28 Eylül 2010
Kasımpaşaspor 2 - Fenerbahçe 6
STSL 27/09/2011
Spor-Toto Süper Lig 6. haftanın kapanış maçında tarihinin son Ali Samiyen deplasmanına çıkan Fenerbahçe, ev sahibi konumundaki Kasımpaşaspor’ u Şahin ve Ersen Martin’ in gollerine Alex(2), Emre ve Niang’ ın üçlemesiyle yanıt vererek 6-2 mağlup etti.
PAPAZIN ÇAYIRI: Sezona istediği gibi başlayamayan Aykut Kocaman’ ın Fenerbahçesi, aynı dertten muzdarip Yılmaz Vural’ ın Kasımpaşasporu karşısına çıkarken tıpkı rakibi gibi, 'sezon bizim için yeni başladı' demek arzusundaydı.
Kasımpaşaspor’ un henüz galibiyeti olmasa bile Yılmaz Vural’ ın en çok çalıştığı dersin Fenerbahçe olduğunu sokaktaki çocuk bile biliyordu.
Maç futbolun savunma yönünü unutmuş orta sahalarla başladı. Her iki takım da orta sahadaki boşluktan kale önüne iniyordu.
6’ da ceza alanı önüne inen Kasımpaşaspor iki stoperin arasına çalıştı. Geçen yıl oyuna girer girmez Fenerbahçe ağlarını bulan Şahin topu köşeye bıraktı: 1-0
13’ de bu defa Volkan geçen yılı hatırlattı izleyenlere: kalenin bir adım önünde Ersen Martin’ i çalımlamaya kalktı. Ersen Martin topa ayak koydu ama top kaleyi bulmadı.
14’ te Young Boys maçında, bu sezon böyle çok gol atarız, dediğimiz pozisyonun aynısında Emre kendisini Murat’ la karşı karşıya buldu. Ama kaleci Murat’ı geçemedi. Alex’in kullandığı kornerde Ersen Martin’ in kafa karışıklığı Fenerbahçeye ligde otuz sonra hafta penaltı kazandırdı. Otuz koca hafta...
Rehavet’ in de dediği gibi bu penaltı geçen senenin son haftalarına denk gelseydi acaba ne konuşulurdu? Para, şike...
15’ te Alex yüzde yüze biradım daha yaklaştı: 1-1
21’ de Niang’ ın baskısı, Emre' nin yayın önünden yaptığı klas plase doksanı buldu: 1-2
24’ te kanat değiştiren Dia sağdan rakip kaleye aktı. Ortaladığı topta Kara Yılan kale önünde bomboştu. Ofsayt için yan hakeme baktı ama gerek yoktu: 1-3
25’ te yine iki stoperin arasına çalıştı Kasımpaşasporlular: Top Bilica’nın içinden geçti, Lugano’ dan sekti, Ersen Martin önüne düşen topu ağlara astı: 2-3
Maçı anlatan spikerler 'yirmi beş dakikada beş gol atılırsa doksan dakikada iks gol atılır' doğru orantısını hesaplamaya çalışırken ilk yarı 3-2 Fenerbahçe üstünlüğü ile tamamlandı.
İkinci yarı sahada Andre Santos ve Bilica’nın yerine Yobo ve Caner vardı.
Takımlar ikinci yarıya yavaş başladı. Maç daha da sıkıcılaştı. Bir ara baktım Rehavet bilgisayarda iş yapıyorum ayağına yengeye çaktırmadan kızlarla çet yapıyor. İçimden diğer bilgisayarı açıp king oynamak geçse de baktım türkçe matbu bir gazete var masanın üzerinde onu okudum. Nerede bu evet- hayır kavgasında birbirini yiyenler? Onları uzun zamandır internette de göremiyorum.
64’ te Alex orta bekleyenleri ters köşeye yatırdı. Topu hemen Dia’ nın önüne bıraktı. Dia soldan indi, kale önüne yerden ortaladı. Kara Yılan sadece dokundu: 2-4.
71’ de defansın arkasına sarkan Keller’ in yakın mesafeden kafasını Volkan’ ın müthiş kurtardı.
80’ de Gökhan’ın ara pasında sağdan ceza alanına giren Kara Yılan, bu topraklardaki ilk üçleme fırsatını vuruşu kaleye paralel gidince tepmiş oldu.
83’ te Şahin’ in ikinci golüne üst direk izin vermedi. Dönen topta kaleci Volkan Gökhan Güleç’ ten daha başarılıydı.
90’ da Alex kaptığı topu nefis ortaladı: Kara Yılan üçledi: 2-5
90+5’ te Alex daha da büyüdü: 2-6
Kesin olan tek şey Kasımpaşaspor’ un en doğru zamanda Fenerbahçeye rakip olması. Başka bir takım defans ve orta saha zaafiyeti daha iyi kullanır üstelik Fenerbahçeye geri dönüş şansı tanımazdı. Kendi adıma bol gollü galibiyete sevindim ama Kara Yılan’ ın üçlemesi ve Alex’ in ligimizde her iki yüze de daha yakınlaşması başka güzel.
KASIMPAŞA: 2 - FENERBAHÇE: 6
Stat: Ali Sami Yen
Hakemler: Mustafa Kamil Abitoğlu, Erdinç Sezertam, Mustafa Sönmez
Kasımpaşa: Murat, Keller, Erdi, Barış, Ergün, Hüseyin , Sarmov, Yekta, İbrahim (46 Korhan), Şahin, Ersen Martin (80 Gökhan Güleç)
Fenerbahçe: Volkan, Gökhan Gönül, Lugano, Bilica (46 Yobo), Andre Santos (46 Caner), Mehmet Topuz, Emre, Selçuk, Dia (81 Stoch), Alex, Niang
Goller: Şahin, Ersen Martin / Alex(2), Emre, Niang(3)
Sarı kartlar: Ersen Martin, Ergün /Lugano, Niang
Devamı ...
27 Eylül 2010
Hot Monday - The Benny Hill Show
Eskiden TRT ekranlarından skeçlerini izlerdik. Nicesini güldürmüş, nice güzel kadınla heyecanlandırmıştır. Benny Hill Show, pazartesi sendromuyla savaşmak için bundan sonra papazda.
Devamı ...
26 Eylül 2010
Mehmet Topuz Yerine Özer
Son zamanlarda Uche - Högh, Maldonado - Josico, Uzun saçlı Faruk - Moşe gibi ikililerin yanına Mehmet Topuz - Özer ikilisinin eklendiğini görüyorum. Aynı transfer döneminde gelmiş olmak dışında bir ortak yönü bulunmayan bu oyunculardan bir tanesine ait tespit yapılırsa hemen diğeri de yanına ekleniyor. Mehmet ve Özer hayal kırıklığı oldu, Mehmet ve Özer kanatlarda verimsiz, Mehmet ve Özer'in artık katkı vermesi lazım. (Bir dakika yahu bunları hep ben yapmışım! Neyse, devam.)
Bugüne kadar yaptıysak bile artık bunu yapmayalım, özellikle son haftalardaki performanslarından sonra. Şimdi biraz detaylıca anlatayım. Mehmet Topuz hem Kayseri, hem Beşiktaş'a karşı maçın ikinci devresinde orta sahada oynadı. Aslında bu denenmesi beklenen ve istenen bir hamleydi. Özellikle Cristian herkesin sabrını taşırmışken Mehmet Topuz'u Emre'nin yanında görmek isteyen çok insan vardı. Aslında denemekte de fayda vardı fakat artık keşfedilecek bir tarafı da kalmadı. Sağ kanatta da formu düşüşteydi ama ortaya geçince büsbütün verimsizleşti.
Beşiktaş maçının ikinci yarısında orta sahaların yaptıklarına bakarsanız Selçuk'u Mehmet Topuz'a 10 kere tercih edersiniz. Hatta bunu sizin için ben yaptım ve Beşiktaş maçının ikinci yarısında orta sahaların performanlarını bir grafikle kabaca özetledim.
Aşağıdaki fotoğraf şöyle okunuyor: Fenerbahçe soldan sağa hücum ediyor, noktalar başarılı paslar ile top kapmaları ve kesmeleri yani olumlu hareketleri temsil ediyor. Çarpılar ise fauller ve başarısız pasları yani olumsuz hareketleri. Siyah olanlar Selçuk, kırmızı olanlar Mehmet Topuz (87'de çıktı), yeşil olanlar ise 14 dakika oynayan Cristian'ı. Örneğin siyah bir nokta Selçuk'un başarılı pas yaptığı ve top kaptığı bir noktayı, kırmızı bir çarpı Mehmet Topuz'un top kaybı yaptığı noktayı gösteriyor.
Aslında karışık olmasın diye olumlu ve olumsuz hareketler olarak çok kaba bir şekilde sundum fakat rakamlar daha iyi anlatır. Selçuk 10 top çalma yapmış, Mehmet 3. Selçuk'un başarılı pas sayısı 6, Mehmet'in de 6. Bu paslardan Mehmet tarafından verilen bir tanesi hariç hepsi tehlike yaratmayacak, yan paslar. Selçuk'un tarzını biliyoruz zaten. Selçuk'un en büyük sıkıntısının basit top kayıpları olduğunu biliyoruz, 3 tane top kaybı var, Mehmet'in 2. Cristian da 13 dakikada 1 başarılı pas, 3 top kaybı ve 1 top çalmayla oynamış.
