31 Aralık 2011

Hezimetten Mucizeye 80-79




Bazı maçların tekrarını seyrederken bile kazanacağınıza inanmazsınız ya tam öyle bir maçtı. Bazen oluyor böyle maçlar o ana kadar berbat oynayan hiç bir ışık vermeyen takım bir an gaza gelip tamamen maçı tersine çeviriveriyor. 2001 Avrupa Şampiyona'sındaki çeyrek finalde Hırvatistan'la yaptığımız maç geldi mesela aklıma, 30 dakika rezalet oynayıp son periyota 17 sayıdan maçı çevirmiştik. Üstelik Harun'u bir numara oynatıp İbo'nun kendisinden 15 santim uzun adamı savunmak durumunda kalması gibi abuk bir düzenle yapmıştık bunu.


Maçlara geleneksel olarak kötü başlıyoruz bugün de öyle oldu, ilk periyot Galatasaray top kayıpları yapmasa sayı atamayacak gibi duruyorduk sahada. Jerrels Göksenin'in baskısından çok çabuk etkilendi ve oyundaki etkinliği bir anda sıfırlandı, şutlar yine girmemeye devam etti. Kaya'nın olağanüstü gayreti olmasa daha ilk periyottan Bilbao maçındaki gibi bir farkla yüz yüze gelebilirdik Galatasaray maçlarında 467. kez ikili oyun sonu Schumpert'in köşeden üçlüğüyle dört sayı geride girdik ilk periyot sonuna 17-21.

İkinci periyot forvetlerden ve oyun kuruculardan verim alamamaya devam ettik, hücumda sadece Oğuz üzerinden sayı bulup savunmada da basket faullere izin verince Galatasaray farkı çift hanelere kadar çıkardı. Mola sonrası savunmanın sertleşmesiyle farkı 4 e indirdik ama faul çizgisinden rezil performansımız maçı kafa kafaya getirmemize izin vermedi. Berbat bir yüzdeyle hücum ettiğimiz faul atamadığımız, üçlük yüzdemizin %10 u bulmadığı bir ilk yarıyı sadece 4 sayı geride bitirmek bizim için büyük şanştı 32-36. Eğer ilk yarı Galatasaray o kadar çok top kaybı yapmasa ve bunların sonunda kolay basketler bulmasak hücumda daha dramatik bir durum yaşayabilirdik.

İkinci yarıya Engin'in beş sayısıyla başlayıp öne fırladık, iki takımın da ilk yarı boyunca sokamadığı şutlar girmeye başladı. Engin ve Gist'in üçlüklerine Göksenin ve Lakoviç'le yanıt verdi Galatasaray. Uzunların show uplarında içeride boş kalan adamı iyi bulup farkı çift hanelerde tuttular. İki kere steps olan ama hakemin ağzına düdüğü götürüp elini kaldırmasına rağmen çalamadığı pozisyon sonunda Lakoviç'in üçlüüyle farkı tekrar 9 a çıkardılar. Hakeme tepkiler sahaya fiili müdahaleye dönünce hakem triosu herhangi bir anonsa gerek duymadan direkt soyunma odasına gitti. Tabi bu duyarlılığı geçen sene Abdi İpekçi'de de görmek isterdik kendilerinden ama burda kullanmayı tercih ettiler. Lakoviç'in aradan sonra ritmini kaybetmeden bulduğu üçlük ve Göksenin'in üçlüğüyle Galatasaray 6 sayılık farkla üçüncü periyotu bitirdi. 57-63

Son periyot seyircinin biraz daha maçın içine girmesine rağmen yine girmeyen şutlar ve Galatasaray'ın hücumdaki doğru tercihleriyle fark korundu. Son 5.30 a girerken de galiba 11 sayıyla öne geçtiler. Önce faul çizgisinden bulduğumuz sayılarla fark 6 ya indi. Savunma sertliğimiz taraftarın da desteğiyle maçta hiç olmadığı kadar arttı, Engin'in Tomas'ı bulduğu iki pozisyonda Tomas alıştığımız gibi attı şutları bu sefer ve maçta beraberliği yakaladık. Savunmada Oğuz'un doğru yardımı sonunda hücumda Engin'in bulduğu sayıyla öne geçtik, aynı Engin savunmada kazandığı topu yerdeyken hemen elinden çıkarıp Ömer'i bulunca bir kolay sayı daha bulup büyük bir avantajı ele geçirdik.
Galatasaray hücumunda Lakoviç'in önce ayağı çizgide mi değil mi tartışılan pozisyonda Ömer'e çarptırdığı topla topu tekrar kazanması ve süre dolarken bulduğu potalı üçlükle maç yine ortaya geldi. Engin'in kaçan turnikesinin ardından son hücumda topu yine sabırla çevirip bomboş şutu bulmasına rağmen Gordon'un kaçırdığı şut maçın sonu oldu. Son pozisyonda Tutku'nun Oğuz'a yaptığı pozisyona hücum faul çalınabilirdi, Spahija'nın şut girmemesine rağmen hiç bir sevinç belirtisi göstermeyip direkt hakemin üzerine yürümesi de enteresan bir durumdu.

Maça dair parentez açmamız gereken bir numaralı isim Engin. 2010 Temmuz'undan 2011 Kasım'ına kadar parkeye 1 yıl 4 ay ayak basmayan bir oyuncu olarak sakatlık sonrası şu performnasında maçın sonucundan daha çok sevindiğimi söyleyeyim. Fenerbahçe'ye gelmeden önce de çok sevdiğim bir oyuncuydu ama sakatlık sonrası artık sağlıklı dönemeyeceği konusunda da endişelerim vardı. Ukiç'in yokluğunda onun boşluğunu belki de ondan daha iyi dolduracak bir potansiyeli var. Engin 16 sayısının yanında maçı kopardığımız bölümde hücumda doğru adamı bulması, savunmada müthiş katkısıyla maçı döndüren adam oldu. Tomas da berbat başladığı bir maçta en kritik iki üçlüğü sokarak momentumu tamamen bize çeviren adamdı. Oğuz ve Gist'in 14 sayı 8 ribaunt ve 14 sayı 9 ribauntluk katkıları da önemliydi. Defolarımıza gelince Galatasaray'ın 20 asistine karşı takım olarak sadece 9 asist yapmışız. Hücumda müthiş bir organizasyon problemimiz var, Jerrels'in topu elinde 15 saniye tutması, pick and roll oynamayı bilmemesi bu organizasyonsuzluğun en önemli nedeni. 20 ye 9 asistlerde kaybedilen üçlük yüzdesinde %43 e %27 geride olduğumuz bir maçı kazanmak basketbol parametreleriyle açıklanacak bir şey değil.

Başta da söylediğim gibi oluyor böyle mucizeler. Top 16 da gruptan şu basketbolla çıkmak için mucizeden daha ötesi lazım. Vidmar'dan katkı almadan Bogdanoviç'i böyle küsüp kenarda tutarak falan bizim gruptan çıkma şansımız yok. Şu an sağlıklı olan bütün oyuncuların oyunu bir kademe yükselmeden Euroleague için ümitli olmak imkansız.
Gelelim maç dışı faktörlere, bu konuda da bir şeyler söylemek lazım.

Bu maç Galatasaray'ın basketbolda hakemler üzerinden yaptığı ne ilk ne son manipülasyon. Şimdi bu maç öncesi "Recep Ankaralı atanır mı bu maça kalkın ey ehl-i vatan" çağrısı yapan Salsabasket'deki arkadaşımız o atanmasın Engin Kennerman atansın, Murat Biricik atansın falan demiş. Kennerman geçen sene bizim Abdi İpekçi'de dayak yiyerek kaybettiğimiz maça atanmış maç öncesi yine bu objektif klik "yok Engin Kennerman Galatasaray'la davalık nasıl atanır" diye ayağa kalkmıştı, Engin Kennerman görevini yapıp maçın içine etmişti sağolsun, yine bu arkadaşımızın önerdiği diğer hakem Murat Biricik de yine kendisi dahil Galatasaraylıların hakemle kaybettik diye ağladığı geçen seneki kadınlar Play off finali son maçının hakemi.

O atansa da bu sefer başlayacaklardı "geçen sene şampiyonluğumuzu çalan hakemi nasıl atarsınız" diye. Bu adamlar utanmadan biz objektifiz ayağına böyle aptalca manipülasyonları yapıyorlar sonra da objektiflik taslıyorlar. Geçen sene kadın basketbolunda Fenerbahçe Galatasaray'dan çok daha fazla faul atıyor diye ortalığı velveleye veren Euroleague'de yabancı hakemlerin yönettiği maçlarda Fenerbahçe 20 sayıyla içerde dışarda yendiğinde ve faul sayısı bu sefer üç katı olduğunda da ses veremeyen adamlar bunlar. Seneye maçlarımızı Oktay Mahmudi yönetsin objektif bir koç diye de bir kampanya başlatabilirler dikkatli olmak lazım. Açıklasın bakalım şu hakemlerin iki tane stepsi görmesine ağzına düdüğü almasına rağmen niye o düdüğü çalamadığını.

Komik olan bir başka nokta da Galatasaray taraftarının maç sonu Oktay Mahmudi'nin nefret konulu açıklamasına hak verip fair play nutukları atmaları. Sanki geçen sene seromonisi yapılmayan maçın taraftarı bunlar değildi. Geçen sene Sinan Erdem'de son saniye basketiyle maç kaybetmemize rağmen sahaya bir şey atılmadığını ama Abdi İpekçi'de şampiyon olduğumuz maçta oyuncuların içeriye kaçmak zorunda kaldığını da Mahmudi'ye hatırlatalım. Geçen yıl maç öncesi centilmenlik çağrısında bulunup maçtan sonra muhteşem atmosferden bahseden de bugün nefret ortamından küfür yemekten bahseden de aynı Oktay Mahmudi. Mahmudi' ye de günaydın demek lazım Türk sporunda nefret ortamının yaratıldığını yeni görüyor demek ki.

Fenerbahçe taraftarı şiddete bulaşmıyor biz daha iyiyiz falan demiyorum, iki sene önce de Efes serisinde bizim seyirci seromoni yaptırmadı. Daha genel düşünelim İsviçre'nin Dünya Kupası'na gitmesine sevinmesine de izin vermedik. Ötekinden nefret edilmesi üzerine bir düzende yaşıyoruz ve 3 Temmuz sonrası artık spor alanında bir normalleşme mümkün değil. İnsanların hayatının bir parçası saydığı bir kimliği 6 ay boyunca linç edip sonra da sağduyu beklemek politik doğrucu bir istek belki ama bir o kadar da absürd.
Devamı ...

29 Aralık 2011

58. Madde ve Fenerbahçe Yönetiminin Tavrı



Türkiye yasa çıkarmada son derece mahir bir ülke . Hatta yasa yapma konusunda bizim üstümüze bir toplum bulmak zor. En alakasız devlet kurumunun bile saçma sapan şeyleri düzenleyen iktizaları, yönergelerini bulmak mümkün. Somut hayatı kitabi bir şekile indirgeyip mükemmel toplumu bulacağını düşünen pozitivist bir görüşün üzerine kurulmuş bir devlet aklından da daha ötesi beklenemez zaten. Bu kadar çok yasa olunca tüm hayatımız boyunca bazı yasaların değişmesi kalkması meselesini konuşuyoruz. Zaman değişiyor yasa numarası değişiyor ama tartışmalar aynı.

Benim çocukluğumda Anayasa'nın 141., 142.,163. maddeleri vardı, sağda solda herkes onların kaldırılmasından falan bahsederdi, sonra 90'larda Terörle Mücadele Kanunu'nun 8. maddesi popüler, oldu, 2000 lerde TCK'nın 301. maddesi ülkenin gündemine oturdu. 82 Anayasasının geçici 15.maddesi ve TSK İçtüzüğü'nün darbeye dayanak yapılan 35. maddesi de yıllar boyu beynimize kazınan maddeler oldular.
Şimdi de başımıza 3 Temmuz sonrası Disiplin Yönetmeliğinin 58. maddesi çıktı. Günlerdir değişsin mi değişmesin mi geyikleri üzerine bilindiği üzere Federasyon olağanüstü genel kurula gitme kararı oldu.

Şunu belirtelim Fenerbahçe taraftarı bu süreçte af yada o anlama gelebilecek hiç bir çözümü kabul etmedi etmeyecek. 58. madde değişikliğine imza vermeyi düşünen Fenerbahçeli yönetici varsa önce o imzayla istifa dilekçesini imzalasın. Nihat Özdemir'in bu yönde yaptığı açıklamalar son derece can sıkıcı, söylenenlere göre Aziz Yıldırım'ın da bu duruma epey sinirlendiği ve yönetime böyle bir değişikliğe imza atmamalarını telkin ettiği belirtiliyor. Aziz Yıldırım'ın içeride gösterdiği dirayeti, Başkan Vekili sıfatıyla Nihat Özdemir'in dışarıda gösteremediğini söyleyebiliriz.

Fenerbahçe taraftarı olarak ilk günden bu yana sürecin engizisyon mahkemesine dönüşmesinden linç havasına bürünmesinden rahatsız olduğumuzu ve doğru düzgün medya manipülasyonu olmadan adil bir yargılama istediğimizi istedik. Süreç bize gösterdi ki bu yargılamanın ne hukuki aşaması ne sportif aşaması adil olacak . Trabzon'un Şampiyonlar Ligi'ne gönderilmesinden 10 saat sonra Sadri Şener'in yurtdışı yasağının kaldırılmasıyla bu soruşturmanın zaten hukuki temelden ziyade başka bir temeli olduğu benim gözümde tescillendi. Federasyonun yaacağı yarglamaya gelirsek açıkcası ben şu şartlarda Cumhurbaşkanı'yla konuşup Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ne gönderilmeyeceğini açıklayan, Başbakanla görüşüp daha önce "ben burada olduğum sürece değişmeyecek" dediği maddeyi değiştirmek için olağanüstü genel kurul toplayan bir federasyondan, herkesi masum bulup, şikeyi ve teşviği yapan ama alanı tespit edemeyen Etik Kurulu'ndan bir adalet falan beklemiyorum. Bunların adaletten anladığı kulaklarına üflenenleri söylemekten başka bir şey değil.

Fenerbahçe Yönetimi bence Şampiyonlar Ligi'nden men edilip, bizi düşürün talebi de kabul edilmeyince hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam etmemeliydi, tarihinin en radikal ama en gerekli kararını alıp Türkiye sınırları içerisinde faaliyet gösteren ve bir lig içinde mücadele eden bütün branşlarının faaliyetlerini askıya aldığını, söz konusu branşların yarışabilecekleri ülke liglerinin belirlenmesi için de ilgili ülke federasyonlarıyla görüşmelere başladığını kararlı bir şekilde açıklasaydı görürdük o zaman Türkiye'de federasyon mu kalacaktı futbol mu kalacaktı?

Fenerbahçe Yönetimi Fenerbahçe'nin etinden sütünden yararlanalım ama süründürmeye devam edelim politikasının içinde figüran olmaya daha ne kadar devam edecek bilmiyorum. Politika belli: Bütün değişiklikler sanki Fenerbahçe lehine yapılıyormuş havası verilip aslında Fenerbahçe'yi soyutlamak.

58. maddenin değiştirilme isteği de muhtemelen iddianamede adı geçen diğer takımlara herhangi bir ceza verilmemesi için yapılacak ama kamuoyu önüne Fenerbahçe atılacak. Aziz Yıldırım için yasa değişikliği yapıldı deyip hala Aziz Yıldırım'ın içerde olması karşısında utanmadan konuşan insanlar bir kez daha bu değişiklik Fenerbahçe için yapılıyor propagandasına girecek.

