş'ın ki 1.2 ve Trabzonspor'un 0.7

Bunun psikolojik izahatı da şu, Fenerbahçe taraftarı her sezon belli ölçülerde başarı sahibi olmuş, sezon boyu bu dalganın sürdüğünü düşünürsek Fenerbahçe taraftarının mutlu olmak için daha fazla sebebi var, oysa Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor taraftarları son 10 sezonda bir çok başarısızlık yaşamış, beklentiler karşılanamamış, kötü giden bütün sezonların yarattığı psikolojik tahribat / öfke de bulunuyor.

Bu duyguların yöneleceği yer de az üstte izah ettiğim üzere sürekli en tepede rekabet halinde bulunan Fenerbahçe olmuş gibi gözüküyor. Son 10 sezonda Fenerbahçe diğer takımların asli rakibi olurken, diğer takımlar birbirleriyle böyle bir mücadeleyi hem yaşamamış hem de tersine taraftarları birbirlerine yaklaştırabilecek benzer hikayelerden gelmişler.

Dolayısıyla ben Fenerbahçe bu şekilde devam ettiği sürece, Takımın Başına Cem Yılmaz'ı getirsek, "Türkiye'nin en sempatik" adamları olarak kabul edilen Beyaz ile Acun Ilıcalı Yönetim Kurulunda olsa ve her maç sonu beyanatları onlar verse, Tribünleri de İsveç Bikini takımı doldursa bu nefretin kolay kolay azalabileceği zannetmiyorum. Bunun yapısal, temelden kaynaklanan, 10 sezonluk bir birikime dayanan ve başarı geldikçe de sürecek olan güçlü sebepleri var.

Diğer yandan komplo teorileri, antipatik davranışlar gibi gerekçeleri de bu nefretin asli sebebi saymayı doğru bulmuyorum. Komplo teorileri zaten geçersizliğini ispatlarken, antipatik davranışlardan diğer takımların hikayelerinde de mezbul miktarda bulunmakta.
Devamı ...

An gelir...


Bizim Fatih gibi fotografik bir hafızaya sahip olanlar bundan 10 yıl sonra bu şampiyonluğu hangi kareyle hatırlayacaklar acaba? Her anını zihnimize kazımak için harcadığımız çabaya rağmen bütün sezonun golleri silinse aklımızdan, hangisi zamana direnir? Gökhan Gönül’ün sezonun 2. yarısındaki çıkışı müjdeleyen Antalya galibiyetini getiren muazzam golü mü? Yoksa Alex’in TT Arena’da 87. dakikada galibiyeti getiren golü mü? Antep’in Fransiz işgaline direnircesine ortaya koyduğu mücadeleye 90+4’de noktayı koyan Andre Santos’un golü mü? Bütün sezon sırasını bekleyen Guiza’nın Semih’ten rol çalarcasına oyuna girer girmez Buca kabusundan uyandıran golü mü? Peki bu sezondan aklımızda kalan bir gol olsa, Mert Günok’un ilk yarıda Trabzon karşısında kurtardığı penaltının hatırı kalmaz mı?

Peki bundan 10 yıl sonra çocuğunuza, yeğeninize armağan ettiğiniz çubukluyu giydirip, birlikte Saracoğlu’nun yolunu tutmuşken ona bu şampiyonluğu anlatmak isteseniz, hangi “tarihi” yanını atlamaktan korkarsınız? Alex’in bütün rekorları altüst eden performansını gol ve asist krallığı ile taçlandırması mı, yoksa Aykut Kocaman’ın lig tarihinde aynı takımda hem futbolcu hem de antrenör olarak şampiyonluk mutluluğunu yaşayan ilk futbol adamı oluşu mu, yoksa Fenerbahçe’nin ilk yarının sonunda liderin 9 puan gerisine düşmüş olmasına rağmen, evinde hiç kaybetmeden ve oynadığı son 18 maçının 17’sini kazanıp şampiyonluk ipini göğüslemesi mi?