Bu rakamlar basitçe şunu söylüyor: Selçuk top rakipteyken Mehmet'e oranla daha etkili. Top Fenerbahçe'deyken ikisi de çok az katkı yapıyorlar ve orta sahadan hücum desteği birini diğerine tercih etmeye yeterli değil. Mehmet'in Kayserispor maçında da orta sahaya geçtikten sonra çok farklı olmadığını biliyoruz. Hücuma çok az destek veriyor ve defans yaparken ortalarda görünmüyor.
Konunun çıkış noktasına, Özer'e dönelim. Beşiktaş maçının ikinci yarısında ve Manisaspor maçında topu genelde olumlu kullanan, saklayabilen ve kanat oynarken beke yardım konusunda gayretli ve iyi bir Özer vardı. Sürekli Mehmet Topuz'la ilişkilendirilmesi ve son zamanlarda Topuz'un performansının dipte olması onun daha faydalı olacağını da görmeyi engelliyor. Hatta eğer arayışlar sürüyorsa Emre'nin yanında orta sahada da denenebilir. Çok olası gözükmüyor o pozisyona uyum sağlaması ama çaresizlik nedeniyle Mehmet Topuz oynatılıyorsa Özer de denenebilir. Daha az katkı vermeyeceğine garanti verebilirim.
Bana sorsanız Fenerbahçe'de Selçuk'tan daha iyi bir defansif orta saha oyuncusu yok (maalesef). Sanırım şöyle bir kadroyu görmek isterdim
--------------Volkan--------------
Gökhan---Lugano--Yobo---A. Santos
----------Selçuk----Emre----------
Özer-----Alex(Stoch)----Stoch(Dia)
---------------Niang---------------
Gökhan---Lugano--Yobo---A. Santos
----------Selçuk----Emre----------
Özer-----Alex(Stoch)----Stoch(Dia)
---------------Niang---------------
Devamı ...
24 Eylül 2010
Bizim başkan ve bizim Murat
Bizim başkan acayip. Hani her ailenin bir tane soğuk sudan nem kapan aksi büyüğü vardır; düğünde, nişanda, bilemedin cenazede illâ ki bir kıllık çıkarır etrafındaki herkese zehir eder "okazyon"u (samting layk det), onun kurumsallaşmış versiyonu. "Kurumsallaşmak" yaz 1907'ye gönder, "Geliyor düğün alayı / Eski başkanlar çeksin halayı" melodisi cebine gelsin. Daha ne! Üstüne de bir damacana Fenerbahçe Su içersin, senden kralı olmaz...
Bizim başkan öyle acayip ki, insan kendini Ali Şen'i savunmak zorunda hissediyor bizim başkan yüzünden. Dün akşam Entivi'de sarman yaradılışlı, tekir sıfatlı, sevimli sunucu Mirgün Cabas'ın programına bağlandı bizim başkanın düşmanı eski başkan. Cabas, en cabas haliyle bir an önce mevzuya gelecek ama bizim eski başkan, "Önze ben sana bi soru sorayım Mürgün," deyip, Cabas'a adının ne anlama geldiğini sordu. Bizim başkanla, bizim eski başkan arasındaki temel fark bu herhalde. Bir kere, bizim şimdiki başkan bu programa hayatta bağlanmaz, bağlanırsa da hayatta Mirgün'ün adının anlamını falan sormaz. Bizim başkan Mirgün Cabas'a, Mirgün diye hitap etmekten de imtina eder zaten. İlla ki bir soru soracaksa da, şunu sorabilir mesela: "Rüştü seni de aradı mı Mirgün Bey?"
Bizim başkanı eleştirince hemen karşına dikilirler: Stat yaptı!
Tamam kabul, bizim başkan stat yaptı! Ben nasıl ve neden Fenerbahçeli olduğumu tam olarak hatırlamıyorum. Ama çocukluğumun Fenerbahçe'nin maddî varlığından çok uzaktaki bir İç Ege şehrinde geçtiğini, sarı-lacivert çubuklu formayı giyen 11 futbolcuyu canlı canlı görmek için 20 yaşına gelmem gerektiğini ve buna rağmen Sümüklü Firdevs'in kayınbabasının evinde kiralık otururken, sokaktan görünen birinci kat balkonumuzun duvarlarına herkes görsün diye dönemin gazete ve dergilerinin hediye ettiği posterleri gururla astığımı hatırlıyorum. Sezonun ilk haftasında yanılmıyorsam Rizespor'a şimdiki hocamız Aykut Kocaman'ın sonradan oyuna girdiği bir maçın ikinci yarısında beş attıktan sonra mahallenin tozlu sokaklarında muzaffer bir ordu komutanı gibi volta atarken, üç katlı, bok sarısı boyalı evlerinin önüne oturmuş sevinçten ağlayan Murat'ı görüp yanına gittiğimi, radyodan dinlediğimiz maçtan az önce çıkmışçasına maç yorumu yaptığımızı da iyi hatırlıyorum. Bunları çok iyi Fenerli olduğumu söylemek için de anlatmıyorum, çok iyi Fenerli olsam çubukluyu görmek için 20 yaşıma kadar beklemezdim belki de. Bunları şunun için anlatıyorum:
Bizim başkan stat mı yapmış? Murat'a ne! Murat'ı ilgilendirmiyor ki stat, beni ilgilendirmiyor, o şehrin çöplükten hallice arsalarında Buyday Bazarı'nın arkasındaki Cinibiz Tuhafiye'den alınmış taklit sarı-lacivert formalarıyla cirit atan, mahalle maçlarında en güzel golleri Rıdvan cismine bürünerek atan, en güzel pasları Oğuz zarafetiyle çıkaran, en güzel gol kutlamalarını Schumacher vakurluğuyla icra eden çocukları ilgilendirmiyor ki. Fenerbahçe'yi İstanbul'dan, Kadıköy'den, o çok modern ve muhteşem para kazandıran stattan, o fabrika intizamıyla çalışan Fenerium'dan ibaret mi sanıyorsunuz siz? Şimdi nasıl bilmiyorum ama eskiden öyle değildi. Eskiden benim büyüdüğüm şehirde ve bu memleketin başka şehirlerinde ömürlerinde bir kez bile Kadıköy'ü görmedikleri halde bir ömür boyu Fener sevdasından vazgeçmeyen divâneler vardı. Onları Fener'e meftûn eden takır takır para getiren Fenerium değildi, her sene rekorlar kıran kürek takımı da değildi, Türkiye'nin en güzel stadı da değildi. Onlar Fener'in top oynayışına hastaydı.
Farkında mısınız, Fener top oynamıyor kaç senedir? Ve biz Fener'in istikrarlı biçimde top oynamıyor oluşunu, Fener'in istikrarlı biçimde aynı adam tarafından idare edilişine bağladığımızda; bize gelip stat diyorlar, kurumsallaşma diyorlar, şirketleşme diyorlar, amatör şubeler diyorlar...
Fener top oynamıyor arkadaşlar, Fenerium isterse yılda 500 milyon dolar ciro yapsın. Fenerium'un cirosu, Fenerbahçe sezonun ilk maçında Rizespor'a beş çektiği için kapının önüne oturup ağlayan Murat'ı ilgilendirmiyor. Fenerbahçe stadının localarının kapının önünde oturup ağlayan Murat'a bir faydası yok. Murat şimdi nerededir, ne yapıyordur bilemesem de; o stadın kale arkasında oturduğu koltuğa ödediği 66 TL'nin Mayorka'daki evinde keyif çatan Christoph Daum'un cüzdanına girdiğini bile bile o Beşiktaş maçına gitmezdi herhalde. Gitse bile Niang'ın golünden sonra ağlamazdı.
Fenerbahçe futbol takımı kötü yönetiliyor arkadaşlar ve Murat'ın oğlu o bok rengi boyalı, üç katlı evin önünde oturuyorsa hâlâ, onu atletizm şubesinin üstün başarılarıyla ya da Fenerium'un cirosuyla falan kandıramazsınız. Murat takımın neden top oynamadığını, takımın neden bu halde olduğunu, neden şampiyon olamadığını sorar. Cevap niyetine Rüştü'nün sağa sola telefon ettiğini söylerseniz de Fenerli olmaz, olacaksa da tam sizin istediğiniz gibi bir Fenerli olur. Fenerbahçe'yi yönetenlerin hiçbir suçu olmadığına, etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğuna, sürekli bize engel olunduğuna, medyanın, federasyonun, diğer takımların, hatta bizzat eski başkanlarımızın bile bize düşman olduğuna inanır. Ama buna inanan bir Murat, kapının önünde oturup ağlamaz...
Diyeceksiniz ki şimdi, biz Aziz Yıldırım ne yapsa beğenmeyeceğiz... Böylesine kurumsallaşmış bir kulübe laf ederek büyük günah işliyoruz. 15 yıldır yapılanları görmezden geliyoruz. Vefasızlık ediyoruz, kadirbilmezlik ediyoruz.
Hepsi doğru! Doğru da, 100. yıl marşının FB TV'de dönen klibinden Tuncay'ı çıkarmışlardı hatırlıyor musunuz? Bak o benim içimde kalmış işte...
