29 Kasım 2012

Kadın Voleybol Takımı: Avrupa Şampiyonluğundan Enkaza


Fenerbahçe kadın voleybol şubesi geçtiğimiz sezon kulüp tarihinin ilk Avrupa Şampiyonluğu kupasını müzeye getirdiğinden bu yana sadece 7 ay geçmesine rağmen yönetim marifetiyle şubeyi bir enkaza çevirmeyi becerdik. Geçen yıl bırak maç vermeyi bir set bile zar zor veren bir takımdan bu yıl sezon başından beri rakip kim olursa olsun doğru düzgün oyun oynamayan, Vakıfbank’a, Eczacı’ya , Galatasaray’a diş geçirmeyi bırak, Kolejliler’i İlbank’ı zar zor yenebilen bir takıma evrildik.
Geçen yıl sonunda önce oyuncular fazla para istiyor diye taraftar önüne atıldı, sonra Voleybol Federasyonu’nun ayak oyunlarıyla Şampiyonlar Ligi wild card’ını Galatasaray’a vermesine karşı “dostlar alışverişte görsünler” misali bir protesto tavrı sergilenip hiçbir sonuç alınamadı. Koçun kim olacağı, yabancıların kim olacağı , şubeye sponsor bulunup bulunmayacağı belli bile değildi.

Kulübün voleybol şubesi yöneticisi “Kim’den haber alamıyoruz nerede olduğunu bilmiyoruz” diye açıklama yaptığı sırada Kim Twitter’dan resim paylaşıyordu, Ali Koç devreye giremese muhtemelen Kim de takımda olmayacaktı. Takımı dağıttıktan sonra Şampiyonlar Ligi’ne katılmama meselesi ortaya çıktığında zevahiri kurtarmak için “geçen seneden daha iyi takım kuracağız” diyenleri ise uzun zamandır ortada göremiyoruz.

Adını koyalım Fenerbahçe kadın voleybol takımı şu an enkaz halinde. Ligde sondan ikinci sırada olan galibiyetsiz İba Kimya Ted Kolejliler maçında salondaydım. Müthiş bir taraftar desteğine, son derece zayıf bir rakibe rağmen takımın ve kenar yönetimin halinden bir Fenerbahçeli olarak utanç demeyeyim hadi ama büyük bir mahcubiyet duydum.Saha içindeki oyuncuların da kenar yönetimindkilerin de yetersizlikleri her hallerinden o kadar belliydi ki bu takım için bu seneye dair en ufak bir umut olmayacağını 10 Kasım akşamı itibariyle artık kendime kabul ettirdim.

Fenerbahçe’de Kim ve Eda dışında birinci sınıf oyuncu yok ,Seda’nın zaten uzun zamandır başının sakatlıktan kurtulmadığını düşünürsek onun performansına dayalı bir sezon başı planlaması yapmak başlı başına bir hata. Mari’nin nerde olduğu belli değil, Paula tam anlamıyla bitmiş,pasörlerimiz çok kötü ve libero performansı felaket. Nihan zaten geçen 3 yılda da bu takımın en zayıf halkasıydı, aynı manşet performansına devam ediyor, Galatasaray maçında aldığı mükemmel manşet oranı sadece %19 . Evet yanlış görmediniz bir de yazıyla yazalım “ on dokuz “ Biraz daha bilmeyenler için açıklayalım bu şaka gibi bir oranı, manşet alsın diye oynattığınız oyuncu gelen her 5 toptan 1’ini üç metre çizgisinin içindeki pasöre atabilmiş diğerlerini ya açık almış ya üç metre çizgisinin dışında pasöre ulaştırmış ya da doğrudan hata yapmış. Böyle bir manşet performansı gösteren liberonuz varsa zaten hücum gücünüz daha ilk adımda yarı yarıya azalıyor.

Liberodan gelen topları iyi kullanmada Nilay’ın da pek yetenekli olduğunu söyleyemeyiz. Doğru pas tercihini geçtim ben bu kadar faullü pas veren bir pasör hayatımda görmedim. 3-2 kaybettiğimiz Vakıfbank maçında 6-7 kez faullü pas verdiği için sayı kaybettik. Bu kadar temel iki pozisyonda bu kadar handikaplı olursanız diğer mevkilerdeki oyuncular ağzıyla kuş tutsa da bir şey olmuyor. Paula’nın zaten hücumda top öldürmesi mucize gibi bir şey, kafa olarak da fizik olarak da voleybolu bitirmiş bir halde. Sayı almak için topun illa Kim’i bulmasını bekliyoruz öyle ki salonda izlediğim İba Kimya Ted Kolej maçı sırasında oyun ilerledikçe hücumda topa Kim dışında birisi vurduğunda taraftar heyecanlanmıyordu bile. Her ne kadar Hakan Dinçay geçen seneden daha iyi kadromuz var gibi fantastik cümleler kursa da bu kadronun son derece zayıf bir kadro olduğu gerçeği ayan beyan ortada.
Koç olarak Kamil Söz’ün bu sezonu tamamlayamayacağı da ortada, takım da kimsenin kenar yönetimi salladığı yok, molalarda o kadar rezil oyuna rağmen lay lay lom edasında takılıyorlar. Koçun birikimine de oyun bilgisine de oyuncuların pek saygı duyduklarını sanmıyorum.

Avrupa Şampiyonu bir takım bir senede nasıl bu hale getirilir, hakikaten tebrik etmek lazım yönetimi. Geçen sene CEV’le yaşanılan sıkıntıların bizim taraftaki bir numaralı sorumlusu Violet Duca’nın görevini koruduğu bir şubeden bahsediyoruz. Avrupa Şampiyonu bir takıma sponsor bulamayan, saçma sapan ikinci sınıf oyuncuları müthiş kadro kuruyoruz diye taraftarı kandırarak transfer eden bir voleybol yönetimiyle Fenerbahçe kadın voleybol takımı daha sezon ortası gelmeden duvara çarptı.
CEV ve Türkiye Voleybol Federasyonu’nu Şampiyonlar Ligi’ne Fenerbahçe’yi almadığı için yerin dibine soktuk ama valla düşünmeden de edemiyorum Fenerbahçe yönetimi zaten küçülmeyi istediği için bu karardan önceden haberdar olmasına rağmen bile bile bir şey yapmamayı mı seçti diye.