Pazar akşamından bu yana FBTV dahil bilimum spor kanalında şampiyonluk kutlamaları, özel yayınlar, röportajlar aralıksız devam ederken, hiçbir detayı kaçırmamak için sabaha karşı yayınlanan tekrar programlarını bile gözünü kırpmadan izleyen Fenerbahçeli, itiraf et televizyon karşısında öyle bir an geldi ki gözlerin doldu, koyvermemek için kendini zor tuttun. Senin “an”ın hangisi? Sivas’ta bitiş düdüğü ile beraber yedek kulübesinin sahaya doluştuğu “an” mı? Ya da Gökhan Gönül’ün sıcağı sıcağına “Bu şampiyonluğu Türkiye’nin dörtte birine armağan ediyoruz” dediği “an” mı? Peki Alex’in maç sonu şampiyonluğu kutlamak için sahaya inen eşine sarılıp onu öptüğü “an”? Takım otobüsünün Şaşkınbakkal’a ulaşınca “bu dünyayı yakarız” sloganını ete kemiğe büründüren, ellerinde meşalelerle bekleyen o mahşeri kalabalıkla buluştuğu “an”? Alex’in bir yanında Volkan, bir yanında Emre’yle şampiyonluk kupasını kaldırdığı “an”ı da hafife almamalı. Hakkını yemeyelim, Aziz Yıldırım’ın gözleri dolarak yaptığı konuşmayı “Zafer İnananlarındır” diye bitirdiği “an”da da kayıplar olmuştur.

Benim “an”ım takımın Sivas dönüşü sabaha karşı Can Bartu tesislerinde yaptığı kutlamadır. Takım binaya girmiş, girişteki lobide sarmaş dolaş seviniyor. Aykut hoca kenarda bir müddet gülerek bu şamatayı izliyor. Daha sonra herkese topluca veda edip, soldaki uzun koridorda yürümeye başlıyor. Sivas’taki bitiş düdüğünden beri hız kesmeyen şamata, kalabalık, eğlence lobide tam gaz devam ederken, kamera bir müddet uzun bir koridorda tek başına yürüyen bu adamı çekiyor. Sonra ne oluyorsa, takım bir anda tribün pozisyonu alıp, koridorda tek başına yürüyen adamın arkasından tezehürata başlıyor: “Sen Bizim Kocaman Gururumuzsun”. Tezahürat devam ederken, kamera tekrar koridoru gösteriyor, Aykut hoca yüzünde biraz mahcup biraz muzip bir gülümsemeyle geri dönüyor. Koridorun son metrelerinde hızlanıp onu bekleyen kalabalığa yumruk şovunu yapmasıyla, takımın onu sarıp sarmalaması bir oluyor. Şimdi hepsi hocalarına sarılmış, kenetlenmiş, bir aile gibi. Hilesiz, hurdasız, hesapsız kitapsız bir kenetlenme anı, ailelere has teklifsiz bir samimiyet. Hiçbir gol anı, hiçbir istatistik, hiçbir rekor, 18. şampiyonluğu şahit olduğum diğer şampiyonluklardan ayırmaya bu “an” kadar muktedir olamayacak.

Sezon başında Aykut Kocaman göreve getirildiğinde, “Devrim nereden başlar?” diye sormuş, cevabımızı da tarihe not düşmüştük:

“Bence devrim 14 yıl önce dosdoğru bir adam olduğu için, güzel futbolu galibiyetten daha çok sevdiği için, yaptığı işe ve rakibinin emeğine saygı duyduğu için, bu futbol sirkinin palyaçoları karşısında eğilip bükülmediği için Fenerbahçe’den apansız sürülen bir efsaneye iade-i itibarla başlar.

Fenerbahçe’nin jakoben cumhuriyeti belki de tarihinde ilk defa tebaasının gönlünden geçen, onların içinden çıkmış gelmiş bir futbol efsanesine bu kadar yetki vererek kendi iktidar alanını bu denli kısıtlamayı göze alıyor. Aykut Kocaman kendisine vaad edilen yetkiler verildiği takdirde, “takım” olgusuna bakışı; adalete, paylaşmaya ve yardımlaşmaya verdiği önem, yaptığı işe ve rakibinin emeğine duyduğu saygı; güzel, izleyene keyif veren futbolu galibiyetin önüne koyan başarı algısıyla, Fenerbahçe üzerinden Türk futbol kültüründe bir dönüşümün itici gücü olabilir. Endüstriyel futbol bütün soğukluğu, buyurganlığı ve acımasızlığıyla futbol müritlerinin ruhlarını iğdiş ederken, belki de devrim futbolda kimi dizilişlerin demokratik olmadığını öne sürebilen bir efsanenin bir “takım” kurmasıyla başlar. Kim bilir…”


Köprünün altından koca bir sezon aktı. Aykut hoca devre arasında NTVSpor’a konuk olduğunda, oyuncusu, yöneticisi ve taraftarıyla Fenerbahçe’nin yaşadığı ağır travmanın çaresinin bu sezon şampiyon olmaktan geçtiğini söylemişti. Takım sahaya ayak bastığında, yakasına yapışan o şuursuz ve kontrolsüz galip gelme arzusunun, kırılganlığın, özgüven probleminin önüne geçmek için geçmis sezonlardan kalan o ağır bakiyenin bu şampiyonlukla sıfırlanması gerektiğine inanıyordu. Kendi hatalarının da üstünü örtmedi, Kayseri maçı dahil yaptığı yanlışları dillendirmekten çekinmedi. O gün liderle arasında 9 puan fark varken, transferden, sakatlıklardan, zaman ya da mekan darlığından bahsetmek varken bu mütevazi ama inançlı duruşu seçmesi kaç kişide umutları yeşertmeye yetti?