Fenerbahçe yönetimine sesleniyorum. Hepimiz aynı gemideyiz romantizmini falan bırakın, bize şu yaşatılanlardan sonra siz aynı gemide kalmayı içinize sindirebiliyorsanız bile biz bu federasyonla bu akbaba kulüplerle aynı gemide olmak istemiyoruz. Fenerbahçe'nin kalemini şu iddianameyle bu rezil Etik Kurulu raporuyla kıracak kadar gözlerini karartmışlarsa buyursunlar yapsınlar, bırakın 58. maddeye istinaden amatör lige kadar da düşürsünler.

Siyasilerle her görüşmesinde U dönüşü yapan bir özerk federasyon başkanı, UEFA Müfettişi'nin yalancılıkla suçlayan ama ne hikmetse bir türlü dava açamayan Federasyon yöneticileriyle pazarlık yapmayın. Puan silme pazarlığına girip bu rezil düzene karşı boyun eğerseniz oyuncuların terleri, taraftarın emekleri yakanızı bırakmaz. 58. madde de dahil mevcut süreçteki yaptırımların hiç biri değiştirilmesin, şike yapan da teşvik veren de teşebbüs eden de bugünkü ceza neyse onla tecziye edilsin.

Bu düzenle pazarlık yaparak ayakta kalmak mümkün değil, sonunda beraberlik olmayan bir sonucun olmasını bu operasyonu yapanlar istediler. Kimseyle tek bir puanı tek bir golü bile pazarlık etmeden taraftarın gösterdiği dirayeti gösterin, başka bir şey istemiyoruz. Fenerbahçe ölümü gösterip sıtmaya razı edilebilecek bir kulüp değil, biz cellatımızla uzlaşmak yerine ölümü tercih ederiz.
Devamı ...

28 Aralık 2011

On Yıllar Öncesinden Bir Basketbol Derbisi



Sevgili Fatih'in aşağıdaki enfes yazısının üzerine bir şeyler yazmak kifayetsiz olur. "Eskiler..." deyince biraz daha geri yolculuk edip, böylelikle derbi öncesi kısa bir seri çıkartmış olalım dedim. Şuraya tıklarsanız haberin tamamını görebilirsiniz. Artık darısı bu cumanın başına... Devamı ...

Eskilerden Bir Galatasaray Maçı ve Henry Turner



Malum Cuma günü Galatasaray'la oynuyoruz, hafızamızın naftalin kokulu bölümünden bir Galatasaray maçını çıkarmanın zamanıdır. Tarih 2 Şubat 1996, Nasıl koydu Aykut Kocaman sloganına üç ay üç gün var daha. Ülke 90'ların çoğunda olduğu gibi kaos içinde, ben de uzun süreli bir çileden sonra 6 aydır alçıda olan ayağımı yeni yeni yere basabiliyorum.



Bir akşam üstü futbolda Galatasaray'ı basketbolda Efes'i tutan iki kişi, futbolda Beşiktaş'ı basketbolda Efes'i tutan bir kişi ve futbolda da basketbolda da voleybolda da Fenerli olan bendeniz geçiyoruz televizyonun karşısına. Sezonun ilk yarısındaki Galatasaray maçını bir sayıyla kaybetmişiz ve 90'ların genelinin aksine Galatasaray'ın kadrosu iyi bir kadro. Kimler var hemen bir sayalım, o zamanlar ter-ü taze olan Kerem Tunçeri, şimdinin karanlıklar prensi Lütfi Arıboğan, bugünün şampiyon WNBA koçu Corey Gaines, emekli veznedar tipli Eric Meek, basketbolun Sergen Yalçın'ı Levent Topsakal, ve Ömer Büyükaycan. Bir sene önce Türkiye Kupası'nı kazanmışlar (2011'de bizim hediye ettiğimiz C.başkanlığı kupasına kadar alabildikleri son kupa) ve o sezon da fena değiller. Maç da o sene açılan ve herkesin potaların sertliğinden dem vurduğu Ayhan Şahenk de.
Maçı yanılmıyorsam Kanal 6 da Sabri Ugan anlatıyor. Maç başlıyor bizim şutlar girmiyor ben hemen başlıyorum bu salonda biz şut atamayız , burda Daçka'ya bile kaybettik bu maçı da kaybedeceğiz zaten bu salon uğursuz diye mağlubiyete karşı önlem almaya, ilk yarı Galatasaray önde olunca bizim futbolda Galatasaraylı basketbolda Efesli olanlar son derece heyecanlılar.

Şutlarına en çok güvendiğimiz İbo bile çember dövüyor. Bir ara 12-14 lere kadar çıkan fark sonrasında bizim çakma Efesli Galatasaraylı elemanlar iyice havaya girip rahatlıyorlar, maçın sonlarına doğru farkı indirmeye başlıyoruz, fark bir kaç sayıya indiği sırada o gün yine sayı yükünü çeken Henry Turner'i acılar içinde yerde görüyoruz, kenara kendi başına değil arkadaşlarının kolunda geliyor, o ana kadar en skorer oyuncumuzun da sakatlanmasıyla maçtan umudu kesmişken savunma da özellikle mangal yürekli Dallas'la vitesi yükseltip İbo'nun son hücumdaki basketiyle maçı uzatmaya götürüyoruz.

10 dakikalığına da olsa baskette de Galatasaraylı olan arkadaşların o 10 dakika önceki havası gitmiş ama maçın da heyecanına kapılmış vaziyetteler. Artık her baskette gol atmış ya da yemiş kadar üzülüyorlar. Uzatmada az önce saha kenarında acı içinde kıvranan ve ayakta duramayan Henry Turner'i sahada görüyoruz, kendini iyi hissetmediği yürüyüşünden bile belli, doğru düzgün koşamıyor ama beş dakikalık bölümde arkadaşlarını yalnız bırakmıyor. Turner o üstüne bile basamadığı ayağıyla maçın en kritik anında uzatmada maçı bize döndüren blogu yapıyor.Bu hareketle iyice gaza gelen takımla birlikte maçı kazanıyoruz. 86-82

Maçtan sonra Turner'in sakatlandığı pozisyonda aslında ayak bileğinin kırıldığını ve maça öyle sakat sakat devam ettiğini, bundan sonra bi 2-3 ay oynayamayacağını öğreniyoruz. Tarih kitaplarına Henry Turner'in kırık bilekle blog yaptığı maç olarak geçiyor bu maç, yıllar sonra Henry Turner ismini duyduğumda ilk hatırladığım şey onca spektaküler smacına, olağanüstü şut fundementaline rağmen hep bu Galatasaray maçındaki kırık ayakla yaptığı bloktur.

Şimdi yeni salona geçiyoruz, umarım salonun açılışına 90'larda basketbolla büyüyen Fenerbahçelilerin kalplerini fetheden, futbolda Fenerliyim ama baskette Efesliyim deme ezasını bize yaşatmayan Dallas Comegys ve Henry Turner da çağrılıp bir onore edilirler. Ayağı burkulsa üç ay havuzdan çıkmayan sporcuların bile itibar gördüğü şu ülkede ayağı kırıkken maça devam eden Turner, kurşun yedikten 3 ay sonra sahalara dönen Dallas, kafası kanlar içindeyken sahaya dönmek için çırpınan İbo gibi kahramanları olan bir çocuk basketbolda da golfte de beyzbolda da başka takım tutar mı arkadaş ?
Devamı ...

Top 16' da Ne Yaparız?




Dün Twitter'da istek grubu diye yazmıştım bugün çektiğimiz grubu, kura da o şekilde çıktı. Tozluparkeler gruptaki takımları gayet ayrıntılı değerlendirmiş ben de ek olarak bir şeyler söyleyeyim. Biz grubu böyle istedik diye gruptan elimizi kolumuzu sallayarak çıkacağız diye bir şey yok tabii. Sonra bana küfretmeyin ne biçim istek grubu bu diye :)

Basketbolun birbirinden farklı bin tane parametresi var, parkeye o gün hangisi yansıyacak ya da yansımayacak ona göre çok şey farkedebiliyor. Geçen sene Top 16'da bir sakatlığın, bir faulün bir top kaybının nelere mal olabileceğini deneyimledik. Zalgiris maçında bir hakem düdüğü onlara değil bize çalınsa Top 8 i garantiliyorduk, Olympiakos karşısında 5 dakika akıl tutulması yaşamasak grubu lider bitirip Final Four için Siena'yı bekliyor olacaktık falan filan.

Bu sene de yine benzer şeyler olacak. Gruptaki takımları çeşitli parametrelere göre sınıflasak çok farklı sıralamalar çıkar. Mesela takım kimyası olarak sıralama yapsak Pana, Kazan, Fenerbahçe, Armani sıralaması çıkar, oyuncu potansiyellerine göre sıralasak Armani birinci sıraya gelip Kazan son sıraya düşer, neler olup biteceğini hangi potansiyelin o gün daha çok öne çıkacağı, tecrübenin mi tutkunun mu ,kimyanın mı egonun mu o maçı kazandıracağını bilemeyiz. Gelelim rakiplere

Panathinaikos tabii ki grubun bir numaralı favorisi ama bu sene daha kırılgan bir yapıya sahipler. Yıllardır olduğu gibi Diamantidis-Batiste ikilisini temel alan ve etrafındaki rolleri iyi oturtan bir kimyaya bu sene de sahipler. Ama ne içerde ne dışarıda yenilmez değiller, bu sene Bamberg'in bile Pana'yı zorladığını, geçen sene bizim ligde ve play-off da maç vermediğimiz Efes'e yenildiklerini belirtelim. Kişisel olarak da Siena ya da Maccabi deplasmanındansa Panathinaikos deplasmanını tercih ederim. Hücum potansiyeli Siena ya da Maccabi kadar olmadığından deplasmanda iyi savunma yaparsak maçı kafa kafaya götürme şansımız fazla olur.

Deplasman demişken Top 16'da biraz içimizi serinleten şeylerden biri bizim deplasman performansımız geçen sene 8 bu sene 5 deplasman maçı olmak üzere 13 deplasman maçı yaptık. Bunlardan sadece Siena maçını başa baş oynayamadık, hadi zorlayıp Valencia maçını da ilave edelim o da 3 dakika kala falan koptu. 11 deplasmanda ki bunların içinde Barcelona Caja Laboral, Bilbao, Olympiakos gibi zor deplasmanlar olmasına rağmen maçın içinde kalmayı becerdik. Bu alışkanlığımız bu sene de gruptan çıkma konusunda en güvendiğimiz yön olacak.

Üçüncü torbadan Malaga'yı değil Kazan'ı isteme nedenim Kazan deplasmanının daha az baskı hissedeceğimiz dolayısıyla hakemlerin de daha dengeli olacağı bir ortam olması. İspanyol takımlarıyla mümkünse eşleşmemek hele hele kritik maçları onlarla oynamamak bence Euroleague'de ciddi bir şans. Unics Kazan takım kimyasını oturtmuş ama potansiyeli sınırlı bir takım. Bu sene oyununu bir aşama daha geliştiren Domercant sayesinde bu grubu üçüncü bitirdiler ama Marko Tomas'ın kendine gelmesi durumunda bizim Domercant'ı iyi savunacağımızı düşünüyorum Ömer- Marko ikilisi sayesinde.

Armani de tuhaf bir takım o atmosferde Partizan'ı ölüm kalım maçında yenebilecek kadar potansiyel barındıran ama Spirou'ya yenilebilecek kadar da dengesiz bir takım. Efes her iki maçta da bu sene elini kolunu sallayarak yendi Milano'yu. Tek tek bakıldığında Fotsis Bourosis gibi iki çok iyi uzuna sahip Mancinelli gibi çok yönlü Nicholas gibi skorer barındırmasına rağmen kimyayı bulamadılar. Ayrıca koçları Scoriolo'nun koç olarak maça müdahale konusunda zayıf kalan koçlardan biri olduğunu düşünüyorum.

Tabii bu rakipler hakkında bir sürü şey söyledik ama bunların tali mesele olduğunu aslolanın bizim durumumuz olduğunu da eklemek gerek. Biz hangi seviyede olacağız, Tomas kendine gelecek mi, Mirsad hiç değilse 10 dakika katkı verebilecek mi, Oğuz sakallarını kestiğinde de iyi oynamaya devam edecek mi bunları bilmiyoruz. Yeni salonda geçen senenin ilk bölümünde Sinan Erdem'deki havayı yakalayabilecek miyiz, yoksa Ayhan Şahenk'in potaları gibi şut sokamıyoruz bu salonda diye hayıflanacak mıyız onu da bilmiyoruz. Rakiplerin ne yapıp ne yapamayacakları az çok öngörülebiliyor ama bizim durumumuz pek öngörülemiyor.

Bu grupta birinci olmak imkansız değil hele hele ilk ikiye girememek de çok ciddi bir başarısızlık olur bence. İkinci olursak saha avantaı kazanmış Barcelona ya da Maccabi 'yi elememiz mümkün olmaz, onun için gruptan çıkmak değil gruptan birinci çıkmak olarak hedefimizi koymamız ve oyuncuların da bu şekilde maçları oynaması lazım.

Galatasaray ve Efes için de bir şeyler söyleyeyim. İki takımın bir üst tura çıkacağı bir grupta bence eğer birinci torbadan kuraya girmiyorsanız birinci torbadan gelecek takımın herkesi yenebilecek bir takım olması, birinci torbadan gelen takımın daha az korkutucu olduğu bir kuraya göre daha iyidir.

Galatasaray bence bu bağlamda muhteşem bir kura çekti. Grupta birinci CSKA belli zaten, kimse onlar dan maç koparamaz şu formlarıyla. Yerel ligden aşina, yenebileceğine inandığı bir Efes ve son derece kötü bir Olympiakos'a karşı grup ikinciliği şansı hiç azımsanamayacak düzeyde. İlk maç Efes'le oynayacakları için şimdiden son maçta rakibini tırnaklayan Vujaciç'e ceza verilmesi için girişimlere başlamışlardır, bu işi iyi yaptıklarını biliyoruz. Eğer Zaza gitmese Galatasaray ciddi ciddi bu gruptan çıkabilirdi belki de. Efes'e gelince onlar için de aslında ikinci torbadan Olympiakos çekmeleri çok büyük bir şans. Bakalım ikisinden biri Olympiakos'u ilk iki dışına düşürmeyi becerebilecek mi?
Devamı ...

TOP 16 Değerlendirmesi



Top 16 kuraları çekildi; Grubumuz ve Top 8 şansımız üzerine kısa bir değerlendirme yapma vakti.
Öncelikle; elbette gruptaki takımların gücü ve kalitesinden öte, takımımızın Top 8 şansını belirleyecek olan en önemli etkenin sezon başından bu yana her maç ya bir vites yükselten yada bir vites düşüren istikrarsız halinden sıyrılıp, kadro kalitesinin ve tecrübesinin hakkını veren karakterini her maç ortaya koyması olduğunu belirtmek gerekiyor.