Aziz Yıldırım takımın durumu iyiyken amatör şubelerdeki başarıdan haklı olarak bahsediyor iyi güzel de bu kadın voleybol takımını şu halde görmekten hiç mi canı sıkılmıyor. Fenerbahçe yarıştığı hiçbir branşta rakipler tarafından bir teferruat olarak görülemez, yarıştığı her branşta da şampiyonluk için kadro kurar. Böyle ikinci sınıf oyuncularla şampiyonluk için kadro kurduk diye bizi kandırmasınlar sponsor bulamıyorlarsa da çıksınlar doğru düzgün “valla biz daha iyi bir takım yapacaktık ama sponsor bulamıyoruz” desinler taraftar olarak biz bir organizasyon yapalım.
Ben Fenerbahçe’nin hiçbir branşını bu kadar aciz ve kaderine teslim olmuş olarak görmek istemiyorum arkadaş. Kimse bizden kadın voleybol şubesinin çöküşüne sessiz kalmamızı beklemesin. Bu branşın Avrupa şampiyonluğuyla sevinen her Fenerbahçeli bu takımın göz göre göre enkaz haline getirilmesine de sessiz kalmamalı. Kadın voleybol şubesi teferruat değil bu kulübün ana branşlarından biridir. Umarım artık uyuyanlar uyanır ve meleklerin düşüşü sona erer.
Devamı ...

28 Kasım 2012

İma Etme Hocam, Dobra Ol


Biliyorsunuz Aykut Kocaman Gençlerbirliği maçından sonra basının kendisine sorduğu bir soruya karşılık olarak “Başka yerlerde de aynı sorulara muhatap bulursunuz umarım'' diyerek cevap verdi. “İmparator”un bu konu ile ilgili demecine geçmeden önce şunu adını bir koyalım:

1. “Başka Yerler” genel olarak her yerleri değil spesifik olarak bir yerleri işaret ediyordu, yani “ima” içeriyordu.
2. İma etmek birilerini haksız yere zan altında bırakmadığı sürece ne ayıp ne de suç.

Buna karşılık Fatih Terim ima edilen kişinin kendisi mi olduğu sorularına “evet ben olabilirim” ya da “hayır ben olduğumu zannetmiyorum” demek yerine Aykut Kocaman’ın yerine konuşup onun imada bulunmadığını, hatta bir şey söyleyecekse direkt söyleyecek “kalite” ve “kişilikte” olduğunu buyurdu. Metni aynen Eurosport sitesinden aldım: ''Benim tanıdığım, bildiğim Aykut Kocaman, birine bir şey söyleyecekse, direkt söyleyecek kalitede ve kişiliktedir. Bugün son kez bu konuyu konuşmayı umuyorum. Sizden ricam, futbolu çatışma ortamına sokmamanız. Hatta, çarpışma ortamına sokmamanız. Biz çatışma ortamlarından ne kadar zarar görüldüğünü maalesef yaşayarak öğrendik. Beni iyi tanıyorsunuz. Eğer bir konu hakkında konuşacaksam, gönderme yapmam, ima etmem. Söyleyeceğimi olduğu gibi söylerim. Arka sokaklardan dolanmam, yan sokaklara girmem, direkt söylerim.” Aykut Kocaman alenen imada bulunduğu halde onun için “imada bulunmayacak kalitededir” demek ve hemen akabinde o bildik külhanbeyi jargonuyla “öyle yan yollara girmem adamın yüzüne şak diye söylerim” demek bir başka ima sanatıdır aslında. Muhatabınızı ve kendinizi över gibi yaparken aynı zamanda örtük olarak “eğer ima ediyorsa bu kalite ve kişilikte değildir” demiş de oluyorsunuz. Aykut Kocaman bu tarz bir “dobralığa” sahip olamamanın acısını hem kendi çekiyor hem de bize çektiriyor. Üşenmedik kendisine örnek vakalar üzerinden bir dobralık rehberi hazırladık.



1. Aykut Hocam “dobra” olmak demek her zaman şeffaf olmak, eleştiriye açık olmak hatta basın önünde özeleştiri yapmaktan kaçınmamak demek değildir. Şansal Bey LİGTV’de katıldığınız programda “Sportif Direktör Aykut Kocaman T.D. Aykut Kocaman’ı değerlendirse” diye bir soru ortaya attığında afedersiniz ama kabak gibi yaptığınız hataları ve bunlardan çıkardığınız dersleri anlatırsanız ya da bir maçta çıkardığınız kadro için “benim hatamdı” derseniz bunu adı dobralık olmaz medyanın eline malzeme vermek olur. Bir daha böyle bir soru sorarlarsa lütfen bağrınızı gere gere “Ben ders almam, ders veririm” deyin ve bir es verip ekleyin “hesap vermem, hesap sorarım”. Öyle yan yollara girmeden, şak diye Şansal Bey'in yüzüne söyleyin. Daha önce denendi, yüzde yüz çalışıyor.

2. Şimdi malum Avrupa Ligi sebebiyle yurt dışında yabancı rakiplerle maçlar da başladı. Söylememe gerek yok ama malumunuz bu maçlar nihayetinde milli meseledir. Siz takımı toplayıp sefere gidince sadece düşmanla değil “içimizdeki İralandalılar”la da mücadele etmek zorundasınız. Burada da yeri geldi mi lafı şak diye söyleyebilmek lazım. Mesela böyle bir sefer neticesinde dobraca ama isim vermeden içimizdeki müzmin İrlandalı, kökten Dublin’li Türk medyasını karşınıza alıp “Bazıları fırsattan istifade işi hakarete vardırıyor. Onlarla İstanbul’da hesaplaşacağız” diyebilmelisiniz. En azından bu Dublin Muhipleri memlekete döndüğünde sizin onlarla tam olarak nerede hesaplaşacağınızı bilsin. Bu asgari dobralığa sahip olmak gerek.


3. Aykut Hocam bu madde kısa ama sizin için uygulaması zor olabilir. Ancak pratikle aşılmayacak şey değil. Şimdi siz inatla medya mensupları ile sizli/bizli konuşmaya dikkat sarfediyorsunuz. Bir açıdan bakınca saygı gereği olarak görülebilir ama bir başka açıdan senli/benli olmanın verdiği içtenliği bulamıyoruz. Spor medyasında sizinle ilgili haber yaparken asker arkadaşı gibi sadece “Aykut” yazan da var artık. İş tek taraflı da olsa bu samimiyete vardı. Siz mesela bir basın mensubuna telefon açıp olanca içtenliğiniz ve dobralığınızla “senin bıyığını .ikerim” diyebiliyormusunuz? Ama demek gerek. Dağarcığınız bu kadar yaratıcı ve geniş olmayabilir ama bunun daha basit versiyonları da mevcut. Burada önemli olan medya mensupları ile muhabbeti senli/benli içtenliğe ve dobralığa ulaştırabilmek.

4. İş bu denli senli/benli samimiyete ulaştığında kendinizi basın mensubu arkadaşlara emanet etmekte müsterih olun. Velev ki mesela bu arkadaşlar sizin kendilerine emanet edilmiş olduğunuzu unutur, bir anlık gafletle kutsal basın odası topraklarına basın kartı sahibi olmayanların sızmasına sebep oldular. Dobralığınızdan ödün vermeyin. Kendinizi emanet etmiş olduğunuz her bir kameraya ve fotoğraf makinasına “çekilmeye” değer olanın ne olduğunu teklifsiz bir samimiyetle gösterin. Bu dobralığınız karşılıksız kalmaz inanın, onlar da ne gösteriyorsanız onu çekecektir.