Aykut Kocaman’ın hayata bakışını, duruşunu ve eylemlerini övmenin, onun teknik direktör olarak başarısızlığına hafifletici bir sebep bulma çabası olarak görüldüğü bu futbol ikliminde yazlar öylesine sıcak ve kurak, kışlar öylesine soğuk ve yağışlı ki. Daha göreve gelir gelmez, İstanbulspor’dan Ankaraspor’a uzanan kariyerinin istatistiklerini altına üstüne getirenler, “Geçmişinde önemli bir teknik adam başarısı bulunmayan Aykut Kocaman bir dönem Fenerbahçe'de başarılı futbolcu olmasından dolayı olabilecek en iyi seviyede klubün içerisinde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Sportif Direktörlük görevinden Teknik Direktörlüğe üstelik ne ilginçtir ki "karakterli adam" sıfatıyla geçebilecek yegane insan olmuştur.” buyuranlar, futbola galibiyet/mağlubiyet matrisinden bakıp, başarıyı puan, kupa, şampiyonluk aritmetiğine indirgeyenler, takım yönetmeyi teknik/taktikten ibaret sayan futbolun realpolitik üstadları geçmiş olsun, kağıdı, kalemi elinize alır, o hesaplarınızı revize edersiniz artık. 1 Mayıs günü İ.B. Beleldiye’yi 2-0 yenmenin mutluluğu kadar, basın toplantısına işçilerin ve çalışanların bayramını kutlayarak başlayan bir teknik direktöre inanmış olmanın hazzını yaşayanlar, bizlerin de gözü aydın.

Bağış Erten 23 Mayıs 2011 tarihli Radikal’deki köşesinde “Ama bu şampiyonluğa tek bir imza atılacaksa o da Aykut Kocaman’ındır. Bu ülkede ilk defa tevazu şampiyon olmuştur. İlk defa egolar, özgüvenler değil makullük kazanmıştır. Sırf bu bile kutlamaya değer.” diyor. Nefret dilinin çatallaştığı, şakacı(?) yöneticisinin rakibini kesirli matematik problemleriyle ötekileştirdiği, taraftarının kendini “Osmanlı tohumu” ilan edip, pankartlarla rakibininkini sorabildiği bir coğrafyada, her spor dalında başarılı olmanın yalnızlaştırıcı etkisiyle başetmek zor, çeken bilir. Bir sezon boyunca maruz bırakıldığımız bu baskı, nefret ve ötekileştirmenin afakanından kurtulmanın yolu futbol kültürünün klişeleri epik destanlara ve onun saldırgan imgelerine sarılmaktan değil Aykut Kocaman’da ve hatta Alex’te, Gökhan Gönül’de vücut bulan tevazunun şampiyonluğuna sahip çıkmaktan geçiyor.
Devamı ...

23 Mayıs 2011

Dünyayı Yakarız



Bu senenin en iyi tezahüratı şüphesiz "Bu dünyayı yakarız senin için" Görüntüler de güzel, fazla uzatmadan öyle bağlayıp geçelim, şampiyonluk güzel şey.




Devamı ...

Akıllarını Kaybettiler: Korcan



Deli gibi yağmur yağmış, top kaygan, çimler kaygan, futbolcular dahi kayarak yere düşüyorlar. Dakika 41, Selçuk Şahin şu yukarıdaki vuruşu yapıyor. Topun kalecinin elinden veya yerden kayması son derece muhtemel. Ne oluyor? Top gerçekten de kayıyor filelere giriyor. Millet aklını kaybetmiş neredeyse Korcan'ı vatan haini ilan edecek. Şike yapmış, Aziz Yıldırım'dan para almış da ondan topu kaçırmış. Bu hale geldiler. Bu kadar büyük iddiaları bu kadar kolay sarfedebiliyorlar.


Korcan'ı neredeyse idama getirecek an bu an. Topu kaybetmiş. Bir kaleci nasıl topu tutamazmış. Hepsinin ağzında aynı büyük kelime: şike. Ucuz adamlarla rekabet ediyoruz, ucuz insanlarla, basit bayağı yaratıklar da var karşımızda. Biri insanı bu kadar kolay şerefsizlikle, onursuzlukla suçlamak Fenerbahçe nefretinin gözünü kör ettiği insanlar için bile büyük bir adım.

