31 Temmuz 2013

Ekümenopolis - Ucu olmayan şehir


"İstanbul'da ekolojik eşikleri aştınız, nüfus eşiklerini aştınız, ekonomik eşikleri aştınız, peki nereye gidecek bunun sonu?"

İstanbul'un hikayesi esasında Türkiye'nin hikayesi. İçinden tünel geçen ve bir noktadan diğerine en hızlı şekilde ulaşmaya adanmış, çirkin bir gri mimarının her tarafı sardığı, şehir yaşamının temeli olan insanların yaşam kalitesinin giderek düştüğü, şehir arazilerinin yeni rant alanları açarak kaynak dağıtımı için kullanıldığı, ormanlık arazilerin ve su kaynaklarının giderek azaldığı bu şehircilik modeli, insan yaşamının her alanına da sirayet ediyor, baskı altına alıyor. Şehirler bizim değil. Şehirlerin arazileri kamu yöneticileri ile şirketlerin. Şehirlerde neyin nasıl yapılacağına biz karar veremiyoruz. Sokaklarımız, mahallelerimiz ve ilçemiz hakkında bile karar alamıyoruz. Ankara'da bulunan bir tane Bakanlık, bir tane parkın geleceğine karar verebiliyor, bir tek kişi istedi diye Akkuyu gibi bir cennetin ortasına küt diye Nükleer Santral konulabiliyor.


Sorun bir bakış açısı sorunu. Bir kısım insan diyor ki kamu yönetimi eldeki tüm yetkilerle, seçilmiş olanın kendi belirlediği politikalar doğrultusunda, tek taraflı olarak eldeki tüm kaynakları kullandığı veya dönüştürdüğü bir idare şeklidir. Yani diyor ki, ben seçildim kardeşim, dolayısıyla ben bu kamu kaynaklarını ve imkanlarını sonuna kadar nasıl istersem öyle kullanırım. Bu kullanma biçiminde de "doğal" olan bütün bunları kendime göre yeniden dönüştürmem, üretmem ve dikte etmemdir. Benim şehircilik anlayışım da budur, Başbakanlık anlayışım da budur. Ben kendime göre bir İstanbul "imar" ederim, onu ederken de ortaya çıkan tüm rantı kendi yandaşlarıma dağıtırım, oradan elde ettiğim sermaye gücüyle de başka alanlara yatırım yapar ve baskı altına alırım. Diğer bir kesim de diyor ki, şehirler sadece gri çirkin binalar ve yollar değil. Şehricilik sadece daha fazla gökdelen, bina dikmek değil. Kamu yönetiminin amacı eldeki tüm kaynak ve imkanlarla insanlığın mutlu olma olasılıklarını ve imkanlarını arttırmak. Ona daha fazla özgürlük ve fırsat eşitliği vermek. Onu sosyal olarak desteklemek ve üretici gücünün ortaya çıkmasını sağlamak. Bir şehri ilk görüş gibi hayal ederseniz işte İstanbul'a ulaşırsınız. Her sorunun giderek büyüdüğü, her güzelliğin giderek azaldığı bir blok. İkinci görüş gibi düşünürseniz belki bir gün Barcelona'ya da ulaşırsınız. Mutlu yüzlerin sokaklarında dolaştığı diğer şehirler gibi.
Devamı ...

1 Temmuz 2013

"O Gün" - Sivas Katliamı


2 Temmuz 1993.

20 Yıl önce, Sivas'ta 35 kişi, provokasyonla galeyana gelen bir grup tarafından bulundukları otelde yakılarak öldürüldü.

Tüm sorumlular hala açığa çıkartılamadı.

Katiller ve destekçileri aramızda yaşıyor.
Devamı ...

26 Haziran 2013

Yolun sonu ve İstifa


UEFA’nın aldığı karar çok açık net. Disiplin Soruşturmasının sonucunda Fenerbahçe 2+1 yıl UEFA Turnuvalarına katılmaktan men edildi. Dolayısıyla herhalde bundan daha ciddi, bundan daha net bir şey bulabilmek de mümkün değil. Bu karar yüzünden Fenerbahçe asgari 80 milyon € maddi ve paha biçilemez manevi bir zarara uğradı. Soru da şu, Fenerbahçe neden böyle bir sonuçla karşılaştı ve bundan sonra ne yapılması gerekir?

Neden böyle bir sonuçla karşılaştık?

Bu konuda Galatasaray yönetimi ve taraftarını suçlamanın hiçbir manası yok. Galatasaray Yönetimi ve Galatasaray taraftarı ister Fenerbahçe / Aziz Yıldırım düşmanlığı / nefreti olsun, ister burada bir avantaj gördükleri için olsun, ister ortaya çıkan bulgular sebebiyle şike suçunun işlendiğine inandıkları için olsun bu konuyu gündemde tuttu. Buna da hakları var. Dünya tarihinde UEFA’ya gönderilen fakslar yüzünden veya twitter trending topicte öyle yazdığı için ceza alan bir tane kulüp yok. Galatasaray’ın şayet bahsedildiği gibi etkin figürleri de bir iletişim kampanyası yapmışsa, kendi fikir ve düşüncelerini uluslararası ve ulusal karar vericilere aksettirmişlerse buna da hakları var. Lütfi Arıboğan ve birkaç kişiyi saymazsak, bunun gerçekten suç olduğunu veya belirleyici olduğunu düşünmek mümkün değil.

Galatasaray Yönetimi ve taraftarı Özel Yetkili Mahkemeleri kurmadı, delilleri karartmadı, basına yanlı ve tek taraflı bilgi vermedi, kamuoyu algısı yönetimi için polis fezlekelerinden, eşkal fotoğraflarına kadar her şeyi medyaya servis etmedi. Bu operasyonu planlamadı, yönetmedi, tutukluluk kararı vermedi, dosyanın ÖYM tarafından görülmesi için bir başvuruda bulunmadı, HSYK kararlarını hiçe saymadı.

Ünal Aysal çok başarılı bir şekilde süreci yönetti, takip etti, bilgi aldı ve bu bilgileri de kamuoyu ile paylaştı. Neye kızacaksın? İşi bu ve bu işi çok iyi yapıyor. Çok haklı. Bir yönetici öyle davranır. Kendi kulübünün menfaatlerini korumaya çalıştığı için kendisini suçlamak da doğru değil.

Bu konuda ahlaken söylenebilecek tek şey, bu hareketlerin yapılarak özel yetkili mahkemelerde yapılan türlü çeşit hukuksuzluğa meşruiyet tanındığı olabilir. Bu da söylendi zaten. Ancak geldiğimiz noktada bunu öncelikli olarak gündeme getirmek mümkün değil. 1,5 yıl önce bunu derdik, dedik de, ama bugün kimse Aziz Yıldırım Recep Tayyip Erdoğan’a sevgisini açıklayıp, Mehmet Ağar ve İhsan Kalkavan ile buluşurken Aziz Yıldırım'a bir şey demeden bunu söyleyemez. Ünal Aysal'a gelene kadar insan önce kendine bir bakacak.

İkincisi, siz kendi hakkınızı savunmuyorsanız, Ünal Aysal da doğal olarak savunmaz.

Özel Yetkili Mahkemeler’de görülen davaların hepsinde benzer hukuk ihlalleri var. Bu bir şablon ve uygulanıyor. Genellikle hükümete muhalif veya bir şekilde hükümetin ilgi alanı dışında kalmış gruplara karşı “örgütlü bir suç” iddiası ile soruşturmalar açılıyor, soruşturma süreci sırasında emniyete mensup bazı kişiler tarafından bilgi ve belgeler hükümet ile cemaate yakın medya gruplarına sızdırılıyor, bu medya grupları ile bir kamuoyu algısı oluşturuluyor, bu yolla masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı ihlal edildikten sonra da uzun bir yargılama süreci ile davalar devam ettiriliyor.

3 Temmuz süreci ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a yönelen soruşturma kapsamında kamuoyunda bu mahkemelerin genel olarak “cemaate” yakın şahısların kontrolünde olduğu yönünde bir algı oluştu. Başbakan “alacaksan beni al” diye açıkça buradaki otonom iktidar yapısına cephe aldıktan sonra da özel yetkili mahkemeler –mevcut davaları sürdürmek kaydıyla- kapatıldı, yerlerine de bölge ağır ceza mahkemeleri açıldı.

Gerçekten de Türkiye’de emniyet – yargı – medya bileşenlerine sahip alternatif bir iktidar yapılanmasının olduğu, mevcut kanunlar kapsamında, belirli bürokratlar eliyle operasyonlar yönettiği, çeşitli soruşturmalara ve dava süreçlerine yer verdiği görülüyor. Bunu da artık Türkiye’de herkes söylüyor. Fenerbahçe de böyle bir alanda bir operasyona maruz kaldı.

Ancak Ahmet Şık’ın ifadesini hiç unutmamak lazım, doğru tanımlama “hükümetin açtığı yolda hareket eden bir örgüt”tür ve Hakan Fidan ile ilgili olaya kadar da tüm bu davaların arkasında hükümetin iradesi / desteği / bilgisi bulunmaktadır. Nihayetinde Tayyip Erdoğan da kendisini bazı davaların savcısı olarak ilan ederek bu iradesini gösterdi. Yine 3 Temmuz’da soruşturma başlamadan önce kendisine emniyet güçleri tarafından bir brifing verildiği ve müsaade aldığı da ortaya çıktı.

Çok geniş bir tahlile gerek yok, Fenerbahçe’ye yönelen dava da bu sistemin içerisinde hayat buldu, yine bu sistemin bileşenleri tarafından uygulandı ve sonuçlandı.

Bu davayı diğer davalardan ayıran şey ise Fenerbahçe’ye yönelen bu davanın Fenerbahçe’nin ismi nedeniyle kamusallaşması, geniş bir kitle desteğine kavuşması, özel yetkili mahkemelerdei uygulamaların meşruiyetini daha güçlü bir şekilde sorgulatır hale gelmesi oldu. Cengiz Çandar’dan Ahmet Hakan’a kadar geniş bir spectrumda da bu davaya destek gittikçe büyüdü, bu davanın gayri hukuki yöntem ve delillere dayanan bir operasyon olduğu yönünde de kamuoyunda güçlü bir irade ortaya çıktı.

Dolayısıyla evet Özel Yetkili Mahkemeleri mümkün ve var kılan sistem Fenerbahçe’nin başına gelenlerden sorumludur. Fenerbahçe yargının siyasetin dominasyonu altında olduğu bir alanda, adil yargılanma, masumiyet karinesi gibi temel haklarından mahrum bir şekilde savunma yapmak zorunda kalmıştır ve bütün bunlarda birincil sorumlu, bu sistemi kuran, işleten, savunan, değiştirmeyen, İçişleri Bakanlığı ve diğer ilgili bakanlıklara bağlı birimler eliyle de sürece bizatihi müdahil olan iktidardır. O kadar net.

Net de bu da bugünün bilgisi değil. 1 yıl önce de biliyorduk.

Bu sonucun bir tane gerçek sorumlusu var.

Aziz Yıldırım.

Eldeki deliller 6222 sayılı kanun anlamında bir şike suçu işlediğini göstermiyor. 1 yıl boyunca da çok önemli bir savunma ortaya koydu. Metris’te hem özel yetkili mahkemelerin ne olduğu, nasıl olduğu ve davanın niteliği hakkında ciddi bir kamuoyu oluşturdu. Haksızlıklardan yakındı, zulme ve zalime cephe aldı, Çayan Birben’den, Cihan Kırmızıgül’e kadar haksızlığa uğrayanlara da selamlarını gönderdi, yanında olduklarını gösterdi.

2 Temmuz 2012 tarihinde hapisten çıktığı zaman kendisi Türkiye’de toplumsal bir figürdü. Bunu şundan söylüyorum, ne yaptığını hiç anlamamış. Ne olduğunu da anlamamış.

Türkiye tarihinde ilk kez bir karikatür dergisi bir spor kulübü yöneticisini kapak yaptı, hem de dalga geçmek için değil, desteklemek için.

Türkiye’nin çok önemli entelektüelleri destek yazıları yazdı, Türkiye onun üzerinden adaleti, hukuk sistemini ve demokratik uygulamaları tartıştı.

Hayatı boyunca sokağa bir kere bile çıkmamış, her politik görüşten binlerce insan sokaklara çıktı.

Adalet ve özgürlük talebi öyle basit iki kelime değildir. Çok ciddi bir şeydir, dünyayı değiştirir. Çok haklıdır, çok meşrudur, zalimlere karşı çok net bir taleptir ve milyonlarca insanın kalbini ateşler. İnsanlar haksızlığa isyan ettiler.

Bu halk hareketi, bu meşru talepler, sokakta binlerce insanın yürümesi siyasi bir bedel olarak da ortaya çıktı. İktidarın süreci dikkatle takip ettiğini ve bu olaylardan sonra uzlaşmacı bir tutum sergilediğini, nihayetinde 6222 sayılı yasada bazı değişiklikler yapıldığını da biliyoruz. Bunu iyi okumak gerekiyordu. İktidar bu noktaya geldiyse, Türkiye’nin her yerinde binlerce insanın ortaya koyduğu mücadele sonucunda geldi.

Ancak, işin gerçeği şu:

Aziz Yıldırım eğer bu işin kendisine yönelik şahsi bir destek olduğunu vahmettiyse son derece yanlış bir vehme sahip. İnsanlar haksızlığa isyan ettiler. Kimse şahsen Aziz Yıldırım için yürümedi, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’a ve Fenerbahçe’ye yönelik haksızlığa karşı çıkmak için herkes elinden gelen mücadeleyi ortaya koydu.

İkincisi, Aziz Yıldırım dik durduğu için bu desteği arkasında toparladı. Sustuğu için değil. Uysal koyun gibi davrandığı için değil. Uslu uslu boyun eğdiği için değil. Hakkını aradığı için. Nazım Hikmet şiirleri göndermeler, Zülfü Livaneli şarkılarını statta çalmalar, mücadelemiz zulüm ve zalimledir cümleleri, “ne futbolu memleket elden gitmiş” demeçleri de uzun zamandır bu haksız uygulamalara şahit olan binlerce insanın kalbinden ve gönlünden geçenlerin yansıması oldu.

Ancak 2 Temmuz 2012 tarihinde bu iş bitti. Net olarak bitti. Aziz Yıldırım 3 Temmuz’dan bir gün öncesine geri döndü. Aynı kibir, aynı yönetim mantığı, aynı bakış açısı.

1 yıldır kulübü yönetiyor. En başta bekledik, umduk, sabrettik, sessiz kaldık, öğrenmiştir dedik, değişmiştir dedik, ancak 1 yılda yapılan hatalara herhangi bir insanın gözünü kapatması mümkün değil. Esasında “doğru yapılan ne var” diye sorulduğu zaman kurumsallaşmadan başka bir şey diyemiyoruz, o da Aykut Kocaman’ın istifası sürecinde görüldüğü gibi büyük bir balondan ibaret.

1 yılda neler oldu?

Mehmet Ağar ziyareti ile açılışı yaptık, sene başında bütün vaatlerin aksine “ben buradayım” diyen bir takım kurulmadığını gördük, bir stat dolusu kadın taraftara fırça çekilmesini seyrettik, Alex’in gönderilmesi sürecinin nasıl bir krize çevrildiğini de izledik, divan kurulunda “bu zamana kadar kulübü bakkal dükkanı gibi yönetmişiz” denildiğini de duyduk.

Bir çok kez konuşursam yer yerinden oynar denildiğini de sessizliği de gördük. Muzlu basın toplantısı gibi gerçekten “dahiyane” bir girişime şahit olup, en sonunda Gezi Parkı’nda bu ülkenin çocukları dayak yerken Nusret’te Mehmet Ağar ve İhsan Kalkavan ile yemek yenildiğini de öğrendik. Afiyet olsun.

Çok uzatmayayım, kimse Aziz Yıldırım’dan bir Subcommandante Marcos olmasını beklemiyordu. Haksızlığa karşı çıkmak sadece Zapatistaların görevi değil. Bir insan “mücadelemiz zulüm ve zalimledir” dedikten sonra böyle pelte gibi duruyorsa, susuyorsa, zalimlerin yanında çok fazla duruyor, mazlumlara karşı da çok mağrur oluyorsa en azından bu sözünü yerine getirmiyordur. Susulacak yerde konuşmak, taraftara fırça üstüne fırça çekmek, hükümet istifa sloganları atan Fenerbahçe taraftarına marjinal gruplar demek bu sözün hakkını vermiyor.

