Yenilgi Yenilgi Büyüyen Bir Zafer Vardır
Halkların tarihlerindeki muazzam dönüşümler, devrimler her ne kadar akan bir ırmak gibi biteviye yoluna devam eden bir sürecin sonucuysalar da hep o ırmaklara ivme veren, çağıldamalarına vesile olan setlerle hatırlanırlar. Yetvart Danzikyan’a referansla (1) söyleyelim, devrim dediğiniz toplumsal, insani ilişki biçimlerinin değiştiği, insanların kendilerini değiştirip, dönüştürdükleri, eski kalıplarından sıyrıldıkları ve en önemlisi bu dönüşümü, değişimi hissettikleri “an” ise, bizin “an”ımız 31 Mayıs 2013 sabahıyla birlikte kitleselleşen Gezi Parkı direnişidir.
Ali Topuz bugünkü yazısında (2) Alain Badiou’nun Arap Baharı için söylediği sözü hatırlatıyor : “Bu hareketin aptal öğretmenleri değil, akıllı öğrencileri olmayı seçmeliyiz.” Biz de bu söze uyalım, akıl vermek yerine Gezi Parkı direnişinden neler öğrendik, öğreneceğiz onlara bakalım.
Unutmayalım, her şey bir avuç insanın Gezi Parkı’na oturup, o ağaçların nöbetini tutmasıyla başladı. Nöbet dediysek silahlı, sopalı değil aksine kitaplı, gitarlı, sazlı/sözlü bir nöbet. Perşembe sabaha karşı parka çevik kuvvet baskın düzenleyip ortalığı tarumar edince, boyun büküp dönmek yerine daha büyük bir kalabalık geldi nöbet yerine. Ve yine sabaha karşı amansız bir polis baskını daha, yine tarumar edilen park. Yılmadılar, dağılmadılar, gidip meydana oturdular. Ne taş ne sopa, ne küfür ne slogan. Sadece oturdular. İlk dersimizi burada aldık. Öğrendik ki iktidarlar ne kadar kudretli olursa olsun, boyun eğmeyen bir grup insan oturduğu yerden bile huzur kaçırabilirmiş.
Ne olduysa orada, o anda oldu. Oturmaktan başka bir şey yapmayan (hayır, yapsa ne olur?) gruba polisin orantısız / izansız / insafsız müdahalesi bir köşede güzellik uykusuna yatmış toplumsal vicdanımızı harekete geçirdi. İstanbul’un her yerinden binler meydana akın etti. Kahir ekseriyeti gençlerden oluşan, sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim, dini inanç, etnisite, siyasi tercih açısından oldukça heterojen bir yığın insan herhangi bir siyasi parti/örgüt çağrısı olmaksızın yardıma koştu. Daha kalabalık toplandığında ikinci dersimizi çoktan almıştık. Başta geçen hafta “2013 Gençliğe Hitabe”yi (3) kaleme alan Barış İnce olmak üzere, apolitik, umarsız bir neslin yetiştiğine kani olanlar, hayatlarında ilk defa eyleme gelen o güzel çocukların yiğitliğine, cesaretine, mizah gücüne hayran kaldık. Ve dahası bireyci yetiştikleri aşikar olan bir neslin, herhangi bir örgüt disiplini ve hiyerarşisi olmaksızın, yatay örgütlenmeyle meydana indiklerinde göz yaşartıcı bir dayanışma sergileyebildiklerini gördük. Öğrendik ki bedenini dahi idealler uğruna feda etmeye hazır olsan da, herşeyi dönüştürmek yanında saf tutan o hiç tanımadığın insana omuz vermekle başlıyor.