Devamı ...
Üzülmez vs. Platoon
Devamı ...
22 Eylül 2010
Kaprisli Diktatörden Geline Beşi Bir Yerde
Aziz Yıldırım'dan demokratik ya da insani bir hareket gelmesi konusunda zaten pek ümidim yok ama bu sefer padişahımız kantarın topuzunu fena kaçırmış. Bugün çeşitli gazetelerde Volkan Demirel'in düğün listesine bizzat müdahale edip "o gelirse ben gelmem " diye rest çektiğini öğreniyoruz.
Bunu diyen erkek tarafının huysuz yengesi ya da kız tarafının cadoloz görümcesi değil. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün başkanı futbol takımının bir oyuncusunun düğün davetiyesine burnunu sokup, kimi davet edip etmeyeceğini de şahitlik yapmama santajıyla Volkan'a dikte ettirmiş. Evlenecek yaşa gelmiş ama düğün listesini kendi kararıyla alamayan kalecimiz de yeni padişahın uyarısıyla önceden davet ettiği eski padişahı konuk listesinden çıkarmış. Neresinden baksan elinde kalacak bir doğu tipi despotizm örneği.
Bu ülkedeki yönetici tipinin yaygın ama uç bir örneği Aziz Yıldırım. Oyuncuların her haltına karışarak kendi otoritesini gülendirdiğini zanneden bir despot. Bir ara Türk oyuncular kendileri değil menajerleri görüşmeye geliyor diye de delirmişti padişahımız. Yabancı oyuncuların menajerleriyle kanka olan, Juan Figer' i içimizden biri yapacak kadar içselleştiren başkan Türk oyuncuların transfer görüşmelerini menajerleriyle yapma söz konusu olunca kıyameti koparıyordu. Geçen yıl Semih'in opsiyon uzatma meselesinde oyuncuya meta muamelesi yapmadan çekinmeyen ,Ömer Aşık mevzusunda yine asabiyet krizlerine giren yüce başkan nedense yabancı oyunculara karşı çok daha müsamahakar.
Volkan örneğinde bir kez daha görüyoruz ki futbolcular da ne kadar bol sıfırlı sözleşme yaparlarsa yapsınlar iş, haklarını aramaya geldiğinde, temel haklarını savunma söz konusu olduğunda, asgari ücretle çalışan insanlardan bile daha çekimserler. Volkan çıkıp "bu benim düğünüm istediğim adamı çağırırım başkan sana ne" diyemiyor, bunu dese hayatının kayacağını düşünerek. Milyonlarca insanın örnek aldığı mahalle aralarında her çocuğun top oynarken ismini söylediği bu adamların bu kadar da zavallı duruma düşmelerine hakikaten üzülmemek elde değil. Kendi düğünü için inisiyatif alamayan bir adamın yan toplarda ya da oyun içinde inisiyatif kullanabileceğini düşünmek çok iyimser bir beklenti olmuyor mu?
Kendi hayatları, sözleşmeleri, kariyerleri, düğünleri hakkında bir sözü olmayan adamlardan bir futbol aklı, saha içi erdemleri de önemseyen bir fair play duruşu bekleyebilir miyiz?
Devamı ...
Statler ve Waldorf Muhabbetleri -1-
Aethe (A): Abi alex neden çıkartılır?
Olgu (O): Valla sorunun cevabı Alex’in hangi maçta, skor ne durumdayken ve kaçıncı dakikada oyundan alındığına göre çeşitlilik gösteriyor. Ancak Beşiktaş maçında oyundan alınış sebebi Alex’in Türkiye’deki futbol macerası kadar eski. Maçın son çeyreğine önde girmişsek, orta alanda pres gücünü arttırıp, takımın defansif anlamda direncini yükseltmenin en sık başvurulan yollarından biri Alex’i oyundan almak oluyor. Başvurulan yolun etkinliği ayrıca tartışılır ama yöntemin anonimliğine dikkat çekmek lazım. Dahası Beşiktaş maçında Alex kendi ortalamasının da çok altında oynadı. Bu ikisi bir araya geldiğinde 1-0 öndeyken 76. dakikada Alex’in oyundan alınmasının bu maçın kaderini olumsuz anlamda etkileyen bir hamle olduğunu düşünmedim ben. Bence asıl üzerinde düşünülmesi gereken, bu maçın ardından en çok kritiği yapılan meselenin bu olması.
A: E tabi futbol insan yaşamından daha değerli değil, Alex’in bacağı filan koptuysa çıkarmakta büyük fayda var. Ancak karşılaştığımız durum böyle bir şey değil. Bu sefer bahsettiğin anonim yöntemin tercih edilmesi şu sebeple tartışılıyor, “karşı takımın defansif direnç yükünü çeken adam oyundan çıktıktan sonra” Fenerbahçe’nin ofansif manada en verimli oyuncusu neden çıktı? Yani Alex gibi topa hakim, oyun zekası yüksek başka bir adam var mı? Onun yerine girenin Baroni olmasıysa Aykut’un pragmatik bir hamleden çok kafasında daha önceden tasarladığı bir hamleyi yaptığını düşündürüyor.
O: O zaman itiraz noktası Alex’in oyundan çıkması değil, yerine giren ismin Baroni olması. Zira skoru korumak için Alex’i oyundan almak Aykut Hocanın icat ettiği bir yöntem değil. Dahası Alex Beşiktaş maçında kesinlikle Fenerbahçe’nin “ofansif manada en verimli” oyuncusu değildi. Herkes gibi onun da kendi ortalamasının altında oynama kredisi var. Ancak onun sadece kötü gününde olduğu için oyundan alındığını söylemiyorum. Alex-Baroni değişikliğini zorunlu Emre-Özer değişikliği ile birlikte ele almak gerekiyor. Emre – Selçuk ikilisinin toplam defans gücünü Özer-Selçuk ikilisinin yakalaması bugün itibariyle mümkün değil. Hal böyle olunca, maçın son çeyreğinde skoru korumak temel mesele olunca, orta sahanın düşen savunma direncini Alex-Baroni değişikliği ile sağlamaya çalışmak doğruluğu yanlışlığı bir tarafa gayet pragmatik bir çözüm oluyor. Spekülatif konuşalım, mesela bu kadar erken bir Emre-Özer değişikliği olmasaydı, 76. dakikada bir Alex-Stoch değişikliğine çoğunluğun bir itirazı olmazdı gibime geliyor.
A: En azından benim olmazdı. Çünkü bu hareketin arkasında şunu görürdüm, en nihayetinde karşı takımın defansif direncini taşıyan adam çıktıktan sonra rakibin açıklarından istifade eden (“Exploit”) bir hamle olurdu. Şu doğru, Emre –bir sebeple- çıkıp yerine Özer girince sahada hala 6 yabancı vardı, dolayısıyla Emre – Baroni değişikliği mümkün değildi. Emre’nin yerini tutabilecek bir önlibero alternatifimiz de olmadığı için, denebilir ki kadro Alex’in çıkarılmasını dikte ediyordu. Andre Santos’u çıkartıp yerine Caner’i sokmak, Bilica – Lugano ikilisinden birini çıkarmak iyi seçenekler değil. Öte yandan orta sahada Aurelio varken bile bariz bir Beşiktaş üstünlüğü yoktu, o çıktıktan sonra Fenerbahçe’nin orta sahasının daha etkin olması kuvvetle muhtemel. Resme böyle bakınca da şu söylenebilir, zorunlu mudur Alex’i çıkarmak? Tam daha da rahat edebileceği bir anda çıkarmamak bir seçenek değil mi? Dolayısıyla esas sorun Aykut’un Alex’siz takım hazırlama gayretinin bazı durumlarda maç analizine bile sekte / damga vurabilmesi oluyor. Aykut kafasındaki şablonu uygulamak için elindeki kadrodan yeteri kadar verim alabileceği bir formasyonu tercih etmiyor gibi. Bu Beşiktaş maçı için geçerli olmasa da üst üste gelen maçlarda ortaya çıkan netice.