Belki unutmuştur ama bu sloganlar 10 Temmuz’da Bağdat Caddesi’nde de atıldı.. O sloganları atanlara marjinal diyenler de Aziz Yıldırım’ın cellatlarıydı.

En büyük geyik ise "siyasallaşmayalım." Korkunun yeni adı. 3 Temmuz'dan sonra bu kulüp siyasallaşmadı mı? Bana bir operasyon yapıldı, "ne şikesi memleket elden gidiyor" demek siyaset değil miydi? Özel yetkili mahkemelerden şikayet etmek, Cumhuriyet dönemine referanslar vermek komposto tarifi miydi? Hakkı korumak ve gerçeği söylemek siyaset değil insanlık vazifesidir.

Davan asliye hukuk mahkemesi'nde görülmesi gerekirken Özel Yetkili Mahkeme'de görülüyor. Deliller belirli bir grup tarafından belirli medya organlarına sızdırılıyor. Bu operasyonda hangi "siyasi" cenahın yer aldığı belli. Eğer bunların adil, haklı olduğunu düşünüyorsan neye itiraz ediyorsun? Madem itiraz ediyorsun "hak talebin" neden siyasi olsun? Evet bir hak talebinin de siyasi sonuçları vardır ve hakkını talep etmek zalimleri de kızdırabilir ama bu siyaset değildir. Bir mazlum hakkını savunurken siyaset yapmaz, insan olmanın gereğini yapar. Bütün bunlar korkunun, güçlü iktidar başımıza büyük belalar açabilir korkusunun başka tümcelerle söylenmesinden ibaret. Temkinli olmaya evet, korkaklığa hayır. Buyrun işte korkunuzla hareket etmediniz, sustunuz, ne oldu? Ben hayatımda korkakların tarih yazdığını görmedim. Aziz Yıldırım da korktuğu için değil, korkmadığı için 2 Temmuz'da oradan çıktı ve şimdi korktuğu için de başına bunlar geliyor.

Buyrun işte haşmetmaaplarının önünde eğildiniz. Şimdi neden onların hükmüne razı değilsiniz? Bu isyana hakkınız yok. Kendinizi emanet ettiklerinizin hükmüne de razı olacaksınız. Hayatın kuralı bu. Madem satranç masasında tavla oynamayı tercih ettiniz, buyrun işte zarlar böyle geldi, şimdi bunu kabul edeceksiniz.

Bir şey daha var, Aziz Yıldırım kendisini korumak için herhangi bir şey yaptı mı? Hayır. Bütün bunlar yapılırken, geçen 1 senede kulübün haklarının savunulması ve haksızlıklardan hesap sorulması için hangi adım atıldı? Sıfır.

UEFA süreci takip edilmedi, edilmediğini görüyoruz. Edildiyse bile bunun iyi yönetilmediği belli. Kulübe zarar verenlerden de hesap sorulmadı, susuldu. Taraftarların sesi dinlenmedi, 3 Temmuz ile ortaya çıkan büyük halk hareketinin beklentileri de motivasyonu da karşılanmadı. Çok uzun anlatmaya gerek yok, öze dönüş yaşandı, tek adam bütün haşmetiyle kendi bildiği yolda yürüdü.

Şimdi o yolun sonundayız. Evet bir insan aynı anda hem inşaattan, hem hukuktan, hem siyasetten, hem halkla ilişkilerden, hem futboldan, hem betondan, hem transferden, hem coğrafyadan, hem insan kaynaklarından anlamaz.

İyi yöneticiler, her şeyi bilen adamlar değildir, iyi yöneticiler doğru sistemleri kuran, profesyonellerden yararlanan, ödül ve yaptırım mekanizmalarını işleten, hedef koyan, hedeflere ulaşılmasını denetleyen kişilerdir.

Bu sistemler kuruldu mu? Hayır.

Bugün geldiğimiz noktada Fenerbahçe’nin Başkanı ve bazı yöneticileri “teknik olarak” yok. UEFA’dan 2 + 1 yıl men cezası almış durumdayız ve Yargıtay süreci önümüzde bekliyor.

Belirli makamlara seçilenler icra görevine sahiptir. Bu işin sefası başarının gururunu yaşamaktadır. Fenerbahçe çok vefakardır. Borcunu öder. Bütün Türkiye isminizi biliyor. Herkes sizleri izliyor, görüyor. Binlerce insan alkışlıyor, başınıza bir şey geldiğinde bedel ödemeyi göze alarak hareket ediyor. Ancak sefayı yaşayan cefaya da razı olmalı. Başarısız olan da cefayı çeker. Yönetemeyen istifa eder.

Aziz Yıldırım artık yönetemiyor. Kendisine itiraf edebiliyor mu bilmiyorum ama yönetemiyor. Aziz Yıldırım’ın yönetememesi, bu yönetim zaafiyeti de kulübe zarar veriyor. Büyük umutlarla başlanan bir yılın sonunda geldiğimiz nokta budur. Bunun da bir tane sorumlusu var. Kendisi.

Bizim kulüp yönetimimiz kendisini savunmazken, susarken, Stockholm sendromundan muzdarip gibi kendi celladına aşık aşık bakarken, kendisine kumpas kuranların kendisini kurtarmasını umarken, “stratejik” adı verilen bir teslimiyet politikasını benimserken kimseye kızacak halimiz yok. Adama sorarlar, Mehmet Ağar ile yemek yiyenler mi zulmün karşısında, İhsan Kalkavan ile oturanlar mı “cemaat” ile mücadele ediyor?

Geçiniz.

Fenerbahçe’nin baştan ayağı yenilenmesi lazım. Daha iyi, akıllı ve çağdaş bir yönetime, her şeyin tek adamın iki dudağı arasında olduğu bir sistemden kurumsal ilişkilere, kapris, sitem, kavga üzerine kurulu medya iletişim stratejisinden çağdaş bir medya iletişim stratejisine, muzlu toplantı yapan akıldan daha sofistike düşünebilen bir yönetim aklına ihtiyacımız var.

Heyecan, tansiyon, sinir, öfke nöbetlerine değil hesaba, kitaba, planlamaya, programlamaya ihtiyacımız var. Duble yollar gibi projelerden daha çok stratejik akıl üreten mekanizmalara, çağdaş işletme metotlarına, kamuoyu iletişimine ihtiyacımız var.

Uygun yöntem ve araçlarla kulübün haklarının savunulması için önce bu uygun araç ve yöntemleri mümkün kılacak bir değişim gerekiyor.

Yol bitti. Kredi sıfır.

Lütfen artık istifa edin. Kötü bir yıl geçirdiniz, bütün yılı çok kötü yönettiniz ve çok zarar verdiniz. Daha fazla zararı engellemek için hareket etmek de bir “hizmettir.”

Bugün yapılabilecek tek hizmet bu kaldı..

Devamı ...

20 Haziran 2013

#DirenGeziParkı - "Sayın Başkan"


"Bırak bizi konuşalım, kendi bildiğimiz dilde. Anlatalım derdimizi, kalbini aç da bir dinle"

Sadece 20 günde bambaşka bir Türkiye gördük. Güzel bir Türkiye. Özgür bir Türkiye. Mizahın, sanatın, şarkıların, esprilerin çerçevesini çizdiği yeni bir Türkiye. Kimsenin ötekisi olmadığı, herkesi kucaklayan, herkesin içinde kendine bir oda bulabileceği bir ülke. Bir ağacın gölgesi kadar huzurlu, bahar gibi neşeli. Nazik, dürüst, güçlü, kendinden emin. Yenilmez bir Türkiye..

Biz bu Türkiye'yi çok sevdik.. Devamı ...

10 Haziran 2013

UEFA Soruşturması veya tünelin sonu


UEFA Disiplin Yönetmeliği 2013, madde 3 ne diyor?

“Aşağıda yer alan şahıslar bu kurallarla bağlıdır:
a) Tüm üye federasyonlar ve yöneticileri
b) Bütün kulüpler ve yöneticileri
c) Bütün maç görevlileri
d) Bütün sporcular
e) UEFA tarafından bir faaliyeti ifa etmek için görevlendirilmiş tüm şahıslar”


Madde 5 diyor ki:
“UEFA Disiplin organları kararlarını Futbolun oyun kuralları, İsviçre hukuku ile UEFA Tüzükleri, yönetmelikleri, talimatnameleri, kararları ve Disiplin Komitesi’nin uygulanabilir bulduğu herhangi bir hukuk kuralı uyarınca verirler.”

Madde 12

“UEFA kuralları ve yönetmelikleri ile bağlı olan herkes müsabakaların güvenilirliği etkileyecek her türlü davranıştan kaçınmak zorundadır ve bu tip davranışlarla mücadelesinde UEFA ile tam bir işbirliği ile hareket etmelidir

Maçların güvenilirliği örneğin şu şekilde zedelenir,

Kendisi veya üçüncü bir şahsa menfaat sağlamak için müsabaka sonucunu gayri hukuki veya ahlaki bir şekilde etkilemek”

Madde 23/3

Kontrol ve Disiplin Organı UEFA tüzüğü ve yönetmelikleri tarafından belirlenmiş tüm disiplin konularında yargılama yetkisine sahiptir.

Madde 37,

Disiplin soruşturmaları sırasında insanlık onuruna aykırı olmadıkça her türlü bilgi, belge, bulgu delil olarak kullanılabilir. Geçerli deliller resmi raporları, kayıtları, şahitlerin ifadelerini, tarafların ifadeleri ile müfettişlerin beyanlarını, yerinde yapılacak incelemeleri, uzman görüşlerini, televizyon ve video kayıtlarını, kişisel itiraflar ile diğer kayıt ve dökümanları içerir.

UEFA Şampiyonlar Ligi Tüzüğü madde 2, kabul kriteri

(Şampiyonlar Ligi’ne kabul edilebilmek için)
g) UEFA Tüzüğü’nün 50. Maddesinin yürürlüğe girdiği tarih olan 27 Nisan 2007 tarihinden itibaren ulusal veya uluslararası düzeyde müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik hiçbir faaliyet içerisinde bulunulmadığını gösteren yazılı bir beyan verilmesi zorunludur.

SONUÇ:

1- UEFA’nın 2011 disiplin yönetmeliği değişmiştir. O yönetmelikte müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik fiillerin UEFA Disiplin Komitesi tarafından incelenmesi için müsabakanın veya ilgili turnuvanın UEFA tarafından düzenlenmiş olması şartı aranıyordu, bugün öyle bir şart bulunmuyor.

2- UEFA’ya bağlı tüm şahıs ve kurumlar ile yetkili organların UEFA Disiplin yönetmeliği ile ilgili tüm mevzuata uygun hareket etmesi gerekiyor.

3- Şampiyonlar Ligi’ne katılım için ilgili kulüp ve yöneticilerinin müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik bir faaliyet içerisinde bulunmadıklarını beyan etmeleri gerekiyor.

4- UEFA Fenerbahçe hakkında bir soruşturma açabilme yetkisine sahip –ki açmış durumda- bu soruşturma sonucunda UEFA’nın ilgili müffettişleri hiçbir yerel otorite ile bağlı kalmaksızın kendi raporlarını hazırlayabilir hatta gizli tanık bile dinleyebilir.

5- Müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik bir hareketin tespit edilmesi halinde de açıkça ceza verebilirler.

6- Bu karara karşı UEFA’nın ilgili temyiz mercii ile CAS yolu her zaman açıktır.

7- UEFA’nın kararı Yargıtay açısından kanunen bağlayıcı değilse de bu alandaki en büyük uluslararası otoritenin yapacağı herhangi bir tespit Yargıtay kararını etkiler ve etkilemelidir.

8- CAS’da bir dava açılması düşünülürse bunun hangi zeminde ve gerekçelerle yapılacağı ayrıca tartışılmalıdır. Yargıtay’ın Ekim veya Eylül ayında karar vereceği düşünülürse, bu halde CAS davasından ne gibi bir somut sonuç bekleneceği de ayrıca belirsizdir.

9- Bu tarihe kadar Fenerbahçe’nin Efraim Barak, Ulrich Haas, Gabrielle Kaufmann Kohler, Henry Peter gibi uluslararası spor hukukçularından, alanında uzman şahıslardan neden mütalaa almadığı, görüşmediği, bunların görüşleri doğrultusunda hareket etmediği ayrıca izaha muhtaçtır.

10- Yine Fenerbahçe’nin uluslararası PR ajansları ile neden anlaşmadığı, neden kendi görüş ve düşüncelerini dünyaya aktarmadığı, davadaki hukuk ihlallerinden bahsetmediği de belirsizliğini korumaktadır.

11- Fenerbahçe’nin 2 yıl men cezası alması halinde, daha önce TFF tarafından verilmiş UEFA Şampiyonlar Ligi’ne göndermeme kararı ile birlikte toplam 120 milyon avroyu bulan kayıplarının nasıl karşılanacağı da sorgulanmalıdır.

12- 3 Temmuz 2011 tarihinden itibaren geçen 2 sene boyunca temel alanlarda hiçbir yapısal değişikliğe gidilmemesi, bu alanlarda hareket edilmemesinin de sorumluları ortaya çıkartılmalıdır.

Son olarak,

- Mehmet Ağar’la yemek yemeler, ziyaretler, suskunluk, uslu çocuk stratejisinden hiçbir şey beklenmemelidir.

- Bu saatten sonra Nazım Hikmet şiirleri, mücadelemiz zulüm ve zalimledir salvolarının da inandırıcılığı kalmamıştır. Bunca suskunluk üstüne ve geçen zamanda artık bu cümlelerin hiçbir manası yoktur. Herkes hatalarının bedelini öder. Zaten bunların UEFA önünde de bir etkisi olmayacaktır.

- Ünal Aysal süreci daha dikkatli takip edip, açıkça da uyarırken, Fenerbahçe yönetiminin gri alanda, ne yaptığı muğlak bir şekilde kalması da ayrıca çok düşündürücüdür.

- Bu yönetim tarzı ve anlayışı verebileceği ne verse vermiştir. İyi ve kötü. En yakın zamanda bunun müsebbibleri de artık bayrağı teslim etmelidir.

- Bu da şahsım adına bu konuda yazılacak son yazıdır, UEFA ne karar verirse başım gözüm üstüme. Hem benim hem Türkiye’nin daha büyük sorunları var. Her şerde bir hayır vardır ya, kötü yönetim ve politikaları da belki böylelikle gider de her alanda bir tatlı nefes alabiliriz.


Devamı ...

Nasıl Başladı?


Direniş / Resistance - Fragman - from onur kafkas on Vimeo.


Hatırlayın, unutmayın.

Koruma kurullarının kararları çiğnendi, Bakanlığa bağlı Yüksek Kurul, Tayyip Erdoğan "reddi reddeceğiz" dedikten sonra 2 Nolu Koruma Kurulu'nun kararını iptal etti. Projeye onay Ankara'dan geldi. Bir gün İstanbul'daki Gezi Parkı'nı yıkmak için dozerler gönderildi. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesince tanınan barışçıl gösteri yapma hakkını kullanan insanlara saldırıldı. Sabaha karşı 5'te park basıldı, çadırlar yakıldı. Taksim meydanına ve ara sokaklara polis 36 saat biber gazı attı. Bu şiddetin sahipleri ve insan özgürlüğünü yok eden bu rejim düzelene kadar özgürlüğe sahip çıkmak bizim elimizde. Devamı ...

4 Haziran 2013

Yenilgi Yenilgi Büyüyen Bir Zafer Vardır


Halkların tarihlerindeki muazzam dönüşümler, devrimler her ne kadar akan bir ırmak gibi biteviye yoluna devam eden bir sürecin sonucuysalar da hep o ırmaklara ivme veren, çağıldamalarına vesile olan setlerle hatırlanırlar. Yetvart Danzikyan’a referansla (1) söyleyelim, devrim dediğiniz toplumsal, insani ilişki biçimlerinin değiştiği, insanların kendilerini değiştirip, dönüştürdükleri, eski kalıplarından sıyrıldıkları ve en önemlisi bu dönüşümü, değişimi hissettikleri “an” ise, bizin “an”ımız 31 Mayıs 2013 sabahıyla birlikte kitleselleşen Gezi Parkı direnişidir.