5. Mesele sadece medyaya karşı dobra olmak değil. Kendi takımınıza karşı da aynı tutumu gösterebilmeniz lazım. Sevinirken de üzülürken de, kızınca da takdir edince de aynı içtenlikle duyguyu dışa vurabilmek gerek. Siz öyle saha kenarında put gibi maça konsantre olursanız, spor medyası yemez içmez günlerce Aykut Kocaman gollere neden sevinmiyor diye kafa patlatır. Salın kendinizi, rahat olun. Mesela bir oyuncunuz hatalı bir hareket yaptığında olanca içtenliğiniz ve şefkatinizle “afferin oğlum, … kodumun p…i” diyerek moral verebilmeli, anlamsızca kırmızı kart görüp atılırsa eğer oyundan çıkarken şak diye tokatı patlatabilmelisiniz. Tokatı atanın dobra bir baba figürü olduğu yerde, size de su şişesini yemek düşer aynı oyuncudan. Ne dedik, her şeyin başı içtenlik, samimiyet.

6. Hocam daha önce de değindim, tekrarlamakta sakınca görmüyorum. Futbol nihayetinde milli bir meseledir. Futbolda bildik dizilişlerin hakim olduğu bir hatt-ı müdafa yoktur, bilakis sath-ı müdafa söz konusudur, ve belirtmeme gerek yok ama o satıh geçiniz futbol sahasını bütün bir vatandır. Gerek içeride gerekse dışarıda öyle imalara girmeden, kelime oyunu yapmadan rakibe dobraca haddini bildirmek gerek. İsviçre maçını hatırlayın. Saha içinde başlayıp, koridorlara, soyunma odalarına genişleyen bir mücadele vardı. Böyle bir karmaşanın içinde Hoca icabında insiyatif alıp, yan yollara filan sapmadan doğruca hangi rakip oyuncuya “basılması” gerektiğini söyleyebilmeli.


7. Hazır milli meselelerden söz açılmışken, bu ülkenin ekmeğinden suyundan faydalanıp, sonra yediği kaba pisleyen yabancılar vardır ki, bunlarla münasebette de dobra olmak gerekir. Ben sizin de şahit olduğunuz örnek bir vaka ile bu rehberimi bitireyim. Hatırlarsınız, 1996-1997 sezonunda sizin de oyuncusu olduğunuz İstanbulspor 26. Haftada Galatasaray ile karşılaşmış, rakip Galatasaray uzatmalarda Vahap Beyaz’ın verdiği penaltıyla sahadan 3-2 galip ayrılmıştı. İstanbulspor teknik direktörü Saffet Susiç bu topraklarda bir yabancı olduğuna aldırış etmeden Galatasaray teknik direktörünün yanına gidip serzenişte bulunmuştu. Ortam kızışınca ikilinin arasına giren sizdiniz, Galatasaray teknik direktörünün Saffet Susiç'in serzenişi için söylediği o meşhur çıkışı hatırlarsınız: “hele bir Yugoslavdan hiç haketmedim”. Lafın ne olduğuna değil de edenin milliyetine odaklanan bu yakarıştaki dobralık, arka sokaklardan dolanmama, yan yollara sapmama o gün sizi de sarsmış olmalıydı. O gün feyz almış olsaydınız, bugün bu imalı konuşmalara filan hiç gerek kalmazdı.

Kusura bakmayın ama küfürlü konuşacağım: “Yazık, çok yazık…”
Devamı ...

19 Kasım 2012

Teşekkürler Fırat Aydınus



Yazar: Onur Kütük

Fenerbahçe adına kendimi en çok tekrarladığım konu 'Acaba biz gerçekten paranoyak mıyız?' sorusudur. Bu soruyu kendime defalarca sordum ve her defasında birileri çıkıp bunun doğru olmadığını bana kanıtladı. Öncelikle bunun için birkez daha Fırat Aydınus'a teşekkür ediyorum.

Kendini futbolsever ve de objektik olarak tanımlamaya çalışan bazı Fenerbahçeliler için komplo teorileri ile yaşayan Fenerbahçeliler var, bunlar herşeyi liselimedya ya da birilerinin lobi çalışmasına bağlayarak Fenerbahçe'ye zarar veriyorlar. Yaşananların zaman zaman insanlara bunu düşündürecek kadar fazla ve karışık olması en büyük etkenlerden tabi, lakin; bu haftasonu yaşananlar gibi beceriksizce yapılan bazı hamleler, açıklanamayacan eylemler onların da zihinlerini bulandırıp bazı soruları sordurması açısından önemli.

Eskişehirspor maçında yaşananlar, kırmızı kart, penaltı, es geçilen faul ve kartlar, 3 metre önünde elle kontrol edilen toplar, Ersun Yanal'ın yıllardır oynattığı darbeli, sert, yıldıran ve rakibi sinir krizine sokan dirsekli, çekmeli, vurmalı futbola tanınan taviz artık herkesin malumu. Öyle k,i konu Fenerbahçe olduğunda gözleri kör olan kimi medya mensupları da bu maç için üretecek argüman bulmakta zorlandılar. ,

Benim asıl söylemek istediğim ise Aykut Kocaman'ın çıldırışı ve maç sonu haykırışı. Hepimiz yıllardır tanıyoruz, futbolculuğunu da, idareciliğini de, antrenörlüğünü de bildiğimiz ve çoğu zaman 'fazla sakin' diye eleştirdiğimiz Aykut Kocaman'ı olay anında bu kadar sinirlendiren şey nedir? Bir kırmızı kart çıkması değil elbette. Bu sorunun cevabını da maç sonunda yine kendisi verdi.

Röportajı aynen yazıya döküyorum;

'' Değerlendirme yapmayacağım. Değerlendirmeyi MHK ve Fırat Aydınus yapmalı. Böyle birşey yok. Fenerbahçe'nin cezası sanki bitmedi. 3 Temmuz'dan beri yapılmayanlar kalmadı, bugün artık bardağı taşıran son damla. Ben biraz evvel gördüm stadı terkedip gidecektim orada. Böyle birşey olamaz yani. Bu kadar işkence olamaz yani. Haftalardır hep içimize atıyoruz, herşeyi içimize atıyoruz hep eziliyoruz. Bütün Fenerbahçeliler de bunu dinlesin artık yeter. Söylenecek birşey yok, ne maçı değerlendirmesi? Ne sezonu değerlendirmesi? Ceza bitmedi yani, bir ceza var, kim verdi bu cezayı bilmiyoum ama bir ceza var yani, çok net gözüken o. İnanın bana maçı terkedip gidecektim orada. Sadece maçı değil, futbolu terkedip gitmek istiyor insan. Yazıklar olsun ya. Söylenecek hiçbirşey yok. Fırat Aydınus'un da ben ön yargılı olduğunu düşünüıyorum, iyi bir hakem olabilir ama ön yargılı, ön yargılı da iyi hakem olunmuyor maalesef. Böyle birşey olamaz, bir takımın hele büyük bir takımın kaderiyle böyle oynanamaz. Ayıp, ayıp. Yazıklar olsun! ''