Sezon başında, takımın 3 guardından birinin halen sakat, diğerinin sakatlığından dolayı fizik yetersizliği oluşu ve nihayet bir diğerinin ise henüz takıma alışamamasından kaynaklı hücum organizasyonlarında şuursuz ve bilinçsiz bir takım görüntüsü verilmesinden bahsettik.
Ama neredeyse sezon ortasına gelinmişken halen bu sorunun tam anlamıyla çözülememiş olmasını aynı sebeblerle açıklayamayız. Maç içerisinde takıma taktik tahtasıyla değil daha çok motivasyon katkısıyla müdahale etmeyi tarz edinen Spahija’nın 1,5 yıldır set çizmek ve çalıştırmak konularında da sınıfta kaldığı düşüncesindeyim.
Hücumda, EL standartları için dribling, pas ve penetre yetenekleriyle yaratıcılık konusunda hayli iyi seviyelerde sayılabilecek 4 oyuncuya (Ukiç – Curtis – Bogdanoviç - Emir) sahipken, halen takımın özellikle sete set hücumlarda pozisyon yaratma sıkıntısı çekip, birebir zorlamalarla potaya gitme çabasında olması sadece oyuncuların bireysel performans eksiklikleriyle, form düşüklükleriyle, fizik olarak hazır olmamalarıyla açıklanamaz.
Bu takım belli ki, hücum seti yaratma ve çalıştırma konusunda pek becerikli bir koçun elinde değil.
Bu takımın en önemli hücum silahının rakip savunmaya yerleşmeden hücum edebilmesi olduğunu biliyoruz. Ama rakip savunmaya yerleştiğinde, savunma dengesini bozacak oyunları oynayamayan bir takımın EL’de başarılı olabilmesi mümkün değil. Hızlı hücumu en iyi oynayan Maccabi’nin bile ilk 10-15 saniyede pozisyon bulup şutunu atamadığı zaman, oynadığı onlarca farklı hücum seti var. Zaten onları 2 yıldır EL’nin en iyi takımlarından birisi yapan özellik ellerindeki çok sayıda yetenekli oyuncunun herbirinin hep en verimli olabilecekleri pozisyonda şutunu bulabilmesi, takımın hep bu pozisyonları yaratabilecek hücum portföyü zenginliğini çalışarak yaratabilmiş olmasıdır.
Bence bizim açımızdan şu an en önemli eksiklik tamda bu noktada.
Zaman zaman, takımın penetre edip potaya gitme konusunda eksiklik yaşandığından bahsediliyor zaman zaman ise son yıllardan farklı olarak çok az dış şut kullanıldığından. Aslında hücumdaki iki sorunun da temelindeki sorun, hızlı hücuma çıkılamadığında durarak hücum eden anlayı yatıyor. Topsuz oyunda Ömer Onan dışında kısalar pozisyon bulmak için koşular yapmıyor, Bogdanoviç biraz daha hareketli olsa da Ukiç-Curtis-Emir hep topu bekleyen, topu eline alıp penetre etmeye çabalayan oyuncular. Oysa kısaların Ömer Onan gibi savunmacısını peşine takıp base line dan koşu yapıp, şut pozisyonu için fırsat aramadığı, uzunlarının kısalarla ikili oyunlara girmediği bir düzende penetre etmek, rakip savunmanın dengesini bozmadığı için duvara toslamak anlamına gelir. Penetreyi yapan oyuncunun bitirişinde hem pas hem şut opsiyonu yoksa o penetre kötü bir tercihdir. Ki top elinde olmayan oyuncular bu kadar hareketsiz olunca penetre eden oyuncunun ne uzunlara ne kısalara pasla hücumunu bitirme şansı pek kalmıyor. Takımın EL’deki asist istatistiklerindeki kötü ortalamanın ve yapılan asistlerin bir çoğunda Emir’in harika oyun görüşünün damgası oluşunun en önemli sebebi de budur.
Bu takım, TOP 16’dan ötesini görmek istiyorsa, hücum seti çalışmalı, penetre, dribling, asist yetenekleri olan yaratıcı oyuncularına Ömer Onan’ın topsuz koşularla pozisyon alma becerisini nasıl geliştirdiği örnek olmalı. Uzunlar hücumda sadece arkasını savunmaya yaslayıp, alçak postta top bekleme devirlerinin gerilerde kaldığının farkına varıp, hücumun her saniyesinde hareketli ve ikili oyunların içinde olmaları gerektiğinin farkına varmalı.
Bu noktada kafamızı kurcalayan önemli hadise; Spahija tarzı oyuna set çizerek müdahale etmeyen bir koça sahipken sahada koç gibi davranmaktan ziyade sadece çok yetenekli bir skorer kimliğini kendine uygun gören Ukiç’in bu takımın birinci guardı olması sorunudur.
Takımı değerlendirirken, hücumdaki eksiklere çok vurgu yaptık. Bu takımın savunmada iştahlı ve savaşçı ruhunun takımı üst tura taşıyacak en önemli silahı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ama bu sezon pota altında boyalı alanı kapatma becerisini gösteren Vidmar’ın savunma yaparken değil her gereksiz pozisyonda faul yapan savurganlığı devam ettiği, Gist’in savunma yapmaktan anladığı şeyin rakibe blok yapmak olduğu, Oğuz ve Kaya’nın güçsüz halleri devam ettiği sürece Top 16’da uzun savunmasında sıkıntı yaşamamız kaçınılmaz.
Gruptaki rakiplere gelirsek;
2. torbadan gelen PAO için bu sezon önceki sezonlara göre zayıf yorumuna mutlaka rastlayacağız. İnanmayınız; geçen sezon ilk tur maçlarından sonrada benzer yorumlara rastladık ama onlar tüm zamanların en fazla kazananı olan takımlarının kültürü ve en fazla kazanan koçlarının başarısını, EL’nin her daim kendi lehlerine olan hakem tavırlarıyla birleştirip şampiyon olmayı başarmışlardı. Düşük tempolu oyunun Avrupa’daki en başarılı temsilcisi oldukları tartışılmaz bir gerçek. Diamantidis gibi dominant ve her koşulda sakin kalmayı becerebilen bir oyun kurucu sayesinde her maçın her anında oyunun temposunu ve atmosferini kendi istedikleri düzeyde tutmayı başarabiliyorlar. Zaten onlar için başarının anahtarı tam da bu.
Diamantidis’in bu dominant karakterine rağmen, geçen yıl Barcelona deplasmanında henüz ilk periyotta 2. Faulünü alıp oyunun büyük bölümünde sahada yer almamasına rağmen o maçtan rakibi uyuta uyuta final four çıkartmış olmaları, Diamantidis gibi tüm takımın her maçın her anını istedikleri tempoda oynatma becerisini kazanmış olduğunun kanıtıydı. Onları alıştıkları düzeni maça hakim kılmaktan alıkoymak hiç kolay değil. Sadece Diamantidis değil, son 2 yıldır Diamantidis’le oynaya oynaya kendini aşan Nick Calathes, bir basketbol efsanesi Saras ve kısa boyuyla oyunbozan bir savunmacı olan top hırsızlığı konusunda sabıkalı Davis Logan’la çok dominant bir guard rotasyonuna sahipler.

3.torbadan EL’den çok Eurocup’ta görmeye alışkın olduğumuz geçen yılın Eurocup şampiyonu Unics Kazan geldi. Sezonun çıkış yapan ekiplerinden birisi oldukları doğru ama ilk tur gruplarında ligin bu sezon en zayıf iki takımı olan Prokom ve (üzülerek söylüyorum) U.Olimpija vardı. Bir diğer rakibi Galatasaray’ın EL’deki ilk sezonunu oynadığını düşünürsek bu çıkışa övgü düzmek konusunda temkinli davranmak gerekir.
Geçen yılın Eurocup kadrosuna önemli takviyeler yaparak EL’ye giriş yaptılar. Herhalde en önemli hamleleri Domercant gibi ritmini bulduğunda durdurulması çok güç bir hücum silahı olan ve yetenekleri kadar fizik gücüyle de rakip savunmaya zorluk çıkartan çok yönlü ve çok inatçı bir hücum gücünü kadrolarına katmış olmalarıydı. Domercant’ın bu sezon kendileri için çok kıymetli olan Siena deplasmanı galibiyetindeki katkısı müthişti. Onu durdurmak kolay değil.
Kazan’da koç Pashutin’in hücum planı öncelikle iyi bir savunmacı olan ama sayı opsiyonu fazla olmayan Samoylenko’yı topu getiren ve dağıtan oyuncu olarak kullanmak ve birebirde çok başarılı iki Amerikalı kısa Terrell Lydal ve Henry Domercant’la sayı bulmak üzerine kurulu. Domercant potaya yaklaşıp atmayı, Lydal içeriye doğru ilk adımı atıp sonra geriye çekilip şut atmayı daha çok seviyor. Her ikisi de sahadayken çok önemli bir hücum gücüne sahip oluyorlar. Bizim eski dost Lynn Greer bizdeki gibi orada da henüz ritmini bulamamış görünüyor. Yine de onun bir anda maçın seyrini değiştirecek hucüm hamleleri yapacak hücum potansiyelie sahip olduğunu biliyoruz. Kazan 1 ve 2 numaralardaki yetenek zengini oyunculara karşın 3 numarada daha sıradan ama yine de faydalı oyunculara sahip. Kelly McCarty maç içerisinde pek suya sabuna bulaşmaz görünen ama maç sonu istatistiklerine baktığınızda her şeyi biraz yapmış oyuncu olarak göze batar. 4 numarada eski Galatasaray’lı Mike Wilkinson şutör uzun olarak bize ters gelebilecek bir isim, Veremeenko ise hem hücumda pota altı oyunlarını iyi bilen hemde savaşçı kişiliğiyle ribauntlarda etkili olan bir oyuncu. Pivot pozisyonunda blok tehtidi güçlü bir ikilileri var. Jawai geçen yıl Partizan’da bu yıl Kazan’da gördüğümüz kadarıyla fiziğini kullanabildiği ölçüde pota altında etkili olabilen bir oyuncu. Potaya yaklaştırılmadığı sürece sorun yok, Aleksev Savresenko ise 2.15’lik bir oyuncuda olabilecek tüm defolara ve tüm ekstra özelliklere sahip.
Kazan özellikle iki skoreri Lydal ve Domercant’in omuzlarında yükselen bir takım. Özellikle EL’nin en uzak deplasmanında işler kolay olmayacaktır.
4. torbadan gelen rakibimiz için ne öngörülebilir bilmiyorum. Transferin en hareketli takımlarından biriyken yerel liglerinde hem Siena hem Cantu’nun gölgesinde kaldılar, EL’de hiçte beklenen başarıyı gösteremediler. Ama yine de acaba bu geniş ve yetenekli oyunculardan kurulu kadro Top 16’da patlama yapar mı düşüncesini taşımıyor değiliz. Koçları Scariolo’nun hatırı sayılır bir Eurocup kariyeri var ama EL kaderi toplama takımları adam etmeye çalışmak oldu. Gruplarda sadece 4 maç kazandılar, felaket kötü savunma yaptılar. Bir türlü oturmayan hücum düzenleri var. Daha fazla bir şey söylemeyelim. Scariolo bu takımı toparlayabilirse 4. Torbadan bu takımın gelmesine lanet okuruz. Ama zor.
Devamı ...

Serseri Diyebileceğimiz Tribün Grupları



Lube Ayar sağ olsun, başlıktaki gibi bir şeyin varlığını da öğrenmiş olduk. Şüphesiz bunca yıllık tribün mesaimiz esnasında, her tribün grubu mensubunun bu âleme cennetten kaza eseri düştüğünü sanmıyorduk. Tribün gruplarının her birine dair, bilhassa belli çerçevede eleştirilebilecek sürüyle şey olduğunu da dost sohbetlerinde konuşuyorduk. Fakat bu kadar haksız bir benzetmeye az rastlamıştık. Yönetim kurulundaki birisinin Paşalı Birol için bile "Taraftar değil mi? Hepsi aynı bok" dediğini duymuştuk. Lâkin ne de olsa onlar yüksek, aristokrat şahsiyetli, yarı tanrı, firavun insanlardı; normal karşılıyorduk. Ama bu konuşma, biraz can sıkıcı oldu.

"Biraz" diyorum çünkü Lube Ayar'ın, sinir harbi eşliğinde yürüyen bir süreçte kendini takdire şayan şekilde öne atması, karşı tarafın bel altı çalışmasının devamlı kendisine yönelmesini sağlıyor. Buna kafa, kalp ve ruh dayandırmak kolay değil. Nitekim aşağıdaki konuşmanın gelişinden de bir kavram karmaşası içine girildiği belli.

"Dün oradaki kitle çok özel bir kitleydi. Yetmiş yaşında kadınlar, ailesiyle gelen çocuklar. Yani, hani tribün jargonuyla böyle "şey" diyemeyeceğimiz "serseri" diyemeyeceğimiz insanlar vardı. Çünkü hiçbir tribün grubu, yani çok spesifik örnekler verebilirim, Fenerbahçe'deki büyük, hakim tribün gruplarının olmadığı, sosyal medyadan örgütlenen, insanların bir araya gelip konuştukları bir mitingdi"

Yine de özellikle 3 Temmuz'dan sonra "kanaat önderi" gözüyle bakılan, fazla medyatik bir insan olarak "kitlelerin sevgisine ve takdirine mazhar olunca, kendisiyle bir düşünmeyenleri ötekileştirme algısı yaratan" böyle söylemlerin yanına bile uğramamak gerekiyor.

Kulüp yönetimleri, gönüllülük esasıyla yapılan işlerde “sicil amirliği” olmadığı gerçeğini çoktan unutmuş durumda. Taraftara ya “holding çalışanı” ya da "tam yağlı süt vermesi muhtemel sağmal inek" gözüyle bakıyorlar. Bu sebepten ötürü, yöneticiler tarafından araya girmesi teşvik edilen devlet aygıtı da tribünleri, kendine ve mevzuata “tam bağlı bürokrat yatağı” olarak görüyor. Bu bakış açısını "taraftar" denen kitlenin başına daha da musallat edecek en kritik şey "hareketin yapı taşı" olarak görülen insanların yukarıdaki algıya destek vermesi ya da söylediklerinin bu şekilde nitelendirilmesi olur.

Fenerbahçe tribünleri, özellikle yenilenen stadyum ve iletişim çağının getirdikleri yüzünden organizasyon sancısı çekerken ve "müşteri - taraftar" ayrımının teorik tartışmaları tüm sertliğiyle devam ederken, oldukça büyük bir kitlenin "Ne söyleyecek acaba?" diye ağzına baktığı Lube Ayar'ın söyledikleri, açık yaraya tuz ve karabiber basmak oldu. Hiç hoş olmadı.

Tribüncüler melek değiller ama şeytan da değiller. 7'den 70'e 70.000 türlü insan var o kitlenin, o grupların içinde... O "Fenerbahçe'deki büyük, hakim tribün gruplarının olmadığı" dünyayı istemiyorum ben. Nice uzun zamandır görmediğim, nice maçtan maça rastladığım, nice artık ailem gibi gördüğüm insanın "sırf tarzları ve fikirleri farklı" diye taban halısı muamelesi görmesi adil değil. Bunu "Lube Ayar yapıyor" diye söylemiyorum, sürecin gittiği nokta bu. Fikir tartışması mı? Sonuna kadar. Ama bu insanlar serseri falan değiller.

Ha, illa ki "Yok, yok! içlerinde şeytan var" diyorsanız ki evet diyorsunuz, o zaman genelleme yapmadan "pat" diye kimler olduklarını söyleyebilmelisiniz. Tabii o zaman da soracaklardır insana; O kişileri kim adam sırasına soktu? Mail listelerinin TSYD'de yapılan toplantılarına gelip "Onları bitireceğim" diyen kulüp başkanları neden yıllarca beslemeye devam ettiler? Sonra neden küstüler? Sonra "İti ite kırdıracağım" deyip, insanlıktan nasibini almamış bir şekilde neden onların üzerine onlar gibi birilerini saldılar? Sonra neden yine mütareke yaptılar? Neden? Neden? Neden?

Üç sene önce Kazakistan'da iştigal ederken yazmıştım aşağıdaki yazıyı. Bugün şike soruşturması olmasa tribünde kopmaya devam edecek fırtınanın yoğun yaşandığı günlerdi. Aynı sebepler, aynı sonuçlar, aynı keşkeler hâlâ havada uçuyor.