Ali Topuz bugünkü yazısında (2) Alain Badiou’nun Arap Baharı için söylediği sözü hatırlatıyor : “Bu hareketin aptal öğretmenleri değil, akıllı öğrencileri olmayı seçmeliyiz.” Biz de bu söze uyalım, akıl vermek yerine Gezi Parkı direnişinden neler öğrendik, öğreneceğiz onlara bakalım.

Unutmayalım, her şey bir avuç insanın Gezi Parkı’na oturup, o ağaçların nöbetini tutmasıyla başladı. Nöbet dediysek silahlı, sopalı değil aksine kitaplı, gitarlı, sazlı/sözlü bir nöbet. Perşembe sabaha karşı parka çevik kuvvet baskın düzenleyip ortalığı tarumar edince, boyun büküp dönmek yerine daha büyük bir kalabalık geldi nöbet yerine. Ve yine sabaha karşı amansız bir polis baskını daha, yine tarumar edilen park. Yılmadılar, dağılmadılar, gidip meydana oturdular. Ne taş ne sopa, ne küfür ne slogan. Sadece oturdular. İlk dersimizi burada aldık. Öğrendik ki iktidarlar ne kadar kudretli olursa olsun, boyun eğmeyen bir grup insan oturduğu yerden bile huzur kaçırabilirmiş.

Ne olduysa orada, o anda oldu. Oturmaktan başka bir şey yapmayan (hayır, yapsa ne olur?) gruba polisin orantısız / izansız / insafsız müdahalesi bir köşede güzellik uykusuna yatmış toplumsal vicdanımızı harekete geçirdi. İstanbul’un her yerinden binler meydana akın etti. Kahir ekseriyeti gençlerden oluşan, sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim, dini inanç, etnisite, siyasi tercih açısından oldukça heterojen bir yığın insan herhangi bir siyasi parti/örgüt çağrısı olmaksızın yardıma koştu. Daha kalabalık toplandığında ikinci dersimizi çoktan almıştık. Başta geçen hafta “2013 Gençliğe Hitabe”yi (3) kaleme alan Barış İnce olmak üzere, apolitik, umarsız bir neslin yetiştiğine kani olanlar, hayatlarında ilk defa eyleme gelen o güzel çocukların yiğitliğine, cesaretine, mizah gücüne hayran kaldık. Ve dahası bireyci yetiştikleri aşikar olan bir neslin, herhangi bir örgüt disiplini ve hiyerarşisi olmaksızın, yatay örgütlenmeyle meydana indiklerinde göz yaşartıcı bir dayanışma sergileyebildiklerini gördük. Öğrendik ki bedenini dahi idealler uğruna feda etmeye hazır olsan da, herşeyi dönüştürmek yanında saf tutan o hiç tanımadığın insana omuz vermekle başlıyor.

“Hiç tanımadığın insan” kavramını biraz açmak lazım. En ucunda “inkar” olan bir tanımama halinden bahsediyoruz. Öyle heterojen bir kalabalık vardı ki Cuma akşamı Taksim’de, bazılarının kağıt üzerinde bir araya gelme ihtimali bile kamusal düzen açısından tehdit addediliyordu düne kadar. Cuma gününden bu yana bu algıyı tersyüz eden o kadar çok anektod dinledim ki artık münferit olduklarına inanmak mümkün değil. Mesela Trabzon’da eylem yapması linç sebebi olacak sol bir örgütün üyeleri ile Trabzonsporlular birlikte direndiler polise. Ülkücü bir grubun “Kahrolsun Faşizm” sloganı attığına şahit olduk. Bir grup ulusalcının boyunlarına pelerin gibi bağladıkları Türk bayrakları ile, Kürtlerle birlikte lorke halayı çektiklerine şahit olduk. Devrimci Müslümanlar ve Anti-kapitalist Müslümanlar kortejlerindeki başörtülü kızlar kalabalığın alkışlarıyla geldi alana. Başta LGBT dernekleri olmak üzere birçok grup, o yığınlara mensup insanların gündelik hayatta selam verir rahatlıkta kullandığı homofobik küfürleri engelleme çağrısı yaptılar ve büyük ölçüde karşılık buldular. Öğrendik ki toplumsal barışın ve uzlaşmanın yolu senin gibi olmayanı sana benzetmekten değil, onun farklılıklarına saygı duyup, ona da seninki kadar yaşam alanı açmaktan geçiyor.

Dahası var. Bugüne kadara birbirinin canına kastetmeye varacak denli kavgalı taraftar grupları meydana birlikte gittiler. Ellerinden gelse İzmir’i ikiye bölecek Karşıyakalılar ve Göztepeliler aynı otobüste gitti İstanbul’a. Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı, polis şiddetine karşı birlikte barikat oldular, birbirlerinin yarasını kaşkollarıyla sardılar. Öğrendik ki rekabet ne kadar ezeli olursa olsun tahammülsüzlüğe mazeret değilmiş. Ve yine öğrendik ki siyasetçisiyle, kulüp yöneticisiyle, federasyonuyla, spor medyasıyla futbolun diğer aktörleri gölge etmediğinde birbirini tanımak, anlamak, anlaşmak mümkün oluyormuş.

Bu yüzden Gürman’ın futbol kulüplerinin yönetimlerine yazdığı açık mektubun anlamına, kıymetine halel getirmeden bir şerh düşmek isterim. Boş verelim kulüp yöneticilerini. Hatta düşsünler yakamızdan. Bulundukları mevkileri şahsi ikballerine payanda yapmış olanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz. Kendi iktidar alanlarını genişletmek için “öteki”ni her daim düşman ve tehdit kılmaya ihtiyaç duyanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz. Kendileri dara düşmedikçe, bu taraftarı sokağa döküp Nazım’dan şiir okuyanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz.

Ezeli düşman bellediğiniz insanlarla bir gecede dost olabiliyor, birbirini sırtında taşıyıp, yarasını sarabiliyorsanız bu husumeti başka yerde aramak lazım. Oy kapısı olarak gördüğü kulüplere ulufe gibi rant dağıtan, kimine stad yapıp, kimine arsa veren, yargısıyla yürütmesiyle futbolun içine burnunu sokan siyasetçilerin hiç mi suçu yok? Şahsi ikballeri için kulüpteki mevkilerini payanda eden, sahadaki her mağlubiyetin rövanşını sahanın dışında almak isteyen, taraftarın gözünde hep bir dış tehdit algısı yaratıp iktidarını pekiştiren yöneticilerin hiç mi suçu yok. Daha fazla satmak, daha fazla izlenmek için, rekabeti manipüle eden, yalan haber üreten, kullandığı dil ile spor kamuoyunu zehirleyen, canlı yayında cacık yapan “bir kısım” medyanın hiç mi suçu yok? Siyasetçiler tarafından korunup kollanan, kulüp yöneticileriyle akçeli ilişkileri olan, tribünlere bindirilmiş kıtalar muamelesi yapan, geçmişi karanlık tribün liderlerinin hiç mi suçu yok?

Yaşadığımız deneyim unutulmazdı. Koca bir korku duvarını aştık. Sokağa çıktık, polisin gadrine karşı direndik, büyük bir dayanışma gösterdik. Muhtemeldir ki bunları başarırken insani ilişki biçimlerimizi, bizden olmayana dair bakış açımızı değiştirdik, bir bakıma hep birlikte değiştik, dönüştük. Ancak buna rağmen galip gelmiş sayılmayız. Gezi Parkı direnişi yeni mücadelelere kapı açan, imkan sağlayan bir başlangıç oldu. Ve muhtemeldir ki yarın bu mücadelelerin çoğunda yenilebiliriz. Perşembe sabaha karşı park talan edildiğinde yenilenler akşama daha güçlü döndü. Cuma sabahı park talan edildiğinde yenilenler akşama sokakları, ertesi gün Taksim Meydanı’nı doldurdu.

Türkiye’nin üç büyük kulübünün taraftarları Gezi Parkı direnişinin yarattığı değişim ve dönüşümden en çok nasibini alanlar oldular. Düne kadar birlikte maç izlemesine dahi izin verilmeyen taraftarlar formalarını geçirip birlikte çıktılar meydana, birbirlerini sırtlarında taşıdılar, birbirlerinin yarasını kaşkollarıyla sardılar. Dostluk bahsinde galip geldik diyebilir miyiz? Henüz çok erken. Yarın bunu sınayacak daha çok engelle karşılaşacağız. Birçoğunda tökezleyeceğiz belki, canımızı acıtacak, hayal kırıklığına uğratacak hadiselerle karşılaştığımız anlar da olacak. Günlerce omuz omuza mücadele eden, unutulmaz bir dayanışma örneği gösteren taraftarlardan nacizane tek ricam olacak, ne zaman canınız acır, hayal kırıklığına uğrarsanız, yoğun gaz bombardımanının altında yere düştüğünüzde kolunuzdan tutup kaldıran, yaranızı kaşkoluyla saran adamı hatırlayın ve içinizden tekrarlayın: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”

(1) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/devrim_dediginiz_bir_andirve_o_da_oldu_zaten-1136002
(2) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ali_topuz/taksimin_basini_da_duman_kaplamis-1136179
(3) http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1369385696&year=2013&month=05&day=24

(*) Sezai Karakoç’un İstanbul’a hasretle yazdığı “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinden alınmıştır.

Devamı ...

3 Haziran 2013

Yönetimlere Açık Mektup


Arkadaşım telefonla aradı. Beşiktaş’ta sıkışmış. Polis amansızca saldırıyor. Biber gazından göz gözü görmüyor. Biber gazı, hepimiz tattık, rezil bir şey. İnsanın ciğerine doluyor, akciğerlerini yakıyor, gözlerini yaşartıyor, insanın kendi bedeni kendisine düşman oluyor. Kalbim patlayacak. Dudaklarım incelmiş ne desem bilmiyorum. Twitter filan millete danışıyoruz. Haber geldi, Çarşı yakında. Anam babam oradaymış gibi sevindim. Allah razı olsun, onlarla birlikte sıyrıldı. Bir parkta özgür bir insan olarak oturabilmek için bir meydanda mücadele edenlerle birlikte mücadeleye devam ediyoruz.

Herkesin başından benzer hikayeler geçiyor. Hikayeler yağmur gibi. Hikayeler çarpıcı. TOMA’nın üstünde set gibi durup kollarını açan güzelim kızlar, biber gazı bulutlarının üstüne yürüyen filinta gibi çocuklar, boğaz köprüsünün üstünden yanyana geçen parçalılar ve çubuklular. Normal zamanlarda söyleseler inanamayacağımız ne kadar çok şey oldu.. Hepsini birden yazmaya hafsalamız yetmiyor. Sabahın kör karanlığında yanyana 15 – 20 km yürüyüp Boğazköprüsünü geçip Beşiktaş’a gidenler, Akaretlerde bir yokuşta yere düşmüş arkadaşını sırtlayıp kaldıranlar, akşam Fenerbahçe atkısı ile sokağa çıkıp Galatasaray atkısı ile dönenler, yanyana cancana bir sokak için, bir semt için, bir ülke için direnenler… Sizlerin hikayesini bu aptal medya yazamaz. Bu yazarların kalemlerini vicdanları değil cüzdanları tutuyor, bu gazetecilerin yürekleriyle ağızlarından başka sesler çıkıyor, bu televizyondan kahramanlıklarınız yayınlanacağı yerde üstümüze yalanlar boca ediliyor.

Öğrendik. Hepimiz öğrendik. Bu ülkede adil yargılanma var mı? Yok. Bu ülkede basın özgürlüğü var mı? Bu ülkede düşünce özgürlüğü var mı? Bu ülkede gösteri hürriyeti var mı, bu ülkede bir parkın içinde bir ağacın gölgesinde onurlu bir insan gibi oturma özgürlüğü var mı? Hayır yok.

Hiç hayvanlara hakaret kastım yok ama biz hayvan değiliz kardeşim. Biz hayvan değiliz. Bize tasmalar bağlayamazsınız. Bizi zincirlerimizden tutamazsınız. Biz damızlık öküzler ve inekler değiliz bize kaç çocuk yapacağımızı söyleyemezsiniz. Biz bir ahırda yaşayan domuzlar değiliz kardeşim, bizim ne yiyeceğimize ne içeceğimize kimse karar veremez. Biz hayvanat bahçesinde sizi eğlendirmek için hapsedilmiş şempanzeler değiliz, yatacak yerimiz olsun, muzumuz olsun bunlarla tatmin olacak kadar alçaklaşmadık henüz.

İşler tıkırında, keyfimiz yerinde, neme lazım filan demeyeceğiz. Lazım kardeşim. Bu şehirler bu Başbakan’a anasından mülk kalmadı. İnsan evini döşerken bile bir karısına, kızına, anasına, babasına soruyor, koca İstanbul’u evinin salonunu döşer gibi döşeyemezsin. “Çok hoşuma gitti duygulandım oraya Topçu Kışlası yapacağım, şu köşeye cami yapacağım, ortasından köprü geçireceğimi, yarısını yaracağım kanalımı açacağım” diyemezsin. Bir televizyon alırken, bir tane kanepe alırken Emine Hanım’a soruyorsun, İstanbul’un ortasını yarıp 40 milyar dolara mal olacak kanal açarken de İstanbullulara bir zahmet soracaksın.

Ey Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş Yönetimleri, Ey Aziz Yıldırım, Ünal Aysal, Fikret Orman yaşıyor musunuz, olanların farkında mısınız? Başka bir şey oluyor bu ülkede, başka bir şeyler oluyor!

Başı dik, onurlu kişiler olarak, kimseden korkmadan mesleğinizi icra edin diye de bu insanlar mücadele ediyor. O insanlar sizin hapsolduğunuz korku şatolarını sarsıyor, telefonda konuşurken, televizyona çıkarken, bir gazeteye demeç verirken elleriniz titremesin diye bu çocuklar barikatlar kuruyor. Sizin için, çocuklarınız için, sevdikleriniz için daha özgür bir hayat ihtimali için mücadele eden birileri var. Mevzu parklar ve bahçeler genel müdürlüğü değil, mevzu nasıl bir insan olarak yaşadığınız. Bunun mücadelesi veriliyor.

Korkmuyor musunuz? Allah şahidim olsun korkuyorsunuz. Dudaklarınızı ısıracak, gözlerinizi kaçıracak kadar çok korkuyorsunuz. Allah muhafaza size bir bakar da, bir gözlerini kısar da, iki çift laf söyler diye diliniz damağınız kuruyor, bin kere düşünüp bir kere hareket ediyorsunuz.

Hatırlayın! Çok zor zamanlardan geçtiniz. Orada yanınızda biz vardık. Bu halk vardı, bu güzel çocuklar, bu taraftarlar vardı. Sizin statlarınız boştu biz doldurduk, sizin storelarınız sinek avlıyordu biz kazandırdık, sizin oyuncularınız Ferrari’ye binsin diye biz otobüslerle statlara gidip, yarım 50 köfte yiyip, bilet parası ödedik...

Siz “Feda” dediniz biz canımızla dedik, statları hep destek tam destek diye inlettik, sokaklardan nevizade geceleri ile geçtik.

Biz bu kulüpleri çok sevdik. Kaybedince ağladık, kazanınca delirdik. Bu renkler uğruna küfürler ettik, kavga ettik, geceleri uykusuz geçirdik. Etle, dişle, tırnakla yedik birbirimizi. Kimimiz harçlıkları arttırıp forma, sigarayı azaltıp bilet aldı, kimimizin parası öyle boldu ki, en güzel yerden kombine çaktı.

Mutlu olduk, mutsuz olduk. Biz bu takımların hikayeleriyle sevindik, kahramanlarıyla büyüdük, renkleriyle sokaklarda caka sattık.

Siz ne zaman düşseniz biz ayağa kaldırdık. Siz ne zaman “imdat” deseniz biz yanınızda bittik. Siz ne zaman bizi çağırsanız biz oraya geldik..