Röportaj baştan sona bir isyan ve haykırış ama içerisinde çok önemli bir bilgi de barındırıyor. Nedir bu Fenerbahçelilerin artık bilmesi ve duyması gereken şey? Haftalardır içimize atıp hep ezildiğimiz şey? Aykut Kocaman'ın söylediklerinden çıkan sonuç;

Malum 3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe'yi düşürmeye ya da ceza vermeye cesareti olmayanların yaptığı gizli anlaşma ile aslında verdikleri bir ceza var. Bu ceza kağıt üstünde olmasa da arka planda sinsice işlemeye devam ediyor. Medya, TFF, kurullar, borsa, bankalar ve rakipler kullanılarak sinsice ve ince ince verilen bu cezanın uygulaması devam ediyor. Medya ile yıprat, karıştır, fikstür ile ez, hakem ile doğra, kurullar ile ceza yağdır, rakiplerinin cezalarını affet, amatör branşlarına sponsor buldurma, iç muhalefeti kulan ki kafasını kaldırmasına fırsat bulamasın. Belli ki birileri de bunun garantisini almış olmanın rahatlığıyla seslerini soluklarını çıkarmıyor. Trabzonspor kendi insiyatifi ile safdışı, Beşiktaş'ın hali ortada, Fenerbahçe'ye verlen gizli ceza uygulanırken geriye kim kalıyor? Fenerbahçe batarsa futbol batar düşüncesinden yola çıkarak kendi aralarında yaptıkları bu gizli anlaşma ile Fenerbahçe'yi 3-5 sene şampiyon yapmayıp birilerinin önünü açacak bu düzeni haykıra haykıra anlattı Aykut kocaman, daha açık nasıl ifade edilebilirdi bilmiyorum.

Şimdi üzerimize düşeni hep beraber düşünme zamanı; Yönetim, teknik ekip, sporcular ve taraftar ile söz konusunun ''Fenerbahçe'' olduğunu birkez daha, tam bir birlik ile hatırlama zamanı. Herkes yine üzerine düşeni yapmak zorunda. Yönetimin ve başkanın üzerinde sallanan yargıtay kılıcı ve farklı yerlerden gelen baskılar sonucu etkin rol alamadığı ortamda, Aykut Kocaman'ın ön plana çıkması ve bu mücadeleyi sergilemesi normal gibi görünse de başarıya giden yolda alacağı duygusal ve zihinsel yorgunluğu kaldıramayabilir. İş dönüp dolaşıp her zaman olduğu gibi taraftar da bitiyor. Herkes de bir yorgunluk, bir yıpranmışlık söz konusu olsa bile elimizi yüzümüzü yıkayıp kendimize gelmemiz için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Aykut Kocaman üzerinde oluşabilecek bu zihinsel ve duygusal yorgunluğu paylaşacak ve hafifletecek olan yine Fenerbahçe taraftarı. Ve iki gündür gördüğüm kadarıyla Fenerbahçe'nin kalbi olan o mekanizma harekete geçmiş durumda.

Bu haftasonu yaşananlar ve bu haykırış yaşanmamış olsaydı düzen ince ince çalışmaya devam edecek bunu yazmaya çalışanlar da komplo teorisyeni olacaklardı. Hiçbir zaman bilemeyeceğiz, Fırat Aydınus hata mı yaptı, sadece Caner'e mi ön yargılıydı, birilerinin talimatı ya da ters esen rüzgarın etkisinde mi kaldı? Fakat; bu haykırış ile tüm Fenerbahçelilerin bu gizli cezayı bilmesini, bu kurulu düzeni bozmak için hareket etmesini ve geleceği ile oynayan bu gizli anlaşmanın bozulması için olup bitene farklı bir gözle bakılmasını sağladığı için Fırat Aydınus'a ne kadar teşekkür etsek az.
Devamı ...

Fırat Aydınus: Bir Algı Zehirlenmesi Örneği


Üç gündür Fırat Aydınus üzerinden kimbilir kaçıncı kez bir hakem kararını ülkece tartışıyoruz. Tartışılması gereken şeyin öznelerin kararlarından ziyade bir sistemin işleyişi olduğunu görmek lazım. Bu ülkenin spor kamuoyunda yaratılan algıyla beslenen, medyanın defalarca yeniden ürettiği, 3 Temmuz’la taçlanan bu algı var oldukça bu “hata olmayan hataların” sonu gelmeyecek. Buna dair bir şey söylemeden önce benim için Eskişehir maçında kırmız kart pozisyonundan bile daha enteresan bir pozisyonu hatırlatmak istiyorum. Bilindiği gibi FİFA bir yeri kanayan bir oyuncunun tedavisinin yapılmasını, tedavisinin yapılmaya gerek olmadığı durumlardaysa oyunun hemen durdurulup oyun cunun saha dışına çıkarılmasını şart koşuyor. Fırat Aydınus onca rezil kararının yanında bir dakika önce faul bile çalmadığı kırmızı kartlık bir dirsek yemiş Sezer Öztürk’ün kafasındaki kanı gösterip oyunun durmasını isteğini yerine getirmedi. Bir hakemin ruhuyla fiziğiyle o sahada olmadığının, bir hakemin kontrol kaybettiğinde ne kadar acizleşebileceğinin en veciz örneklerinden biriydi o sahne.

Şüphesiz Fırat Aydınus Fenerbahçe’ye kötülük yapmak için şer güçler tarafından laboratuarlarda yaratılmış bir hakem değil, çünkü memlekette Fenerbahçe’nin her türlü kötülüğe uğraması konusunda birini ikna etmek için öyle bilimsel laboratuarlara falan ihtiyaç yok. O kadar şirazesinden çıkmış rasyonellikle bağını kesmiş bir Fenerbahçe düşmanlığı yayan ortam var ki bırak maçı yöneten hakemi sahadaki top toplayıcıyı bile Fenerbahçe aleyhine bir şey yapmaya sevk ediyor.
Fenerbahçe’nin mütehakkim güç olduğu ve asla mağdur olamayacağı her türlü hile ve desisenin merkezi olduğu ve her türlü kötülüğü hak ettiği yönünde 3 Temmuz’dan önce başlayan 3 Temmuz’la birlikte bütün utanma sınırlarını da aşarak adeta bir heyula haline gelen bir algı var.
Bu algı ortamında futbol ortamındaki bütün özneler saygın bir yer edinmek,yerlerini korumak ya da mesleki ikballeri için bir şekilde Fenerbahçe’yle bir yakınlıkları olmadığını ispat etmek için yarışıyorlar.
Federasyon mu seçiliyor, hemen ilk haftası Fenerasyon deyip, adamları Fenerli ilan ediyorsun ve sonra o federasyon Fenerli olmadığını ispat etmek için Fenerbahçe hakkında akla mantığa sığmayacak kararlar veriyor.