O: Lafın buraya geleceği belli. Aslında Beşiktaş maçındaki Alex değişikliğini tartışanların bu maç özelinde çok itiraz edecekleri birşey olmamalı. Alex her ne kadar iyi gününde olmasa da en nihayetinde Aykut Hoca’yı maçın bitimine 14 dakika kala çok temkinli bir değişiklik yapmakla eleştirebiliriz. Ben bu eleştiriyi anlamlı buluyorum. Ancak Alex’in ilk 11 başlamadığı ya da oyundan alındığı her maçın analizinin merkezine bu tercihi koymak tercihin kendisini açmaza sokuyor. Bir taraf Alex’i bir kangren gibi gösterip bir an önce kesilmesi gerektiğini savunuyor, diğer tarafsa Aykut Hoca’nın Alex’i takım kurgusunun merkezine oturtup kendisine her maçta 90 dakika görev vermemesini teknik direktörlükten anlamamasına ya da artniyetine bağlıyor. Öncelikle her iki tarafında kabul etmesi gereken eğilip bükülemeyecek gerçeklikler var:
1- 2010-2011 sezonu Alex’in bu takımdaki son senesi. Önümüzdeki sezon üzerine takımı kurabileceğimiz bir sihirbazımız yok. (Keşke olsa)
2- Aykut hocanın teknik direktörlük kariyeri boyunca sadık kaldığı bir oyun dizilişi var ve bu diziliş Alex’le oynamaya müsait değil. (Bu ne Alex’in ne de Aykut Hocanın suçu)
İkinci gerçeklik yoruma açık. Diyebilirsin ki Fenerbahçe mevcut kadrosu Aykut hocanın futbol anlayışına uygun değil. Bunu tartışırız. Yine diyebilirsin ki varsayalım bu kadro uygun, Aykut hoca bu kadroya kafasındaki oyunu oynatabilmeye muktedir değil. Bunu da tartışırız. Ya da hem kadro hem de Aykut hoca bu amaca uygun olsa bile Parreira zamanından beri belli bir oyun anlayışını benimsemiş takımı dönüştürmenin hangi hızda olacağı bir soru işareti olabilir. Bunu da tartışırız. Ancak Aykut hoca oyun kurgusunu, kadroyu, maç içindeki değişiklikleri Alex’i bitirmek gibi bir gizli gündemle planlıyor demek haksızlık olur. Böyle bir argümanın “Alex Aykut hocayla anlaşamadığı için inadına oynamıyor” diyenlerle tek ortak noktası şuursuzluk. Bence bu akılsızlığa bilerek ya da bilmeyerek malzeme sunmadan, bu gerçeklikler ışığında tartışmak lazım.
A: Türkiye’de yaygın bir zihinsel bozukluğa işaret ediyor bu durum. 2002 yılından önce de böyle miydi veya bu derece merkezileşmiydi hatırlamıyorum ancak o tarihten itibaren olay ve olguları komplo teorileri ile izah etmek yaygınlaştı. Temel bir zihinsel refleks haline dönüştü. Öyle ki bunun dizisi bile var. Bugün hem STV’de hem ATV’de komplo teorilerini dercedip “Türkiye gerçeklerini” izah ettiğini iddia eden üstelik de çok izlenen programlar yayınlanıyor. Böyle hakim bir zihinsel atmosferin Fenerbahçe’de de bir yansımasını bulmasında şaşılacak bir taraf yok. Yani bereketli bir konu en nihayetinde. Fenerbahçe’nin efsane kaptanı, taraftarın sevgilisi, bir başka efsane futbolcuyla, gene taraftarın gönlünde yer tutmuş bir insanla “kişisel” bir kavga yapıyor, bu kişisel kavgayı da bizim pusu geleneğine uygun yöntemlerle, tuzaklar kurarak, entrikalar çevirerek yürütüyor. Herkesin bayılacağı türden bir hikaye.
Aykutçular ve Alexçiler diye Fenerbahçe taraftarı karpuz gibi ikiye yarılırken biz 2 tane argümanın bu kadar etkin olmayı başarmasına şaşırabiliriz. Yani “Alex koşmuyor” argümanı nasıl oldu da bu kadar temel bir şey haline dönüştü, Alex’in eksik yönlerini eleştirmek nasıl olup da onun takıma benzersiz / alternatifsiz şekilde yaptığı katkıyı görmemize engel oldu? Bir argüman için bu derece yaygınlaşmak büyük başarı. İkincisi de “Aykut’un Alex’e husumeti var.” Görünen gerçeklerle izah edebileceğimiz şeyleri bu kadar zorlamaya gerek var mı? Ben basitçe durumu şöyle görüyorum: Aykut’un uzun yıllardır oynattığı bir sistem var. Alex hem bu sisteme uygun değil hem de zaten gelecek sene olmayacak. O sebeple Aykut bu seneden bu formasyona takımı adapte etmeye, hazırlamaya çalışıyor. Ancak bir başka eleştiri noktası da tam burada kendini buluyor. Bu takım, Aykut’un kafasındaki şablonu oynayabilecek bir takım değil. Elimizdeki bu kadro gelişkin bir 4-3-3’ü kaldırmaya uygun değil. Dolayısıyla çift açıklı, orta saha göbeğinde iki oyunculu tek önliberolu bir orta saha yükünü kaldırabilecek orta saha elinde yokken bu formasyonda ısrar etmek sonuç aldırmıyor. Ancak arkadaş bizim sonsuza kadar da vaktimiz yok. Burası Fenerbahçe. Burada netice önemli. Yani eğer böyle bir devrim bu kulüpte gerçekleşecekse de bu yolun sonuna başarılı sonuçlarla varılacak. Aykut’un şansızlığı / hatası da bu noktada değil mi? Yani başkanın otorite ve kredibilite olarak en güçsüz olduğu zaman diliminde, kendi formasyonuna çok uymayan ve eski sisteme bayağı alışmış bir kadroyla “hızlı” bir şekilde mevcudu değiştirmeye çalışıyor. Bu değişimin gerçekleşmesini de riske ediyor denilirse herhalde kolay kolay kimse itiraz edemez.
O: Tamam birader, gel o zaman sıradan gidelim. Sen en azından “Aykut hoca bunu yapar yapmasına da az sabretsin, zamana yaysın” diyenlerdensin. Öylesi başım gözüm üstüne. Şimdi daha buraya gelemeden “zaten Aykut’un kariyeri belli, bu işi kıvıramaz”cılar var. Onları nereye koyacağız hiç bilemiyorum. Aykut hocanın buna muktedir olup olamadığını neye göre ölçüyorlar? Malatyaspor’u şampiyon mu yapması bekleniyordu rüştünü ispatlaması için? Hiç uzağa gitmeye gerek yok. Aynı sebepten ötürü Ertuğrul Sağlam Beşiktaş’tan gönderilsin diye ayaklananların futbol aklının kenarından köşesinden geçemezdi Bursaspor’un şampiyonluğu. Bu arkadaşlar hala Bursasporlu Marksist Ivan Ergiç’ten “Diyalektik Materyalizm 101” dersi alıyorlar, büyük ihtimalle de yaz okuluna kalacaklar. Fenerbahçe’nin en büyük sorunu uzun vadeli plan yapmaya müsaade etmeyen, günü kurtarmaya zorlayan sabır eksikliği değil mi? “Burası Fenerbahçe, şampiyon yapamayan gider” mantığı değil mi Zico’nun da Daum’um da başını yiyen? Daha ligin 3. haftasından Aykut Hoca için papatya falına başlayanların, “Aykut istifa!” diye böğürenlerin, iş ahkam kesmeye gelince “yönetimde sabır, takımda istikrar yok” demesinin akılla mantıkla açıklanabilecek tarafı yok. Aziz Yıldırım’a ilk taşı en sabırlınız atsın demek lazım.
Gelelim senin itiraz noktana. Elimizdeki kadro gelişkin bir 4-3-3 oynamaya müsait değil diyorsun. Bugün için bu söylediğine hak vermemek elde değil. Ama meseleyi basit bir diziliş sorunu olarak görmemek lazım. “Beyler ön tarafı üçleyelim” deyince olsa bu işler, Galatasaray bu halde olmazdı herhalde. Tamam, topa sahip olacaksın, pas trafiğin yüksek olacak, oyunu kanatlara yayabileceksin, küçük üçgenlerle topu devamlı ileri taşıyacaksın vs. İdeal kurguda kale/kaleci hariç sahanın hiçbir yeri hiçbir oyuncunun babasının malı değil. Herkes en yakınındaki adamın boşalttığı yeri doldurur, kademesine girer. Bu da beraberinde takıma hem sonsuz oyun çeşitliliği sunuyor elbette. Bu durumda hem tek tek oyuncularının kumaş olarak buna uygun olması lazım hem de takım olarak bu anlayışın sindirilmiş olması lazım.
Halihazırda olan oyuncuları ayrı tartışırız, ancak yapılan transferlerin bu yönde çok doğru tercihler olduğunu düşünüyorum. Niang sadece fizik gücü yüksek, savaşçı bir forvet değil, aynı zamanda hem sağ açık hem de forvet arkası oynayabilen bir oyuncu. Stoch ve Dia her iki kanadına kullanabilen, kanat organizasyonlarında pas trafiğini sağlayabilecek, oyun içinde kanat değiştirebilecek adamlar. Yobo, ağır ve tek hamleli Bilica’ya inat hareketli, topla çıkabilen, pas yüzdesi yüksek ve hatta gerekirse ön libero oynayabilen bir oyuncu. Bu sene transfer edilen her oyuncu hızlı, pas yüzdesi yüksek ve birden fazla mevkide oynayabilen oyuncular. Elimizdeki kadro hemen yarın bu oyunu oynamaya yetmiyor olabilir ama bu hedefe uygun transfer yapıldığını kabul edip zaman içinde taşların yerine oturabileceğine dair umut besleyebiliriz pekala.