Şimdi birlikte hareket ediyoruz. Sezonun son omuz omuzası gezi parkı’nda dedik, o lafın arkasında duruyoruz. Kanla, terle, yumrukla, ayıla, bayıla.. Bir çubuklu yere düşse, bir parçalı ayağa kaldırıyor, Beşiktaş’ın semti erkek semti, alemi aşık ediyor, bir parçalı biber gazından nefes alamaz hale geldiğinde çubukludan kardeşi yanında bitiyor.

Görüyorsunuz, okuyorsunuz, izliyorsunuz değil mi? Maşallah hepinizin en güzel televizyonları, en güzel telefonları, en harika bilgisayarları, "başkanım" diye yanınızda gezen çalışanları var. Raporlar geliyor. Medya takipten tak tak önünüze konuyor. Ofisinize geçince arkadaşlarınızla konuşuyorsunuz, içkilerinizi yudumlarken memleket hakkında atıp tutuyorsunuz. Yani görüyorsunuz, görüyorsunuz, görüyorsunuz!

Bu taraftarın size ihtiyacı var. Bu taraftarın, bu insanların, bu ülkenin bir ses çıkarmanıza ihtiyacı var.

Adalet dediniz, güvendik, biz de adalet istedik, kardeşimize, arkadaşımıza cephe aldık. Mücadelemiz zulüm ve zalimledir dediniz umutlandık, devam dedik, el verdik, “Feda” dediniz yanınızda bittik.

Şimdi fedakarlık sırası sizde. Şimdi adalete sahip çıkma sırası sizde. Şimdi sözünüzü yerine getirip zulüm ve zalimle mücadele etme sırası artık sizde. Bu ateş gerçekten üfleyerek sönmez!

Ayağa kalkın ayağa. Tribün jargonuyla “bağırmayan yönetim istemiyoruz!”

Taraftarınız için ayağa kalkın, halkınız için ayağa kalkın, ülkeniz için ayağa kalkın, kendiniz için ayağa kalkın. Çocuklarınız ve sevdikleriniz için, sizden sonra gelecekler için, o büyük camiaların ağabeyi, babası, başkanı olarak ayağa kalkın. Göreceksiniz çok büyük bir gümbürtü kopacak, yıkılacak titrek duvarlarınız.

Kendi korkunuzla yaptığınız bu putları yıkın. En büyük gücünüz biziz. En büyük gücünüz sizi asla bırakmayacak, sizin her zaman hakkınızı koruyacak, siz yokken bile siz haksızlığa uğramayın diye kavga eden, etmiş olan bu insanlar.

Onlar gelip geçer. Aynı kendilerinden öncekiler gibi. Yoksa siz sonsuza kadar kalacaklar mı sandınız? Çokcası geldi geçti. İktidar makamlarında oturup da sonra yok olanların hikayesini hiç duymadınız mı? Hanginiz 1958 yılının Adalet Bakanını, 1967’nin İçişleri Bakanı’nı hatırlıyor? Hanginiz TBMM’deki milletvekillerinin yarısını sayabilir? Yıkın korkunuzun putlarını. Korkuları nedeniyle susanlar, özgürlüğe de güvenliğe de sahip değildir. Öğrenemediniz mi?

Ey Aziz Yıldırım, mahpushanede daha özgürdün farkında değil misin? Dilinin hürriyeti o zamanlar sendeydi oysa şimdi başkaları kontrol ediyor. Ağzının içinde bir pastil gibi eriyor kelimelerin. O zaman bize “kardeşim duymaz el oğlu duyar” diye seslendin, hatırlıyor musun? Şimdi tutsak gibi kendi kalene hapsolmuş duruyorsun, halin artık midemizi ağrıtıyor. Bak biz hep “halkın takımı” dedik. Tribünde “Hababam gümgümgüm” yazıyor. Bizi en güzel Mehmet Akif Anlatıyor: “Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? / Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum!” Yumuşak başlıysak o kadar değil, biz kimsenin koyunu değiliz, bugün bir halk eza çekerken susanları asla affetmeyeceğiz.

Ey Ünal Aysal, mekteb-i Sultani’nin gencecik aslanları sokaktaydı bugün. Gördün mü? 17 yaşında 16 yaşında zıpkın gibi delikanlılar. Onlar bu ülkenin geleceği olacak. Onlar bu ülkedeki en güzel koltuklara en şık takım elbiselerle oturacak. Hepsi pırlanta. Bu aslanların yüzlerine bakıp susmaya utanmıyor musun? Onlar senin gezdiğin koridorlarda gezdiler, onlar senin yattığın yatakhanelerde yattılar, onlar da aynı senin gibi hasret çektiler. Her biri analarının kuzusu. Kokularına doyamazlar. Sen ağabeyleri olarak susuyor musun? Onlar dayak yerken, onlar zulüm görürken kelimelerini mi unutuyorsun? Mekteb-i Sultani’ye yakışıyor mu bu? Kalk. Diren. Konuş. Önderlik et. Liderlik yap. Bunların hepsi senin kültüründe var, bu halk, bu insanlar sesini bekliyor.

Fikret Orman.. Ne mahalleymiş be kardeşim. Ne semtmiş…. Kızları amazon, erkekleri Spartalılar. Alem delikanlılık, cesaret gördü. Bin gaz bombası attılar, iki bin gaz bombası attılar milim yerlerinden oynatamadılar. Semt bizim aşk bizim dediler, o aşkın hakkını sapına kadar verdiler. Belki Mecnun Leyla’ya, Kerem Aslı’ya bu kadar aşıktır. Sabahlara kadar bomba, dayak, kötek, tazyikli su yiyip, sabah sanki bambaşka bir enerjiyle semtin çöplerini bile temizlediler. O semtin her kaldırımında bir Beşiktaşlının teri, kanı, gözyaşı var. O sokaklardan her geçtiğinde Allah’a şükretmen lazım, böyle insanların elleri üstünde duruyor. Nasıl kıyıyorsun be kardeşim? Gece yatağa nasıl giriyorsun? Bir gün aralarına karış, bir gün yanlarına git, iki kilo limon gönder. Bir kere olsun, bir uğra hallerini, hatırlarını sor. Bir kere bir ellerinden tut. Yok. Kayboldun. O karanlıklar, o görmemezden gelmeler sana huzur verir mi sanıyorsun? Vermez. Aç ağzını, yeter de, yeter bu çocuklar bunu hak etmedi, bir kere olsun şu mazlum, şu kartal gibi çocukların hakkı için konuş.. Zülme karşı sessiz kalan dilsiz şeytandır, bizim dilimizde tüy bitti, sizin kalplerinize bir türlü giremedi.

Ey yönetimler. Yakışmıyorsunuz. Yakışmıyorsunuz. Bakın hakikati olduğu gibi söylüyorum. Olmuyor. O koltuklar size iki gömlek bol geliyor. O makamlar, mevkiler, o sevda, o alkışlar üstünüzde ütüsü bozulmuş üç beden büyük ceket gibi duruyor. Taşıyamıyorsunuz. Yarın Tribünlerin önüne çıkıp alkışları kabul edeceksiniz. Yüzünüz kızarsın. Utançtan kalbiniz sıkışsın. Sanki hiçbir şey olmamış, biz bunları yaşamamışız gibi duracaksınız ya, içiniz kurusun. O mevkilerle 76 milyonluk bu koca ülke sizi tanıdı, siz ancak o koltukları teleskopla görmeye layikmişsiniz, mukadderat koltuk oturma yerinize denk gelmiş.

Şimdi üçünüze, belki aklınıza hala gelmemiştir diye, bir kere daha hatırlatıyoruz. Konuşun. Toplanın ve ortak bir deklarasyon yayınlayın. Birbirinizden güç alın. Çok sert bir şey söylemenize gerek yok, o kadar cesaret beklemiyoruz, ama normalini yapın, devleti kaybettiği sağduyuya çağırın. En azından biz bizim yanımızda olduğunuzu biliriz, eyvallah der devam ederiz.

İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Türkiye’nin her yerinde mücadele edenler, bu ülkede bir ağaç altında onurlu bir insan gibi başımız dik oturabilelim diye canını dişine takan arkadaşlar, hepinizden Allah razı olsun. Hepiniz heykel gibi insansınız. Eyvallah. Eyvallah.

Bugünden sonra bizim için geçmişin öfkeleri, nefretleri, kinleri ayağımızın altındadır..

Bugünden sonra geçmişin hesapları, dargınlıkları, kırgınlıkları ayağımızın altındadır..

Bugünden sonra kalbimizde size karşı ancak sevgi ve saygı bulunur..

Bugüne kadar kalbinizi sözle, eylemle veya istemeden herhangi bir şekilde kırdıysak affola. Bizden yana bir hak varsa da hepinize helal olsun..

Bugünden sonra, bu yönetimde olup da, oturdukları koltukları dolduramayan zevat; fitne, fesat, riya, düşmanlık sokmadıkça, bunların oyununa gelenler veya başka grupların türlü yalanı, iftirası, kin ve haset sözleri aramıza girmedikçe, onların açtıkları yolda, yarattıkları karanlıkta ister bilerek ister bilmeyerek kendimizin yaptığı bir takım işler, sözler, davranışlar bir diğerinin kalbini tarumar etmedikçe bu böyle devam etsin.. Görüyoruz ki biz birbirinizi yerken onlar ancak kendilerini düşünenlerden olmuşlar, yarın da ancak kendilerini düşünenlerden olacaklar.

İnşallah aramıza bu karanlıklar bir kere daha girmesin..

Bizim renklerimiz ayrı, şarkılarımız ayrı, türkülerimiz ayrı, kahramanlarımız ayrı, hikayelerimiz ayrı olabilir. Oturduğumuz şehirler, boylarımız, yaşlarımız, cinslerimiz, dinlerimiz, dillerimiz ayrı olabilir ama sevdamız bir. Bu ülkede kaybolan adalet, yok olan özgürlük ortamında, haysiyetli bir insan gibi yaşamak sevdası bizi birleştiriyor.

Bir kere birleştik, gördük ki biz Türkiye’yiz.

Şimdi, buyrun, bu ülke için yola devam edelim.
Devamı ...

30 Mayıs 2013

Başkanlar ve Süreler


Yukarıdaki tabloda Fenerbahçe'nin başkanları, görev süreleri ve elde ettikleri şampiyonluk sayıları yer alıyor. Gösterilen şampiyonluklara İstanbul Amatör Ligi ve Milli Küme Şampiyonlukları da dahil. Tablodan açıkça görüldüğü gibi Fenerbahçe'de en uzun süre görev alan 3 başkan Şükrü Saraçoğlu (16 yıl), Aziz Yıldırım (15 yıl) ve Faruk Ilgaz (13 yıl).

Şükrü Saraçoğlu'nun görev aldığı yıllarda 6 milli küme, 6 İstanbul Amatör ve 2 Amatör futbol şampiyonluğu kazanıldığı gözüküyor. Bir başka deyişle 16 yılda 14 şampiyonluk kazanan Saraçoğlu gerçekten de başarılı bir başkanlık dönemi yaşamış.

Sayın Faruk Ilgaz ise, görev aldığı yıllarda 5 şampiyonluk, 3 Türkiye kupası görmüş. 13 yılda 8 kupa kazandırarak önemli bir başarıya erişmiş.

Aziz Yıldırım döneminde ise 15 yılda 5 şampiyonluk ve son iki sezonda kazanılan 2 Türkiye Kupası gözüküyor. 1 Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali ve 1 UEFA Yarı Finali ise dönemde erişilen en önemli uluslararası başarılar.

İnsanın sorası geliyor, madem elinizdeki tek cetvel kupaydı, o zaman kendi boyunuzu niye bu kadar büyük ölçtünüz?
Devamı ...

Tükenmişlik sendromu


Yazıya 3 Temmuz ile başlamak pek istediğim bir şey değil ama malum kendimizi, düşüncelerimizi anlatmak için referans tarih 3 Temmuz. Öncesi sonrası ne olduğumuzu, neden ve nasıl davrandığımızı anlatmadan söylediklerimizin hepsi ön yargı ve sabit fikirler ile yaftalanıp, herkesçe farklı bir kalıba oturtuluyor.

3 Temmuz öncesi Aziz Yıldırım ve yönetimi hakkındaki düşüncelerim okyanus kıyıları gibi gel-git'ler ile doluydu. 80'lerin tamamını çocuk, 90'ların tamamını genç olarak geçirmiş bir insan olarak Fenerbahçe Spor Kulübü'nün nasıl çağ atladığına bizzat şahit oluyor, tesisleşme, stad, kurumsal yapı (buraya gülücük gelecek), dünya yıldızlarının getirilmesi, taraftar kartlar, grupsuz kavgasız kongreler derken bir yandan minnet duyduğum Aziz Yıldırım'ın, bir yandan kulübün kendi kendine geliştirdiği değer yargılarına, taraftarı müşteriye çevirmesine, etrafında kimsenin yükselmesine izin vermemesine, gidenlerin hep hain, hep kötü, hep suçlu olmalarına, kurumsallaştırmaya çalıştığı kulübün bütün krizlerini kendi çıkarıp yönetememesine ve iki dudağının arasında en önemli kararların şıp diye alınmasına içerliyor, kızıyordum.

3 Temmuz'a geldik, yeni evli başkanın, tüm Fenerbahçe camiası 5'de 5'i kutlarken, Aziz Yıldırım'ın yüzme yarışlarına gitmek için evden çıkacağı sırada sivil polisler tarafından götürüldüğünü gördük. İlk şokun ardından hemen toparlandık, bilhassa Aykut Kocaman'ın yaptığı 3 basın toplantısı ile kendimize geldik. Bu işin içinde başka bir iş vardı, durum Aziz Yıldırım değil Fenerbahçe idi, her şeyimizi bıraktık, girdik mücadeleye. Bugün başkan muhalifi olan, alexbahçeliyim diyen, Aykut Kocaman'ı istemeyen, sağcı solcu, genç yaşlı ayırmadan hepimiz Çağlayan'da biber gazı yedik. Başkanı Bırakın diye bağırdık. İddianame okuduk, argümanlar ürettik, iddia çürüttük.

Aziz Yıldırım da hapiste olmasına rağmen dayanak gücümüz oldu, yalan değil. Nazım Hikmet şiirleri, biber gazından ölen çocuğa baş sağlığı, iktidara, paralel iktidara kafa tutma, 12 Mayıs olaylarında tutuklanan taraftarlara sahip çıkma, bize bunu yapanlardan hesap sorma sözleri.....

Tam 1 yıl sonra, 4 Temmuz'a geldik, Bu süre içerisinde bizi ayakta tutan en önemli figür, bu kirli ve çirkef futbol ortamında güneş gibi parlayan Aykut Kocaman'ın nefesine nefes olacak, hesap soracak, ortalığı yakıp yıkacak dediğimiz Aziz Yıldırım, Mehmet Ağar ziyareti ile başlayan, Başbakanla aramızı bozmaya çalışıyorlar ile devam eden, Alex'i 3 dakikada gönderip Doğru mu Samet diye bağlayan, maç esnasında taraftara anons çeken, yönetimi Talat Yılmaz'lar ile dolduran, devre arası pahalı, kasada para yokmuş diye iyi futbolcu alamayan, muzcu arkadaşlarla basın toplantısı yapan ve en sonunda münferiten başlayan ve tüm stada yayılan 'Hükümet İstifa' sloganlarının marjinal kişiler tarafından yapıldığını söyleyerek, iktidara ve başbakana teslim bayrağını çekerek sezonu bitird.

Ve şimdi "benimle geldi benimle gidecek" dediğin, "Kocaman bir adam gördüm tek suçu kendine kattığı değerler yüzünden konuşamamak, cevap verememek olan" dediğin Aykut Kocaman'ı sebebini hala bilmediğimiz ama şimdiden onlarca senaryo, onlarca komplo teorisi üretilen ve Aykut Kocaman'ın konuşmayacağını çok iyi bildiğimiz için bütün suçun gidip gelip yine onun üstüne yıkıldığı günler göreceğiz.

Çalışmalar çoktan başlamış bile; Tükenmişlik sendromu, yorgunluk, transfer meselesi, Kiğılı komplosu, dış güçlerin oyunu... Sıkça kullandığım "Yav He He" cümlesine süper asistler gibi birer birer geliyor...