“Hakemler Fenerbahçe’den korkuyor” diye bir şehir efsanesi yaratıyorsun, hakemler Fenerbahçe lehine düdük çalarken on kere düşünüyor. Son on yılda ligin en çok puan toplayan ve en çok gol atan takımı olmasına rağmen nasıl olup da bu takımın Galatasaray, Beşiktaş Trabzon ve G.Antep’den daha az penaltı atabildiğini sormamıza rağmen utanmadan hala hakemler Fenerbahçe’den korkuyor diye bir kamuoyu algısını üretmeye devam ediyorlar. Hakemler futbol ortamından kopuk yetişmiyorlar. Kimin lehine hatanın kabul edilebilir kimin lehine hatanın kariyer bitirici etkisi olduğunu en iyi koklayan da bizzat onlar.

Şimdi yakın geçmişten birkaç örnek verelim. 2005-2006 sezonunda Konyaspor-Fenerbahçe maçında Anelka’nın faullü meşhur golünün hakemini hatırlayalım. Özgüç Türkalp Fenerbahçe lehine yaptığı bu hatanın bedelini federasyonun en gözde hakemlerden biri olma yolundayken 1. Ligde ayda yılda maç yöneten bir hakeme dönüşmesiyle ödedi. Aynı yıl Samsun deplasmanında Nobre’nin düşüşüne penaltı verip Kerem’i oyundan atan ve Fenerbahçe’nin 5-0 kazandığı bir maçın sonunda lince maruz kalan Serdar Tatlı o sene sonunda sakatlığını öne sürerek hakemliği bıraktı.

Oysa aynı sene Fenerbahçe’nin hem kupadaki hem ligdeki Denizli maçlarını katleden Selçuk Dereli üst düzey maçları yönetmeye devam etti, Fenerbahçe nefretini bir şampiyonluk kaybı bile törpüleyemediği için 2006-2007 sezonundaki Türkiye Kupası yarı finali ikinci maçı olan Fenerbahçe-Beşiktaş maçında benim ömrümde gördüğüm en bilinçli ve kötü niyetli hakem yönetimini gösterip bir de Türkiye Kupasını kaybettirdi. O maçı Baki Mercimek’in nasıl olup da kırmızı kartsız tamamlayabildiği geçen yıl play-offdaki Trabzon maçında Zokora’nın Emre’ye öldürmeye yönelik tekmesine rağmen maçı nasıl tamamlayabildiği sorusuna kadar İsviçreli bilim adamlarını meşgul ediyordu. Söz Selçuk Dereli’den açılmışken yine 2004-2005 sezonunda Trabzon deplasmanında seke seke tedaviye giden Nobre’ye gösterdiği kırmızı kartı da unutmak mümkün değil.


Aynı sezon içinde Fenerbahçe lehine hata yapan iki hakemin kariyerine bakın bir de Fenerbahçe aleyhine antoloji yazacak kadar hata yapan hakemin kariyerine bakın. Biraz daha ilerleyelim Cüneyt Çakır’ın Ali Sami Yen’de bize 9 kişi tamamlattığı maçtan sonra kariyer çizgisine bakalım,Hüseyin Göçek’in iki sene önceki üç penaltı vermediği Fenerbahçe- Antep maçındaki rezil performansına, Galatasaray lehine yaptığı 50 hatayı ekleyip nasıl Fifa kokartını koruduğunu da bakalım. Ve en bariz örnek geçen sene Karabük maçında Muslera’yı haklı biçimde attıktan sonra M.H.K’nin kendisini yalnız bıraktığını söyleyip hakemliği bırakan Bünyamin Gezer’i hatırlayalım. Hakemlerin kendisinden korktuğu iddia edilen Fenerbahçe aleyhine hata yapan hakemleri yerinden oynatamazken, Ali Aydın’a düdük astıran “centilmen kulüp” Galatasaray’ın hangi görünmeyen ellerle Bünyamin Gezer’in başını yediğini de soralım .
Tabii ki her takımın lehine ya da aleyhine hata yapılıyor bu işin doğası gereği böyle. Mesele hangi takımın lehine ya da aleyhine hata yaptığınızda önünüzün açılacağının ya da kapanacağının bilincinde olmanız gerektiği. Fırat Aydınus aptal bir adam değil, Cüneyt Çakır’ın misak-ı milli içinde hangi görevleri layıkıyla yerine getirerek uluslararasılaştığını en yakından bilen hakem. Dolayısıyla Fenerbahçe aleyhine bu kadar fütursuzca karar verebilmesini bu ülkedeki hakemlerin son 10 -15 yılda nasıl önlerinin açıldığını çok iyi bilmesine bağlamamız lazım.
Galatasaray’ın 96-00 arası uluslar arası alandaki başarısı bu ülke içinde yaptıkları her şeyin üzerini örttü, aynı dönemde Ahmet Çakar da Avrupa’da en çok sayılan, görev alan hakemimiz etiketiyle Galatasaray maçlarında ülke içi çırakları (Vahap Beyaz)ile beraber kolaylaştırıcı rolünü rahatlıkla oynayabiliyordu. Bu konuda yapılan her eleştiri “adam Avrupa’da maç yönetiyor beyler” argümanıyla, hakem hatalarının Galatasaray lehine yapılması eleştirisi de “adamlar Uefa Kupasını ’da mı hakemle alıyor beyler” argümanı gibi veciz argümanlarla susturuluyordu.

Galatasaray’ın 20’nin üzerinde penaltı attığı, Burak Yılmaz’dan daha iyi kendini atan tek futbolcu Arif Erdem’in tek başına Fenerbahçe’den daha fazla penaltı kazandığı sezonları, 80 metreden penaltı çalan Vahap Beyaz’ları , Kocaeli’yle Cumhurbaşkanlığı maçının uzatmasının son dakikasında korner atmaya gidecekken dönüp hakemin penaltı verdiğini gören maçtan sonra da utanmadan penaltıydı diyen şimdinin vekili Hakan Şükür’ü, her iki maçta bir hakeme itiraz etti diye atılan Kemalettin’e rağmen hakemin anne baba ve yakın sülalesine her maç el kol marifetiyle küfredip ne hikmetse atılamayan cesur yürek Bülent Korkmaz’ı , Erol Ersoy’un ayağına basıp küfür ettiği için mahkemeye verdiği ama Haluk Ulusoy federasyonun sadece 6 maç ceza verip Fenerbahçe maçına yetişmesi sağlanan Hagi’yi görmüş birileri olarak bugün yine benzer bir senaryonun figüranlarını mı izliyoruz düşüncesini taşımayan Fenerbahçeli yoktur sanırım.