Fenerbahçe tribünü budandı. Yönetimler, devlet, yeni çağ, yeni alışkanlıklar, bunların hepsi yüzünden "O zamanlar Tanrı bile Fenerbahçeliydi" denen kutlu günler geride kaldı. Kendi yetişebildiğimiz eski günleri birbirimize anlatıp uzaklara dalıyoruz. Büyüklerimizden daha eski günleri dinleyip başımızı öne eğiyoruz. Biz, bizlikten çıktık beyler, hanımlar. Bu 3 Temmuz sonrası lanet sürecin belki tek iyi yanı bizi biz olmaya yaklaştırması olmuştu. Artık yapmayın. İnsanları ötekileştirmeyin.

Tecrit çözüm değildir. O stada gelen insanlara hastalık taşıyorlarmış gibi davranamazsınız. Hele sizin istediğiniz gibi davranmıyorlar diye türlü müeyyideler uygulamaya hiç hakkınız yok. Bir takım tasarruflar mutlaka vücut bulur ama bunlar tek taraflı olursa iste böyle sıkıntı doğar.

Kendisine yaşam alanı yaratıp‚ pankartını açmak isteyenlere çıkarılan zorluklar kadar‚ oyuncusuna küfür edenlere yapılan bir tecziyeye rastladınız mı hiç?

İki ihbar mektubu yüzünden E Blok´a gidiliyor da neden oyuncuların küfürlere isyan ettigi Maraton Alt´a gidilmiyor? İlaç için oradakilere‚ başkalarına davranıldığı gibi davranılsa bir şeyler düzelmez mi? En azından süreç başlamaz mı?

Sorun ne biliyor musunuz? Hayatin her anında‚ her yerinde öncelikler var. İşte o önceliklerden biri de sayın Aziz Yıldırım´ın karşısındaydı. Bir yol ayrımı vardı. Bir taraf seçilecekti.

Birincisi, kişilerin / kurulların emir komuta zincirine bağlı olmayan; sadece belirli ahlâki kurallar ve tüm yasal düzenlemelerin kısıtlamalarıyla kendisini bağlayan‚ bunun dışında ise tribünün gerektirdiğini düşündüğü her türlü organizasyonu kimseden (kişiler ve kurullar da dahil) icazet ve/veya yardım almadan yapmak isteyenler olacaktı. Bunlar yasama alanlarında, ceza getirecek haller dışında, tam bağımsızlık istiyorlardı. Otokontrol mekanizmasi kendileriydi. Gerekirse cezayi da kendileri öderlerdi.

İkincisi, gözünü resmi tebliğlerden baska hiçbir şeye çevirmeyen‚ bundan başka her şeye sorgulamadan tepki koyan (dolayısıyla nispeten emir komuta zincirine bağlı)‚ grup olarak hareket etmeyi tercih etmeyen‚ sadece "resmi kaynakların beslediği" kendi kuralları ve çekindiği yasal düzenlemelerle kendisini bağlayan‚ bunun dışında tribünün bütünlüğü ve asgari müşterekleriyle ilgilenmeyen bir profildi.

İkisinin de kontrol edilemediği anlar olacaktı şüphesiz ama tartıya konduğu zaman; müşteri gibi davranarak‚ hakkı zannettiği şeyi yani galibiyeti görmediğinde "ara sıra" alabildiğine çirkinleşecek olan ikinci profil‚ her zaman için birincisinden daha evlaydı sayın Aziz Yıldırım´ın gozunde.

Çünkü "müşteri zihniyeti"‚ detaylı propaganda ve yönlendirme ile kanalize edilebilirdi.

Kendisine "tribüncü" diyen insanlar ise bir anda‚ Fenerbahçe´nin aleyhine çalıştığına "kendi kendilerine" inandıkları bir insan / bir kurum hakkında pankart açabilirlerdi‚ açmışlardı. İcra makamının kararına aykırı da olsa‚ "Değer" dedikleri‚ tribün ve kulüp teamüllerine dair‚ çekinmeden fikir belirtebilirlerdi‚ belirtmişlerdi. İcazet istemezlerdi‚ göbekten bağlı olmadıkları için kontrol edilemezlerdi. Düsturları "Azdan az, çoktan çok gider"di. Ya bağımsızdılar, ya bağımsız olmak istiyorlardı.

Fenerbahce taraftarı‚ kulübü yönetmek falan istemedi. Bu insanların arasında biraz vakit geçirseniz yönetime müdahil olma fikrinin yanından bile geçmediklerini görürdünüz.

Peki ne istedi bu insanlar? Hayatlarını adadıkları‚ candan sevdikleri kulüplerinin tribününde bir yaşam alanı istediler. Duyar gibi oluyorum "Hepsi mi bu kadar pırıl pırıl bu insanların?" diyenler olacaktır. Hadi sizin dediginiz olsun da hepsi olmasın. Bu dediğim gibi olanlara da yer açılmıyor ki. Aksine tecritler‚ zahmetler...

Düşünüyorum da bu insanlara çıkartılan zorlukların 10´da 1´i diğer profile çıkartılsa‚ sayın Aziz Yıldırım´ın "Evladır" dediği bu insanlar‚ neler yapardı?
Devamı ...

27 Aralık 2011

Ben Fenerbahçeliyim


Ben Fenerbahçeliyim! from evren topaloglu


Büyün Fenerbahçe Mitinginde hazırlandı. Mitingin özü, sözü, neticesi de budur. Devamı ...

Çünkü


Niye bu kadar uzadı onu da anlamıyorum. Dün akşam sözlükteki hesabımı kapattım, çok temel bir sebebi var. Eğer bir insan 10.000 entrye bakıp da gerçek bir yüz göremiyor ama yanlış anladığı bir cümleden veya insanın arkadaşları ile mailleşirken kullandığı ifadelerden "gerçek yüz" çıkartıyorsa, o insan için, o insanlar grubu için "dün" diye bir şey yoktur. onlar zaten konumlarını almıştır, o konumu onaylayacak herhangi bir gösterge beklemektedir. Her şeyin bugün, hatta bu ana sığdığı bu şeyin bir parçası olmak istemediğimi düşündüm. Twitter bu manada çok daha "bugün" bir mecra. Hatta bu an. Bu saniye. Üstelik isteyen takip eder, isteyen etmez, bayağı demokratik.

EZLN üyesi ve 9 senedir Chipas dağlarında devrimci mücadelesine devam eden, hayatın içerisinde, imkansızı isteyen devrimci arkadaşlarla, twitter backgroundunu recep tayyip erdoğan yapan, usta diye bağıran, adam yer yüzünde iki kişi var dese yalan çıkmasın diye kendini öldürebilecek durumda olanlar da bazı şeylerden rahatsız olmuşlar.

EZLN üyesi arkadaşlar için diyebileceğim bir şey yok. Gerçekten haklılar. Kalbim kendileriyle.

Diğerleri için, evet insanların siyasi mücadele içerisinde yer alması gerektiğine inanıyorum. sözlükçüye beğendirebileceğimiz bir siyasi parti var mı? hiç sanmıyorum. bütün siyasi partilerden eşit derecede nefret ederler. hatta sadece türkiye'de değil, dünyada da bir parti beğendirmek mümkün değil. ingiliz işçi partisi "ayy bleyr mi?!!'!" olur alman sosyal demokratlar "siröder!1!!", amerikan demokratları da cumhuriyetçileri de birdir, obama da bush kadar kötüdür, italya zaten batık, yunanistan'da pasok da yeni demokrasi kadar kötü, tahrir meydanındaki çocuk da hain, tahrir meydanına çıkmasına neden olan mübarek de. yani dünyada siyaset yapılmamalı. sözlükçünün bu konudaki genel tutumu atalet.

sene 2007, akp'de olacak halim yok, chp'nin o zamanki hali malum, dtp mümkün değil, mhp zaten imkansız, geriye bir tek merkez sağ - sol partiler kalıyor. onlardan da biri dyp, diğeri anap ötekisi dsp. dyp'de mehmet ağar var. anap'ta erkan mumcu. şimdi anapın da içinde özgürlükçü bir gelenek var. eski yargıtay başkanı sami selçuk bile bu partideydi. yani işte fikir ve düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, hür teşebbüs. biz de birkaç arkadaş daha özgürlükçü bir söylem geliştirmeye çalıştık. siyasi tecrübe oldu. hikaye de bundan ibaret.

elbette anapta muhafazakarlar da vardı, çünkü bir parti, başkanından ibaret değildir. bir partide çeşit çeşit insan bulunur. örnek? ertuğrul günay, ahmet davutoğlu, bilal macit vs sadullah ergin, abdülkadir aksu, melih gökçek, idris naim şahim. bu insanlar beş benzemez. asgari müşterekte uzlaşmışlar ama farklı farklı insanlar, farklı politik anlayışları, bakış açıları var. bir parti, bir siyasal amaca erişmek uğruna kurulmuş bir örgüttür. örgüt içerisinde de farklı siyasi görüşler, tartışmalar olur. bunlar da hayatın doğası.

ben değişime inanıyorum. değişmedim geliştim filan manasında değil, verili şeylerin değişebileceğine inanıyorum. yeteri kadar insanın çabası, enerjisi, gücüyle her şey değişebilir. ancak bu eğer gidip hakikaten de bunun için bir enerji harcarsanız mümkün olur. samimiyetle söyleyeyim, burada olmayanların söyledikleri de beni etkilemiyor. bence hata yapıyorlar.

internet medyasına yazılan her şey suya yazmak gibi. bakın bütün yazdıklarım 9 mb tutmuş, tek vuruşta gitti. oysa gazeteciler, yazarlar, işte akademisyenler, sivil toplum gönüllüleri, siyasetin içerisinde yer alanlar velhasıl hayatın içerisinde olanlar ancak değişimin bir parçası olabilir. ben buna inanıyorum, buna uygun davranmaya da gayret ediyorum. bütün bu alanların dışında olup, çok sosyalist, nirvana fallacy muzdaribi, her şey mükemmel olmadıkça hiçbir şey yapmayan da hayatı boyunca çok müthiş fikirleriyle atıl vaziyette bekleyip hiçbir şeyin değişmesine neden olmadan aynen devam ediyor.

evet tutuklu öğrencilerin de yanında olmaya, tutuklu gazetecilerin de gerçekten, fiziken yanında olmaya, bu haksızlıklara karşı mümkün mertebe bir tutum almaya çalıştım. bunun gibi fenerbahçe'nin maruz kaldığı da bence büyük bir haksızlıktır. bence bu iddialar yalan, eldeki deliller bu iddiaları ortaya koymaya yetmiyor, bu insanların aileleri var ve ortada korkunç bir iş dönüyor. bir haksızlık var. bunu ifade etmezsem çok acı çekerim. bu konudaki tutumumu haksız bulanlar elbette olabilir, hep birlikte tartışırız, gerçeği görürüz. ancak bunları ifade edenlerin fenerbahçelilerden daha objektif, daha az fanatik olduğunu gösteren bir delil de şu ana kadar gözükmedi. sadece baransu, toroğlu, rok hattı için bunu söylemiyorum, bu konuda tutum alan normal galatasaraylılardan da bahsediyorum.

dün akşam, bir üniversitedeydim. bir üniversiteli arkadaşla sohbet ediyoruz. dedim ki iyi güzel de mehmet ağar'ın 5 sene ceza aldığı ülkede aziz yıldırım için 139 yıl istenmesi doğru mu şimdi? çocuk da gayet normal bir şekilde dedi ki "doğru değil de ben galatasaraylıyım"

şimdi ne diyeyim? birlikte güldük. biz gülerken de biri gerçekten de içerideydi, biri hakkında hakikaten 139 yıl hapis yatması isteniyordu. bu mantık bence çok değişmiyor, ahmet şık'ın mart ayından beri yaklaşık 300 gündür hapishanede olması doğru mu? değil. berna'nın 19 ay tutuklu kalması doğru muydu? kızabileceğimiz tek şey, siyasi, dini aidiyeti sebebiyle, bu haksızlığın bir tarafı olanların, kendi ait oldukları kesimlere itiraz etmemesi olabilir. yani bir insan ben akpliyim o yüzden bunu istiyorum diyorsa ona kızabiliriz. bu haksızlığı seslendirse, akp de daha haklı bir akp olacak çünkü.

cemil meriç, ideolojiler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir diyor. gerçekten öyle. o deli gömlekleri içerisinden birbirimize iletişim kurmaya çalışıyoruz, bir tane kelime, bir tane cümle, o an karşıdakini görmek istediğimiz kalıba sokmamıza vesile oluyor. ben yanımdakilere ve karşımdakilere bakınca halimden memnunum, bunu değiştirmek istemiyorum, devam etmek istiyorum. bu alanda da kimle yol ayrılırsa ayrılır, hayat devam eder. ne yaptın diye sorarlarsa da en azından şunu söyleyebiliyorum, ben dilşat'ın yanında durdum, bernanın yanında durdum, ahmet'e terörist diyenlerin de karşısında durdum, hrant'ın vatan haini olduğunu söyleyenlerin de karşısında durdum. aziz yıldırım da haksızlığa uğruyor ve onun da yanındayım. meth'in de orhan pamuk'un da haksızlığa uğradığını düşündüğüm an oradaydım. bundan hoşnutum. bu konuda kendimi yetersiz bulduğum tek şey, yeteri kadar çok duramamam olur ancak.

ve böyle geçer gider hayat.
Devamı ...

26 Aralık 2011

Damat Ferit Güzel Adamdı. Nihat Özdemir de Öyle.



3 Temmuz'dan bu yana yaşanan süreci "Fenerbahçe'nin Kurtuluş Savaşı" olarak nitelendiriyoruz. Haklı bir benzetme. Tabii bu, Fenerbahçe'nin başına gelen ilk muhasara değil, son da olmayacaktır. İrili ufaklı her devletin kaderinde olan şeyler, asırlık camiaları da buluyor bir şekilde.

Bu acı duruma "Çilemse çekerim, kaderimse gülerim" diye yaklaşmak mümkün ama maalesef sözün devamını "İstedim vermediler, 'sen şoförsün' dediler. Emeğimiz bilek zoru, Allah'ım sen bizi koru. Aşk bir sudur, iç iç kudur. Aşkı çekene, derdi bilene sor. Aşk çekenin, yol gidenin. Kabahat sende değil, seni sevende. Naaber?" diye getirip, Çiçek Abbas'a atıf yaparak gülümsemek mümkün değil. Çünkü savaş zor ve cephesi birden çok.


"Yargıya intikal etmiş bir konuda yorum yapmamak" kadim bir Türk geleneği olma yolunda hızla ilerliyor. Fenerbahçe yöneticileri de bu geleneğe istinaden geri durup, son yapılan mitinge kadar taraftarla yan yana gelmemeye gayret gösterdiler. Aslında "ortalarda gözükmemeye" desek daha doğru olur.

Tabiidir ki hem çeşitli iş kollarıyla iştigal edip, hem bu işler yüzünden "halife postu bürünen" yüce devletluların kapı kulu konumunda olup, hem de sıradan cumhuriyet kullarıyla bir araya gelmek ve onların keskin tepkilerine "Helal be" sayhası çıkarmak, müstakbel ticari süreçler için iyi bir fikir sayılmazdı.

Olağanüstü zamanlarda, olağanüstü korkular olağandır. Korkan, korktuğunu kolay kolay söyleyemez. Zira korku boku, başka şeye benzemez.

Fenerbahçe taraftarı pek korkmaz ama korkanın halinden anlar. O yüzden "yöneticiyim ben" diye toplantıda deri koltuğa oturmayı bilip, her kriz döneminde taraftardan kaçan ve FBTV'nin ekranına necefli maşrapa koyduran bu insanları hoş gördü taraftar.