Çünkü kardeşim ıslak zeminde insanların ayağı kayabilir, ıslanan top demirin mıknatısa yapıştığı gibi yapışmayabilir, buyrun Buca - Trabzonspor maçı, gol atıldıktan hemen sonra başlayan Trabzonspor atağında Umut Bulut koşu yapıyor, engelleyecek defans oyuncusunun ayağı kayıyor Umut'un açısını düzeltiyor.




Korcan'ı böyle yargılayanlar, Buca'da bulunan bu gol karşısında ne diyecekler?

Bundan bir kaç sene evvel, bu sefer Galatasaray maçı, Selçuk gene bayağı uzak bir mesafeden topun başına geçiyor, sonuç şöyle:






Allah aşkına Galatasaray kalecisi de mi Aziz baba'dan para alıyor, şike yapıyor?

Böyle ruh hastalarının arasında şampiyon olmak, bunca kötü düşünen karanlık kalpli adamın tüm yaptıklarına rağmen 82 puan toplamak bir Fenerbahçe'nin başarabileceği bir iş. Nefret Koalisyonunun saha içinde, saha dışında kurduğu tüm organizasyonlara böyle bir cevap verebildiğimiz için de gurur duyuyoruz.
Devamı ...

2011'in Soundtrack'i



Bu dünyayı yakarız senin için.
Devamı ...

Fenerbahçe: Çubuklu Giyen Sisyphos



Fenerbahçe ile ilgili pek çok teşbih pek çok metafor kullanılabilir, galiba ama bu kulübün genlerinde bulunan tekrar ayağa kalkabilme maharetini ancak Sisyphos efsanesiyle açıklayabiliriz. Sisyphos mitolojide tanrılar tarafından cezalandırıldığı için zirveye taş taşımak zorunda olan ama tam zirvenin arefesinde tekrar en dibe vurup her seferinde tekrar en tepeye çıkmaya çalışan bir figür. Fenerbahçe tanrılar tarafından cezalandırıldı mı bilmiyorum ama bütün dibe vuruşlarından sonra, artık bu travmayı atlatamazlar denilen yerde inatla ayağa kalkmanın adresi. 87-88 sezonunda acıların takımıyken bir sonraki sezon rekor puan ve rekor golle diriliş, Pendik faciasından bir yıl sonra Uefa Kupası almış ligi domine eden kadronun elinden alınan şampiyonluk, Denizli’de Appiah’ın gözyaşlarından bir yıl sonra İzmir’de Tuncay’ın taşıdığı bayrak, geçen yıl Kadıköy’deki trajediden sonra bu sezonki epik ikinci yarı performansı.

Her seferinde ayağa kalkmış, darbe aldıkça daha palazlanmış ,öldürmeyen her darbede Nietzsche vari bir şekilde güçlenmiş bir kulüpten söz ediyoruz.

Uçurumun kenarında yürümemize rağmen gül dökülen yollarda yarışmış takımın hala Fenerbahçe hakkında atıp tutması, iki sene Kore’de kaldı diye doğu felsefesini yemiş yutmuş sayılan Şenol Güneş’in “paraya karşı emeğin yarışı” diyerek iki yüz yıldır tartışılan emek-sermaye çelişkisine noktayı koyuşu Fenerbahçe’nin küllerinden doğabilme maharetine gölge düşüremez.

Nedense Türkiye’de Fenerbahçe şampiyon olduğunda açılan bir gönüllerin şampiyonu kategorisi var, Türkiye’de en çok ikinci olan takım biziz ama bize hiç gönüllerin şampiyonu denildiğini duymadım, geçen sene Fenerbahçe son maç şampiyonluk kaybettiğinde kimsenin aklına son haftaya kadar yarışan Fenerbahçe gelmemişti, ya da 2006’da 81 puanla ikinci olduğunda bir Allahın kulu bu yılın iki şampiyonu var dememişti. İkinciyken de birinciyken de yalnızlıktır Fenerbahçeli olmanın kaderi, başkalarının trajedilerini en büyük mutluluk kaynağı görmeden, kendi mutluluklarını da kendi mutsuzluklarını da kendi renklerinde aramanın güzelliğidir.

Biz Türkiye’nin en büyük azınlığı olmaktan memnunuz, “yalnız ve güzel takım” taraftarı olmayı seviyoruz,bu aralar biraz sarhoşuz Alex’in 20 saniyelik eşiyle sarılma sahnesini tüm Nuri Bilge Ceylan filmografisine değişecek kadar kendimizden geçmiş haldeyiz, Paşalı Birol’un buram buram samimi taraftar kokan o güzelim pankartını analım bir kez daha:

“ Şampiyonluk güzel şey be kardeşim”
Devamı ...