“Hiç tanımadığın insan” kavramını biraz açmak lazım. En ucunda “inkar” olan bir tanımama halinden bahsediyoruz. Öyle heterojen bir kalabalık vardı ki Cuma akşamı Taksim’de, bazılarının kağıt üzerinde bir araya gelme ihtimali bile kamusal düzen açısından tehdit addediliyordu düne kadar. Cuma gününden bu yana bu algıyı tersyüz eden o kadar çok anektod dinledim ki artık münferit olduklarına inanmak mümkün değil. Mesela Trabzon’da eylem yapması linç sebebi olacak sol bir örgütün üyeleri ile Trabzonsporlular birlikte direndiler polise. Ülkücü bir grubun “Kahrolsun Faşizm” sloganı attığına şahit olduk. Bir grup ulusalcının boyunlarına pelerin gibi bağladıkları Türk bayrakları ile, Kürtlerle birlikte lorke halayı çektiklerine şahit olduk. Devrimci Müslümanlar ve Anti-kapitalist Müslümanlar kortejlerindeki başörtülü kızlar kalabalığın alkışlarıyla geldi alana. Başta LGBT dernekleri olmak üzere birçok grup, o yığınlara mensup insanların gündelik hayatta selam verir rahatlıkta kullandığı homofobik küfürleri engelleme çağrısı yaptılar ve büyük ölçüde karşılık buldular. Öğrendik ki toplumsal barışın ve uzlaşmanın yolu senin gibi olmayanı sana benzetmekten değil, onun farklılıklarına saygı duyup, ona da seninki kadar yaşam alanı açmaktan geçiyor.
Dahası var. Bugüne kadara birbirinin canına kastetmeye varacak denli kavgalı taraftar grupları meydana birlikte gittiler. Ellerinden gelse İzmir’i ikiye bölecek Karşıyakalılar ve Göztepeliler aynı otobüste gitti İstanbul’a. Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı, polis şiddetine karşı birlikte barikat oldular, birbirlerinin yarasını kaşkollarıyla sardılar. Öğrendik ki rekabet ne kadar ezeli olursa olsun tahammülsüzlüğe mazeret değilmiş. Ve yine öğrendik ki siyasetçisiyle, kulüp yöneticisiyle, federasyonuyla, spor medyasıyla futbolun diğer aktörleri gölge etmediğinde birbirini tanımak, anlamak, anlaşmak mümkün oluyormuş.
Bu yüzden Gürman’ın futbol kulüplerinin yönetimlerine yazdığı açık mektubun anlamına, kıymetine halel getirmeden bir şerh düşmek isterim. Boş verelim kulüp yöneticilerini. Hatta düşsünler yakamızdan. Bulundukları mevkileri şahsi ikballerine payanda yapmış olanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz. Kendi iktidar alanlarını genişletmek için “öteki”ni her daim düşman ve tehdit kılmaya ihtiyaç duyanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz. Kendileri dara düşmedikçe, bu taraftarı sokağa döküp Nazım’dan şiir okuyanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz.
Ezeli düşman bellediğiniz insanlarla bir gecede dost olabiliyor, birbirini sırtında taşıyıp, yarasını sarabiliyorsanız bu husumeti başka yerde aramak lazım. Oy kapısı olarak gördüğü kulüplere ulufe gibi rant dağıtan, kimine stad yapıp, kimine arsa veren, yargısıyla yürütmesiyle futbolun içine burnunu sokan siyasetçilerin hiç mi suçu yok? Şahsi ikballeri için kulüpteki mevkilerini payanda eden, sahadaki her mağlubiyetin rövanşını sahanın dışında almak isteyen, taraftarın gözünde hep bir dış tehdit algısı yaratıp iktidarını pekiştiren yöneticilerin hiç mi suçu yok. Daha fazla satmak, daha fazla izlenmek için, rekabeti manipüle eden, yalan haber üreten, kullandığı dil ile spor kamuoyunu zehirleyen, canlı yayında cacık yapan “bir kısım” medyanın hiç mi suçu yok? Siyasetçiler tarafından korunup kollanan, kulüp yöneticileriyle akçeli ilişkileri olan, tribünlere bindirilmiş kıtalar muamelesi yapan, geçmişi karanlık tribün liderlerinin hiç mi suçu yok?