A: Paşa o zaman şu çıkıyor, elimizdeki kadronun yetersizliğini, uygunsuzluğu kabul ediyoruz, bu uygunsuzluğun neyle ilgili olduğunda da bir kuşkumuz yok. Fenerbahçe’nin elinde hali hazırda Aykut’un kafasındaki futbolu oynatacağı bir kadro bulunmuyor, bu tam da “hadi beyler 4-3-3 oynayalım” diyince oynanabilen bir sistemden bahsetmemizden ileri geli geliyor. Bu biraz uçak yapmak gibi, bir ülkede uçak parçalarını montajlayabilirsin ancak gerçek bir uçak yapmak bütün bir ülkenin kalitesini, donanımını ve gelişmişliğini gerektirir. Elinde teorik fizikçiler yoksa, matematikçiler yoksa, aerodinamik çalışmalarında bir katkın yoksa, toplu üretim yapabilecek bir sanayileşme sürecinden geçmediysen, contasından vidasına, motorundan tekerleğine kadar bir çok teknik alanda üretim yapabilecek kapasitelerin bulunmuyorsa bir uçağın da bulunmuyor. Fenerbahçe’nin de elinde öyle bir göbeği yok. Öyleyse Aykut’un bu kadrodan azami verim alabileceği bir oyunu oynatması gerekiyor. Hani telefonda “Çünkü Burası Fenerbahçe” demiştim ya, o da hayattaki keskin gerçekliklerden bir tanesi. Burası Fenerbahçe ve bizler yenilmeye alışık da, bunu sessiz karşılayacak da bir halet-i ruhiyeye sahip değiliz. Fenerbahçeli olma haletlerinden en bilineni zaten bu: yenilmekten nefret etmek.
Aykut’un şanssızlıklarından bir tanesi de takımın patronunun kredibilitesinin en düşük olduğu zamanda, bir kaç sene şampiyon olamadıktan sonra, büyük bir travma üstüne gelmiş olması. Aykut normal şartlar altında, diyelim bir Fenerbahçe şampiyonluğundan sonra, çok daha uzun süre “istifa” istenmeden görevinin başında kalabilir, daha az travma geçirmiş bir taraftar kitlesi önünde, daha çok destek gören bir başkanın desteği ile süreci yürütebilirdi. Bugün bu etmenlerin hiç biri Aykut’un lehine değil. Üstelik bu Alex – Aykut çatışması da taraftarı biledi. Belki bu iki kişi arasında hiç böyle bir husumet yok ama kamuoyunun algısı böyle bir kutuplaşma yaratıyor ve herkes de bir saf seçiyor. Neticede biz de Türkiye’nin kötü özelliklerinden payımıza düşeni alıyoruz. Öyle olunca da bu zeminde kaybedilen her puan, yapılan her hata büyük tartışmanın argümanına ve istifa seslerinin dozajına etki ediyor. Bizim şansızlığımız ise Aziz Yıldırım yönetiminden kurtulmak isterken onun ipini çekecek olanın da Aykut olduğunu hatırda tutmak.
O: Evet, eldeki kadro bugün itibariyle Aykut Hocanın benimsediği oyun anlayışını sahaya yansıtmak için uygunsuz değise de henüz yetersiz. Ancak bu yetersizliği sadece transfer ile aşacağız diye bir şart yok. Çok uzun süredir devam eden bir anlayışı en azından oyuncunun zihninde değiştirmek zaman istiyor. Aykut hoca daha önce çalıştığı takımlarda kafasındaki oyunu temel hatlarıyla sahaya yansıtmayı başardı bana göre. Onun en büyük kısıtı elindeki malzemenin yaratıcı kapasitesisinin sınırlı olmasıydı. Şimdi sahip olduğu kadro bugüne dek birlikte çalıştığı en iyi kadro. Bu kadronun hocanın kafasındaki oyunu sahaya yansıtması için en çok ihtiyaç duyulan ise sabır ve zaman. Ancak maalesef senin de dediğin gibi Fenerbahçe’nin en kısıtlı kaynağı da sabır ve zaman.
Aslında işin garip tarafı da burada yatıyor. Aziz Yıldırım otoriter, sert mizaçlı, sportif başarı vizyonu senelik, şampiyonluk dışındaki her sonucu başarısızlık olarak gören bir başkan figürü. Böyle bir adam kendi iktidarının sonunda artan muhalefet ve başarı baskısı sebebiyle şampiyonluğa en çok ihtiyaç duyduğu sezonda Aykut Kocaman’ı niye teknik direktör yapar? Aykut Kocaman otoriter, sert mizaçlı bir baba figürü olmadı hiç. O hep oyunculara bir arkadaş, bir abi gibi davranan bir adamdır. Aragones’e benzemez yani. Başarı anlayışında galibiyetten önce göze hoş gelen, iyi oyunu öne koyar. Daum gibi cebinde “bu sezon şampiyonluk” reçetesiyle gezen bir adam da değildir yani. E be kardeşim, bu hal ve şartlar altında Aziz Yıldırım’ın göbeğinin Aykut Kocaman’a bağlı olması kadar trajikomik bir futbol enstantanesi olabilir mi? İtiraf et, tabelayı değil de futbolu seven adam için bundan gizli bir keyif almamak mümkün değil. Tarihte öncesi ile sonrası arasında bir nedensellik bulamayacağın, tesadüflere borçlu olduğu varlığıyla çığır açan “critical juncture” noktaları vardır, bilirsin. Ne yönetimin futbol anlayışı, görgüsü, ne Fenerbahçe kamuoyunun ruh hali ne de diğer çevresel faktörler Aykut hocayı göreve davet ediyordu geçen sezon sonunda. Sabredilir ve sonu iyi biterse ben Aykut hocanın Fenerbahçe’ye teknik direktör olmayı kabul ettiği günün de Fenerbahçe tarihinde böyle bir nokta olarak hatırlanacağına inanıyorum. En azından bu inaçtan vazgeçmek için sezonun 5. haftası henüz çok erken bir tarih. Geç bulduk erken kaybetmeyelim derim.
A: Beşinci hafta istifa için erken ancak artık bizim de sonuç görmeye ihtiyacımız var. Fenerbahçe mutluluk bileşenlerimizden bir tanesiydi. Fenerbahçe maçlarını heyecanla bekleyerek haftasonu onun üzerinden elde ettiğimiz keyifleri depolomak da herhalde taraftar olarak haklı taleplerimizden biridir. Bitirelim mi lan uzun oldu? Daha Van Gaal’ler var, Mourinho’lar var, bir de şu stadlardaki yaygınlaşan şövenizm ve Fenerbahçeli taraftarların Yunan taraftarlarla ettiği kavgadan espri üreten zihinleri de tartışabilirdik ama o ekmekler de gelecek haftaya kalsın.
O: Bayağı uzun oldu ve içinde çok az Alex geçiyor. En azından bunca şey merkezine Aykut hoca - Alex ikilemini koymadan konuşulabiliyor, konuşulabilmeli. Alex’e güzel bir veda tertip etmenin, onu geçmiş efsanelerin arasına koyabilmenin yolu son sezonunda bu yapay sürtüşmenin malzemesi yapmamaktan, bu kavgayı şiddet retoriğimiz ile körüklememekten geçiyor. Öte yandan sonu nasıl biterse bitsin, teknik direktörü Aykut Kocaman olan bir Fenerbahçe’nin sevincini de hüznünü de tadını çıkara çıkara yaşamak istiyorum. Zira Aziz Yıldırım’ın Aykut Kocaman’a teknik direktörlük teklif etmesinin Juan Peron’un Hugo Chavez’e “gel kabinemde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ol” demesinden pek bir farkı yok. Hiç değilse bıraksınlar, şu absürd anın tadını çıkaralım birader.
A: Tamam o zaman bunu böyle yayınlıyorum gelecek hafta devam ederiz.
Devamı ...
21 Eylül 2010
Penaltı Meselesi
mertozlu, t(i)rajik'te Fenerbahçe - Beşiktaş maçının değerlendirmesini şurada yapmış. Dikkatimi çeken iki nokta yenilen gollerde Volkan ve Lugano'nun kabahatlerine dikkat çekmesi. Volkan'ı penaltı pozisyonu olduğu saniyeden itibaren eleştiren çoktu fakat Lugano eleştirisiyle okumaya değer bir yazı olmuş. Ben bu eleştirilere pek katılamadığım için ve bunu görsellerle yorum kısmında anlatmam çok zor olacağından burada anlatmaya karar verdim.
Sık sık burada adını andığım Jonathan Wilson ayda bir "modern ofsayt kuralından sonra 70'lerin total futbolunu oynamak mümkün değil" der. Modern ofsayt kuralının eskisinden en temel farkı da pasif ofsayt kuralı. Bu kural sebebiyle defansı tam orta saha çizgisinde kurarak ve disiplinli bir ofsayt taktiğiyle bile oyun alanını sürekli daraltmanız mümkün olmuyor. Arkanızda 4 forvet kalmış olsa da önünüzden fırlayacak bir oyuncuya pas atılır ve o 4 forvet hareketsiz kalırsa ofsayt uygulanmıyor. Bu yüzden güvenlik için daha geride durmanız, hızlı defans oyuncularıyla ve hızla alan kapatan orta sahalarla oynamanız gerekiyor. Bu pozisyonda bahsedilen bu durumdan örnekler var.