S. Şener: ''Fenerbahçe daha net gollerle şampiyon olsun''



Sisten dolayı net görünmüyor galiba. Net görmek için Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'ne başvuruda bulunun.
Devamı ...

Şampiyon Fenerbahçe!
Sivasspor 3 - Fenerbahçe 4. STSL 22/05/2011



Papazınçayırı - Maç öncesi 28 sene şampiyonluk görememiş rakibin başkanı ironik şekilde "Fenerbahçe kaybetmeye alışık, o yüzden umutluyuz" diyordu. Fenerbahçe'de de taraftarında da bir gerginlik. Yine de kendi şehirlerinde stadı dolduramayanlara inat bütün Türkiye Sivas'a akıyor. Sivas sarı-lacivert, İstanbul sarı-lacivert, Türkiye sarı-lacivert; Kanada, Almanya'da balkonlarda sarı lacivert bayraklar dalgalanıyor. Fenerbahçe değil iki, on iki kere kaybetse de hazır, Fenerbahçelinin gözü Sivas'ta.

Maç başlıyor. "Final oynayamayan" kaptan görmediği Andre Santos'un önüne topuğuyla yuvarlıyor. 6. dakikada bildik Andre Santos gollerinden. Stres sahaya yansımış ama çok da bir aksiyon olacak gibi değil. Karabük'te gol var elbet, durum 1-0. Fenerbahçe yine heyecan yaşatalım diyor. 20. dakikada yine absürt bir gol yiyor. 1-1 final kaybetme skoru, Allahtan erken yedik, bugün bir şekilde 2 olursa kabus olmayacak bir daha. Bu yağmur da işi bozacak mı kolaylaştıracak mı diye endişeliyiz maç öncesi. Selçuk Şahin 41. dakikada cevabı buluyor, teşekkürler yağmur, Allah sana sabır versin Sivas kalecisi.

İkinci yarıya 4-1-4-1'le başlıyoruz, gol olursa olur yoksa yemeyelim diye. İkinci yarıda da 6 dakika geçiyor, "frikikten gol atamayan" Alex bu sezonki bilmem kaçıncı frikik golünü atıyor. İkiyi geçtim üç oluyor. Şampiyonluk geliyor. Yine de rahat duramıyoruz. Sezonu kafada 1 ay önce bitirmiş Sivasspor'un yürüyecek hali yok ama ceza alanı önünde topu kaptırıp golü yiyoruz 65'de. Kabus olacak yine...

İlk golünü atan Selçuk'a özenen Yobo "ben ciddi adamım" diyor, hemen 2 dakika sonra bir gol daha. Yobo atıyor 4 oluyor. Bu sefer gerçekten oluyor. Son 20 dakika bir şey olduğu yok gibi. Bitsin artık şu maç sokaklara dökülelim derken son dakikada yine ciddiyetsizlikten bir gol, yine adrenalinli final. Geçmek bilmeyen 40 saniye geçiyor ve Fenerbahçeli sokaklarda. Objektif bloggerlar bir hakem hatasının fotoğrafını koymuş içlerine oturanı hazmetmeye çalışıyor, 3-4'lük skor anıları canlandırdı belki yine, sokaklarda büyük bir gümbürtü varken birilerinin evinde bir kere daha ezilmenin hüznü ve Karabük'te maç 76-0 devam ediyor.

Selam durun. FENERBAHÇE ŞAMPİYON!


SİVASSPOR: 3 - FENERBAHÇE: 4
FENERBAHÇE, 2010-2011 SEZONUNUN ŞAMPİYONU OLDU

Stat: 4 Eylül
Hakemler: Fırat Aydınus, Serkan Ok, Aleks Taşçıoğlu
Sivasspor: Korcan, Uğur Kavuk (Dk. Abdurrahman), Sedat, Navratil, Hayrettin, Mehmet Nas (Dk. 62 Tomas Rada), Kadir, Grosicki, Erman, Eneramo (Dk. 82 Mehmet Yıldız), Pedriel Suarez
Fenerbahçe: Volkan Demirel, Gökhan Gönül (Dk. 30 Bekir), Lugano, Yobo, Andre Santos, Mehmet Topuz, Emre, Selçuk, Stoch (Dk. 46 Cristian), Alex, Niang (Dk. 81 Dia)
Goller: Dk. 6 Andre Santos, Dk. 41 Selçuk, Dk. 51 Alex, Dk. 67 Yobo(Fenerbahçe), Dk. 20 Navratil, Dk. 65 ve Dk. 90 1 Erman (Sivasspor)
Sarı kartlar: Dk. 75 Abdurrahman (Sivasspor), Dk. 81 Selçuk(Fenerbahçe)
Devamı ...