İki şekilde formül haline getirecek olursak:

Fenerbahçe Taraftarı (Bağdat Caddesi'nde birikti. Köprüye yürüdü. İstiklal Caddesi'ne çıktı. Topuk Yaylası'na tırmandı. Kadıköy'de toplandı. Fenerium'ları istila etti. Taraftar kartlara saldırdı. Kombineleri yağmaladı.)

Fenerbahçe Taraftarı = Dik Duran Sarı-Lacivert İnsanlar Topluluğu

Peki "sadrazam" sıfatıyla "susması taraftarca hoş görülen yönetici taifesinin" başına geçen Nihat Özdemir ne yaptı? Elhak susmadı. Sussa daha iyiydi ama susmadı.

Ağladı.
İstifa etti.
Geri döndü.
Taraftar Lig TV'ye tepki yağdırırken "Decoder alın" dedi.
En son olarak da "Aman. Siz amanı bilir misiniz? 58. madde değişsin, yanarız alimallah" diye tutturdu.

Aslında sorun Nihat Özdemir'in bu tarz davranması değil. Onun görevi bu. Yapabileceği bu. Çünkü Nihat Özdemir sadece "özerk" bir insan. İç işlerinde bağımsız, dış işlerinde birilerine fena halde bağlı.

Fenerbahçe için birinciye gelen sorun, tek cepheyi gözüne kestirip, diğerleri için "Satayım anasını" diyen kitle. Halbuki bu savaş tek cepheli değil.

İçerideki "Ne olursa olsun da şu Kızıl Sultan gitsin" muhalefetini zikretmeye gerek yok. Bu şartlarda bile o zihniyet kifayetsizliği sürüyorsa, onları konuşmaya değmez.

Ama ya işin "icra makamı" ayağı?

Pazar günü mitinge niye uğramadı Nihat Özdemir? Başka bir farizesini mi yerine getiriyordu? Yoksa olası tepkilerden mi çekindi? Bundan sonra tepki görmemek için Olimpos Dağı'na mı çekilecek?

Hadi bunlar işin Nihat Özdemir ayağı. Bir de diğer tarafa bakalım.

Nihat Özdemir mitinge gelseydi de bir şekilde tepki görseydi. Ne olacaktı? Fenerbahçe'de Aziz Yıldırım'ın tribün politikaları ve grupların kendini öz eleştiriden muaf tutması sebebiyle iyice keskin bir hal alan "münferit - grup mensubu" taraftar ayrımı bir patlama mı yaşayacaktı? Kim bilir.

Bu soruları, 3 Temmuz'dan bu yana camianın kanaat önderi haline gelmiş isimlerin oturup bir düşünmesi gerekiyor.

Yazının başında "3 Temmuz'dan bu yana yaşanan süreci 'Fenerbahçe'nin Kurtuluş Savaşı' olarak nitelendiriyoruz" demiştim. Düzene karşı çıkarken, düzenin Fenerbahçe'ye vekaleten atadığı isimlerin karşısında durmamak, bu savaşın anlamından çok şey götürebilir.

Ankara hükumetinin, savaş sırasında ardı ardına çelme takmaya çalışan Damat Ferit için, "Yolumuza taş koymaya çalışıyor, diye düşünmeyin. Aslında iyi adamdır. Onun çevresi kötü. Savaş mavaş derken, sinirleri de bozuldu. Gidip gelmesi, bizimle uğraşması falan hep ondan. Şu işler geçsin, beraber bir Pera'ya akalım. Çok kafa adamdır Ferit. Valla lan!" diyen bir üyesi var mıydı acaba?

Kemal Tahir'in, "Devlet Ana" romanında, Kel Derviş'e söylettiği sözler geliyor aklıma:

"Yürümeyince yol alınmaz ya, doğru yolu tutmalı... İstemeyince ele geçmez ya, helaldan istemeli, haramdan değil... İğreti ata binmekten binmemek yeğ... Nâmert ipiyle derine inmemek yeğ... Kötü yoldaştan tek gitmeli, kötü avrattan tek yatmalı..."

Mesele budur.
Devamı ...

23 Aralık 2011

Korku Tünelinden Top 16'ya



Euroleague tarihinin en fantastik grubunda Amerikalıların do or die dedikleri ölüm kalım maçına çıkarken açıkçası çok tedirgindim. Cantu’dan daha iyi takım olduğumuz gerçeğini bilmeme rağmen takımın mental açıdan hele hele Ömer Onan sahada değilken ne yapacağı konusunda zaten ileri derecede kötümser olduğum için karamsardım. Maça Bilbao maçı gibi başladık, ilk üç-dört dakika hücumda top Emir ya da Ukiç’in elinde 15 saniye kalıp kimse hareket etmeyince saçmaladık, ama savunmada sağlam duracağımızı ve karakter koyacağımızı daha ilk toptan belli ettik. Üç dört dakika geçtikten sonra ana stratejimiz olan potaya yakın atışları bulmaya başladık. Gist’in bu sene olmadığı kadar savunma konsantrasyonuna sahip olması ve potayı koruması sayesinde Cantu ‘yu içeriye sokmadık. Zaten adamların çembere gitme bir stratejileri yok, temel olarak pick and roll de Marcanota’yla içeriden ve yine pick and roll sonrası Leunen le dışarıdan şut bulmaya yönelikti bütün hücum planları.

Ukiç’in ilk periyot etkisizliğinden sonra Jerrels biraz daha potaya gitse de hücumda sadece potaya gitmeyi düşünüp hiç pas temelli oynamadığımız için skor üretmekte zorlandık. Doğru yaptığımız şey teması zorlayıp bol bol faul çizgisine gitmekti ilk yarıda. Yanlış şey ise hücumu sadece penetre etmeye indirgemek ve iç dış dengesini ihmal etmekti. İlk yarı sonunda ribauntlarda önde olmamıza ve iyi savunma yapmamıza rağmen hücumdaki bu tek boyutluluk nedeniyle skorda öne geçemedik. İlk yarıda hiç üçlük isabeti bulamadığımızı, bulduğumuz en uzun menzilli şutun Oğuz’un faul çizgisinden bulduğu şut olduğunu söylesem durumun ne kadar dengesiz olduğunu sanırım anlatmış olurum. Ayrıca ilk yarıda sadece 5 asist yaptığımızı ekleyeyim.. Üstelik bu 5 asistin 3 ünü Emir yaparken oyun kurucularımız Jerrels ve Ukiç 0 asistle ilk 20 dakikayı tamamladılar.

Üçüncü periyoda savunmada Leunen’i unutarak ve bol bol üçlük yiyerek başladık. Hücumda Ukiç topu kimseye vermeden penetre etmeye başladı. Maçın tekrarını izlerken farkettim ikinci yarının ilk üç dakikasında hücumda Ukiç dışında bir oyuncumuza neredeyse top değmemiş. Maçın kırılma anı bence bu bölümdü, Ukiç o hücumlardan iki kez boş dönse yediğimiz üçlükler sonrası maçtan kopabilirdik. Bu bölümü atlattıktan sonra maç yine eski temposuna geri döndü. Bol bol faul çizgisini ziyaret etmek hücumda tıkandığımız bölümlerde imdadımıza yetişti. Son periyotta Engin’in 5 sayılık katkısı ve Bojan’ın basket faulüyle 2 dakikada 8 sayı bularak ipleri elimize ilk kez aldık ama bir üçlük bir top kaybı sonrası basket -faulle zor kazandığımız avantajı hemen iade ettik.

Oğuz’un faul isabetleriyle tekrar hayata dönüp, Bojan’ın iki üst üste üçlüğüyle bir darbe daha vurduk ve bu sefer dönmelerine izin vermedik.

Maça dair altını çizeceğimiz en önemli faktör tabii ki Oğuz. 21 sayı 6 ribaunt ve bir Fenerbahçeli oyuncudan görmeye alışık olmadığımız 9/9 faul isabetiyle maçın yıldızıydı. İçerdeki maçlara oranla deplasmanlarda çok daha iyi oynayan Bojan ve hücumda çok doğru kararlar vermese de bir şekilde 17 sayıyı bulan Ukiç diğer önemli faktörler oldular. Ribauntlarda çok üstündük ama asıl şaşırtıcı olan faul yüzdemiz. 34 kez gittiğimiz faul çizgisinden 28 isabet bulduk daha da kritiği ikinci yarı sadece 1 tane faul kaçırdık. Bu kadar kritik bir maçı rakip kim olursa olsun stresi iyi yöneterek kazanmak zor iş o yüzden oyuncuları ve teknik kadroyu kutlamak gerek.

Kuralar çekildiğinde bu grubu 7-3 le birinci bitireceğimizi düşünüyordum, 6-4 le ölüp ölüp dirilerek birinci bitirdik. Top 16 ‘ya birinci gitmek otomatik olarak Cska, Real ve Barca’dan kurtulmak demek. Ama birinci gidiyoruz diye Top 16 grubunun bir numaralı favorisi olmadığımız gerçeğini de görmek gerek, üstüne koymamız gereken çok şey var, kesinlikle bir 4 numara transferinin şart olduğunu ve bu olmadan Top 16 da işimizin zor olduğunu düşünüyorum.

Tomas’ın bu bir aylık arada eski formuna biraz kavuşması, Engin’in daha iyi duruma gelecek olması belki Mirsad’dan da katkı alabilme ihtimalimiz biraz pozitif bakmamızı sağlayabilir geleceğe. Ancak Top 16 grubundan çıkmak için sakatların form bulması yetmez, mevcut oyuncuların da bir iki kademe ilerlemeleri gerek. Özellikle Vidmar ve Ukiç geçen sezon başı durumlarına yaklaşabilirlerse savunma direncimiz ve hücum akışkanlığımız bir seviye artacaktır.

Senenin en kritik maçını kazandık bir- iki gün bunun keyfini çıkaralım ama unutmadan Pazar günü kazanılması gereken çok zor bir Banvit deplasmanı olduğunu da belirtelim
Devamı ...

22 Aralık 2011

Biz sizin yerinize de utanıyoruz



Medyamız, Demet Akalın hakkında konuşulmasını çok ahlaksızca buldu. Zaytung haberi gibi


Bülent Uygun ile Eskişehirspor başkanı Halil Ünal'ın şikeyle doğrudan ilgili bir telefon görüşmesi mi basına sızdı? Hayır. İkili arasında herhangi bir suç oluşturacak bir diyalog mu var? Hayır. Bir suçun takibatını yapabilmek, bu suçu fas edebilmek, bu suç ile ilgili önistihbarat bilgisi sahibi olabilmek için yapılan bir dinlemede, herhangi bir şekilde bu durumla bağlantılı bir konuşma takibatı yapılabilmiş mi? Hayır. Ne olmuş? Bülent Uygun, Halil beye şaka yapıyor, Demet Akalın gelecek sana verecekmiş diyor. Nerede diyor? İkisinin yaptığı özel telefon görüşmesinde.

Şimdi anayasanın 20. maddesi şöyle:

"Madde 20.– Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. "

Değil mi? Bu suç değil mi? Bu maddenin sülalesini tarlaya götürdüler, tohum diye serptiler. Genelkurmay Başkanının konuşmalarından, siyasetçilerin başka kadınlarla ilişkilerine, özel görüşmelerden, kamuyu hiç ilgilendirmeyecek sohbetlere kadar her şey, "SEVİYELİ", "SAYGIN", "AHLAKÇI" medyamızın boy boy sayfalarında.

Sırtından bıçaklanmış bir kadının resmini manşete çıkartabilecek seviyede bir ahlak anlayışı ile yönettikleri gazetelerde, televizyon kanallarında, medya mensupları "yahu ulan Türkiye'de herkes dinleniyor, telefon konuşmaları da aynen fas ediliyor, bu ne rezalet" diyeceğine, aynen konuşmaları basıp üstünden konuşmayı ahlakilik sayıyor.

Basit gideceğim,

Özel hayatın korunması demokratik bir toplumun olmazsa olmazı mı?

Evet.

Özel hayatın gizliliğinin ihlali suç mu?

Suç.

Bu suçun kamu görevlileri eliyle işlenmesi, bu görevlilerin bu konuşmaları medyaya sızdırması, medyanın bunları basması suç mu?

Suç.

Bu suçtan kim zarar görüyor? Herkes. Bütün toplum. Türkiye. Neden? Çünkü herkes bir suç takibi sırasında dinlenebilir, suçla alakası olmayan envai çeşit konuşması medyada taraflı bir şekilde yer alabilir, insanların manevi itibarları alenen tecavüze uğrayabilir.

Bülent Uygun ile Halil Ünal'ın konuşması suç mu peki?

Değil.

Neden değil? Türk Ceza Kanunu madde 125

"Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunmak veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir."

Telefon konuşması 2 kişi arasındadır, üç kişiye ihtilat etmez, bu sebeple de "gizli"dir, manevi itibarı zedelemez.

Yani Bülent Uygun ile Halil beyin yaptığı görüşme suç değil, ama bunun basılması, yayılması alenen suç.

Şimdi ahlakçılarımız ne diyor? Ay bu konuşmayı dinleyince hayal kırıklığına uğramışlar!

Yani suç işlenmesinden hayal kırıklığı yaşamıyor, bu konuyu ahlaki açıdan irdelemiyor da bilmemesi gereken ve suç içermeyen bir telefon konuşması ahlakını zedeliyor.

Ahlakınızı Kastamonudan Çorum'a atla götüreyim. Bir suç işlenmesinden rahatsız olmayıp da bir konuşmadan rahatsız olacak ahlakınızı Yemen ellerinde kaybedeyim. Bu ne lan?

Akıl hastası mısınız?

Türkiye'de daha geçen gün 30 gazeteci tutuklandı, 100'den fazla basın mensubu bugün hapishanelerde, ağzını açabilecek cesareti olan gazeteciler basın özgürlüğü tehdit altındadır diyor, AB İlerleme raporu dahi bunun için ayrı fasıl açıyor, tık yok,

500'den fazla üniversite öğrencisi,ralarında pankart açtığı için tutuklananlardan, o sırada sokakta geçmekte olduğu için 20 küsür aydır hala hapiste olana kadar türlü çeşit insan var, hala mapusta, tık yok,

Futbol sahalarının ırzına geçilmiş, hükümet alenen örtülü ve örtüsüz ödenekten özel spor kuruluşlarına para aktarıp haksız rekabet yaratıyor, tık yok,

Emniyet 19 maçta şike tespit ettik diye adil yargılanma ilkesinin üstünden buldozerle geçiyor, aylar sonra, o da "etik kurulu raporu"nda, kala kala haklarında delil dahi olmayan 5 maç kalıyor, tık yok,

Ama Demet Akalın hakkındaki bir konuşma infial uyandırıyor!

Şike suç, suçla da mücadele edilsin,

Ulan özel hayatın gizliliğini ihlal bir patlıcan türü mü? Adil yargılanma ilkesinin ihlali musakka mı? Haksız rekabet, korsan dinleme, kişilerin manevi şahsiyetini tahkir, soruşturmanın gizliliği ilkesinin ihlali Kayseri bölgemizin meşhur yemeklerinden biri mi?

Özel yetkili savcılar ve terörle mücadele kanununun dar yorumuyla yüzlerce meslektaşının içeri atılmasının adalet duygusunu bir kuple olsun kıpratmadığı, bunu kalem oynatmaya değer görmeyecek bir mevzu olarak gören kişi Demet Akalın merkezli espriler karşısında hayal kırıklığına uğruyorsa, televole merkez üssünde yaşadığı bu tertemiz düşler atlasının tam ortasında uyandığına şükredelim.