15 sene sonra hakemler açısından yine benzer bir senaryoyla yüz yüzeyiz. Bu sefer de Cüneyt Çakır ve Fırat Aydınus uluslar arası maç yönetmeleri kalkan yapılarak Türkiye içinde birtakım dengeleri değiştirmek için kullanılıyorlar. Gelebilecek her eleştiri bu adam Avrupa’da şu maçı yönetiyor diye püskürtülecek. Haluk Ulusoy bir yerlerden gülümseyip “biz iktidarda değiliz ama fikirlerimiz iktidarda” diyordur herhalde.

Bu düzen iki hakemin 5 hafta maç yönetmemesiyle, iki hafta sonra Fenerbahçe lehine bir karar verilmesiyle falan bitmez, bu ülkede söylediklerinizin ciddiye alınmasını isteyen karikatürleştirilmeyen bir gazeteci olmak istiyorsanız Fenerbahçeli olduğunuzu nasıl saklamanız gerekiyorsa, eski Fenerbahçeli bir futboluysanız şikeci olmadığınızı ispatlamak için Fenerbahçe’ye karşı iki kat koşmanız gerekiyorsa, satılmamış kaleci olmak için Fenerbahçe’den asla ve kat’a gol yememek gerekiyorsa ikbal vadeden bir hakem olmak için de Fenerbahçe lehine hata yapmayan bir hakem olmanız gerekiyor. Fırat Aydınus da bu görevi yerine getirdi, artık en az meslektaşı Cüneyt Çakır kadar önü açık.

Devamı ...

4 Kasım 2012

Acil İhtiyaç Listesi: Akıl ve Hüner


Fenerbahçe ligdeki 10. maçını geride bıraktı, puan açısından pek iç açıcı bir durumda olmadığımız net oyun açısından durum ise puanın gösterdiğinden daha kötü. Aykut Kocaman sezon başında 1.5 aylık bir zaman diliminden sonra takımın oturmaya başlayacağından söz etmişti oysa Fenerbahçe her maç üzerine koymak yerine her maç bir önceki maçtan daha beter bir oyun sergilemeye devam ediyor.
Fenerbahçe’nin mevcut kadrosunun çok derin bir yaratıcılık sorunu var, Post-Alex sonrası bu zaten beklenen bir şeydi ama bu kadar yakıcı bir sorun olacağını herhalde teknik heyet de düşünmüyordu. Aykut Kocaman’ın Alex gitmeden de kafasında olan Alex gittikten sonra artık iyice hayata geçen takımın hücum koordinasyonunu Christian’ın üzerine yıkma taktiği şu ana kadar hiçbir işe yaramadığı gibi bundan sonra da pek işe yarayacağa benzemiyor. Christian bir iki maç müthiş oynayıp yararlı işler falan yapabilir ama Fenerbahçe kadrosunda sezon boyunca oyun içi liderlik verilip, sonuca gidecek hareketleri kendisinden bekleyeceğiniz bir adam olamaz. Mental olarak da fiziksel olarak da teknik olarak da yapabileceğinden fazla bir rolü istiyor Aykut Kocaman Christian’dan. Yani iyi bir yardımcı oyuncu rolünden başrol performansı bekliyor ve Fenerbahçe’nin oyununun tıkandığı nokta da burası.

Aynı sorun geçen sene erkek basketbol takımında da yaşanmıştı, aslında fena bir oyuncu olmayan ama mental olarak oyun liderliğini ve sorumluluğunu kaldıramayan Ukiç’e liderlik rolü yükleyerek bir sezonu heba etmişti Spahija. Korkarım futbol takımının gidişi de ona benzeyecek.

İki hafta önce Fenerbahçe Bursa deplasmanında oynuyor maçtan önce bu maçtaki en becerikli ,oyun zekası yüksek oyuncu kim desek Bataglia’yı söyleriz, geçen hafta Fenerbahçe kendi sahasında Antalya ile oynuyor aynı soruyu sorsak Tita ve Assiati’yi söyleriz ama Fenerbahçe’den bir Allahın kulu için de bu adam iki kişiyi geçip bir ara pası atabilir, ya da oyun zekasıyla arkadaşlarını bir anda pozisyona sokabilir diyemiyoruz. Yıllardır Fenerbahçe’yi takip ederim bu kadar beceriden yoksun ve oyun zekası eksik bir kadro görmedim. İşin ilginç tarafı yetenek ve oyun zekası olarak eksik bir takımdan hiç değilse takım savunmasını iyi yapmasını beklersiniz ancak o da yok. Fenerbahçe rakip kim olursa olsun çatır çatır pozisyon veriyor.

Aykut Kocaman’ın vücut dili de söyledikleri de bana Marsilya maçından bu yana pek ümit vermiyor. Marsilya maçının ardından hocayı ilk kez bu şekilde abandone olmuş ve paniklemiş vaziyette gördüğümü yazmıştım ,açıkcası o maçtan sonra hocayla takım arasında bağların koptuğunu da düşünmüştüm. O maçın üstüne büyük bir Alex krizi de atlattı Aykut Kocaman ve ciddi bir şekilde yıprandı. Dünkü maçın maç sonu basın toplantısında söyledikleri de tuhaftı. İkinci yarı Fenerbahçe’nin çok defansif oynamadığını son 3-4 dakika öyle gözüktüğünü, son paslarda hata yaptığımız için pozisyona giremediğimizi söylüyor Hoca.

Takımın kötü oynamasından çok Akhisar gibi bir takıma karşı Fenerbahçe gibi bir takımın teknik direktörünün ikinci yarı oynanan felaket futbolu normalleştirmesi bana daha vahim geliyor. Aykut Kocaman’a göre ikinci yarının yarım saati önde olduğu bir maçta Akhisar kalesine şut atamayan,pas yapmayla topu eveleyip gevelemeyi birbirine karıştıran bir takımın performansında bir sorun yok. Daha kötüsü ise “son pasları yapamadığımız için pozisyona giremedik” açıklaması, hak verelim bu tespit doğru ama sormazlar mı adama Hocam zaten bu kadroda son pasları verebilecek hangi oyuncu var diye?

Hatırlayacaksınız Aykut Kocaman Lig Tv’de katıldığı programda futbolcu Aykut’u o zamanki haliyle teknik direktörü olduğu şu takımda oynatmayacağını söylemişti. Bunu kendiyle barışık bir teknik adam yorumu olarak okumak mümkün ancak oyunculuğu ve golcülüğü bir hüner ve zeka alaşımı olan (şair burada Aykut Kocaman’ın oyunculuğundan bahsediyor)bir oyuncuyu bile koşu eksikliği var diye silip atabilecek bir futbol düşüncesinin dışavurumu olarak okumak da mümkün bu yorumu.
Fenerbahçe kaç kilometre koşuyor bilmiyorum hala koşu eksikliği var mı onu da bilmiyorum ama sahada sarı lacivert forma giyen bir takımın bu kadar akıldan ve hünerden yoksun bir takım olmasını içime sindiremiyorum.