Mesele artık Aykut Kocaman'ın gitmesi, gönderilmesi meselesini aştı. Mesele artık Fenerbahçe'nin 3 Temmuz süreci ile yeniden inşa edilen birlik beraberliği, her beraber hesap sorma dirayeti, kurumsal yapısı, diyet ödemek yerine ceza kesenler değil antrenörü konuşturup federasyona, medyaya, kurullara ve hatta futbolcularına sessiz kalarak varlığı yokluğu belli olmayan iktidar ve cemaat torpillisi yöneticilerin doldurduğu koltuklar ve onları bir odaya doldurup yönetemeyen Aziz Yıldırım meselesidir.

Bize başkanın köpeği dediler, Aziz yıldırım'ın paralı askerleri dediler. Derdimizi anlatırız, projelerini dinleriz, belki bir ucundan tutar Fenerbahçe'yi yükseltmek için tuz atarız çorbaya diye gittiğimiz yemeği ve maç izlemeyi gizli gibi göstererek bizi karaladılar, yaftaladılar, locacı ilan ettiler. Sustuk, sesimizi çıkarmadık. İnsan önce kendini bilecek çünkü, sonra karşındakini zaten tanıyorsun.

Şimdi onlara anlatmadığımızı sana anlatıyorum, çünkü biliyorum sesimizi duyuyorsun;

Bir Fenerbahçe başkanını kongre seçer ve yine kongre gönderir. Ben sana ağzım sulanarak git deme haddine sahip değilim belki ama senin evladın yaşındaki bir taraftar olarak sesleniyorum, hani her şeyin en iyisine layık dediğin Büyük Fenerbahçe taraftarı olarak, Fenerbahçe'yi hayatının odak noktasına koymuş, sıradan biri olarak...

Şimdi hemen git başkan... Sen de biz de daha fazla üzülmeyelim...

Gözün de sakın arkada kalmasın, kimseye yedirmeyiz bu kulübü....

Çünkü burası Fenerbahçe, bizden çok adam çıkar...
Devamı ...

Herkes bir kahramanı sever


Herkes bir kahramanı sever. Kahramanlar kolay çıkmaz ortaya. Ateşin en sıcak olduğu yerde dururlar, insanlar dağılırken toparlarlar, yönünü kaybetmişlere pusula, şaşırmışlara da yönlerini bulacağı yıldız olurlar. Kafalardaki soru işaretlerini silerler, "onun olduğu yerde böyle bir şey olmaz" dedirtirler, ağlayanın sırtını sıvazlarlar, acılar karşısında ağlarlar. Haksızlığa uğradıklarında susmak zorunda kalırlar, küfürlere karşı sessizlikle cevap verirler, bir halk bunca yaşanandan sonra sırtını dönüp kendisine hakaret ettiğinde yine de o halka hakaret etmezler. Zordur kahraman olmak. Haksızlığa uğramak ve yine de bağırmamak...

Daha iyisi mümkündü hocam. Bir sene rahat geçirmek senin de hakkındı. Ne yazık ki atmosfer zehirli, güzellikler tek tek soluyor, yerine korkunç, kaba, histerik renkler geliyor. Bilmem bu karanlık nasıl bitecek?
Devamı ...

29 Mayıs 2013

Yolun sonu gözüküyor


Aykut Kocaman Fenerbahçe için herhangi bir isim değildir. Duruşu, yaşam şekli, değerleri ve simgeledikleri ile çubuklu için çok farklı bir anlama gelir. Aykut Hoca Fenerbahçe’de her anlamda devrim umudunu besleyen, sportif yapılanma, kurumsallaşma, işleyen bir sistem beklentisini yükselten bir isimdi. İnsani niteliklerinin ne kadar önemli olduğunu 3 Temmuz krizinde gördük. Tamamen felç geçirmiş bir yönetimin yarattığı bütün boşluğu Aykut Kocaman doldurdu. Takıma ve camiaya liderlik yaptı. Topuk yaylasındaki görüntülerden, şike sürecinde ortaya koyduğu karaktere kadar her anlamda kulüp için ne kadar hayati olduğunu gösterdi. Herkes teknik direktör olabilir, ancak herkes lider olamaz. Aykut Kocaman bir liderdi.

3 Temmuz sürecinde. Aykut Kocaman’ın haksızlığa karşı çıkan ve emeklerine yönelik iftiralara karşı tutumu sürecin farklı gelişmesine neden oldu. Operasyonun arkasındakiler, bunun gönüllü destekçileri ve bundan gerçekten heyecan bulanlar Aykut Kocaman’a bu yüzden benzersiz bir nefret duyarken, Fenerbahçeliler de kalplerine kendisini çok farklı bir şekilde yazdılar.

Aykut Kocaman’ın kulüp için bu kadar kritik olmasının iki önemli sebebi var. Birincisi Aziz Yıldırım’ın yönetim şekliyle ilgili. Aziz Yıldırım bütün altyapı hamlelerine karşı kulübün kurumsallaşması, istikrarlı bir sistem kurulması noktasında başarılı olamadı. Olamadı derken, olmaya çalıştı da olamadı manasında değil, basbayağı böyle bir yönetim tarzını asla benimsemediği için bu başarıya erişemedi. Aykut Kocaman’a kadar teknik direktörlerin geleceği gelen şampiyonluk kupasına endekslendi. Futbolcu ve teknik direktör tercihleri konjuktürel kararlarla belirlendi. Duygusal hareketler, kızgınlıkla gönderilen teknik direktörler, bir heyecanla alınan futbolcular ile Fenerbahçe kalıcı, sürdürülebilir ve istikrarlı bir başarıdan ziyade dönemsel başarılarla yetinmek zorunda kaldı.

Aziz Yıldırım’ın Aykut Kocaman tercihi ve bu konudaki istikrarı Aziz Yıldırım’ın da yönetim tarzının / bakış açısının değiştiği yönünde umutları besliyordu. Bu dirayet başarıyı da getirdi.

3 Temmuz 2011 tarihi kulüp tarihi açısından önemli bir kırılma noktası oluşturdu. Bu tarihten sonra da Aykut Kocaman farklı bir portreye sahip oldu. Başka bir merkez üs oluşturdu.

Bu sene beklenen kulübün 3 Temmuz sürecinden gereken dersleri çıkarmasını, planlı, programlı, kurumsal hareket kabiliyetine sahip, stratejik düşünen bir kulübe dönüşmesini bekledik. İkinci nesil reformlardan beklenti buydu. Diğer başkan adayları ve isteklileri de tam da bu nedenle yetersiz gözüküyordu.

Bugün karşı karşıya geldiğimiz nokta şudur, Aziz Yıldırım eski Aziz Yıldırım haline geri döndü. Önümüzde, her birinde yönetimin sorumlu olduğu üç senaryo var

1- Eğer Aykut Kocaman kendisi istifa etmek istemiş ise, kulüp bunu asla kabul etmemeli, yeniden yapılanma noktasındaki en temel taşı asla feda etmemeli, onun kulüp ile kurduğu ilişkiyi göz önüne alarak bu yönde hareket etmeliydi. Bu yapılmadı veya yapılamadı. Burada Aykut Kocaman gerçekten çok yorulmuş, psikolojik olarak süreci kaldıramaz bir haldeyse de kendisini destekleyecek mekanizmaların kurulmuş olması gerekiyordu. Salt insan ilişkilerinden kaynaklanan eksikliklerle bu durum meydana gelmiş ise bunun engellenmesi için atılmayan her adımdan yönetim sorumludur.

2- Eğer Aziz Yıldırım Aykut Kocaman’ı kovmuş ise o zaman da bu kadar kritik bir hatanın yapılmasının mantıklı hiçbir açıklaması olamayacağı için burada ortaya çıkan yönetim zafiyetini kabul etmek gerekir. Dolayısıyla yönetim bundan sorumludur.

3- Aykut Kocaman istifa etmek zorunda bırakılmıştır, kendisine karşı bir oldu bitti kurulmuştur. Bu halde de yönetim bu hareket tarzı nedenyile ayrıca sorumludur.

Sorun tek bir kişinin kulüpten ayrılmış olması değil. Fenerbahçe kulübünden çok kişi gelir geçer, ancak sorun son bir senede tekrar tekrar görmek zorunda olduğumuz, kulübün yönetim aklının ve sistemin bozukluğudur.

Kulüp hala daha doğru düzgün bir iletişim stratejisine sahip değil. Alex olayında süreç kötü yönetildiği gibi, gazetecilere maymunlar derken de, muzlu basın açıklaması yapılırken de bütün bu süreçler kötü yönetildi. Bu kulübün profesyonellerinden kaynaklanmıyor, tam tersine kulübün seçilmişlerinin yaptıkları, plansız, programsız bazı durumlarda fevri hareketlerden kaynaklanıyor. Bunu da engellemenin yolu bulunmuyor. Bir karakterin reflektif davranışları asla engellenemez.

Kulüp yine geleceğe yönelik sistemli bir yapılanma içerisinde gözükmüyor. Divan kurulunda “bu zamana kadar bakkal dükkanı gibi kulübü yönetmişiz” ifadelerini doğrular şekilde bir yönetim tarzı kendisini her yerde gösteriyor. Heyecan, öfke, üzüntü gibi insani duygular rasyonel hareket etmesi gereken tüzel kişiliği teslim almış durumda. Kulübün yönetim aklı sadece hata üretiyor.

Kulüp yönetimi ile kendi taraftarı arasında aşılması çok zor bir uçurum var. Bugün kulüp yönetiminden kim mutlu desek, yönetim üyelerinin kendisi dışında gösterebileceğimiz pek az insan var. Taraftar da son 1 yılda yaşanan gelişmelerden sonra sürekli birbirini suçlayan, birbiriyle mücadele eden, birbirine öfke kusan bir hale geldi. Cepheler keskinleşti, insanlar arasında sağlıklı bir tartışma yapılmasını imkansız kılan bir cephedaşlık duygusu belirdi. Birbirinden nefret eden, birbirinden uzaklaşan, acıları ve sevinçleri farklılaşan bir bölünme atmosferi kulübü sarıyor. Alex olayı bu travmaların başlangıcı ise, arka arkaya gelen olaylar da travmaların derinleşmesine neden oldu. Bugün kısa zamanda bir sulh imkanı da bulunmuyor.

Esas inanılmaz olan 3 Temmuz sürecinde, gerçekten çok farklı bir insan portresi çizen, Nazım Hikmet şiirlerine referans veren, Aykut Hoca’nın arkasında duran, bir toplumsal figür haline dönüşen, Leman'a hem de pozitif olarak kapak olan, Cengiz Çandar’dan Ertuğrul Özkök’e, Ahmet Hakan’dan Ahmet Şık’a kadar çok geniş bir kesimden tutumu nedeniyle takdir toplayan Aziz Yıldırım’ın 1 yılda bütünüyle yalnızlaşması oldu. 3 Temmuz sürecindeki Aziz Yıldırım ile bugünkü Aziz Yıldırım arasında kapanmaz bir uçurum var.

Aziz Yıldırım 3 Temmuz sürecinde kendisine ve Fenerbahçe’ye yapılan haksızlığa karşı çıkan insanların kendisine sonsuz bir biat duyduğunu zannediyorsa yanılıyor. Böyle bir şey asla olmadı. 3 Temmuz kendisinin her hatasına verilen bir açık çek değildi, tersine geçmişte yaptığı hataların üstünü kapatan, tutumuyla da gelecek için kendisine bir kredi açılmasına vesile olan bir süreçti. Bugün bu kredinin çok kötü kullanıldığı gözüküyor.

Fenerbahçe açısından 3 Temmuz süreci yasal olarak sürse de psikolojik olarak artık bitti. Daha önemlisi, Fenerbahçe’nin de artık eski tip, tek adam üzerinden yürüyen, duygusal, anlık, konjuktürel, eski hataları aynen tekrar eden bir yönetim anlayışına tahammülü kalmadı. Kulüp yenilenme istiyor.

Bu olaylar sonrasında Aziz Yıldırım teknik direktör mevkisine Löw’ü, sportif direktörlüğe Rıdvan’ı getirse, takımın soluna Ribery’i, sağına Robben’i alsa, 3 Temmuz sürecindeki psikolojiye, toplumsal algıya ulaşması mümkün olmayacak. Destek bulamaz demiyorum. Aksine büyük destek de bulur. Türkiye’de başarının üstünü kapatamayacağı tek bir hata yoktur. Ancak 3 Temmuz’da oluşan o aura da artık yırtıldı.

Bugün artık idari kararlar veren, verdiği kararların da idari mesuliyeti üzerinde olan, tam olarak vaad ettikleri ve yapamadıkları ile değerlendirilecek bir Aziz Yıldırım var. Fenerbahçe yönetimi ile Fikret Orman yönetimi arasındaki yegane fark, yaşanmış olan hatıralar ve onların da hepsi iyi değil. Bu zamana kadarki uygulamalar da yönetimin devrimci bir değişikliğe imza atacağını göstermiyor. Yönetim tarzı bu ve bu yönetim tarzı bütün sonuçlarıyla kendisini tekrar edecek.

Fenerbahçe sürekli krizlere yuvarlanan, devamlı trajediler yaşayan, bir şeylerin üstüne katmak yerine başlangıç noktasına dönen, sürekli aynı dilemmalara mahkum olan, bu kaderi de kendi kendisine üreten bir kulüp olarak yola devam edemez.

Velhasıl kelam, aşağıdan yukarıdan, yolun sonu gözüküyor.

Belki artık gitme vakti gelmiş demektir.

Devamı ...

Artık Yeter...


Daha bir gün önce normal şeyler konuşmak istiyoruz diye bir alt posttaki podcastin girişine yazmıştım ama Fenerbahçeliyseniz ne mümkün. Bir Fenerbahçe geleneği olarak durup dururken kaosa girdiğimiz bir döneme daha merhaba dedik Kulubün son 15 senesindeki bütün kaoslarda olduğu gibi bunun aktörü de Aziz Yıldırım. Devre arasında rica minnet göreve geri döndürerek kamuoyu önünde zor durumda bıraktıkları Aykut Kocaman’la, transfer konusundaki anlaşmazlık ve Ali Yıldırım’la hoca arasındaki diyalog gerekçe gösterilerek köprüleri atmış oldu Aziz Yıldırım.

Duyunca şaşırdığımız garipsediğimiz bir durum değil bu. Aziz Yıldırım’la konuşmanın, diyalog kurmanın, çalışmanın ve onun kendi görev alanınıza müdahale etmemesini beklemenin ne kadar zor olduğunu az çok Aziz Yıldırım’ı dışarıdan takip eden herkes biliyordur zaten.
Her antrenör görevden alınabilir, başkanla hedefi uyuşmaz,ekonomik açıdan problem olabilir bin bir türlü mesele olabilir, ama bunlar olurken işin içine kişisel duygular karıştırılmaz. Aziz Yıldırım Pazar gecesi kafasını yastığa koyduğunda aklından hocayı göndereceği geçmiyor muhtemelen ama Pazartesi gecesi şak diye hocayla köprüleri atabiliyor.Başkan kulübü iyice kendi çiftliği zannediyor.

Fenerbahçe Kulübü kararların uzun vadeli alındığı, anlık öfke ve uyuşmazlıkların mevcut sözleri ve taahhütleri yok edemediği bir düzenle yönetilmesi gerekirken tam tersi başkanın işleri tamaman kişiselleştirip “kafama eseni yaparım”, “her şeyi en iyi ben bilirim” “benim dışımdaki kimse vazgeçilmez değildir” kafası yüzünden uzun vadeli bir şey yapabilmenin mümkün olmadığı bir kulüp haline geldi.

Aziz Yıldırım Zico’yu gönderirken de işin içine kişisel takıntılarını katmıştı, yok kardeşi problem çıkarıyor yok antrenmanda tercüman şut atıyor diye adamı gönderdiler, Alex krizinde yine işi kişiselleştirdi, ayak ayak üstüne atıp twit atmaya bağladı, Daum’un sözleşmesi feshedilecekken adama üç kuruş daha az verelim diye görevinin başında olduğunu resmi sitede açıklayıp kimsenin olmadığı Samandıra’ya gelmesi için tebligat yapıp adamı güya itibarsızlaştırdı. Aurelio’nun ve Tuncay’ın takımdan ayrılmalarında da başkanın menajerleriyle değil oyuncuların kendisiyle görüşeceğim takıntısının etkili olduğunu biliyoruz, Ömer Aşık’ın takımın ihtiyacı varken sırf kulüpten yasal hakkını kullanıp alacağını istediği için başkan hazretleri öyle istiyor diye 6 ay oynatılmadığını da biliyoruz.