Günaydın Pamuk Prenses! 2 Temmuz sabahı görmediğin bütün adaletsizlikler ve haksızlıklar arasında, ruhunu bir an olsun kıpratabilecek tek kelime olan şikeyi iftira olarak kullanıp, bu iddiayı kamuoyu algısına yerleştirmek için 6 aydır sistematik bir operasyon yapılmasına da bigane kalıp, "şike" kelimesinden başka bir şey duyamayacak bir hale geldiğinde Demet Akalın keywordu hafızanı canlandırıp, gözlerini açabildiyse ne mutlu sana!

Şimdi "kadın hakları" konusundaki bu emsalsiz duruşunu, suç bile olmayan bir diyalogdan çıkardığın seviye ayraçlığı pozisyonunu, miting meydanında Dilşat'ın kadın mı kız mı olduğunu bilemediğini söyleyen ve halka bir milletvekilinin cinsel faaliyetinin görüntülerini izlemesini salık veren Başbakan'a doğru uzatıp, hafızanda kalmış "hayal kırıklığı, yazık, seviye, yöneticiler" kelimelerini ihtiva eden bir cümle kurabilecek misin?

Sıkar.

Milyar dolarlık bir dava ile üreme organından prangaya bağlanmış bir patronun sahibi olduğu bir medya organının, kapansın mı kapanmasın mı tartışmasını bir türlü üstünden atamamış, Akif Bekilenerek canlanmış bir gazetesinde "kınıyorum" kelimesini görmemiz dahi imkansız değil mi?

Soruyorum, Dilşat olayı üzerinden 7 ay geçmiş, tek bir satır bulabilecek misiniz bu "süper ahlakçı" Baransular, ROKlar aleminin çok üstündeki "entellektüel" abiler ve ablaların makalelerinde?

Göremezsiniz. Onlar bu mücadelenin tam uzağında konumlanmış, sterilleştirilmiş dokunaklı muhalefetleriyle, süte sabuna teğet geçen ve zaten mazlum durumda olanların yaptığı hatalardan ahlakilik çıkartan papa duruşlarıyla bu konulara giremezler. Elleri yüzleri kirlenir. Mazallah abileri kulaklarını çeker.

Hiç merak etmeyin biz sizin yerinize de utanıyoruz içine girdiğiniz bu ahlaksızlık cenderesinden, kalem oynattığınız cambazhanelerden.

Sanki bir pozisyonu varmış, sanki bir duruşu varmış, sanki bir ahlakı varmış gibi konuşanların, kanalizasyon içerisinde bulduğu bir çamura bakıp da "ay ne pis çamur var burada!!'!'1" diye ağıt yakanların aptallığından bizleri arındıracak bir kuru temizlemeci henüz dünyada kurulmadı ama hiç değilse fotoğrafını çekip hafızamızda tutabiliyoruz. Yazdığınız gazeteler bir tek bunun işe yarıyorlar.



Devamı ...

Banu Hanım'ın Hayalkırıklıkları Üstüne



Bilindiği gibi 3 Temmuz’dan sonra içimiz dışımız telefon kaydı oldu. 150 sayfalık bir romanı bile "çok uzun lan" bu diye okumayan insanlar oturdu klasör klasör telefon konuşmasını bana mısın demeden okudu. Eskiden tefrika halinde yayımlanan romanlar gibi artık iddianame çağında yaşadığımız için gazeteler gün gün tapeleri tefrika etmeye başladılar. Özellikle soruşturmaya dair ek klasörlerin hiçbir ayıtlanmaya tabi tutulmadan medyaya verilmesi ve medyanın da kendinden beklendiği gibi hiçbir editoryal sorumluluk hissetmeden hezeyan içindeki insanlara pornografik servis yapması insanları ayağa kaldırması gereken bir şey olması gerekirken bizde vaka-i adiyeden sayıldı.

Öncelikle şunu söyleyelim soruşturmayla yakından uzaktan alakası olmayan insanların gerek kendi gerek üçüncü kişiler nezdindeki konuşmalarını bu denli açık bir şekilde ifşa edenlere "Ne yapıyorsunuz, insanların özel hayatına dair bilgileri niye sızdırıyorsunuz"? demeden direkt bu diyaloglara atlamak, bunları sağda solda paylaşmak ve ondan sonra Türk futbolunu yönetenler ne kadar seviyesizmiş diye ağlamak ve kendini ahlaki olarak üst perdede görmek hiç de ahlaki bir durum değildir.

Bunu Twitter’da da paylaştım burda da yineleyeyim iki insanın Demet Akalın hakkında uygun olmayan bir diyalogu mu daha vahimdir, bu iki insanın bu diyalogunu hiçbir kamusal amaç yokken milyonlar okusun diye servis etmek mi? Üstelik bunu yapan, bu dosyaları servis eden insanlar bizim özel hayatımızı korumakla görevl olan savcılar ve hakimler. Banu Yelkovan’a göre ikisi de aynı derecede vahimmiş, aralarında bir sıralama yapmıyormuş kendisi. Oh ne güzel. Konuşmaların neden servis edildiğine mesela Can Arat’la sevgilisinin diyaloglarının milyonlarca insana neden okutulduğuna, niye gözünün içine sokulduğuna falan kulak asmadan ahlakçılık taslamak ahlaki falan değildir.

Arkadaşları arasında pornoya karşı olduğunu söyleyip bilgisayarında 40 gb porno olan ergen ahlakıyla, insanların özel konuşmalarının dinlenmemesi gerektiğini söyleyip sonra o diyaloglar üzerinden ahlaki pozisyon alan insanlar aynı iki yüzlülüktedir.

Bir de yine Banu Hanım’ın şahsında tecessüm eden şu tepkiye bayılıyorum, “Türk futbolunu bunlar mı yönetiyor, bu kadar küfürlü konuşan adamlardan her şey beklenir, somut bir şey çıkmasa bile bunlar yeter" falan, ben de bu kafayı anlamıyorum. Tamam Banu Hanım acayip romantik bir futbolsever, orasını anladık da bu tapeler olmasaydı yani 2 Temmuz günü Türk futbolunu Frankfurt Okulu tedrisatından geçmiş, 50 lerin İstanbul Türkçesiyle konuşan adamlar yönetiyor mu sanıyordu ? Aziz Yıldırım’la Sinan Engin’in mesela sinkaflı konuşmadığını düşünüp "ne olacak bu Foucault sonrası post yapısalcılık azizim" diye mi muhabbet ettiklerini düşünüyordu? Bülent Uygun la Eskişehir başkanı aralarında Rembrandt sonrası klasik resim tartışıcak diye mi bekliyordı?

Sanki daha önce futbol dünyasındaki düzeysizlikten kendisi hiç şikayet etmemiş, iki kelimeyi bir araya getiremeyen futbolculardan bezginliğini dile getirmemiş gibi şaşkınlığa uğradım, hayalkırıklığına uğradım beyanatları da bir acayip. Ben de başta Banu Hanım ve romantik futbol mütefekkirlerinin 3 Temmuz’dan bu yana operasyondaki onlarca acayipliğe, Fenerbahçe’ye yapılan zulüme "yok romantiğiz yok temiz futbol istiyoruz" diye ses çıkarmadan, savcının acayipliklerine tek laf etmeden "hijyenik" gazeteciliği karşısında şaşkınlığa uğruyorum . Hangimizin şaşkınlığı daha sahici acaba?

Keşke Banu Hanım mesela savcının "Fenerbahçe şampiyon olmasa soruşturma olmayacaktı sözü karşısında, etik kurulun Fenerbahçe dışında hiç bir suçlu bulamadığı rapor karşısında bizzatmeslektaşlarının toplu linçi karşısında da hiç değilse kısmi bir hayalkırıklığına uğrasaydı. Herhalde bunlar telefon kayıtlarıyla değil açık açık yapıldığı için kendisinin hayalkırıklığı kriterlerini karşılamadı.

Normal bir ülkede insanlar telefonlarının kaydedildiğini düşünmeden birbirleriyle istedikleri şekilde konuşurlar. Küfürün günlük konuşma dilinin yarısından fazlasını kapladığı bizim gibi ülkelerde de telefon konuşmalarının böyle olmasından daha doğal bir durum yok.Öncelikle eleştirilmesi gereken şey özel hayatın gizliliğinin nasıl bu kadar pervasızca ihlal edilebildiği olmalıyken tutup bu olayın faillerine hiçbir şey demeyip konuşmanın muhataplarına böyle konuşmayın diye ahlak dersi vermek ancak bu coğrafyada alkışlanır.

Artık şu ikiyüzlü ahlaktan kurtulalım. Behzat Ç de kamera önünde milyonlarca insanın duyduğu küfürlü diyalogları duyup "adamlar gerçekçi abi" diye kutsarken, futbol dünyasından iki kişinin kendi arasında dinlendiklerini bilmeden yaptıkları konuşmaları "ay ne ayıp" diye karşılamazsak daha inandırıcı bir ahlaki pozisyonumuz olur. Ahlaki konum toplumun ortalamasının sizden duymak istediği şeyi söylemekle falan alınmaz, seks kaseti çıkan evli bir adama "Allah belanı versin gül gibi karının üstüne yapılır mı bu1"? tepkisini toplum sizden bekleyebilir, bu tepkiyi vermek olağan da karşılanabilir ama ahlaki açıdan doğru pozisyonda olduğunuzu göstermez, siz bu kasetin ne hakla nasıl milyonların gözünün içine sokulduğunu sormadan linç korosuna katılırsanız kendisini vicdan sahibi sanan ancak iki yüzlü ahlak anlayışının bir figüranı olabilirsiniz

Her gün birinin seks kaseti çıkıyorken, siyaset bile bunun üzerinden şekillendirilirken, insanları itibarsızlaştırmak için telefon diyalogları ortaya dökülüyorken bu pornografinin bir parçası olmayı , başkalarının özel hayatına saygı duymaya tercih edersek merak etmeyin bir gün sıra bize de gelecek.

Devamı ...

Bu pazar Kadıköy'de...



25 aralık pazar günü istanbul anadolu yakasında bir araya gelmek için çok anlamlı 2 etkinlik var.

Pazar günü önce kadıköy iskele meydanında saat 11:00-15:00 arasında Büyük Fenerbahçe Mitingi düzenleniyor. Türkiye'de iyice kökleşen emniyet, yargı, devlet, mafya, çete şikelerinin ülkeyi talan etmesine; boyun eğdirmek ve sindirmek üzerine kurulu düzene inatla boyun eğmemeye kararlı bir grup namuslu insan, en az namussuzlar kadar cesur olduğunu dosta düşmana göstermek için meydana çıkıyor.

Pazar günü, kendisine muhalif her demokratik tepkiyi ergenekona'a bağlayan muktedirlere ve onların sinsi yandaşlarına inat, çoluk çocuk meydanlara doluşacağız... Omuz omuza vereceğiz...

Başkalarının uğradığı haksızlıkları, vicdansızlıkları kendisine yapılmış kabul eden; ülkenin saçma sapan insanların elinde, saçma sapan fikirler üzerine yeniden dizayn edilmesine sessiz kalamayan binlerce insan meydanda hep birlikte haykıracak, terk etmiyoruz, bu yapılanlara sırt dönmüyoruz diye...

Kendimizi pavyona satılan, karakolda dövülen bütün kadınların; yumurta attı diye çocukları aylardır hapiste yatan anababaların; özgürlüğü gasp edilmiş, haklarından mahrum kalmış tüm tutsakların yerine koyarak barışı kurabiliriz.

Biz bize yeteriz söylemine sığınmak anlamsız. Hadi öyle bile olsa, adalet ve eşitlik herkes için olmadıkça var denemez.

Bu kültür ikliminde biraz fanteziye kaçıyor biliyorum ama yaşanan haksızlıkar, vicdansızlıklar karşısında bütün temiz yüreğiyle bir anlığına bile olsa fenerbahçeli olmayı başaranlar çok şeyi değiştirebilir bu ülkede.



Van'ı Terk Etmiyoruz'

Akşama da Van için Bostancı Gösteri Merkezinde toplanıyoruz.

Van'da durum vahim. Bunun ajitasyonu, sağcılığı, solculuğu kalmadı. Van'da büyük bir insanlık ayıbı yaşanıyor. Binlerce insan yazlık çadırlarda van ayazında yaşamaya mahkum. Bundan büyük bir şike, sorun mesele falan olamaz. Van veya dünyadaki herhangi bir karış topraktaki hiç bir çocuk, hiç bir anne, baba, insan veya canlı böyle bir durumda yalnızlığa terk edilemez. Bunu bir halkla ilişkiler malzemesi olarak değil, asgari uygarlık seviyesinin de dayattığı vicadani bir sorumluluk olarak ele alınması gerekiyor.


Bu bakış açısından hereket ederek “Van’ı Terk Etmiyoruz!” diyen Kardeş Türküler, Grup Yorum ve Gevende Van’ın barınma sorununa destek olmak için 25 Aralık, Pazar günü, saat 18:00’de Bostancı Gösteri Merkezi’ne Van’ı terk etmeyen herkesi bekliyor. Konserin geliriyle Van’a konteyner sağlamayı amaçlayan müzik grupları, Van’ın gönüllü ihtiyacı için de çağrı yapıyor.

25 TL’den satılacak yardım biletleri Biletix’ten, Bostancı Gösteri Merkezi’nden veya BGST’den (251 19 21 ve 251 19 43) alınabilir.

Van’ı Terk Etmiyoruz! kampanyası için ayrıntılı bilgi http://www.vaniterketmiyoruz.org/
Konser:
25 Aralık 2011, Pazar
Saat: 18:00

Yer: Bostancı Gösteri Merkezi

Konserle ilgili medya iletişimi için:
Metin Göksel
0 532 366 65 51
Devamı ...

Tarihinde Kocaman Bir İz Var



Tarihinde Kocaman Bir İz Var from evren topaloglu on Vimeo.

Fenerbahçe'nin sokaktan, caddeden, mahalleden süzülüp gelen 100 yılı aşkın tribün kültürü içerisinde Okul Açık müstesna bir yer edindi son yıllarda.

Kendisini daima Fenerbahçe tribünlerinin işçisi olarak gören, bundan gurur duyan abilerin, kardeşlerin, ablaların hep birlikte arı gibi çalıştığı nefis bir jenerasyon var o tribünlerde.

Onları tek tek tanır gibisinizdir aslında. Kimisi falanca şehirde filanca üniversitede öğrenci; kimisi istanbul'un falanca semtinde arkadaşının arabasıyla gidiyor geliyor; kimisi 20 yıldır deplasmanda, kimisi 5 senedir çalışıyor; kimi 5 aydır iş arıyor; kimi fikir bulur, kimi şablon çıkarır; kimi pankart yapar, kimi daha o gün ilk kez gelmiştir, heyecandan bayılacak gibidir... Ama iddia ediyorum, "Fenerbahçe'yi şu kadar severim, bu kadar fedakarlık yaparım" diye her övündüğünüzde bu insanları düşünür, emeklerine bakar mahçup olursunuz..

Koreografi videolarının gönüllü işçisi Evren'in videoları geliştirme konusundaki iştahı da harika sonuçlar veriyor. Bu video için de özel teşekkür etmeden geçemezdik. Fenerbahçeli olmanın yolunun Aykut Kocaman'dan emeğin en yüce değer olduğunu öğrenmekten de geçtiğini pek de güzel ortaya koymuş.

Fenerbahçe tribün tarihi paylaşmanın, takımdaşlığın, emeğin ve özverinin tarihidir. Bir tek formasındaki alınterine güvenebileceğini iyi bilenlerin kulübüdür.. İşte tam da bu yüzden Fenerbahçe yıkılmaz.
Devamı ...