Sakatlar düzelince her şey düzelecek düşüncesi de açıkcası biraz Polyannacılık, savunma belki daha dirençli olur ancak hücumda takımı bir nebze sürükleme potansiyeli olan Krasic ile Stoch bu haldeyken Fenerbahçe’nin üretememe sorunu devam eder. Aykut Kocaman transfere pek olumlu bakmıyor ama bu takım devre arasında bir yerlerden “120 ıq falan bir saha içi aklı” transfer etmezse şampiyonluk yarışından çok erken kopar.

Son söz de bu Selçuk mevzusuna dair edeyim. Birileri bir oyuncuyu aşağılayıp eleştiriyorsa onu ayıplayalım eyvallah ama performansa dayalı eleştirilere karşı birisinin iyiniyetinden, aslında çok iyi bir insan olduğundan falan bahisle karşı eleştiri yapmak çok komik oluyor. Selçuk felakaet oynuyor, yada yetersiz diyen birine karşı ama o Topuk Yaylasında ağlamıştı, ya da o emekçileri temsil ediyor falan gibi kontra savunmaların son derece saçma sapan yorumlar olduğunu düşünüyorum. Aman düşmanlara koz vermeyelim aman 3 Temmuz devam ediyor diye eleştiriden kaçınıp her türlü vasatlığı bu bahaneyle örtmeye çalışma eğilimi de son derece tehlikeli bir eğilim.
Devamı ...

3 Kasım 2012

Aziz Yıldırım Buluşması


Yaklaşık 1 hafta önce ofiste otururken, telefon çaldı, Fenerbahçe kurumsal iletişim departmanından bir hanımefendi Aziz Yıldırım'ın 1 kasım tarihinde bazı sosyal medya yazarları ile bir tanışma toplantısı düzenlemek istediğini, arkasından da Pana maçının izleneceğini söyledi. Biz de davete bu sebeple icabet ettik. Maçtan önce Aziz Yıldırım ile tanışıldı, gündelik hayat, Fenerbahçe hakkında bir sohbet edildi. Daha sonra da Pana maçını izlemek üzere Arena'ya geçtik. Orada da davet ettiler, misafir olarak da uygun bulunan yere oturduk.

Elbette olan olay ve olguları pos cihazı - kredi kartı ilişkisi içerisinde algılamaya meyyal insanlar var. Alenen papazınçayırının kulüple bir organik bağı olduğunu, büyük paralar götürdüğünü, cüzdanı doldurduğunu filan yazdılar. Baştan başlayayım kimsenin ihsanıyla cüzdan doldurmaya ihtiyacımız yok. Allah'a şükür. Kendi emeği ile çalışıp, kendi geçimini sağlayan insanlarız. Mesleğimizden paramızı kazanıyoruz.

Ancak diğer insanlarla ilişkisini bu şahsi menfaat, cüzdan, banka hesabı üçgeninde görerek, buradan bir şeyler çıkartmaya çalışmak bazıları için daha kolay oluyor. Akli melekelerini "BDP'linin hakkını savunuyorsa PKK'lı, 29 Ekim bayramındaki göstericilerin haklarından bahsediyorsa ulusalcı, türbanlıların haklarından bahsediyorsa cemaatçi / akpli" gibi bir düzleme teslim etmiş, bu düzlem içerisinde yaşayanlar için her şey çok "net."

Hatta daha normal şartlar altında böyle bir şekilde durumu izah etmeyecek insanlar da konu kendi nefret ettikler, ötekileri olduğunda bu yola gayet rahat girebiliyorlar. Örneğin Fikret Orman'ın Beşiktaşlı blog yazarlarını çağırıp onlarla sohbet etmesi güzel bir olaydır. Galatasaray'ın kurumsal hesaplarını yönetenler "bağımsız blogger, serbest gazeteci" olarak arz-ı endam edebilir. Buralarda sorun yok. Fenerbahçe başkanı iki kişiyle yanyana gelse, büyük bir nefret söylemi / dalgası bir anda ortaya çıkıyor, yönlendirilmiş bir kampanya ile birleşen bu nefret de insanlara haksızlık olarak kendisini gösteriyor.

Başkasının hakkının savunulmasını veya nefret ettiği birine haksızlık yapılmasına karşı koyulmasını ancak menfaat üzerinden algılayabilecek bir ahlakla da birlikte yaşıyoruz. Bu zihniyete göre artık kendisinin ötekisi kimse, onun hakkı savunulamaz. O zaten "pkklı, bölücü, zerdüşt, ulusalcı, darbeci, ermeni, afedersin rum, komprador burjuva" olduğu için hakkının savunulmasını hak etmez. Böyle bir hak yoktur. Onun hakkını savunan da ondan çeşit çeşit menfaat buluyordur.

Elbette bu mantığın doğal arazları var, o arazları da görmek için dahi filan olmak gerekmiyor. Bir hakkın varlığını, ötekinin bizzatihi kimliğine ve kendisinin öteki ile kurduğu duygusal bağa bağlayan adam esasında hak bilincine filan da sahip değildir. Bizimkilerin hakkı olsun, ötekilere de ne yapılırsa müstehak algısında hayatını devam ettiriyordur. Böyle bir düşmanlık kültünün artık normalleştiği topraklardayız.

Ama bir es verip kısa kısa geçeyim,

Galatasaray başkanı blog yazarları ile yemek yiyemez mi? Yer? Yemek hakkıdır. Galatasaray Başkanı davet ederse sosyal medyadaki arkadaşlar oraya giderler, hiç sorun sıkıntı yok.

Hatta geçtim blog yazarlarını örneğin Galatasaray Başkanı şampiyonluk kutlamasını medyanın mümtaz simaları olan, 3 Temmuz sürecinde her tür manipülatif haberi yapmış insanlarla da birlikte olabilir. Daha da ilerisinde bizzatihi sahtekarlık, dolandırıcılık suçundan hüküm giymiş adamlarla el sıkışabilir. Siz bu adamları "paralı askerleeer, ne oldu adam beee" derken gördünüz mü? Mesela 12 Numara'ya yönelik söylenenlerin onda biri bu adamlara söylendi mi? Hayır. Neden? Çünkü bu adamların böyle bir derdi yok. Rasim Ozan Kütahyalı, Mehmet Baransu gibi adamların yazılarını keyifle paylaşıp, Mehmet Berk'in yüzde 90'ını yalan ilan ettiği haberlerle kamuoyu algısı yaratmaya çalışanlar için ağızlarını açmazlar. Kendisine yarıyorsa eyvallah, kendisinin ötekisi ise her tür iftira, yalan, dolan, spekülasyon bunlara mübah. Vaka bu.

Mehmet Ali Birand'ı biliyorsunuz. Kendisi fanatik Galatasaraylı, bizzatihi Galatasaray'ın yöneticilerinden. E kardeşim Mehmet Ali Birand aynı zamanda bir yayın organının da yöneticiliğini yapıyor. O yayın organı da olmadık haberler yapabiliyor. Siz bu "hassas" kantarların hiç o tarafı tarttığını gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü bunlar için bu mübahtır, yeter ki düşman olduklarının lehine bir şey söylenmesin, edilmesin.