Bobo'nun penaltısıyla sonuçlanan pozisyonda Guti'nin topu ayağından çıkarma anı aşağıda
Bilica marke ettiği Bobo'yu almış, Lugano Nobre'yi marke ediyor. Sarıyla gösterilen Lugano kendi markajındaki adamın ilerisinde, maviyle gösterilen Gökhan ve kırmızıyla gösterilen Andre Santos da Bobo'nun ofsaytını bozuyorlar. Zaten bu resimde durduklarına bakmayın, o pozisyon öncesinde Nobre de Bobo da önlerindeki okların yönünde hareketliler. Lugano'nun ters yöne koşan Nobre'yle birlikte Bobo'nun da çizgisini takip etmesini bekliyoruz yani. Bana göre neredeyse imkansız bir görev bu. Kendini bir adım öne atsa da dediğim gibi Gökhan ve Santos zaten bozuyorlar ofsaytı. Bu pozisyonda tek sorumlu bu kadar içeri gömülen takım. Gol öncesi Guti topu kalecisinden alıyor ve şu pozisyonda
Önündeki o boşluğun bir açıklaması var mı?
Topla ilerliyor ve şu pozisyonda. Fenerbahçe orta sahasının aldığı şekil ve o yayın Guti'ye uzaklığı (ve gittikçe uzaklaşması) anormal değil mi?
ve pas atıldığı anda bütün oyuncuların rakiplerden en az 2 metre uzakta kalması ve etkisiz bölgeleri savunmaları neden?
Şu pozisyonda Guti o kadar rahat ve opsiyonları o kadar fazla ki, o gollük pası atmasa başka bir pas atacak ve sonucunda başka türlü bir gol pozisyonu olacak. Cristian ve Ernst arasındaki açıklıktan yararlanıp onu ileriye itebilir, kanatlardaki boşluklardan birine yuvarlayabilir, hemen sağındaki bomboş oyuncuyla verkaç yapabilir. Şu son resimden takımın yerleşiminin ne kadar sağlıksız olduğu çok net görülebilir sanırım. Kayseri maçının ikinci yarısı da bundan farksızdı. Selçuk ve Cristian önde veya geride olduğumuzdan değil, doğuştan ayakları geriye kaçan oyuncular. Bu ikisini birlikte sahaya koyarsanız, bir de iyice yorulan Santos ve Mehmet'le sentezlerseniz yukarıdaki resim çıkar ortaya.
Volkan'a gelirsek İngilizlerin sıkça kullandığı deyimle anlatayım düşündüğümü; bu kadar fazla test edilen bir kalecinin bir noktada hata yapması doğal değil mi? Bence 20 metre boş top sürüp hâlâ önündeki en yakın rakiple arasında 3 metre mesafe bulunan Guti'nin o pası atabilmesi kadar doğal. Aynı korner taktiğini 30 saniye içinde iki kere tekrarlatan, rakibe bol bol ara pası atma, defans arkasına koşu şansı veren takımın kalecisi bir noktada dengesiz girecek, topu ıskalayacak ya da boşa çıkacak. Volkan'ın kafasının tamamen maçtan başka yerlerde olup tıngır mıngır kaleye giden topları izlediği maçları da biliyoruz ama bu maç onlardan değildi. Şu yukarıdaki şekilde takım savunmasına yerleşirseniz ve rakibe top verirseniz 100 pozisyonun sekseninde defansınız ofsaytı bozacak ya da kaleciniz bir dengesizlik yapacaktır. Çok klişe bir cümle olacak ama daha zarif nasıl ifade ederim bilmiyorum; bu pozisyon penaltı olmasa da kalan sürede tonla başka pozisyona gireceklerdi. Belki futbol tanrıları korurdu orasını bilemem ama saha kenarında oturanların işi o futbol tanrısının işini zorlaştırmak, ona gollük orta yapmak değil. Zaten şu şekilde sahaya yerleşen bir takım futbol tanrılarından bir şey talep etmesin, gücenirler.
Not: Bu kaleci meselesiyle paralel; Bilica'nın oynadığı futbolun hiç öyle aşağılanmaya değecek kadar kötü olduğunu düşünmüyorum. Karikatürleştirme kurbanı oldu. Unutmazsam yazarım onu da.
Devamı ...
20 Eylül 2010
100 Senedir Aynı Geyik
Çünkü içinde bulunduğunuz tribünün sesini daha çok duyuyorsunuz? Fizik hocası bu konuya geçmedi galiba daha. "Kanka, orası yokmuş sınavda, çalışmayalım oralara."
Devamı ...
İngilizinki Can Değil mi?
Yukarıdaki fotoğraf 2008'deki Aston Villa - Portsmouth maçından. Hakemin kafasına maçın son dakikalarında madeni para atılıyor ve bir açılma oluyor. Tedavisi yapılıyor ve maça devam ediyor. Merak edenler için uzun hikaye şurada. Hikayenin devamında şu oluyor
Villa fan charged for coin toss Kısaca şöyle diyor
Yardımcı hakemi yaralayan 43 yaşındaki John Billington suçlu bulundu. Federasyon zanlının hayatı boyunca stada girmekten men edilmesini kararlaştırmış ve Aston Villa kulübü bulunması için her türlü yardımı yapacağını söylemişti.Bu arada Aston Villa'ya bu olaydan dolayı ceza verilmedi.
Bugün Gaziantep'te maç tatil edildi. Yardımcı hakem kafasındaki yarığı tedavi ettirip görevine devam edemedi. Bizimkilerin canı İngilizlerden daha tatlı. Üstelik taşı atan elini kolunu sallayarak evine gidecek. Üstelik bugün parasını verip maça giden Antepliler maçı yarısında terk etmek zorunda kaldı. Üstelik Gaziantepspor taraftarı 3-4 maç takımını izleyemeyecek.
Neden? Okulun camından bir adamın kafasına kocaman bir taş atsam okulun kapısına kilit vurup tüm öğrencilere disiplin cezası verilmez. Ben tutuklanırım ve "adam öldürmeye teşebbüs"e varacak ağırlıkta suçlamalarla yargılanırım. Tribünden yaparsanız ise ceza falan almıyorsunuz, olur da alırsanız 6 ay stada girmeme ve 1500 TL para cezası. Takımlara saha kapatma cezası verildiği için o hesabı gördüklerini düşünenler asıl suçluyu aramaya zahmet etmiyor zaten. Bu işten kurtarma olasılığınız çok yüksek.
Üstelik mesela bir Fenerbahçe taraftarıysanız her hafta GS taraftarı arasına girip hakemin kafasını kırmaya çalışmanız çok anlamlı oluyor. Cezayı tüm GS kulübü almış oluyor. Daha önceki örneklerden gördüğümüz üzere sizin ceza alma olasılığınız da çok düşük. Neden olmasın?
Hakemden sarı kart isteyenlerin sarı kartla cezalandırıldığı ligin ülkesi burası. Artık kimseye de garip gelmiyor bu benimsenmiş saçmalıklar.
Devamı ...
Fenerbahçe 1 - Beşiktaş 1
STSL 19/09/2011
2010 – 2011 sezonunun ilk derbisinde Kadıköyde karşılaşan Fenerbahçe ve Beşiktaş, karşılaşmadan Niang ve Guti’ nin karşılıklı golleriyle 1-1 beraberlikle ayrıldı.
PAPAZIN ÇAYIRI: Biliyorsunuz, Fenerbahçe için bu sezon sadece bu maç değil, bütün maçlar tabula rasa hükmünde. Kötü gidişe bir son verilecek, her şey gibi lig de bizim için şimdi başlayacak. Nihayet bu sezon Demirören ve şürekasının harcadığı paranın meyvesini toplayacak gibi duran Beşiktaş ise maça herkesi şaşırtarak başladı; takımlar sahaya çıktığında Aurelio kaptan değildi.
Aykut Kocaman' ın planını tahmin etmek zor değildi: defansı orta sahaya yakın kuracak Beşiktaş’ a karşı hayalini kurduğu hızlı hücumları yakalamak ve sonuca gitmek. Beşiktaş ise kalitesi yüksek ayaklarıyla kendi oyununu oynayıp fırsatını bulmuşken Galatasarayınkine benzer bir Kadıköy fobisinin daha oluşmadan önünü kesmek derdinde.
5’ te hücuma çıkarken Gökhan Gönül topu kaptırınca beklenenin aksine kontrada yakalanan Fenerbahçe oldu. İsmail-Quaresma ikilisinin kontrası ofsaytla nihayetlendi..
10’ da Guti’ nin ara pasına Nobre hareketlendi ama Volkan hızlı davranıp bu oyuncuya gol şansı tanımadı.
26’ da o çalışılmış bir korner kaleci Hakan’ ın hatasıyla birleşince Fenerbahçe öne geçti. Alex oratlamak yerine geriye Andre Santos’ a çıkarttı. Onun ortasında Hakan Arıkan topu elinden kaçırdı. Bir yanda Lugano ve İsmail ‘ikili mücadele’ ye girişmişken boşta kalan topu kafayla kaleye dolduran Mehmet Topuz’ un vuruşu direkten dönse de Kara Yılan topu gitmesi gereken yere yollayıverdi: 1-0.
Artık her şey Fenerbahçe’ nin arzu ettiği gibi...
29’ da Andre Santos’ un ortasında Gökhan Gönül kafayı iyi vurabilse Beşiktaş dönüşü olmayan bir yola girebilirdi.
Ekrem’ in sakatlığı yüzünden oyuna dahil olan İbrahim Üzülmez’ le çarpışan kaleci Hakan, sakatlandığında şansızlık diyenler ne tuhaftır ki o ana kadar Hakan’ ın kulağını en çok çınlatanlardı.