21 Aralık 2011

"Galatasaray'ı Bizimkiler Koymuşlar Ekine" Dediği



İkinci dinleme ve kayıt altında bulunan Aziz Yıldırım isimli şahsın kullandığı 0530*******90 numaralı telefona yönelik yapılan çalışmalarımızda 0532******91 numaralı telefonu kullanan Mehmet Şekip Mosturoğlu isimli şahısla yaptıkları görüşmede özetle: Aziz'in "şimdi Mümtaz aradı sıkıntı var. Tamamı ben dedim ya Galatasarayınkini bizimkiler koymuşlar zaten ekime dedim yani onlar bizden fazla şey olmamış dedim" dediği Şekip'in başkanım isteseler yaparlar yani yapılmayacak durum yok yani" dediği, Aziz'in "peki Galatasarayınkinde olanlar kaç saniye?" dediği, Şekip'in "hatırlamıyorum saniyesini bulayım söze döneyim başkanım" dediği, Aziz "Bak da konuşalım olmazsa atlayıp gidelim oraya" dediği, Şekip'İn tamam dediği tespit edilmiştir.

Yani buradan ne anlıyoruz? Aziz Yıldırım ile Şekip Mosturoğlu Galatasaray'ı da ekime tabi tutmuşlar, Galatasaray da kabul etmiş, bir maçın bilmemkaçıncı saniyesinde de ekim tutmuş, bir süre devam etmiş, artık bu devam eden süre boyunca da herhalde taksimetre çalıştırdıklarından ücreti ona göre ödeyecekler. Büyük işe, Aziz Yıldırım ile Şekip Mosturoğlu aralarında anlaşıp, şikenin kodu olan ekimden anladığımız kadarıyla GS'yi de satın almışlar. ,

Bu konuşma şimdi ek delil klasöründe var. Bu konuşmadan ne anlaşılıyor? Hiçbir şey. Ne var bu konuşmada? Hiçbir şey. Niye ek delil klasöründe? Anlamak mümkün değil.

Bu tip ipe sapa gelmez konuşmalardan kozmik yorumlar yapıp, her haltı şikeye yoran paranoyanın sonu gelecek mi? Hiç zannetmiyorum.

Ek delil klasöründe Mahmut Özgener'in Aziz Yıldırım'La yaptığı bir konuşmada açıkça Beşiktaş'a küfür ettiği, Aziz Yıldırım'ın onayladığı, sonra Aziz Yıldırım'ın "korkuyorum" dediği, bir hakemin uyarılmasını istediği, Özgener'in de açıkça bu isteği kabul ettiği de var.

Özgener de herhalde örgüt üyesi. Ama dışarıda. Peki Özgener ile Göksel Gümüşdağ'ın telefon kayıtları dinlenmiş mi? Hayır, onun da torpili sağlam yerden.

Adaletin ortasında şike var, herkes görüyor, gözlerini kapatanlar hariç.
Devamı ...

20 Aralık 2011

Linç Medyası ve Zalimin Etiği



Bugün Taraf, Zaman ve Habertürk’le beraber operasyonun medya ayağını yöneten Sabah’ın Etik Kurulu raporu haberini hepimiz okuduk. Etik Kurul raporundan ziyade yer yer Gogol hikayesi sürrealizmine yaklaşan bölümleri görüp de insanın sakin kalması pek mümkün değil. Teknik takip yapıp teşvik olduğuna kanaat getiren ama teşviğin kimle yapıldığına ulaşamayan savcıdan sonra şike yapıldığından emin ama şikenin kimle yapıldığını bulamayan bir Etik Kurulu raporu fazla şaşırtıcı olmadı. Yargıyla yürütmenin muhteşem uyumu göz yaşartıcı.

Aziz Yıldırım Manisa Başkan Yardımcısı'na teşvik verdiği için Fenerbahçe’ye şuç izafe edilebileceği ama parayı alan kişi yüzünden Manisaspor’a şuç isnat edilemeyeceğini hangi hukuki yorumla yapmışlar, utanmadan adında Etik geçen bir kurul raporu olarak böyle bir şeyi nasıl yazmışlar hakikaten tam bir komedi.

Etik Kurulu raporuna göre bütün maçlarda bütün şike ve teşvikleri Fenerbahçe yapmış ama Fenerbahçe’nin bu şikeyi yaptığı adamlar ve takımlar ortada yok. Kendi aralarında şike yaparken rakibi bağlamayı unutmuş bizim yöneticiler.

Nasıl Dostoyevski 19. Yüzyılın büyük Rus edebiyat deneyimini "hepimiz Gogol’un "Palto"sundan çıktık" diye kutsadıysa şu etik kurulu raporunu Kant ya da Spinoza görseydi bütün etiğe dair külliyat hakkında "hepimiz TFF’nin etik kurul raporundan çıktık "diye TFF Etik Kurulu’nun önünde secde ederdi.
Biz Fenerbahçeliler yargısı "Fenerbahçe şampiyon olmasaydı soruşturma açmayacaktık" diyen, yürütmeden her gün bir bakanın şampiyonluk yarışında "Trabzon şampiyon olsun" temennisinde bulunduğu, Meclis’inde "Aziz Yıldırım’ı çıkaracaklar kalkın ey ehl-i vatan" diye kampanyalar düzenleyen vekiller olan, medyanın nefret koalisyonunun resmi yayıncısı olmaktan büyük bir haz duyduğu bir ülkede nefes alıp veriyoruz.

Bu ülkede Öcalan’ın cezasının inmesi tartışılırken bile yaratılmayacak bir nefret ortamı Fenerbahçe Başkanı’nın tutuklu yargılaması tutuksuz yargılamaya dönecek diye çıkarılıyorsa artık bu ülke sınırları içerisinde her Fenerbahçeli bu kör nefretin bir hedefi haline gelebilir. Daha önce sahip olduğumuz çeşitli ideolojik,siyasi, kültürel, etnik aidiyetler gerekçesiyle kendimizi bu ülkeye ait hissetmediğimiz, yabancılaştığımız zamanlar olmuştur ama 3 Temmuz sonrası sistemin dışına atılmaya çalışılan şey artık Fenerbahçe başkanını, yönetimini falan aşıp bizzat bütün Fenerliler haline getirildi.

Bugün bu olağanüstü linç ortamında tehlikeye giren şey sadece bizim gönül verdiğimiz kulübün düşmesi düşürülmesi, bir şampiyonluğun eksik bir şampiyonluğun fazla olması meselesi değil. Mesele çocuklarımızın sokakta rahatça Fenerbahçe forması giyip giyemeyeceği meselesidir. Fenerbahçe nefretini bu denli kutsayan bir medya, bu nefrete odun taşıyan devletin bütün kurumlarının işbirliğiyle neredeyse bütün Fenerbahçeliller bir nefret öznesi haline getirildi. Bir sarı yıldız takıp tecrit edilmediğimiz kaldı 3 Temmuz sonrası. Zaten o konuda da Şamil Tayyar’dan bir yasa tasarısı bekliyorum.

Bugün sadece Fenerli olduğu bahanesi ve soruşturma sırasında Aziz Yıldırım’a güvendiğini beyan etti diye Rıdvan Dilmen linç ediliyor. Fenerbahçe kompleksi dışında kendilerini hayata bağlayan bir şey olmayanların Fenerbahçe lehine tek söze bile tahammülü yok. 3 Temmuz’un hemen sonrası "objektif bloggerların" şeyhlerinden biri olarak gördükleri Bağış Erten "bu iş Fenerbahçe ile bırakılmamalı 20 yıla kadar araştırılmalı" dedi diye Fenerli olduğu gerekçesiyle Twitter’da linç edildi. Yani Fenerbahçe suçsuzdur falan demedi bir kez daha tekrarlayayım, "bu iş 20 seneye kadar götürülsün kimse masum değil" dediği için objektif olmamakla ve sonunda Fenerliliğini belli etmekle suçlandı.

Baransu’ların Rok’ların Ekrem Açıkel’lerin hangi takımı tuttuklarıyla ilgilenmeyip muteber gazeteci olarak görenler o linç ortamında Lube Ayar Fenerbahçe lehine bir şeyler söyledi diye kendisini kör fanatik ilan ettiler.

3 Temmuz sonrası operasyon sadece Fenerbahçe yönetimi ve başkanını itibarsızlaştırmaya değil bizzat Fenerbahçeli kimliğini de itibarsızlaşmaya çalıştı. İddianame çıkınca teslim olacağız sandılar, absürtlükleri ortaya çıkınca onu bıraktılar, şimdi de Etik Kurulu raporunu sızdırarak pes etmemizi, pazarlığa girmemizi istiyorlar. Fenerbahçe taraftarının pazarlıkla verilecek tek bir puanı bile yok, şu aptalca raporla düşürebiliyorsanız amatör kümeye kadar düşürebilirsiniz, Biz işkencecimizden adalet bekleyecek kadar gerizekalı değiliz. Kulağına üflenenleri söyleyen maşa görünümlü cellatların etiğine teslim olmayacağız Bugün kendi ipleri başkalarının elinde olup Fenerbahçe'nin ipini çekmeye çalışan, bu yolda alçakca Goebbels medyasına meydan okuyacak derecede kara propaganda yapan adamlar mı Fenerbahçe ile Fenerbahçelinin arasındaki sevgiye tutkuya engel olabilecek ?

O kopyala-yapıştır iddianameniz de, ilkokul 3 öğrencisinin hazırlamaya utanacağı etik kurul raporunuz da her gün üzerimize saldığınız soytarı gazetecileriniz de umurumuzda değil. Madem kapı gibi Etik Kurulu raporunuz, hükümetiniz, medyanız cemaatiniz var hemen bugün amatör kümeye düşürün , ne kadar aşağılaşabiliyorsanız aşağılaşın , görelim bakalım sizin nefretiniz bizim sevgimizi yenmeye yetecek mi?

İnsanın neresi kanıyorsa kimliği orasıdı demişler o yüzden 3 Temmuz'dan bu yana Fenerbahçe bizim takımımız değil kimliğimiz, cesaretiniz varsa buyrun alın elimizden görelim...
Devamı ...

Hepinizi Ordulu Hüseyin Abiye



Şike nedir? Şike haksızca bir menfaat sahibi olmaktır. Ahlaka, hukuka, her tür değere aykırı olarak bir hakkı başkasının elinden almaktır, hırsızlıktır. Şike nedir? Haksızlıktır. 3 Temmuz'dan beri bu ülkede şikenin kralı, ağababası, en pespaye, en rezil, en emsalsiz şekilde tam da gözümüzün önünde ve alkışlar arasında yapıldı.

Şimdi de Etik Kurulu raporu Sabah gazetesine "sızdırıldı." Hep aynı gazeteler, aynı isimler, aynı maksatlı manşetler, aynı çarpıtma haberler, aynı türden bir organizasyonla 28 şubat medyasından bin beter bir pravda estetiği ile bu süreçte insanlık adına, ahlak adına ne varsa ayaklar altına alınmasını öfkeyle izliyoruz.

Şimdi soruyorum, bu basın ahlakı açısından şike değil mi? Gizli kalması gereken bir raporun, bir basın kuruluşuna ona menfaat sağlayacak şekilde sızdırılması ne?

Buna ahlaken biz ne deriz? Yürüyen bir davada, uzman görüşü sayılabilecek ve savunma alınmaksızın ortaya çıkartılmış, TFF Yönetim Kurulu açısından da hiçbir bağlayıcılığı da olmayan bir raporun kanaat oluşturmak için medyaya sızdırılması yargıya müdahale değil mi? Hakimlere, savcılara "bunlar suçlu asın" mesajı vermek için siperin ön saflarına çıkmış bir medyanın, alternatif bütün savunmalara, iddianamede yer alan türlü çeşit hataya, mantıksızlığa bir kere bakmadan ahlaka yönelik bombardımanını devam ettirmesini basın ahlakı ile mi yoksa şikeyle mi açıklayacağız?

3 Temmuz'da gözaltına alınmalarla başlayan süreçte neler görmedik ki? Emniyetin montajlı görüntülerini mi ararsınız, basına sızdırılan eşkal fotoğraflarını, yalanlanmak için 50 gün beklenen savcı beyanatlarını mı? "Kozmik odaya" sokulan "gizli" belgelerin fotokopilerini fransızca tercümeleriyle birlikte Cenevre'ye gönderen üfürükçüleri de, UEFA temsilcisinin katıldığı akşam yemeğinde "yaaa kesin şike yaptılar" gevşek diyaloglarını da bir bir yaşadık. Sabah akşam televizyon kanallarında kurulan mahkemeleri de, kendisine savcı rolünü bahşeden muhabirleri ve ceza dairesi başkanı gibi gerim gerim gerilerek programını eda eden sunucuları da duyduk. Bütün bu rezilliğin ortasında emniyetinden, savcılığına, medya mensuplarından takım yöneticilerine kadar el birliği ile masumiyet karinesini linç edenleri, soruşturmanın gizliliğini ihlal edenleri, bilgi sızdıranları, montaj yapanları, eksik tercümeyi yollayanları, savunma almadan ceza verilsin diye tepinenleri, gözlerini hınç bürümüşleri ve bütün bu rezaletin mahfilerini gördük.

İşte Korcan'ın, Tayfur'un, Serdal Adalı'nın ve diğerlerinin tahliyesi karşısında, bir zamanlar çantalarda paralar, tahtalarda şike taktikleri diye manşet atanların nasıl yalandan vicdana doğru geçiş yaptıklarını, Aziz Yıldırım içeride oldukça kalan hiçbir şeyin de kendileri için nasıl hiçbir önemi olmadığını izledik. İçerdeyken ahlaksızca bu isimlere saldıranlar, onlar dışarı çıktığında canlı yayın araçlarını koyup "zaten en başından beri masum olduklarına" diye başlayan cümlelerle timsahın gözyaşlarını dahi masum kılan bir eda takınmadılar mı?

Şimdi etik kurulu çıkmış. Alın götünüze sokun. Şikenin kralını, ağababasını, ahlaksızlığın zirvesini yaptığınız şu dönemden sonra o etik raporu kimin umurunda? O Etik raporunda hala fenerbahçeliden başka bir şey yok. Fenerbahçe, kendi kendine para vererek, kendi kendine hareket ederek şike yapmış. Öyle bir rapor ki şike anlaşmasını mastürbasyona çevirmiş. Tek kişiyle şike mi yapılır? Pezevenklerin bile bir ahlakı var, parasını alır, işini yapar, bunlarda o da yok. Kardeşim, şike anlaşması en azından iki kişi gerektirir. Çünkü şike bir anlaşmadır. Biri teklifte bulunacak, diğeri kabul edecek, şike olacak. Hadi Fenerbahçe elde var bir, peki bu şikeyi alan kim? Bir satır yok. Yani rapora göre şikeyi alan yok ama şike yapan var. Ordulu Hüseyin ağabey, kahvehaneye sabahın köründe gider, her sabah en güzel çayı içer, öğlen 11de gelene de senin ben kafayı sikeyim der. Ben sizin kafayınızı sikeyim, içinde anlaşma olmayan, anlaşma teklifi dahi olmayan, gizli, ökült, montajlanmış bir takım konuşmalardan şike yaratıyorsunuz üstelik şikenin tarafını bile ortaya koyamıyorsunuz.

İnsanların fuhuş yaptığını iddia ediyorsunuz, para veren belli de orospu kim be kardeşim? Bir tane orospu bulamadınız. Çocukların adlarını, takımların isimlerini şöyle bir yazıyor, sonra diyorsunuz ki Fenerbahçe şike yaptı. Yani Fenerbahçe sikti ama orospu yok. Sizin hepinizi hüseyin ağabeye emanet ediyorum.