Bu örnekler kamuoyuna yansıyan örnekler kim bilir bizim bilmediğimiz kamuya yansımayan daha neler var. Bütün bunların sonunda kulüp linç edilirken hiçbir yöneticisi ağzını açamazken kulübe sahip çıkmış, geçen yıl neredeyse hem başkan hem antrenör hem liderlik yapmış bir adama, üstelik “beraber geldik beraber gideceğiz” diye 50 kere kamuoyu önünde sözlü beyanda bulunmuşken bu muamele artık insanlıkla falan açıklanamaz.

Aziz Yıldırım kendisine kulüp işgal altındayken, haksızlığa uğradığına emin olduğumuz dönemde verilen desteği kendisine kayıt şatsız biat edildiğine yordu herhalde. Ayrıca kulüpte öne çıkan her figürle bir süre sonra kavgalı hale gelmesi de tesadüf olamaz. Başkan kendisi dışında Fenerbahçe için iyiyi ve doğruyu kimsenin bilemeyeceğine yürekten inanıyor. Muhtemelen Fenerbahçe’yi kendisinin en çok sevdiğini de düşünüyordur. Belki haklıdır da ancak artık birisi kendisine Fenerbahçe’yi sevmenin ona zarar vermesini engelleyemediğini söylesin bir zahmet.

Aykut Kocaman’ın kafasındaki oyun sisteminin Fenerbahçe’yi Türkiye Ligi’nde çok ileriye götürebilecek bir oyun sistemi olduğunu düşünmeyen birisi olarak bu kulüpte değişmesi gereken öncelikli şeyin teknik direktörden ziyade artık takıntılı hale gelmiş bu yönetim üslubuna sahip kişi olması gerektiğini düşünüyorum. Ortada yönetim kurulu olmayan her şeyin tek kişinin iki dudağı arasında olduğu, 3 ay önce verdiği sözü bile tutmayan, tutmadığı gibi taraftara izah bile etmeyen bir yönetimle Fenerbahçe hiçbir yere gidemez.

Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’nin hakkını gasp edenlere değil de bir şekilde taraftarla arasında bağ oluşmuş bu kulübün değerlerine gösterdiği hoyratlığı artık kabul edemiyorum. Birazcık iyi anılmak istiyorsa olağanüstü kongreye gidip kurumsallaşıyoruz geyiğiyle iyice çiftliğe çevirdiği kulübün önünü açsın artık. Fenerbahçe Alaattin Metin dışında kimseyle doğru düzgün iletişim kuramayan, kardeşiyle, kulübünün efsaneleriyle bile kavga eden, 80 yaşındaki Divan Başkanı’nı bile azarlayan bir başkandan daha iyisini hak ediyor. Artık yeter…

Aykut Kocaman için de son sözle bitireyim. 3 Temmuz sonrasındaki kulübe kol kanat giren liderliği için kendisine şükran borçluyuz. Yıllar sonra kendisinin ismi zikredildiğinde sportif başarı ya da başarısızlıktan ziyade o zaman ki duruşunu hatırlayacağımızı düşünüyorum. Devre arasındaki istifadan başkana güvenerek dönmesinin o zamanda doğru olmadığını düşünüyordum hala da aynı görüşteyim. Umarım kendisinin başkan olabileceği bir Fenerbahçe ileride mümkün olabilir.

Devamı ...

Podcast #1


Genelde sevimsiz, konuşmayı çok sevmediğimiz şeyler üzerine söz söyleme durumunda kalıyoruz.Ülkenin spor gündemi biraz buna mecbur bırakıyor maalesef, oysa bu meselelerden önce uzun uzun basketbol ,voleybol, atletizm, tenis konuşabiliyorduk kendi aramızda da. Düzenli olarak yapmayı tasarladığımız bu ses kayıtlarında da biraz sporun masa başını adli taraflarını değil mümkün olabildiğince kendisini konuşmayı deneyeceğiz. Ne kadar başarılı olabileceğiz, ülke gündemi yine bize olması gerekeni değil mevcut olanı mı dayatacak zamanla göreceğiz. Ses kayıtlarının genelde konuşanların rızası ve haberi olmadan yapıldığı bu “gizli tapeler” ülkesinde gönül rızasıyla yapılmış ve Roland Garros,Dortmund-Bayern finali, Türkiye’de sportif direktör nedir ne yapar meselesi, ve “Biz Kazanacağız” bildirisi üzerine konuştuğumuz ses kaydını paylaşalım. Gizli tapeleri dinlemek kadar heyecan verici değil tabi ama idare edin artık.



İkinci bölüm

Devamı ...

21 Mayıs 2013

Marjinal Bir Gruptan - Taksim'de Biber Gazından Kurtulma Klavuzu



Marjinal bir grup, Taksim'deki yüksek biber gazı etkisine rağmen haklarını kullanmak isteyenlerle, sadece Taksim'de yürümek isteyenler için bir "kurtulma klavuzu" hazırlayarak sunmuş, arada Taksim'e çıkasınız gelir, marjinal marjinal anayasada yer alan özgürlüklerinizi filan kullanmak istersiniz, aklınızdan çıkarmayın. Devamı ...

20 Mayıs 2013

Sezon değerlendirmesi: Transferler


Transfer dönemleri bir kulübün eksikliklerini tespit ederek tamamladığı en önemli dönemler. Eksikleri derken, muğlak tanımlar üzerinden de konuşmaya gerek yok. Çok genel geçer bir tanım yapacaksak, herhangi bir kulüp, transfer döneminde, elindeki maddi imkanlar ve saygınlığının izin verdiği ölçüde, hedefleri doğrultusunda, pazarlama imkanlarını ve buradan gelebilecek olan gelirleri de hesaba katarak, mevcut kadrosunun genel kalitesi altına düşmüş olan mevkilerde o kaliteyi yukarı çıkartacak oyuncular alır veya genel olarak takım kalitesini bir üst seviyeye taşıyacak olan futbolcularla anlaşır. Transfer döneminin amacı basitçe, takımın hedeflere daha uygun bir oyuncu grubuna kavuşmasıdır.

2011 – 2012 sezonu sonunda Fenerbahçe’nin ilk 11’i şu şekildeydi


Bu kadronun yedekleri ise Mert Günok – Özgür Çek, Bekir İrtegün, Bilica, Orhan Şam – Selçuk Şahin, Sezer Öztürk, Gökay İravul, Özer Hurmacı, İssiar Dia, Caner Erkin, Bienvenu ve Semih Şentürk’ten oluşuyordu.

Kadronun temel sorunları da bu şekilde rahatça gözükebilir.

Birincisi, stoper ve solbek mevkii aksıyordu. Ziegler toplam 42 maçta oynamasına rağmen, sıradan bir oyuncu, stoperde ise Yobo’nun yanında oynayan Bekir, Serdar ve Bilica bu mevki açısından yine orta seviye oyuncular olarak gözüküyordu. Fenerbahçe bu kadroyla 34 maçta 34 gol yedi ve maç başına 1 gol yeme ortalaması ile oynadı. (Bu sezon 34 maçta 39 gol yiyerek 1,14'lük bir ortalama yakaladık)

Orta sahanın göbeğinde Emre, Selçuk, Baroni rotasyonu gözüküyordu. Emre sadece 26 maçta ilk 11 oynayabildi, Selçuk 19 maçta ilk 11’de sahaya çıkarken Baroni toplam 41 maç oynadı. Ancak orta sahanın göbeğindeki sorun da tam olarak bu rakamlarla gözüküyor. Emre mevkisi açısından çok iyi bir oyuncu olmasına rağmen devamsızdı, Selçuk ve Baroni ise farklı niteliklerde oyuncular olmalarına rağmen orta sahanın göbeğinde, oyunu çift taraflı oynayabilecek, sertlik ve güce sahip değildi. İleri uçta sağ kanatta bulunan Mehmet Topuz, çoğu zaman göbeği desteklemesine karşın ortalama bir sezon geçirdi. Sezonun süprizi Stoch’un 28 maçta ilk 11 başlayıp 13 gol atması oldu. Alex 34 maçta ilk 11 başlayıp 19 gol atarken forvet oynayan Sow türlü sakatlıklar sebebiyle sadece 14 maçta oynayabildi.

Toplarsak, Fenerbahçe’nin sezon sonunda bir solbek, bir stoper, bir orta saha göbek, bir tane sağ kanat, bir tane sol kanat ve Sow’u yedekleyecek iyi bir forvete ihtiyacı vardı. Asgari 6 transfer yapılması gerekiyordu.

Fenerbahçe sezon başında 9 oyuncuyla yollarını ayrıldı. Bu oyuncular arasında Emre de bulunmaktaydı.

Böylece Emre’nin eksikliğini hesaba katarsak bir solbek, bir stoper, iki orta saha göbek, bir tane sağ kanat, bir tane sol kanat ve bir de forvet oyuncusu alınması gerekiyordu.

Yaz sezonunda 8 oyuncu takıma katıldı. Sol bek olarak Hasan Ali Kaldırım, stoper olarak Egemen Korkmaz transfer edildi. Orta sahanın göbeğine Raul Meireles ve Mehmet Topal alınırken, kanatlara Kuyt ve Krasic alındı. Muhtemelen sezon başında Kuyt’tan forvet yedeği olarak da katkı koyması bekleniyordu. Ekstra oyuncu olarak ise Bucaspor’da oynayan 18 yaşındaki Salih Uçan 1,5 milyon € karşılığında kulübe kazandırıldı. Transferlerin toplam bedeli 39 milyon € tutarındaydı.

Kağıt üstünde bakıldığı zaman bu transferlerin doğru noktalara olduğu söylenebilir. Ancak ne yazık ki hayat kağıt üstünde gitmiyor.

En baştan başlayalım, Hasan Ali Kaldırım iyi bir solbek. Ancak hala yedeği bulunmuyor. Sezon başında Ziegler de gönderildiği için Fenerbahçe Hasan Ali Kaldırım – Özgür Çek rotasyonuna kaldı. Egemen Trabzon ve Beşiktaş’ta oynamış başarılı bir stoper olmasına rağmen takıma adapte olamadı veya Bekir’i kesemedi. Kendisinden ancak sezon sonuna doğru biraz verim alınabildi.

Orta sahaya alınan Raul Meireles ve Mehmet Topal ikilisinden Mehmet Topal takıma daha fazla katkı sağladı. Raul, Kuyt’ın 54 maç oynadığı sezonda sadece 33 maç oynayabildi. Aldığı haklı haksız kartlar ve cezaların yanı sıra, düzensizliği ile de takımın omurgasını eksik bıraktı. Üstelik, o mevkinin gerektirdiği profesyonel agresiflikten, güçten ve caydırıcılık gibi özelliklerden de yoksun bir oyuncu olarak gözüktü.

Krasic sezon boyunca hiç yoktu ve ne sol ne de sağ kanada herhangi bir katkı sağlayabildi. Onun aksine Kuyt takıma inanılmaz bir katkı sağlasa da teknik vasıfları düşük olduğu için bu katkının doğrudan sonuca yansıdığı çok az maç izleyebildik. (Kendisi hakkında kötü konuşmayacağıma dair Yoğurtçu'da yemin ettim.) Mücadeleciliği, takıma yaptığı liderlik ve saha içi motivasyonu ile önemli bir unsur olsa da onun teknik eksikliklerini kapatabilecek, oyunun kilitlendiği noktalarda ekstra katkılar sağlayabilecek bir oyuncu ihtiyacı gözüküyor.

Alex’in gidişinden sonra onun mevkisini Baroni doldurmaya çalıştı. Baroni tahmin edileceği gibi bu mevki için de çok yetersiz bir oyuncu. Esasında Baroni tam olarak hangi mevki için yeterli bir oyuncu olduğunu tam olarak çözemediğim bir oyuncu. Dolayısıyla bu problemi çözme yükünü uygun fiyatla gideceği herhangi bir başka takım taraftarının omzuna bırakmasını diliyorum. Bir kaç senedir kendisini izliyoruz, biz bu denklemi sonuca erdiremedik, bir de onlar şanslarını denesinler.

Sol kanatta ise Stoch’un hayatın diğer zevklerine olan motivasyonunun saha içinden daha fazla olması nedeniyle rotasyondan çıkması ile bu kanat tam olarak boş kaldı. Stoch sezon boyunca sadece 18 maçta ilk 11'de oynayabildi, 1597 dakika süre aldı ve hiç gol atamadı. 1597 dakika yaklaşık 26 saat veya Stoch'un iki haftalık gece yaşantısında barlarda harcadığı süreye eşit.

Ne oldu? Sezon ortasında Fenerbahçe yine tam da bu eksiklikler nedeniyle Ziegler, Emre ve Webo’yu transfer etti. Bu oyuncular takıma bir kadro derinliği katsa da nihayetinde Ziegler mevkisi ve kapasitesi, Emre kronik sorunları nedeniyle ancak belirli bir ölçekte katkı sağlayabildi. Webo ise inanılmaz verimli bir transfer olarak kendini gösterdi yine de Sow'suz kalan Webo'nun, Vito Corleone'siz kalan Sonny, Batmansiz Robin, Tayyip Erdoğan'dan ayrı düşmüş Egemen Bağış gibi olduğu da bir gerçek.

Bir ara toplam yaparsak, Fenerbahçe ihtiyacı olan mevkilere yüksek bedeller ödeyerek bazı futbolcular aldı, ancak bu futbolcuların yapısı, karakter ve oyun özellikleri nedeniyle ancak çok az bir kısmından üst düzey verim alabildi, takımın da kronik sorunlar olan sol bek, stoper, orta saha göbek ile kanat bölgelerindeki eksikliği devam etti, bu sorunlar giderilemedi.

Bu sezondan çıkan bir tane ders olmalı, demek ki sadece ihtiyaç duyulan mevkilere oyuncu almak yetmiyor, o oyuncunun niteliği, devamlılığı ve oyundaki eksiklikleri çözme becerisine de sahip olması gerekiyor.

Bu sezon, aynı bir önceki sezon gibi hala sol bek, stoper, orta saha göbek ve kanatlara oyuncu almamız lazım. Bunun yanında forvet arkasındaki orta saha mevkiine de bir oyuncu ihtiyacı gözüküyor. Fenerbahçe’nin Raul / Selçuk, Emre / Topal, Baroni / Salih rotasyonundan oluşan merkez bölgesi istikrarsız ve verimsiz. Bu şekilde bakıldığı zaman, geçen seneki transfer operasyonun da başarısız olduğunu söylemek lazım. Eğer eksiklikler aynen devam ediyorsa, o zaman o transferlerden başarılı diye sözetmek de mümkün değil.

Bu oyuncuların da herhangi bir oyuncu olmaması, belirli bir oyuncu tipinde olması gerekiyor. Örneğin orta saha göbekteki oyuncunun devamlı, istikrarlı ve mücadeleci –günlük deyişle Appiah tipinde- bir oyuncu olması, arada bir söylediğim gibi Uruk Hai standartlarında sahada forma kapması gerekiyor.

Baroni’nin bugün doldurmaya çalıştığı mevkiye ise oyunun iki bölümünde de katkı sağlayabilen, teknik yeteneği yüksek ve duran top kullanabilen bir oyuncu alınması, bu oyuncunun da çift antreman sonrasında bir çift antremanı da gece yaşantısında yapmaması tercih edilir.

Stoper mevkiinde Yobo’nun da sorunları düşünülürse en az iki oyuncu alınmasında büyük fayda var. Böyle baktığımız zaman önceliğin solbek mevkiinde olmadığını söyleyebiliriz. Ziegler – Hasan Ali Kaldırım ikilisi, iyi bir orta saha göbeği, önlerinde iyi bir sol kanat oyuncusu ve yanlarında iyi bir stoper ikilisi ile bu işi rahatlıkla götürebilirler. Zaten bir solbekin Marcelo olsa bugün Fenerbahçe’nin sahip olduğu fundamental sorunlar ortadayken çok önemli bir fark yaratması da mevkisi itibariyle mümkün değil.