Yakın Tarihten Tribün Manzaraları III 2011'in Şampiyon Tribünleri





Geyiğin lüzumu yok, şampiyonluğu şampiyon kadar hak eden başka takım yoktur. Tek şampiyon takım vardır, tek şampiyon taraftar vardır.
Devamı ...

22 Mayıs 2011

Barba Aristidi, Geliyor İstediğin



Onun ellerini tuttuğumda ne hissederdim? Yüzüne baktığımda? Egenin kuytu bir köşesinde, bir balıkçı barınahının hemen gerisinde, tahtadan bir kulübenin tam göbeğinde, şu Ege balıklarını kızdırırken ve ouzo mu, rakı mı artık neyse bardağa doldururken, ben, basbayağı 30 yaşına 1 ay kalmış ben, ne hissederdim?

Bir metal ne zaman insanın gönlüne bir iğneyle iliştirilir? "Ben Lefter'i severim, Lefterleri sevmem" diye yankılanıyor İsmet İnönü'nün sesi. Cılız mı? Hiç duymadım. Güçlü müdür? Bilmem.

Ama ben Lefter'i ve Lefterleri severim. 35 metreden ağları sarsacak bir şutu atmadan önce vücudu nasıl gerilir, kafa topuna yükseldiğinde gözlerini nasıl kapatır, kramponlarının çivisi nasıl deler çimleri, ben bütün bunları bilmeden Lefter'i severim.

Bir çubuklu dolabımda duruyor, Lefter'in forması diye onu severim, üstünde ay yıldız var, her tarafı sarı lacivert, giyerken içim gidiyor,

1923'den kalmış bir rozet Barba Aristidi'nin ceketi üstünde nasıl durur?

Bin dokuz yüz yirmi üç. İstanbul'un ortasında, işgal kuvvetlerinin yanından geçip vardığın bir sahanın hemen kenarında, sarı laciverti gördüğünde sen de böyle vuruldun değil mi? Böyle miydi? Bizim gibi bembeyaz çoraplara, şortlara, üstünde terden sırılsıklam duran formalara mı yandın? Yok hayır, tokada. Haksızlığa karşı tokada. Zulme karşı tokada. Gadre karşı dik durmaya.

Fener alaylarını hatırlıyorsun, insanların neşesini, kutlamalarını,

Barba Aristidi! Bana Atatürk'ün rakısını ve bir de Fenerbahçe rozetini getirin dedin, bir metal insanın gönlüne iğneyle iliştirilir mi?

Zulme karşı sessiz kalan dilsiz şeytandır diye bağırıyorlar. İçin için. Sessiz Sessiz. Mırıldanma gibi. Sonra gümbürdüyorlar iftira ile, hakaret ile, insanların moralini bozmak için düzenliyorlar bir maç, kimse çıkmayınca öne çıkıyor Zeki Rıza Sporel,

Attığı her golde, bizim ahdımız var.

Bugün bir kere daha iftiranın karşısında, haksızlığn karşısında, ahlaksızlığı kendisine hak bilenlerin yarattığı orta oyununda,

Sarı diye bağıracak bir tribün

Lacivert diyecek koltuklarında insanlar

Çubuklular çıkacak sahaya.

Barba Aristidi, bir radyodan dinledin mi bizim maçları, ölmeden hemen önce.

Kızın rebetiko söylermiş, bu yakada rebetiko söyleyen kalmadı artık, Atinadaki kardeşlerimizle tercüman vasıtasıyla konuşuyoruz, Şam bize uzak, İsfehan'da bir kadın Trablus'ta bir adam,

Bütün bunlar gerçek mi? Bembeyaz bir rakının boğazımızdan alev alev geçtiği gibi.

Ben Lefter'i severim, yatağında yatarken gelen bir Fenerbahçe formasını elleriyle tutup ağladığı için severim, Atina'da hastalandığında İstanbul'a dönmeyi istediği için severim, Heykeli dikildiğinde dolan gözleri için, tribünler Lefter diye bağırdığında, iki kolunu açıp Fenerbahçe diye bağırdığı için severim.

Hikayelerimiz var bizim.

Biz bu hikayelere vurgun, babada oğula, dededen toruna menkibe gibi anlata anlata, sokakta top oynayan bir çocuk hırçınlığıyla sevdik Fenerbahçe'yi.

Masmavi deniz. Boylu boyunca uzanmış. Egenin balıkları, rastgele ağda toplanmış, ellerin sigara içmekten kırış kırış, ceketinde Fenerbahçemin rozeti, dudağında yanan bir sigara, Barba Aristidi söyle bize, Caddebostan veya Todori kalbin gibi gümbür gümbür atıyor mu şimdi?