43 ve 45’ te Niang ve Dia skoru yukarı taşıma şansını heba ederken, ilk yarının uzatma dakikalarında büyük usta Alex müsait durumda iyi vuramayınca Cenk takımını bir golden kurtardı. Böylelikle ilk yarının skorunu da söylemiş oldu:1-0
Fenerbahçe ikinci yarıya Emre yerine Özer’ le başlıyor .
51’ de oynuyor görünen Beşiktaşın o ana kadar ki en tehlikeli atağı geldi: Guti’ nin serbest atışında İbrahim Toraman kale önünde bir başına ama kafa vuruşu nerdeyse taca çıkacak kadar kötü.
53’ teki kontratakta Dia’nın pası sonrasında ölüm vuruşuna hazırlanan Niang’ın ayağı kaydı.
Beşiktaş baskılı, topla oynama oranı nerdeyse yüzde yetmiş. Ama gol pozisyonu yok.
70’ te Aurello yerine Bobo oyunda. 75’ te ise alkışlarka oyundan çıkan Alex’ in yerine Cristian.
80’ de şansın Fenerbahçenin yanında olmadığı artık resmiyet kazandı: Özer’ in uzun pasında kaleciyle karşı karşıya kalan Dia imkansız denileni başardı: top az farkla aut.
82’ de Quaresma şanına yakışır iki voleyi peşpeşe vurdu. Volkan’ dan dönen topa bu defa Bobo vurdu ama Volkan topu müthiş çeldi.
84’ te Bobo, savunmanın arkasında. Volkan’ ın zamanlama hatası ve tartışmasız bir penaltı. Guti’nin penaltısı, Volkan’ın elinden sekip ağlarda: 1-1.
Sonrasında ne skoru değiştirecek ne de anlatacak bir şey vardı.
Biz Fenerbahçeliler hala ‘lig bizim için yeni başladı’ diyeceğimiz maçı beklerken diğer yandan Yıldırım Demirören önderliğinde sürekli irtifa kaybeden Beşiktaşı da Aurelio’ yu kaptan olarak sahaya sürme komedisine bulaşmadıkları için tebrik ederiz.
Son olarak, maçla alakası yok ama iyi Beşiktaşlılardan Emrah Serbes’ in Behzat Ç. sinin nihayet dizi olarak başladığını biliyor muydunuz? O’ na ve Beşiktaşlıların en güzeline –özellikle gözlerinin göğünde saklı bulutlara- selam olsun.
FENERBAHÇE: 1 - BEŞİKTAŞ: 1
Stat: Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu
Hakemler: Cüneyt Çakır, Bahattin Duran, Tarık Ongun
Fenerbahçe: Volkan, Gökhan Gönül, Lugano, Bilica, Andre Santos, Mehmet Topuz (88 Gökhan Ünal), Selçuk, Emre (46 Özer), Dia, Alex (77 Cristian), Niang
Beşiktaş: Hakan (42 Cenk), Ekrem (29 İbrahim Üzülmez), İbrahim Toraman, Zapotocny, İsmail, Nihat, Ernst, Aurelio (72 Bobo), Quaresma, Guti, Nobre
Goller: Niang / Guti (p.)
Sarı kartlar: Bilica, Selçuk, Volkan / Quaresma, İbrahim Üzülmez, Ernst
Devamı ...
19 Eylül 2010
Alex Baskı Yapmadığından Çok Gol Yiyoruz
BJK maçı Alex varken 1-0, Alex yokken 0-1. Şimdi ligde oynanan 5 maçın Alexli ve Alexsiz istatistiklerini veriyorum.
Alex sahadayken
Dakika: 286
Atılan Gol Sayısı: 9
Yenilen Gol Sayısı: 2
Alex yokken
Dakika: 164
Atılan Gol Sayısı: 2
Yenilen Gol Sayısı: 6
Ortalama istatistikler şöyle:
Alex sahadayken 31 dakikada 1 gol atmışız, 143 dakikada 1 gol yemişiz.
Alex yokken 82 dakikada 1 gol atmışız, 27 dakikada 1 gol yemişiz.
Neyse, aynen devam.
Devamı ...
18 Eylül 2010
Güle Güle Naci Ağabey
Hani hep kendisi anlatıyordu "Fenerbahçe işte bu yüzden büyüktür" diye, Fenerbahçe'yi bizzat varlığıyla büyük yapan insanlardan birisiydi. Bugün dilden dile dolaşan, Fenerbahçeliliğin gururu olmuş birçok gerçeği onun dilinden öğrendik. Barış abi burada hem o anıları hem de hislerini anlatmış, üzerine çok bir şey eklemeye lüzum yok. Nur içinde yatsın.
Devamı ...
16 Eylül 2010
Mesut Özil Şiir Gibi
Yeni takımında ilk 11 çıktığı iki maçta da maçın oyuncusu seçildi. Yukarıdaki muhteşem pası da Mesut veriyor. Özetlere bu pozisyonu nedense koymamışlar, bunu da zar zor buldum; başka açılardan, yavaş çekimli olsa çok daha güzel olacaktı ama şimdilik bunu görseniz yeter. Bir twitter büyüğümüzün de söylediği gibi "Mesut Özil'i izlemediğiniz her saniye için pişmanlık duyacaksınız.".
Devamı ...
13 Eylül 2010
A'dan Z'ye Dünya Şampiyonası İzlenimleri
Abercrombie : Yeni Zelanda'lı bu arkadaşımız turnuvanın en ilginç isimli kişisiydi herhalde. Yeni Zelanda'lıların Abercrombie yazan formalarını gördüğümde demir çelik şirketinin reklamı zannetmiştim meğer Kirk Penney'nin baş yardımcıymış bu abimiz.
Biletix: Sinan Erdem'deki ilk gün bilet gişelerinde para üstü olarak ne bozuk para ne 5 milyon verebilen ilginç şirket. Avustralyalı amca ve benim 10 TL'lik bozuk paralarımızı kağıt paraya çevirmeyerek nefretimizi kazanan Biletix e bir rakip çıkmasını umalım diğer Dünya Şampiyonasına kadar.
Cipriano: Angola'nın asist yapamamasıyla ünlü bu gariban guardı Kayseri'deki grup maçlarında gözüme çok kötü gelmişti ama ikinci turda karşılarına çıkan ABD karşısında kısaların topa baskısı karşısındaki şaşkınlığıyla sempatik gözüktü bu Afrikalı çelimsiz guard.
Delininkaitis: Geçen senenin felaket Litvanya'sının felaket guardı gitmiş, bu turnuvada diğer Litvanyalı guardlar gibi evrim geçirmiş bir oyuncu çıktı karşımıza. Burada tökezlerler, bunlara gücü yetmez diye turnuvanın başından beri takılmasını beklediğim Litvanya bronz madalyayı aılrken Kalnietis ve Delininkaitis takımlarını beklenenin çok çok ötesine taşıdılar.
Ersan İlyasova: Grup maçlarına müthiş başlayan double double, 6'da 6 üçlük derken MVP olmaya doğru giden terminatör son iki maç düşüşe geçmese belki de Hido'nun yerinde en iyi beşte onu görecektik. İstanbul dönüşü maçlardan döndüğüme kulak misafiri olan orta yaşlı bir amca yanıma gelip "İlyas son iki maç çok kötüydü" diye konuşmaya başladı gecenin 4'ünde vapurda. Kahvedeki amcaların bile kendisinden büyük beklentileri var artık.
Faul olması lazım: Murat Murathanoğlu'nun Yunanistan maçı sloganı,basın tribününden kendisine seslenip fotoğraf çektirme ricamı kırmadı sağolsun ama fotoğraf çektirirken peynir ya da cheese demek yerine "faul olması lazım" demesini istemeliydim.
Granger: Türklere yönelik Twitterlarıyla küçük çaplı bir skandal yaratan arkadaşımıza maçlar sırasında en ufak bir tepki gösterilmemesini sallanmadığına mı versek? Çok da süre almadı kendisi, daha çok İstanbul'un kokusundan ziyade arkadaşlarının benche fırlattığı havlular üzerine ahkam kesebilir Twitterda.
Huertas: ABD'yi yenmeye çok yaklaşmıştı belki o maçı Brezilya kazansa turnuvanın kaderi baştan yazılacaktı. İkili oyunların piri, izlemesi müthiş keyifli bir oyuncu. Arjantin -Brezilya derbisinde Scola'nın 37 sayısına 32 sayıyla yanıt versede Brezilya'yı çeyrek finale taşıyamadı.
Igodoula: Angola maçından önce ısınırken üzerinde forma değil atlet vardı. Bu sayede Feriştah'ın fantezilerini süsleyebilecek "edelelerini" görme imkanını bulduk. Biz göbeğimizi içeri çekerek maç izlerken adamın her yerinden kas fışkırması sinir bozucu.
İhsan Bayülken Resmi turnuva yorumcumuz Sırbistan maçındaki "Kazandık" haykırısı Murat Murathanoğlu'nun Kerem Tunçeri sayıklamalarının gölgesinde kaldı. Bir zarf olarak "fazlasıyla" kelimesini her yüklemin önüne ekleyerek Türk Dil Kurumu en çok zarf kullanan yorumcu ödülünü "fazlasıyla" hak ediyor.