O halde Fenerbahçe’nin transfer listesinde asgari 2 stoper, 2 orta saha, 1 kanat oyuncusu olması gerekiyor. Bu durumda Fenerbahçe'nin Volkan – Hasan Ali Kaldırım – Stoper – Stoper – Gökhan, DMC – Emre / Topal, AMC, Kuyt – Sow – AML gibi bir dizilişle sahada olmasını dileriz.

Bu bakımdan son günlerde konuşulan Fernandes ve Emenike transferleri de kağıt üstünde iyi transferler olarak gözüküyor ama Emenike’nin sakatlığı, Fernandes’in Hugh Hefner olma hayalleri bu transferlerin de endişe yaratmasına neden oluyor. Üstelik daha stoperlerden, DMC’den bahsetmedik bile.

Şimdiden söylemek lazım, gelecek sezonun şampiyonunu bu sene yazın yapılacak transferler belirleyecek. Beşiktaş stat değiştiriyor, ekonomik sorunları devam ediyor ve yeni bir teknik direktör bulması gerekiyor, Trabzonspor’un çok temel mali ve idari sorunları var. Dolayısıyla şampiyonluk yarışı bir süpriz olmazsa bir kez daha Fenerbahçe ve Galatasaray arasında geçecek.

Galatasaray çok iyi bir orta saha ve forvet hattına sahip. 2 yılda kurulan bu omurganın üzerine iyi stoper transferleri ile gelecek sene daha da güçlenmiş bir kadroya sahip olacak. Aradaki bu farkı kapatmanın ilk yolu, etkin, güçlü ve derin bir kadroya ulaşarak kadro kalitesini yukarı çekmekten geçiyor. Eğer her zaman olduğu gibi ortalığa büyük yıldız isimleri atıp, transferin son gününde Josico, Maldonado, Kezman, Bienvenu benzeri transferler yapılacaksa, şimdiden yönetime hiç zahmet etmemelerini söylemek lazım, sene başında Şampiyon olmamayı kabul edip, sonra gerginlik yaratmanın alemi yok.

Devamı ...

15 Mayıs 2013

Muza Yenilmek: İnkarın zehirli futbol atmosferini büyütmekten başka ne faydası var?


Biri bana gelip deseydi ki, Fenerbahçe yönetimi bir gün gelecek, sahaya muz atan bir insanı yanına oturtacak ve delilleriyle birlikte esasında sahaya muz atma eyleminin ırkçılık değil de tamamen hakaret kastı ile yapıldığını anlatmaya çalışacak, yemin ediyorum inanmazdım.

İnanmamak için de çok iyi bir nedenim vardı, hangi yönetim bununla neden uğraşsın ki? Yani bir şahıs sahaya muz atıyorsa, nedeninden bağımsız olarak sahaya yabancı bir madde atmak zaten suç, bunu hakaret kastıyla yapmak başlı başına kötü, ırkçı saiklerle yaptıysa da tamamen kabul edilemez.

Bir yönetim ne yapardı? Önümüzde iki yol var. Biri ahlaki olan. Diğeri de makyevalist olan. Ahlaki olan bize diyor ki hemen bu olayı kına, arana mesafeyi koy ve bunu yapan şahısları ilgili mercilere ilet. Bu kadar basit.

İkinci stratejiye makyevalist strateji diyelim. Şöyle kurgulayalım. Kulübe saldıranlar var, yapılan eylemden bağımsız olarak kulübün bu olaydan dolayı bir zarar almaması en temel nokta. Bu halde, ne yapılabilir? İki strateji var. Birincisi olayla arana mesafe koyma, ikincisi ise olayı örtbas / inkar etme stratejisi.

Örtbas stratejisi uygulanabilir mi? Uygulanamayacağını görüyoruz. 50 kamera ile çekim yapılan, binlerce insanın olduğu bir yerde konunun gizli kalması mümkün değil. Nitekim konu da gizli kalmadı, hemen ortaya çıktı. Konunun ortaya çıkmasına neden olan resim “gerçek dışı” bir resim de olsa, nihayetinde bu şahsın yalnız olmadığını, başka insanların da sahaya muz getirdiğini ve attığını biliyoruz. Biliyoruz derken de havadan biliyor değiliz, bakın yukarıda fotoğrafı duruyor. Dolayısıyla maddeten bu konuyu örtbas etme, üstünü kapatma şansı var mı? Yok. Neden yok? Çünkü madem ki son derece makyevalist, bir savaş hukuku içerisinde hareket eden ve düşmanlarla / biz arasındaki dengeyi 0 toplamlı bir oyun olarak gören bir zihniyete sahibiz, o zaman bir rakip olduğunu da kabul etmek, bunların zarar verme kastıyla da hareket edeceğini düşünmek zorundayız. Zaten böyle düşünmüyorsak neden bu noktaya geldik? O halde, “Fenerbahçeli olmayan ve bu konuyu örtbas etmek istemeyen” insanlar da varlar, onlar da bu konuyu kaşıyacaklar, bu konuyu da ortaya çıkartacaklar. Ne yapılması lazım?

En basit ve doğru yöntem çok somut olarak önümüzde duruyor. Bir futbolcuya muz atmak hukuka aykırı mı? Aykırı. Bir futbolcuya “maymun demek” iştahı ile muz atmak daha da kabul edilemez mi? Evet edilemez. Bu edimin kendisi zaten “ırkçı” bir tandans taşıyor mu? Evet taşıyor. Irkçılık zaten “kasttan” bağımsız olarak eylemin içinde bulunuyor. Diyelim ki bu vatandaş bu eylemi sahada zerre futbolcu yokken yapmış olsun, bu halde dahi bir sorun olduğu açık mı? Açık.

O zaman sadece makyevalist güdülerle ve kendisini korumak isteyen yönetimin yapması gereken şey de somut olarak gözüküyor. Stat kamerasından gereken görüntüleri alırdı, ilgili delilleri toparlardı, yetkili merciilere bu görüntüleri verirdi. Yetmez, bu arkadaş sahaya yabancı madde attığı için kombinesini iptal ederdi, sonra da kısa bir açıklama yapardı.

“Fenerbahçe stadında ırkçı olduğu öne sürülen bu eylemlere ilişkin olarak leyhe ve aleyhe tüm deliller yönetimimiz tarafından toplanmış olup ilgilli mercilere iletilmiş ve takdiri kendilerine bırakılmıştır. Fenerbahçe kurulduğu günden bugüne kadar insani değerlerin ve ahlakın simgesi olmuş, bu değerlere gönülden inanmış, bünyesinde her zaman çok farklı milletlerden sporcuları barındırmış ve efsaneleri arasına almış bir kulüp olarak etnik, kültürel, dini hiçbir ayrımcılığın parçası olmayacağı gibi bu tip eylemlerin de her zaman karşısındadır.”

Nokta. Bitti. Kimsenin diyecek bir lafı olmazdı.

Ne yapıldı? En mantıksız olan. Bir üçüncü dünya ülkesi kompleksi içerisinde inkarcı bir tutum sergilenerek eylemin esasında ırkçı bir saik gütmediği anlatılmaya ve eylem “masumlaştırılmaya” çalışıldı. Halbuki eylemin hukuki niteliğini ölçecek makam mı yönetim? Eylem yönetimin emri ve komutasıyla mı yapıldı? Fenerbahçe çalışanları mı icra etti? Profesyoneller ellerine muz alıp saha kenarında potasyum ölçümü mü yaptı? Fenerbahçe Yönetimine ne? Yönetim adı üstünde sevk ve idare eden bir kuruldan ibarettir, mahkeme olmadığı gibi hukuki somut gerçekliğe ulaşması gereken bir başka organ da değildir. Yönetim icra eder, bu icrası sırasında da koordine eder, üçüncü şahısların yaptıkları da kendisini bağlamaz. Sahaya muz atan taraftar muz atmak yerine sahaya girip fiili saldırıya kalkışsa yönetim “esasında tam da vurmak istememiş olabilir, erkenden yakaladık, belki biraz hava almaya ihtiyacı vardı” diye açıklama mı yapıyor? Hayır. Delilleri topluyor, gönderiyor. Taraftar meşale yakmaya kalksa yönetim ne yapıyor? O meşale yakanları tespit ediyor, kombinelerini iptal ediyor. Hangi saikle yakıldıysa yakılsın. Velhasıl, taraftar ile yönetim arasında bir fark var, o yüzden birinin “temsil” kabiliyeti var birinin de yok. Biri bir eylem yapınca da yönetim eskiden beri bu eylemin somut hukuki niteliğini tespit yerine, kendisinin görevini yerine getiriyor.

Fenerbahçe camiası ırkçı olamayacak kadar büyük bir camia. Şimdi yönetim neden muz atma eyleminin “hukuki” niteliğini, şahsın kastını, bu konudaki taammüdü tartışıyor? Bize ne? Bu eylem diyelim ki ırkçı bir eylem değil, bu eylemi yapıp sahaya muz atma parlak fikrini gösteren şahıs gitsin bunu anlatsın. Açmıydı, neydi, canı meyva salatası mı çekti, Eboue’nin vitamin eksikliğini keşfettiği için mi bu yola girdi, esasında zenci arkadaşları olan çok kral bir hümanist mi bize ne? Bir yönetimin uğraşacağı işler listesinde, bütün taraftarların yaptıkları eylemleri tek tek izah etmek ve gerçeği bulacak bir mahkeme gibi davranmak olabilir mi? “Hükümet istifa” gibi son derece meşru ve demokratik bir hakkın kullanımında birden bire bu eylemi yapanları “marjinalize” edecek bir söylemi internet sitesine basacak yönetim de herhalde bunun böyle olmadığını biliyordur.

Sonuçta bu inkar ve örtbas stratejisinin hem yönetimin görevi olmadığı hem de yapılacak işler listesinde bulunmadığı ortada. Evet Galatasaray camiası içerisinde birileri bu olayı Fenerbahçe adına yanlış bir algı üretmek için kullanıyor, buradan bir saldırı noktası yakalayarak gündemi değiştirmek istiyor olabilir, birileri de son derece halis duygularla ırkçılığa karşı bayrak açıyor olabilir. Rakibin tutumu da bu konuda bizi ilgilendirmiyor. Rakibin konumuna göre değil, kendi ahlak kurallarımıza göre davranmamız gereken bir alan bu. Sorun şurada, evet rakip bunu kullanabilir, bu konuda obsesif olan ve Galatasaray’ı Filistinlilerin İsrail’i gördüğü gibi görmeye başlamış olanlar da bunun hakkını vermek zorundadır. Eğer gerçekten algıladıkları dünya böyle ise o zaman o dünyaya uygun davranmak, bu konunun üstünün kapatılamayacağını fark etmek, kulübü bağlamayan bu davranışın bedellerini kulübün ödememesi için de gereken asgari hareketi ifa etmek zorundalar. O da işte yukarıda anlattığımız, çok basit bir eylem dizesi. Delilleri paylaş, kararı ilgili merciye bırak, Fenerbahçe’nin ırkçılık ile alakası olamayacağını belirt. Bitti.

Ancak yapılan ne? Tam da zurnanın zırt diyeceği bir kötü iletişim stratejisi. Şunu görebiliyoruz, Fenerbahçe’ye yönelik aşırı bir sevgi ve Fenerbahçe’ye her an zarar vermeye odaklanmış düşmanlar olduğuna iman ile oluşan bir algı var. Bu algı da çok sağlıksız değil. Gerçekten de böyle bir sevgi ve gerçekten de Fenerbahçe düşmanları var. Gerçekten de birileri Fenerbahçe’ye zarar vermeye çalışıyor ve her koşulu da bunu hayata geçirmek için kullanıyor. Dolayısıyla bazıları için içerisinde hakikatin mahpus olduğu bir savaş düzlemindeyiz, bu savaş düzleminde de Türkiye’nin hallerine çok benzeyen bir şekilde doğruların bir önemi yok, yerine fayda ve zarar var. Fayda ve zararı da çok basit olarak “düşmana yarıyorsa zarar, düşmana zarar veriyorsa yarar” üzerinden algılayıp, hakikati buraya gömebiliyoruz.

Bu durum bir yerde Türkiye’nin hallerine de çok benziyor. Siyasi ortam zaten böyle. Ancak olgularla iletişimimiz de tam olarak bu reflekslerle biçimleniyor. Yani bu ülkede insanların öğrendiği temel yöntem bu. Bize ait ise reddet, karşıya ait ise üstüne git stratejisi. Örneğin AKP Uludere olayında çok başka bir iletişim stratejisi uygulayabilirdi. Nedense bunun öteki kabul ettiği muhalefete “fayda” sağlayacağına inandı ve başka bir strateji seçti. Bu strateji de neredeyse dnamıza işlemiş bir basit yöntemden ibaret. "Olayı önemsizleştir, geçiştir, geçişmiyorsa normalleştir, normalleşmiyorsa inkar et." Ne oldu? “Her kürtaj bir uludere’dir” eşiğine geldi.

Halbuki ne oldu? Bu inkar stratejisi konuyu bitirmedi, bitirme gücü olmadığını da sayısız olayda görüyoruz. Bu tarihe kadar inkar stratejisi sadece konunun büyümesine, uzamasına ve inkar edenlerin de konudan sorumlu olmasına neden oldu, olacak. Halbuki kabul etmek ve gerekeni yapmak, yapıcı ve proaktif bir iletişim kurgulamak konunun büyümesini engellediği gibi moral olarak da insanın doğru alanda kalmasına neden oluyor.

Yani ne yapılabilirdi, bizim beklediğimiz tabi moral bir davranış sergilemekti. Yani bu arkadaşın durumundan bağımsız olarak, sahaya insanların da muz attığını biliyorsak, o zaman bu olayı kınamak, bu olayın sorumlularını da ilgili mercilere vermek yeterliydi. Bitti gitti. Ne oldu? Olay uzadıkça uzadı, inkar edildi, saçma sapan bir basın toplantısı yapıldı, olay sahiplenilmiş oldu ve buradan da bir zarara uğranılmayacağı hesaplandı. Ancak zarara uğrandı.

Bakın biz bir taraftar bloğuyuz ve taraftarız, buradan da söylüyorum, elde ırkçılık kastıyla yapıldığı çok belli olan bir eylem var. Bu eylemi yapan şahıslar da Fenerbahçe ailesini temsil etmiyor. Tam tersine Fenerbahçe’nin bizim anladığımız manada temsil ettiği her değerin karşısında yer alıyor. Bir insan afrika kökenli bir oyuncuya muz atıyorsa ve burada amacı “ırkçı” bir kastta bulunmak değil de karşıdakini tahrik etmek, sinirlendirmek, onu öfkelendirmek veya düz hakaret etmek bile olsa nihayetinde yaptığı bir insanın etnik kökeni sebebiyle onu aşağılamaktır ve ırkçı bir eylemdir. Irkçılık insanlık suçudur. Bu insan oturup bu eylemi ırkçı bulmayabilir, “orospu çocuğu mu deseydim” diyerek eylemi ile sövgüyü eşitleyebilir ancak doğrudan karşıdakinin ten rengi veya etnik grubu nedeniyle bir hakarette bulunuyorsa artık o dakikadan sonra yaptığı objektif olarak ırkçıdır ve zaten ırkçılığın tanımı budur. Bu arkadaş, Sow’a bayılabilir, Webo’nun hastası olabilir yani “ideolojik olarak” bir ırkçılığı da olmayabilir ancak somut eylemi ırkçıdır. Bizim açımızdan da bu kabul edilemez, bu arkadaşın da “cinlik” zannederek yaptığı bu aptalca eylem nedeniyle mutlaka cezalandırılması gerekir.

Ben böyle bir insanla yan yana duramam. Sadece sinsilik, tahrik etme güdüsü ve hakaret kastıyla bir insanın etnik grubunu ve hassasiyetlerini hedef seçerek oradan saldırmayı içine sindirebilecek ve bunun sonuçlarını dahi hesap edemeyen bir ahlaksız aptallığın yanında durmak öncelikle insaniyet adına bildiğimiz her türlü değerin de ayaklar altına alınması demektir.