Yaşadığımız deneyim unutulmazdı. Koca bir korku duvarını aştık. Sokağa çıktık, polisin gadrine karşı direndik, büyük bir dayanışma gösterdik. Muhtemeldir ki bunları başarırken insani ilişki biçimlerimizi, bizden olmayana dair bakış açımızı değiştirdik, bir bakıma hep birlikte değiştik, dönüştük. Ancak buna rağmen galip gelmiş sayılmayız. Gezi Parkı direnişi yeni mücadelelere kapı açan, imkan sağlayan bir başlangıç oldu. Ve muhtemeldir ki yarın bu mücadelelerin çoğunda yenilebiliriz. Perşembe sabaha karşı park talan edildiğinde yenilenler akşama daha güçlü döndü. Cuma sabahı park talan edildiğinde yenilenler akşama sokakları, ertesi gün Taksim Meydanı’nı doldurdu.
Türkiye’nin üç büyük kulübünün taraftarları Gezi Parkı direnişinin yarattığı değişim ve dönüşümden en çok nasibini alanlar oldular. Düne kadar birlikte maç izlemesine dahi izin verilmeyen taraftarlar formalarını geçirip birlikte çıktılar meydana, birbirlerini sırtlarında taşıdılar, birbirlerinin yarasını kaşkollarıyla sardılar. Dostluk bahsinde galip geldik diyebilir miyiz? Henüz çok erken. Yarın bunu sınayacak daha çok engelle karşılaşacağız. Birçoğunda tökezleyeceğiz belki, canımızı acıtacak, hayal kırıklığına uğratacak hadiselerle karşılaştığımız anlar da olacak. Günlerce omuz omuza mücadele eden, unutulmaz bir dayanışma örneği gösteren taraftarlardan nacizane tek ricam olacak, ne zaman canınız acır, hayal kırıklığına uğrarsanız, yoğun gaz bombardımanının altında yere düştüğünüzde kolunuzdan tutup kaldıran, yaranızı kaşkoluyla saran adamı hatırlayın ve içinizden tekrarlayın: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”
(1) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/devrim_dediginiz_bir_andirve_o_da_oldu_zaten-1136002
(2) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ali_topuz/taksimin_basini_da_duman_kaplamis-1136179
(3) http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1369385696&year=2013&month=05&day=24
(*) Sezai Karakoç’un İstanbul’a hasretle yazdığı “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinden alınmıştır.
4 Haziran 2013 20:15
Sn Olgu;
On yıldır süren bir iktidarın eğitim, yargı gibi devletin her kademesinde kadrolaşması medya, TSK, Sendika, Dernekler gibi alanlarda kesinleşen bir hâkimiyet hali, TÜSİAD gibi sermaye güçlerinin vergi cezaları ile susturulması, ihale süreçleri ile nema beklentileri ile konuşmaktan çekinir hale getirilmesi benzeri politika ve uygulamalarla;
Önce korku, sonrasında güce tapınma ile sürüleşen topluma karşı;
3 Temmuz sürecindeki Fenerbahçe’nin tek başına direnişi bir milat olmuştur.
Kimi kızgınlıkla, kimi haset ve kıskanarak, kimi açık kimi saklı bir beğeni ve takdirle izlediği o görüntüler yer edinmiştir toplum hafızasında.
İşte hafızalara yerleşen Fenerbahçe Direnişi 31 Mayıs Direnişinde bu topluma örnek teşkil etmiştir.
Bakmayın kimsenin dillendirmediğine;
Taksime çıkan binlerin ezici çoğunluğunun kafasında; gaz yiyen acıyan, sopa yiyen kanayan, sorgulamaya ve mahpusa rağmen direnen Fenerbahçelilerin görüntüsü vardır.
Yüreklerinde Fenerbahçelilerin yaktığı kıvılcım vardır inanın.
Diye düşünüyorum naçizane..
Saygılarımla