Sen de kardeşim, bu adamların rezaletlerine, bu adamların aptallıklarına, bu adamların bunca ahlaksızlıklarına teşne oldun, bütün bu zulüm dururken sustun, sırf aziz yıldırım'dan nefret ettiğin için şunca adaletsizliğe arka çıktın ya senin de kafayı lavabona sokayım. Çayın güzelini dahi içmeyi hak etmiyorsunuz.

Devamı ...

17 Aralık 2011

Kişisel Bir Rıdvan Hikayesi



89-90 sezonu benim için Yesiç Trabzon'da o tekmeyi attığında bitmiş, Fenerbahçe'nin maç sonuçlarından ziyade Rıdvan'ın ameliyatlarını takip etmeye başlamıştım.Her gün gelen Milliyet gazetesinin spor sayfasında kah Rıdvan'a dair bir ameliyat haberi, kah futbol hayatının bittiği söylentisini okur kahrolurdum. 9 yaşındaydım, o zamana kadar Fenerbahçe'nin kaybetmesi ve beden dersinde top oynama hayali kurarken ek matematik dersiyle karşılaşmak dışında bir hüzün tanımım yoktu. Rıdvan'ın sakatlığı bunların yanına eklendi. Bayern Münih'in kulüp doktoru Wohlfart'a bir kez daha muayeneye gittiğini duyup , o tılsımlı ve büyülü ismin bizim kahramanımızı bir an önce 8 numaralı formaya kavuşturacağını hayal ederdim.


Fenerbahçe'ye biraz kendimi fazla kaptırsam da evde artık daha çok hastane, film, doktor, kelimelerini duymaya başlamıştım. Bahsedilen kelimeler ben biraz kulak kabartınca fısıltıya dönüşse de kötü bir şeyler olduğu hissini veriyordu. Ben kendi kendime yeni sezon kadrosunu falan tasarlayıp fiktstürde hangi maça kaç puan yazacağımı düşünürken bir akşam annem, teyzemin İzmir'de hastaneye yatması gerektiğini ve o iyileşene kadar onun yanında kalacağını söyledi. Bütün o duyduğum hastalık, hastane, doktor kelimeleri ete kemiğe büründü ve teyzemle annemi bir akşam İzmir'e uğurladık.

Teyzemin hastaneye yatmasından kısa bir süre sonra lig başladı. Rıdvan'ın sağlık durumunu gazeteden teyzemin sağlık durumunu telefondan takip ediyorduk, Lig bizim için felaketle başladı. Aydın'dan 6 tane yedik radyodan dinlediğim için maçın gollerini Spor Stüdyosu'nda görene kadar sonucun gerçek olduğuna inanmamıştım. Hiddink'li sezon iyi başlamamıştı, Rıdvan'dan ses seda yoktu,teyzem hasta ve annem uzaktaydı. Bir çocuk için berbat bir senaryo durumuyla okula başladım. Teyzemin doktorlarından da Rıdvan'ın doktorlarından da zaman zaman iyi haberler gelse de hala ikisi de uzaklardaydı.

En çok futbol oynarken kaptırıyordum kendimi ,mahallede lakabım Maradona olmasına rağmen 3 Mayıs 1989'dan sonra seslendirmelerini kendimizin yaptığı mahalle maçlarında, sokak arası tek kalelerde ve tenefüslerde kendimi Rıdvan olarak isimlendiriyordum. Doğum günümde alınan sarı lacivert futbol topuyla evin içinde bile Rıdvan'ın sahalara döndüğünde atacağı golü anlatıp bir yandan da canlandırırdım.

Ekim'in ortalarında İzmir'den haber geldi, teyzemin hastaneden çıkacağı ve eve döneceklerini öğrendim, aynı anda Rıdvan'ın oynama ihtimali de kanlı canlı bir gerçeğe dönüşmüştü. Annem İzmir'den dönerken Nazilli'den "Fenerbahçeli Rıdvan'ın Yeri" yazan bir dinlenme tesisine ait sarı lacivert bir örtü gibi bir şey getirmişti, teyzemin ve annemin dönüşünün sevincinin yanında o üzerinde adres ve telefon yazan örtü için sanki Rıdvan'a ait bir şeye sahip olmuşcasına sevinmiştim.

Teyzemin dönüşüyle beraber evden çok teyzemde kalmaya başladık, çünkü eve dönüşü iyileştiği anlamına gelmiyordu, ağrıları artmış ve tek başına çocuğunu kucağına alacak bile takati kalmamıştı. Ligde berbat gitsek de o hafta İzmir'de oynayacağımız Karşıyaka maçında Rıdvan'ın hiç değilse 20-25 dakika oynama ihtimali olduğu hafta boyunca en çok konuşulan şeydi. Cumartesi İzmir'de sahaya çıkacak 18 kişilik kadroya Rıdvan'ın alındığını öğrenen binlerce kişi büyük bir heyecanla Şeytan'ın dönüşünü bekliyordu.

Bir yandan Rıdvan döneceği için seviniyor, bir yandan da alakasız yerlerde annemin, ablamların sessizce ağladığını görüp teyzemin durumunun gün geçtikçe kötüleştiğini anlıyordum. Artık yatmadan önce ilk olarak teyzemin iyileşmesi için dua ediyordum ama araya Rıdvan'ın iyileşmesini de yine de sıkıştırıyordum.

20 Ekim Cumartesi günü yan odadaki derin ve kasvetli sessizlikten kaçıp diğer küçük odaya gittim. Radyoyu açtım, Karşıyaka maçı başladı, takım sezona berbat başlamasına rağmen İzmir'in ve Ege havarisinin kadrolu radyo spikeri Murat Ünlü tribünde 50.000 kişinin olduğunu söyledi Maç oynanırken tribündeki "Rıdvan" tezahüratlarını radyodan bile duymak mümkündü. İlk yarıyı 3-1 önde bitirdik, ikinci yarı dakikalar geçiyor ve ben radyo başında, binlerce kişi stadda hafta içi bize vaadedilen son 20-25 dakika için Rıdvan'ı bekliyorduk. Maç 3-2 ye gelmişti bu arada, radyoda bir uğultu koptu herhalde gol attık diye düşünürken Murat Ünlü Rıdvan'ın ısınmaya başladığını söyledi, ve bir kaç dakika sonra Şeytan saha kenarına geldi. Ondan sonra herşey bir film senaryosu gibi oldu, Murat Ünlü Rıdvan oyuna girdikten 5-10 saniye sonra onun adını söyledi, adını söylemesine gerek olmadan radyodan gelen gümbürtüden topun onun ayağına geldiğini anlamıştım. Spiker Rıdvan'ın adını söylemeye devam etti, "Rıdvan, Rıdvan sıyrıldı ve gol" e dönüştü cümle bir an hayalle gerçek arasında gidip geldiğimi acaba bunun çocuk beynim tarafından yapılmış bir kurgu mu yoksa gerçek mi olduğunu düşündüm. Gerçekti. Rıdvan topla buluştuğu ilk pozisyonda gol atmıştı.
Yesiç'in tekmesinden 11 ay sonra topa ilk temasının sonunda golü bulmuştu. Ben bile onun golle dönmesini hayal ederken biraz gerçekci olsun diye bu kadarını hayal etmemiştim. Maçın başında başkaları tarafından atılan golleri sakin karşılasam da yan odada yatan teyzemi unutup deli gibi sevinmiştim. Odaya gidip "Rıdvan gol attııı" diye bağırdım, herkes birazcık gülümsedi sadece o kadar. Radyonun başına döndüm, skor 5-2 sonra 6-2 oldu. 6. golü de Rıdvan attı, Aylardır Rıdvan dönsün diye dua edip dönüş maçında onun gol atmasını hayal eden bir çocuk olarak bu mucizede benimde payım olduğunu düşündüm.

O gece bu mucizenin mutluluğuyla eve dönmek için arabada beklerken teyzemde kalmayıp bizimle eve gelen annemin arabada başlayan hıçkırıklarıyla her şey bir anda alt üst oldu Annem teyzemin bir hafta on günlük bir ömrü kaldığını, teyzemin eşinden o gün öğrenmiş ve bize de o gün söylemişti. Bir hafta sonra Rıdvan'ın ilk kez 11 çıktığı Bursa maçının olduğu 28 Ekim günü teyzemi kanserden kaybettik. 24 yaşındaydı. Hayatın en acı tarafının Fenerbahçe yenilgileri olmadığını 9 yaşında anladım, ilk kez bir Fenerbahçe maçının soncunu merak etmedim o gün. Yine de bir hafta önce bir anlık da olsa mucizelere inanmamı sağladığı için Rıdvan'a hala minnettarım.

Artık 20 li yaşları bitirdim teyzemin öldüğü yaştan da Rıdvan'ın tekrar sahalara döndüğü yaştan da daha yaşlıyım. Geçenlerde memlekete gittiğimde uzak akrabalardan biri "sen küçükken Rıdvan hastasıydın hala sever misin" dediğinde kendi kendime dedim ki "İnsan kendisine mucize yarattığını hissettiren birini nasıl sevmez ki" ?
Devamı ...

16 Aralık 2011

Aynı Nakarat, Aynı Son 70-80



Açıkcası bu maçın bir izahı, özrü olmamalı. Spahija maçtan sonra taraftardan özür dilemiş yine ama artık özürle açıklanabilecek şeyler değil bunlar. Bir kere sezonun en kritik maçına takımın bu kadar düşük bir konsantrasyonla çıkması kabul edilebilir bir şey değil. Maça başlarken rakibe burada kazanman imkansız mesajı vermek gerektiğini yıllardır Euroleague oynayan bu takım hala öğrenemedi mi? Maç başlıyor yediğimiz ilk beş basketin ikisi smaç, ikisi boş turnike. Aaron Jackson Ukiç'i her pozisyonda geçip pick and roll den boş adamı buluyor. Maçın başında şutların girmez, hücumda tıkanırsın falan bunu anlarım da savunmada bu kadar rezil olmanın hiç bir açıklaması olamaz. Bu takım pick and roll savunmayı ne zaman öğrenecek, hakikaten çok merak ediyorum. Maça böyle başlayıp rakibe maçı kazanacağı inancını verirsen adamların özgüveni de doğal olarak artıyor ve normalde ellerinin titremesi gereken pozisyonlarda bile sayıyı bulabiliyorlar. Şans basketbolda önemli bir faktör ama 40 dakikalık bir maçta belirleyici olmaması gerek, çok moral bozucu basketler yeseniz bile kontrolü kaybetmediğinizde top er geç sizin tarafınıza geçiyo. Üç periyot boyunca tuhaf tuhaf şutlar sokan Bilbao dördüncü çeyrekte bir ara 5 dakika sayı bulamadı. Eğer maçı biraz tahammül edilebilir bir farkla geride götürseydik o kadar tuhaf şutlara rağmen bir şekilde son bölümde tutunabilirdik. Caja Laboral deplasmanında üç periyotun sonunda da şans basketi bulduk ama şanslı bir günümüzde olmamıza rağmen adamlar pes etmedi ve son bölümde kazanmayı bildiler, bugün Mc Calebbsiz-Lavrinoviç'siz Siena son çeyrekte English'in kendi yarı sahasından attığı basketle 12 sayı geriye düştü, ama adamlar "ya bugün olmuyor ne yapsak" diye düşünmeyip oyuna devam ettiler ve yenilgisiz Barcelona'yı son periyot 12 sayı geriden gelip yenmeyi başardılar. Şu maçı Bilbao'nun şans faktörüyle ya da balıyla açıklayanlara pes etmediğiniz, omuzlarınızı düşürmediğiniz zaman o şansın dönebilen bir şey olduğunu da hatırlatmak lazım.

Biz bu tür hedef maçları kazanmak zorunda olduğumuz ve ibrenin bizi gösterdiği eşik maçlarını kaldıramıyoruz. Geçen sene bir maç kazansak gruptan çıkabilecek durumdayken son 3 Top 16 grup maçını da kaybettik. Bu tür maçlarda sakin kalmayı beceremiyoruz, sahaya akıl koymamız gereken yerde deli gibi panik yapıyoruz ve dolayısıyla daha da saçmalıyoruz. Bugün hızlı hücumda bomboş turnike atılacak 3 pozisyonda da topu kaptırıp sayı yedik, bu düzeyde tecrübeli bir takımın bunları yapması hakikaten akılla mantıkla açıklanabilecek bir şey değil. Bireysel olarak çoğu oyuncunun oyun zekaları ve mental direncinin de çok alt seviyede olması bu karar maçlarında bizi otomatikman maça geride başlatıyor. Ukiç zaten bu tür maçlarda yok oluyor, Gist'in sırf zıplama merakından her maç en az 10 sayı yiyoruz, uzunlarımızın erken faul problemine girmediği maç yok nerdeyse. Yani bireysel olarak bu kadar defonun olduğu bir yerde düzenden çıkmak da çok kolay oluyor. Hücumda akışkanlığı kaybedince savunma kaynaklı sayılar da olmayınca kendi sahamızda 70 leri zor buluyoruz.

Geçen sene topa deli gibi baskı ve müthiş dış oyuncu savunması yapan takım gitti, dış oyuncuların neredeyse şeffaf bir perde gibi geçildiği bir takıma döndük. Kinsey'in gidişi ve Tomas'ın sakatlığı sonrası oyunumuzun en önemli özelliği olan o dış adam savunması uçtu gitti, Thabo da gittikten sonra daha da kötüye dönüştü. Burda yine dikkat çekilmesi gereken şey Ukiç'in savunma performansı. Ukiç her ne kadar hücumcu olarak bilinse de ortalamanın üstünde bir savunmacıdır. Bu sene savunmayla yakından uzaktan alakası yok. Nancy maçında Ukiç'in tuttuğu adam Euroleague asist rekorunu kırdı, Caja Laboral maçında Ukiç'in adamı Prigioni bizim takımın toplam asistinden fazlasını yaptı, bugün de Aaron Jackson maçın başında Ukiç'i dağıtıp takımını istediği gibi yönetti. Raul Lopez'in olmadığı bir günde en yıpratılması gereken oyuncuyu bırakın yıpratmayı hayatının en rahat maçlarından birisini oynattık.

Şu grupta son maç öncesi hala gruptan çıkma hesapları yapmamız hakikaten insanı çileden çıkarıyor. Bu gruptan çıkacak dört takımın da Top 16 daki gruplarından çıkması mucize olur. Son maç Cantu'yu yenip Caja Laboral'in Bilbao'yu yenmesi durumunda birinci çıkıyoruz, biz yenilip Laboral de yenilirse gruptan çıkamıyoruz ki şu gruptan çıkamamak Spahija açısından özürle geçiştirlemeyecek derecede bir skandal olur. Tabii sadece Spahija için değil hedefimiz F4 deyip böyle tuhaf bir kadro kuran, sezon planlarını sakat oyuncuların dönmesi üzerine yapanların da cümleten bir şapkalarını önüne koyup düşünmeleri gerekir. Cantu'nun gruptan çıkmayı garantilemesi ve liderlik şansının olmaması biraz bizim avantajımıza tabi ama İstanbul'da bu takımı ancak uzatmada yenebildiğimizi ve aklını her daim kaybetme tehlikesi taşıyan gurdlara sahip olduğumuzu düşünürsek maç için diken üstünde bir hafta geçireceğiz demektir. Zaten Fenerlinin hayatı stres, haftaya yine ömrümüzden ömür gidecek anlaşılan.

İki sene önce Top 16'nın son maçında içerde Zalgiris'e Marcus Brown'un son saniye üçlüğüyle 6 sayıyla yenilip ikili averajı da kaybederek turu vermiştik bu sene de bu şutların adamı Basile'den bir son saniye basketi yiyerek elenmek Fenerbahçe'nin alamet-i farikası olan "mağlubiyeti olabildiğince trajikleştirme" geleneğine uygun olur. Bekleyip göreceğiz.
Devamı ...