İkincisi, Yönetimler yönetmekle mesuller ve bizim yönetimin de en az yaptığı şey herhangi bir süreci yönetmek. Derbi maçından bu zamana kadar Burak'ın öldüğünü, sahada saçma sapan olayların olduğunu öğrendik. Bu noktada bu tip olayları kınamak, bunların hiçbir şekilde kabul edilemez olduğunu ifade etmek çok mu zor?

Ünal Aysal bir mektup yazdı. İçeriği nedeniyle ben teşekkür ederim. Sadece güzel değil basbayağı doğru da bir mektup. Samimiyetini hep birlikte tartışabiliriz. Ancak bugün Ünal Aysal elimize en azından arkasında durmak zorunda olacağı ve hatırlatacağımız bir söz verdi. Kamuya açık bir şekilde böyle bir söz söylemek o sözün sorumluluğunu da almayı gerektirir. Yani bu taahhüt ve sorumluluk ile kendisini bağladı. Bir kerteriz noktası verdi. Dolayısıyla hepimizin bu yüzden de teşekkür etmesi gerekir. Yarın Galatasaray Yönetim Kurulu’nun davranışları o sözlerin ışığında yargılanacak.

Biz bunun Fenerbahçe yönetim kurulu tarafından da yapılmasını isterdik. Biz isterdik ki Fenerbahçe Yönetim Kurulu da bir mektup yayınlasın, Burak’ı kaybetmekten duyduğu acıyı ifade etsin, sahada yaşanan olayların kabul edilemez olduğunu, Türkiye’nin sporda bu düşmanlık ve nefret ortamından kurtulması gerektiğini, yöneticilere ve sporculara çok büyük görev düştüğünü, rakibi incitebilecek, tahrik edecek veya suçlayacak yorumlardan / davranışlardan kaçınılması gerektiğini söylesin. İsterdik ki evimizde, kendi soyunma odamızda “al al al” yazarak el hareketi çizen bir anlayışın da maç bitince saha ortasında kutlama yapma görüntüsü altında taraftarı tahrik etmeye çalışan anlayışın da sporda yeri olmadığını, bu davranışların övgüyle, kibirle karşılanmasının da futboldaki hastalıkları arttırdığını, herkesin bu davranışlardan bundan sonra uzak olması gerektiğini, Fenerbahçe’nin de benzer tahrik ve centilmenlik dışı hareketlerde bulunan sporcularına karşı yaptırım uygulayacağını ifade etsin. İsterdik ki Volkan takım kaptanı olarak sinirlerine hakim olamadığı ve Sabri’nin üstüne yürüdüğü için nazikçe özür dilesin, bizim saha içindeki bu hareketlerimiz sonra saha dışında kavgalara, başka insanların büyük acılar çekmesine neden oluyor desin, isterdik ki Meireles çıksın ve Sabri’nin davranışı üzerine yaptıklarının kendisine yakışmadığını, tahrik altında dahi olsa bu eylemde bulunmaması gerektiğini beyan etsin. O zaman Galatasaraylı oyuncuların ve yöneticilerin de buna benzer ahlaki tavırlar takınması gerektiğini yazar, çizer, söylerdik. O zaman bizim futbolcularımızla gurur duyar ve Galatasaraylıları eleştirebilirdik. Ancak evimiz bu haldeyken, önce evimize bakmak, önce kendimizi check etmek zorundayız.

19 yaşında bir genç öldü. Tencere dibin kara seninki benden kara tartışmasının hiçbir faydalı sonuca nail olamadığını görmek için daha kaç genç ölmesi gerekiyor? Evet Galatasaray’ın tarihinde de bir çok utanılacak, kabul edilemez olay var. Bunlar bizim de aynı şeyleri yapmamız için bir neden olmamalı. Fenerbahçe daha hafiflerini de yapmış olabilir ancak üretilen bu futbol atmosferinde bedelleri başkaları canlarıyla ödüyorsa daha sorumlu, daha ahlaki davranmak da gerekiyor. Evet Galatasaray’ın da suçları var, ancak bu tek başına bizim her yaptığımızı da meşru hale getirmiyor. Tam tersine Galatasaraylılar da bu sefer bize dönüp yaptıklarımızı sayıyor ve sonu gelmeyecek bir karşılıklı suçlama ortamında, nefreti büyütüyor, düşmanlığı güçlendiriyor, atmosferi zehirliyor ve kavga ediyoruz.

Yazıyı barış mesajıyla bitirmeyeceğim. Buna inanmıyorum. Her alanda bu kadar fanatikleşmiş, kutuplaşmış, düşmanlaşmış ve polarize olmuş bir toplumun spor alanında da barışın gerçekleşmesi mümkün değil. Birbirinden siyasi görüşü, etnik kökeni, dini inanışı, tuttuğu takım nedeniyle nefret eden ve ötekini düşman gören insanların çoğunlukta olduğu bir ülkede toplumsal kodlar da sporda barışı imkansız hale getiriyor. Ancak doğru davranabiliriz. Doğru davranmaya gayret edebiliriz. Bu gayret ve çaba sonucunda da en azından doğru bir şey yapmıştık diyebiliriz. Bu da bu atmosferde başımıza gelebilecek en büyük ödül, en azından birilerini eleştirme hakkını bizlere verir, hiçbir şey yoksa bile bu da çok değerli.
Devamı ...

13 Mayıs 2013

Göz Göre Göre "Nefret Cinayeti"


19 yaşında bir çocuğun ardından bir şeyler yazmak gerçekten çok zor, hele böyle saçma sapan bir gerekçeyle tuttuğu takımın formasını giydiği için öldürülen birinin ardından bir şeyler söylemek bir kat daha zorlaşıyor.

Önce bu cinayetin bir adını koyalım, bu iki holigan grup arasında çıkan bir kavgada olan bir olay değil, daha önce aralarında husumet bulunan bir kişi ya da grubun arasında gelişen bir olay da değil, ayrıca stadın ya da herhangi bir taraftar topluluğunun kalabalık olarak bulunduğu bir yerde vuku bulmuş da değil. Dolayısıyla bunu basit bir holigan cinayeti olarak nitelemek bence doğru teşhisi koymamızı engeller.

Bunun adı bir “nefret cinayeti”, yani birini sırf bir dine, ırka, cinsel yönelime sahip diye öldürmekle aynı kategoride değerlendirmek gerekiyor. Kurbanla fail arasında herhangi bir kişisel geçmiş/çatışma olmadan sadece failin görünen ya da bilinen bir simge/sembol üzerinden o anda spontane olarak zarara uğratılmasının literatürdeki adı nefret suçu ve bu olay özelinde de nefret suçu cinayet olarak karşımıza çıkıyor. Görgü tanığının ifadesine göre 19 yaşındaki Burak’ın muhtemelen yüzüne bakmadan arkası dönük olarak görüp seslenince daha göz göze bile gelmeden direkt bıçaklayacak kadar kin ve nefretin bir insanda birikebilmesini anlayabilmek normal bir insan idraki için çok zor ama iki senedir yaşadığımız iklimi teneffüs edince bu durumla karşılaşmanın da sadece bir zaman meselesi olduğunu maalesef görmek zorundayız
Şunu operasyonun üzerinden bir ay geçmişken bütün o nefret atmosferi kanlı canlıyken yazmışım

Bu "adalet" kamuflajı giymiş kör nefret bu halde sürer, medya Fenerbahçe'yi bütün şer odaklarının kalesi şeklinde göstermeye devam ederse Güneşli Pazartesi yi değil göz göre göre bir cinayetin olacağı anı resmeden Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi'ni yaşarız.

Ve ne acıdır ki bu kör nefretin olası kurbanlarından Fenerbahçe forması giymiş bir gence bir şey olursa yine bu linci hazırlayan, adalet sosuyla altına odun atan bu adamlar timsah gözyaşlarıyla bizim yanımızda saf tutarlar. Umarım şu süreçte kendilerine objektif diyen herkesin ne derece objektif olduğunu tüm Fenerbahçeliler görmüştür.

İki senedir dilim döndükçe 3 Temmuz meselesinin iyice çığırından çıktığını ve gittikçe hedefin Fenerbahçe kulübünden ziyade Fenerbahçeli olan herkese doğru teşmil edildiğini anlatmaya çalışıyorum. Akıl almaz bir medya kampanyasıyla insanların zihinlerine tecavüz edilip bütün Fenerbahçelileri kriminalize edip şeytanlaştırmaya çalışan bir medya söyleminin içinden geçtik ve hala da geçiyoruz. O dönemde yine asıl rahatsızlık eksenimin kulübün küme düşüp düşmemesinden ziyade çocuklarımızın sokakta Fenerbahçe formasıyla rahatça dolaşıp dolaşamayacağına doğru kaydığını da yazmışım. Dolayısıyla iki sene önce bile çok güncel olan bir tehdidin hala kanlı canlı bir tehdit olarak bütün Fenerbahçelilerin başında dolaştığını görmüş olduk bu olay gerekçesiyle.

Son iki senedir, futbol maçlarına gitmeyen toplu taraftar ortamlarında nadiren bulunmuş birisi olarak ben bile iki kez Fenerbahçeli olduğu(m) için bizzat taciz ve darpa maruz kalınan vakalara şahitlik ettim. İlkinde havaalanında polisin gözü önünde iki Galatasaraylı orta yaşlı adam üzerimdeki Fenerbahçe formasını görüp “hala utanmadan nasıl giyiyorsun çıkar o formayı” diye gayet tacizkar bir tonda laf attılar, ikincisi de geçen yıl Fenerbahçe-Galatasaray erkek voleybol maçından sonra Ankara’da metro duragında kapılar açılınca dışarıda bekleyen 10-15 Galatasaraylı içeriye girip Fenerbahçe formalı birisini bulup, dışarı çıkarıp, tekme tokat vurmaya başladılar. Metro kapıları kapanıp metro ordan ayrılsa muhtemelen çocuğun sonu çok daha kötü olabilirdi, metrodan inen 5-10 kişi çocuğu ellerinden zor aldılar.

3 Temmuz’dan sonra Fenerbahçe’ye dair olan her şeyi şeytanlaştırma girişiminin sokakta bir yankı bulmaması imkansızdı. Zaten Türkiye’de herhangi gruba ya da kişiye karşı işlenilen nefret cinayetlerinin arkasında mutlaka bir medya manipülasyonu olduğunu görürüz. Önce resmi bir kurum o kişi ya da grubu örtülü olarak hedef olan bir şey yapar, sonra medya bu söylemi sahiplenip ileri götürür ve sonunda da sokaktan birisi durumdan vazife çıkarıp bu nefret cinayeti ya da cürümünü işler. Sonra bu cinayete ortam hazırlayan herkes timsah gözyaşlarıyla sanki kendileri hiç sorumlu değilmiş gibi gereken yapılacak falan derler. Türkiye’deki yakın dönemdeki nefret cinayetlerinin şematik yapısı aşağı yukarı böyle işler. Hrant Dink’in katlini düşünelim, önce başta Hürriyet olmak üzere medyanın hedef göstermesi ardından ilkokul 3 öğrencisinin anlayacağı bir metni bilirkişi raporuna rağmen ısrarla yanlış anlayan Yargıtay kararı,ve bu ikisinin sonunda 17 yaşında bir çocuğun tetiği çekmesi.

Rahip Santoro cinayetine bakalım, yetkili makamlarca %99 u Müslüman olan bir ülkede misyonerlik büyük tehdit diye duyuru yapılması, muhafazakar-islami basının üstüne vazife edinip bütün din adamlarını olağan şüpheli gibi göstermesi ve yine 17 yaşında birinin çıkıp bir papazı öldürmesi. Mesele bu cinayetlerin daha derin bir yapı tarafından tasarlanıp tasarlanmaması değil, mesele bu iklimde bu işlere girebilecek bir potansiyeli resmi -yarı resmi kurumlar ve medya eliyle bu ülkede yaratabilmenin her daim mümkün olması.

Fenerbahçe meselesinde de Fenerbahçe’ye resmi otorite ve medyanın reva gördüğü muameleyi bir hatırlayalım. Şikeyi savunduğumuz, Aziz Yıldırım’ın köpeği olduğumuz, Ergenekoncu olduğumuz, yeni Türkiye’de yerimiz olmadığı, terörist olduğumuz. (bizzat Başbakan’ca). Bunların ötesinde 6222 sayılı yasa değiştirilirken yasadan Fenerbahçeliler yararlanacak diye yaratılan havayı bir hatırlayın çok ciddi söylüyorum Öcalan’a af getiren bir tasarı olsa Türkiye’de o kadar tepki toplamazdı.

Şimdi bütün bu söylemleri her gün televizyonda gören işiten sıradan bir başka kulüp taraftarının kafasında Fenerbahçeli imgesi ne hale gelir hiç düşündünüz mü.Yani Öcalan’dan daha tehlikeli olarak addedilen binlerce yıl hapiste kalması istenilen bir adamı Fenerbahçeli biri başkanı olarak sahipleniyorsa,bizzat başbakanca terörist oldukları söyleniyorsa, Ergenekon kalıntısı olarak nitelendirilip yeni Türkiye'de bunlara yer yok deniyorsa doğal olarak medya tarafından zihni tecavüze uğramış birisi Fenerbahçe'yle ilgili/irtibatlı herkesi düşman kategorisine sokar.

Doğası gereği zihin kategorize ederek çalışan bir mekanizma olduğu için zaten ortalama eğitimi spor sayfası düzeyinde, algılama yeteneği sikmek-sokmak dan mütevellit bir zihinsel tümdengelimle bütün Fenerbahçelileri aşağılık, yok edilmesi gereken özneler olarak zihninde kurgulaması çok da zor olmaz. Yani Fenerbahçeli olan herkes bu linç medyası söylemini içselleştirmiş ve kendi ortalamalarına göre kategorize etmiş bir zihinde doğası gereği kötü-zararlıdır. Muhtemelen bu büyük söyleme maruz kaldığı için bu nefret cinayetini bu kadar kolay işleyip Burak'ı aramızdan alan kişi de tıpkı Ermenileri, ya da Hristiyan din adamlarını öldürmenin niye bu kadar ses getirdiğini anlamayan,doğası gereği kötü olan bir şeyi yok ettiğini düşündüğü için yaratılan gürültüyü garipseyen, hatta takdir beklerken gördüğü muameleye şaşıran zanlılar gibi bir tavır takınacaktır.

Dün geceden beri bir taraftan da şunu düşünüyorum. Bu linç atmosferi yaratılan, Fenerbahçe nefreti kusulan iki senede şampiyon Galatasaray değil de Fenerbahçe olsaydı bu şiddet nereye evrilecekti çok merak ediyorum. Yani bu yoğun nefret ve ötekini yok etme düşüncesi bir de başarısızlıkla ve düşman gördüğünün başarısıyla bir arada olsaydı o zaman nerelere varacaktı bu işin sonu. İki sene şampiyon olmasına rağmen hala kendi başarısıyla değil rakibin yok edilmesiyle mutlu olan bir zihniyet o zaman kimbilir nelere kalkışacaktı.

Şunu bir kez daha belirtmekte yarar var, 3 Temmuz sonrası oluşturulan ve sıradan Fenerbahçeli taraftarı bile kriminalize eden, şeytanlaştıran bu söylem karşısında "aman şikecileri savunuyorum" diye düşünülmesin diye tek laf etmeyen, “ya bu iş başka bir yere gidiyor” diyemeyen sözde romantik/objektif geçinenlerin şimdi söyleyecekleri tek sözü bile samimi bulmuyorum.

Hiçbir galibiyet hiçbir şampiyonluk 19 yaşındaki Burak’ı geri getirmeyecek,böyle saçma sapan bir ölüm gerekçesiyle oğlunu kaybeden bir anne/babanın ömrü boyunca nasıl bir acıyla yaşamak zorunda kalacağını düşündükçe insanın içi yanıyor. Türk medyasına bir önerim var, şimdi dangalak dangalak fair play nutuklarıyla timsah gözyaşları dökeceğinize iki senedir ne yaptığınıza bir bakın, her gece linç korosunun nöbetçi sözcüsü görevi yapan, Çakar, Baransu, Rok, Hıncal, gibi meslektaşlarınıza yeterince ses çıkaramadığınız için birazcık utanmayı deneyin.
Devamı ...