Kırılmış kafası, kanlar damlıyor. Bir sargı bezi. Adam solbek, lakabı Mehmetçik Basri. Hiç hikayesini duydun mu be abi? Cemil'imiz var bizim, Alpaslan Eratlı, Can Bartu.

Küçük Fikret'in tattığı namağlup şampiyonluğun hatırası akıllardan çıktı mı?

Sen bizden eski Fenerlisin, senin de kalbin patlamaya hazır bir bomba gibi sıkıştı mı şimdi?

Sivas'tayız. Binlercemiz. Anadolunun her yanından ve İstanbul'dan geldik. Sokaklarına doluştuk, köftecilerine oturduk, evlerimizde en güzel koltukları hazırladık, bayraklarımızı ellerimize aldık, üstümüzde formalarımız, hiç kimse tek bir uğuru bile bozmak istemiyor. Bir adam maç izlemeyecek bugün, totem yaptığı için, bir başkası şimdiden bütün güzel maçları izliyor: 3-0'dan 4-3'leri, 6-0ları, Sevilla maçını, Bordeux zaferini,

Burası Didi'nin Fenerbahçe'si, Sivas'tan Güney Amerika'ya bir hattın üstünde gözlerini yemyeşil çime dıkıp dualar eden insanlardan mürekkep bir ekvator çizgisi. Kuzeyinde de, Güneyinde de kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler, bayraklar, flamalar, uğuru kaçmasın diye bir kere bile yıkanmamış ter kokulu formalar.

Bugün bütün formaların en güzeli Alex'in üstünde olacak, Gökhan Gönül'ün, Volkan Demirel'in, Yobo, Lugano, Mehmet Topuz, Emre, Stoch, Niang, Andre Santos, Selçuk Şahin.

Bugün hepimizin kafasındaki en parlak cümleler Aykut Kocaman'ın ağzında olacak, topu şandele atar gibi, bir şampiyonluğu Avni Aker'de söküp alır gibi, Barba Aristidi, baksana Ahmetler ve Baranlar seninle birlikte dua ediyorlar şimdi.

Çocuklar tertemiz geldiniz buraya kadar, tertemiz kaldınız, bin oyun oynandı üstünüzde, bin tanesini de bozdunuz. Kızdık, öfkelendik, siz savaştınız, sahadan başka cevap verecek yeriniz yok, o sahayı veriyorlar şimdi size, siz bu oyunu böyle oynarsınız.

Sisli bir gece yarısında, kırık bir lambanın altında diye başlayan lirik tezahüratlar, nabız gibi gümleyen Fener, Fener seslerine karışıyorlar.

O kupa size yakışır be kardeşim, önce ellerinize sonra Lefterinize yakışır.

Sivas soğuk yer dediler, bin taraftar gitti ısıttık, saha bozuk dediler, bunca hikayeyle yumuşacık yaptık, hasetle baktılar kem gözleri ağlattık,

Biz Fenerbahçeliyiz. Bu maçı kaybedersek ancak bir maç kaybederiz, biz tüm dili bozukların aklını bu sezon üstüste aldık.

Ankaragüçlü oldular, Karabüklü, Bucasporlu, Gaziantepli, Bursasporlu, Eskişehirli, Galatasaraylı kimin karşısına çıksak onu tuttular, biz Fenerbahçeliyiz.

Barba Aristidi, bekliyor musun sen de bizim gibi maçı? Getirecek bu çocuklar sana kupayı, Fenerbahçe rozetini,

Bir de Kulüp rakısını.

Bu akşam senin şerefine kaldıracağız kadehlerimizi, bak gördün mü, Anadolunun her yanında binlerce taraftar senin eksikliğini hissediyor şimdi, formalarımız üstümüzde bu sezon son kez söyleyeceğiz, milyonlarca taraftarın yanyana, bağırıyorlar hep beraber kol kola,

Çocuklar, biz Fenerbahçeliyiz, gözyaşı da zafer de bize çok yakışır, bekliyoruz hepimiz. Bu sefer arkanızda Zeki Rıza varmış gibi, Lefter staddaymış gibi, Didi kulağınıza sufle veriyormuş, Basri ciğerinize güç katıyormuş gibi,

Bu sefer Fenerbahçe hikayesinin tüm kahramanları orada, sahne sizin, kimin ne olduğunu herkese göstermek için, bir 90 dakikanız daha var.

Bekliyoruz. Geliyoruz. Dua Ediyoruz. Seviyoruz.

Barba Aristidi'nin bir Fenerbahçe rozetini sevdiği gibi.
Devamı ...