Bakın baştan söylüyorum, spor kulüpleri yöneticileri taraftarlarla, yazarlarla, çizerlerle, gazetecilerle bir araya gelebilir. Onlarla oturur, yemek yer, düşüncelerini paylaşır. Bu durum da doğaldır. Hatta yapılması gerekir, geç kalmış bir adımdır.

Galatasaray başkanı yazarlarla, çizerlerle, tribüncülerle herkesle oturur, kalkar. Kimse kimseye paralı asker demez, şahsına yönelmez. Niye yönelsin? Elbette bunu yapacaklar. Ama bahis konusu Fenerbahçe başkanı olunca, hakaretin iftiranın bini bir para. Komprador burjuva diyen çıktı, sanki spor kulüplerini bu amana kadar Subcommandante Marcos yönetiyordu da, bir Aziz Yıldırım burjuva. Şu nokta önemli, Fenerbahçe ne yapsa bir telin, karalama bombardımanından geçiyor, bu da böyle yansıtılıyor.

Böyle bir nezaket buluşmasından bir banka kartı hikayesi çıkartmak, bir kulübün başkanını herkesi satın almaya çalışan, birilerini satın almadıkça kimsenin yüzüne bakmayacağı bir kredi kartı, yanındaki herkesi de pos cihazı olarak görmek sapıtmış bir kafa yapısıdır. Biz bu blogda 3 temmuz sürecinde ne söylediysek doğru olduğuna inandığımız için söyledik, yetmedi uyguladık. Bugün bu sözlerin doğru olduğu, dava sürecinde bir çok manipülasyonun döndüğü, davanın şikeyle mikeyle değil siyasi saiklerle açıldığı, dava sürecinde adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, davanın hukuk mantığından uzak yürüdüğünü herkes kabul ediyor.

Bu itirazları zamanında yapanlar, sadece biz değil, gittikçe genişleyen ve bir çok insanı barındıran bir büyük fikir birlikteliğinin parçaları, bu süreçte her tür ötekileştirmeye de maruz kaldılar. Hakkımızda yalanlar da söylendi, iftiralar da atıldı, nefret söyleminin her çeşidini gördük. Arkadaşlarımız alenen tehdit edildi. Belli medya gruplarının yayın organlarında insanlar belirli davalarla ilişkilendirilmeye çalışıldı. Bazı yerlerden mesajlar gönderildi, susulması, konuşlmaması istendi. Bedel ödemedik mi, ödedik, ödüyoruz. Pişman mıyız? Asla. Çünkü bu fikirler, bu fikirleri savunan insanlar, bu kocaman kitle, yerleşik medyayı, medya üzerinden manipülasyon yapanları, kendisini elinde tuttuğu medya ve diğer iktidar organları ile herşeyi yapabilecek bir güç odağı olarak görenlerin hayallerini söndürdü. Yendik. Ellerindeki manipüle edilmiş veriler, türlü çeşit iftira, yalan yanlış bilgi ile bir koca halkın algısını değiştirip, insanların boynuna idam ipi geçirmeye çalışanlar bunu başaramadı. Kalbine, fikrine inanan, bunun için sokağa çıkan, yazı yazan, haykıran yüzbinlerce insan kazandı. Biz o insanlardan daha önde de değiliz. Aylarca çalışan, okulunu işini bırakıp sabahlayan, bir pankartla armanın peşinde kilometreler kateden tribün emekçilerinden, hayatında ilk kez, biber gazı yiyeeceğini bile bile sokağa çıkıp kalbindeki haykırmak isteyen münferit vatandaşlara kadar büyük bedeller ödeyen herkes de bizden çok alkışı, tebriği hak ediyor.

Bu büyük bir lokmaydı. Boğazlarına oturdu. Birilerinden çıkarmak istiyorlar. Biliyoruz ki yazdığımız yazılara, ilkelere itiraz edemeyenler, kişiliğimize saldırarak, bu kişiliği tahrip ederek sözün gücünün azalması için çalıştılar, çalışıyorlar. Elbette bunu yapacaklar. Fikre cevap veremeyen insanlar o fikri seslendiren ağızları susturmaya çalışırlar. Şiddetin bir çok yolu var. Bu bizzatihi hiyerarşik sansürle olur, "bunlar darbeci, bunlar ezidi!!" diye gürlemek ile olur, tenis maçındaki adamı "terörist holigan" ilan etmekle veya buna alkış tutmakla da olur. Bu bazen, diğer insanlar hakkında iftiralar atarak, onların yaşam alanlarına yönelerek gerçekleşir bazen de bizzatihi ona saldırarak hayat bulur.

Bu bu ülkede bir şey söylemek isteyen herkesin şu veya bu şekilde karşılaştığı bir somut durum. Bunu bir boyutta bir yerlerde fikir ifade etmiş, o fikri de kamusallaşmış, geniş kesimlere ulaşmış herkes yaşıyor. Yaşayacak. İdeal zeminde, fikirlerin tartışıldığı, spekülasyon yapmadan önce insanların diğerlerine hüsnüniyet ile soru sorduğu, fikrini gene bu iyi niyet temelinde ifade ettiği bir dünyada yaşamıyoruz. Tersine insanların kamplara bölündüğü, öteki kampın düşman unsur olarak görüldüğü, düşman unsurdan nefret etmenin ve ona her yolla zarar vermenin de geçer akçe olduğu bir zeminimiz var.

Bunu bilinçli olarak, bir araç olarak yapan, bu zemini kullananları biliyoruz. Adam tam da karşıdakine zarar vermek için rasyonel olarak hesaplayarak bu tekniği uyguluyor. Ona yapacak bir şey yok. Bir de düşmanlıktan gözü dönmüş, spekülasyonu, yalanı, iftirayı kendine liman bellemiş, bir maddi çıkar olmadıkça kimsenin yanyana gelmeyeceğine inanan, öteki gördüğü insanların ancak maddi çıkar ve diğer olaylarla savunulabileceğine biat etmiş zihniyet var. Onları da tatmin etmek kolay değil ama söyleyelim evet como gölünde villa, yelkenli.

Buraya kadarını da şundan yazdım, biliyorum ki iyiniyetli, meraklı arkadaşlar var. Onlar da bu sesleri duyuyor, şaşırıyor, olayı öğrenmek istiyorlar. Yaşadığımız durum öyle kozmik bir olay değil. Yukarıda anlattığım şekilde geçen 3 Temmuz sürecinde yaşananların neden olduğu, teşekkür, tanışma, görüşme ziyareti. Bu haliyle de ince, zarif bir şey. Çok takılmaya gerek yok ama, madem takıldık, olayın aslı astarı budur diyelim, geçelim. Konuşacak daha önemli şeyler var.

Devamı ...