21 Mayıs 2011

Bu Taraf



Dün sabaha karşı bir rüya ile uyandım. Baştan uyarayım pek hayırlı bir rüya değil Fenerbahçeliler için ki benim için de rüyadan çok kabustu aslında.

Efendim Sivas maçını izliyoruz. Hayatıma girmiş çıkmış tüm insanlar yanımda. Garip bir mekandayız. Böyle bir kahvehane ama etrafı açık ve yan tarafında da tribünler var. Tribünlerde de, ne alakaysa, Boca Juniors ve River plate taraftarları var. 55 ekran iki tane televizyon yan yana konmuş, birinde Fenerbahçe-Sivas diğerinde Karabük-Trabzon maçları. İlk yarılar bitiyor biz 4-2 öndeyiz, Trabzon ise 0-0. Bi sevinç ve rahatlama hakim bende

Derken maç birden 88. dakikaya sıçrıyor ve rüya burda artık kabusa doğru yöneliyor. Kenarda Selçuk Şahin'i görüyorum ve 4-2 birden 4-4'e dönüşüyor. Gol falan yok ama ortada, sadece birden 4-4 oluyor maç. Artık geçen yılın etkisi mi yoksa Selçuk'un nemrut suratından mı bilmiyorum ama gol bile yokken skoru berabere görüyoruz. Aynı anda yan ekranda da Yattara'nın sarı kafasını sevinirken görüyoruz. Maçlar bitiyor Trabzon şampiyon oluyor.

Yarın akşam bu rüya tersine çıkar da biz mutluluktan uçar mıyız ya da gerçeğe dönüşür de 3.kez kabusu yaşar mıyız bilemem ama bildiğim şey, bu seneki Fenerbahçe'nin Fenerbahçeli olmanın ne demek olduğunu bize gösteren bir performans sergilediği. Sakın takımın lider olması, şampiyon olması, maçlarını kazanması falan diye düşünmeyin bu söylediğimi. Diyorum ya, yarın hüsran bile yaşasak değişmeyecek bu düşüncem.

Geçen yıl Daum'un Fenerbahçesi şampiyon olsaydı yarın Aykut Kocaman'lı olası ikincilik kadar sevindiremezdi beni.

Zaten Fenerbahçeli olmanın sevinci de zordur efendim. Sizin doğduğunuz andan itibaren içinize işlemiş o aşkı başkaları pek anlayamaz. Anlayamamaları dert değildir gerçi. Zaten anlamalarını da beklemezsiniz ama bir de anlamamakta birleşmeleri yok mudur ki o sizi yer bitirir. Sen sorgulamazsın onun takımına sevgisini. Niye sorgulayasın ki zaten. Sen nasıl Fener'ini seviyorsan o da sever Kartal'ını, CimBom'unu, şehrinin takımını. Ama sen sadece Fener'ini seversin. O kendi takımını sevmekle yetinmez bir de senin karşındakini sevmeye başlar niyeyse.

Hatta öyle bir hale gelir ki Fenerbahçe'ye olan nefreti, kendi takımına duyduğu sevginin önüne geçer, bu yıl çok daha fazla gördüğümüz gibi.


Tamam antipatiktir Aziz Yıldırım. Çok konuşur çok müdahele eder de... eeee yani?

Aziz Yıldırım mıdır sadece Fenerbahçe?


Aziz Yıldırım Fenerbahçe ise Aykut Kocaman nedir, Gökhan Gönül, Alex, Lefter, Can Bartu, Schumacher, Rıdvan nedir?

Beşiktaş Yıldırım Demirören midir?

Metin- Ali - Feyyaz nedir o zaman?

Fenerli bir çocuğun kabusudur Metin-Ali-Feyyaz ama saygıda kusur etmez ona gerçek bir Fenerli.

Hagi hakeme tükürdü diye, Arif kendini yere attı diye Ergün'ün de parçası olduğu takımı görmezden gelmek olur mu?

Saygıda kusur etmezsin ama; sen bir tarafa aitsindir, her tarafa değil. Bir tarafa.

Hele Fenerbahçeliysen daha çok bir taraftasındır.

Çocukluğumdan beri bir taraftayım, Sarı-Lacivert tarafta ve ben bu tarafı çok seviyorum.

Yarın bana üçüncü kez son dakikada kabus yaşatırlarsa eğer; yine de sevmeye, daha çok sevmeye devam edeceğim.

"Kocaman" umutlarımı var eden adamlar bu ruhu yaşattıkça da bu sevgi hiç bitmeyecek.

* Sarı-Lacivert tarafımla bundan sonra bu sayfadayım. Şimdiden hoşbulduk.

Devamı ...