Jungebrand : Her turnuvanın bir hakem kahramanı oluyor. 2006'daki Japanyo'daki 6.cılık maçında Murat Kosova'nın Ermal'in pozisyonunda "Bu faulü nasıl çalmazsın Petr Sudek" nidasını hala arada sırada söylüyorum kendi kendime. Bu turnuvadan sonra da "Murat Murathanoğlu'nun annesine küçük bir çocuğu şikayet eder gibi "Jungebrand, Ersan'la konuşacağına düdüğünü çalsın" haykırışını tekrarlarım bir dört sene de herhalde.
Kryzewski: Şampiyon olan takımın koçunu anmadan geçmeyelim, adam tam bir poker face. Yüzünde ifade sürekli aynıydı turnuva boyunca.
La Monica: Final maçının ilk yarısında kendinde değildi. Kendisini zaten Euroleague'den dolayı sevmem ama bir tane ortadaki düdüğü bize çalmaz mı arkadaş insan? FIBA'nın da her halta bu Arteaga-La Monica ekürüsini atamasından da gına geldi.
Murat Kosova - Murat Murathanoğlu: Kosova'yı Türkiye-Fransa maçında bizim bulunduğumuz tribünde gördüm, önce tanıyamadım. Gözlükler gitmiş Behlül sakalıyla her an "Yorgunum dostlarım" deyip şarabından bir fırt çekecekmiş havası veren adamın bizim bildiğimiz Kosova olduğunu farkettim. Hiçbir kanalla anlaşmamış birinci ağızdan da bu bilgiyi edindik. Murat Murathanoğlu zaten basketbolun resmi sesi oldu artık ülkede. Basın tribününe girerken ordaki görevli çocuğun ısrarla akreditasyon kartına bakmak istemesi ve Murat Murathanoğlu'nun peşinden kartında bir ucundan tutarak gitmesi de ilginç bir görüntüydü.
Nachbar: Şampiyona sırasında arkadaşlarını ocakbaşına kebap yemeye götüren, Slovenlerin bu turnuvadaki ruhani lideri. Grup maçları sırasında Slovenya'nın kamp yaptığı otelde t-shirtlerine Nachbar ismini oluşturan 7 Sloven'in otel önündeki görüntüsü de unutulmazdı.
Oscar Schmidt: Brezilyalı yaşayan efsaneyi Sinan Erdem'de Sabonis ve Divacla görmek ve alkışlayabilmek çok büyük ayrıcalıktı finalin devre arasında. Tüm zamanların en büyük skorerlerinden biriydi. Türkiye'de olsa Oscar Schmidt koşmuyor diye de suçlanardı muhtemelen.
Pocius: Bu dokuz parmaklı cengaver Litvanya'nın bronz madalyasındaki en önemli katkı sağlayanlardan biriydi. Gerek şutları gerek fiziksel görünümünden beklenmeyen atletikliğiyle. Çin-Litvanya maçından sonra Arjantin-Brezilya maçını izlemek için tribünde bekleyen sevgilisinin yanına geleceğini tahmin edip doğru yere konuşlanmamın karşılığını kendisiyle fotograf çektirerek görmüş oldum.
Rasiç: İkinci turun en belalı eşleşmesinde son hücumda soğukkanlılığını koruyup şut atmayı seçmeyip Hırvatsitan savunmasının içine penetre eden ve pozisyondan faul çıkarmayı beceren ve faulü de büyük bir soğukkanlılıkla sokup son saniyede Sırbistan'a turu getiren Partizanlı da Dünya Şampiyonası'nın en önemli anlarından birinde baş aktördü.
Se-Se-Semih Erden: NTV nin basketbol literatürümüze kattığı deyiş Sırbistan maçının son saniyesinde taçlandı. "Müthişsin Semih Müthişsin".
Tanjeviç: Türk basketbolunun 6 senedir en çok eleştirilen figürü herhalde en çok ihtiyacı duyduğu morali bu şampiyona sırasında buldu. Üçüncülük maçı sırasında dev ekranda maçı izlerken her görüldüğünde salonda ciddi bir alkış sesi duyuldu. Bugünkü başarının dünki eleştireli geçersizleştirmediğini unutmayarak final maçında İstanbul Tabib Odası'nın yaptırdığı pankartla selamlayalım inatçı koçu. "Ömrüne bereket Tanjeviç".
Uğultu: İnternette salondaki seyircinin çok pasif olduğu yolunda yorumları okuyunca bu maçları başka yerde mi izlediğimizi düşündüm. Yayına giden sesle salondaki gerçek ses arasında dağlar kadar fark vardı. Sırbistan maçının son üç dakikasındaki kadar büyük bir uğultuyu hayatım boyunca duymadım duyacağımı da zannetmiyorum.
Varejao Arjantinli taraftarlarla beraber Brezilya maçını izlerken "niye bizi destekliyorsunuz" sorusuna sahada kendisi gösterilerek verilen çünkü o Brezilya'da oynuyor sözü aslında Varejao'nun nasıl bir figür olduğunu açıklıyor aslında. Hakemle oynama, pislik yapma konusunda Teodesiç ve Navarro'nun önünde kendisine birinciliği veriyoruz yine.
Yeşil: En çok Litvanyalı taraftarlara yakışan renk. Ülkelerinden getirdikleri 11 davulla her maç şov yapan molalarda dev Litvanya bayrağı açıp her basket sonrası 11 davulcunun sopaları birbirine vurduğu bu müthiş taraftar turnuvanın en güzel rengiydi. Litvanyalı seyircileri görünce insanın Litvanya'da yaşayası geliyor.
Zone 1 : Turnuvanın en pahalı biletlerinin satıldığı salona en çok etki edilebilecek yerler. Buralardaki taraftarlar Türkiye maçlarında bile maça bir iki dakika kala yerlerine gelip hakemi ya da rakibi etkileyebilecek en ufak bir tepkide bulunmadan, çoğu zaman otoparktan iki dakika erken çıkmak için galibiyet sevincini de doğru düzgün kutlamadan ilginç bir seyirci profili çizdiler turnuva boyunca.
Devamı ...
Bunların Hesabını Kim Veriyor?
Şu yukarıdaki resim Kayserispor'un ilk golünden hemen önce. Pasın verilme anının fotoğrafı. Golü görmeyen birisine "Bu gol nasıl olmuştur?" sorusunu sorsanız "arka direğe doğru orta yapılmış, en öndeki Kayserisporlu vurmuş" çok daha ikna edici bir cevap olurdu.
Oysa bu golde golü o mavili oyuncu atıyor, hem de kırmızı x işareti olan bölgeden ilerleyip. Sarı ile işaretli olan arkadaşımız Selçuk. Kendisi bu pozisyonun devamında bir ara bu fotoğrafın açısına sırtını dönmeyi başarabilmişti. Ona kızmaya kimsenin hiç hakkı yok. Ben daha Selçuk'u hazırlık maçlarında bile stoper oynarken görmedim. Andre Santos bile oynasa sanırım böyle bir hata yapmazdı. Şu golü yememizin % 100 sorumlusu, tek sorumlusu Aykut Kocaman.
Maç sonu Bilica, İlhan, Bekir sakattı, Selçuk'u oyuna almak zorunda kaldık diyeceğini düşündüm, onu da söylemedi. Göz göre göre şunu yapmış; kadroya Özer, Dia, Gökhan Ünal, Semih'i aynı anda almış ve bir tane bile stoper getirmemiş. Stoperlik pozisyonuyla en ufak bir alakası olamayacak Selçuk da şu tepedeki golü yedirmiş. Bu takım yerel ligde oynayan bir mahalle takımı değil!
Başkanımız her türlü rezilliğin ardından bir şekilde suçu birilerine yıkmayı, saklanmayı iyice alışkanlık haline getirdi. Şimdi teknik adama şu rezilliğin hesabını soracağını sanmıyorum. Teknik adam zaten "tuzağa düştük" diyor, Selçuk'un stoperde ne işi var onu açıklama ihtiyacı hissetmiyor. Zorunluluk durumunda forvet oynayabilecek Dia, Stoch, Niang, Semih varken Gökhan Ünal neden kadroda ama bir tane bile stoper yok onu bize söylemiyor.
Geçen yıl Volkan'dan sonra en fazla ilk 11'de başlayan, bu sene bu haftaya kadar cezalı değilse ilk 11'de çıkardığı Bilica'yı basının gazına gelip tamamen kadro dışı bıraktıysa yazık bu takıma. Bilica yaptığı bariz hatalarla ilk 11 oyuncusu olmadığını kanıtladı ama geçen sezonun geneline bakarsak takımın en istikrarlı adamlarından. Taraftarın, basının çizdiği karikatürlerle oyuncu mu koyuluyor artık kadrolara?
Şu stoper götürülmeme rezaleti yüzünden ikinci devre denenen ve Emre, Topuz, Cristian üçlüsünün nerede ne yapacaklarından zerre haberlerinin olmadığı komik 4-3-3 hakkında yazamıyorum bile. Bu takım hazırlık maçlarında falan denedi mi bu sistemi? Kim nerede oynadı? Bir maçın devre arasında "beyler 4-3-3'e geçiyoruz, Alex zaten el freni" denince oluyor mu bu işler?
Neyse size hayırlı işler. Alex el freni, Bilica kadroda olmasın da isterse 7 tane forvet yedeği olsun, Andre Santos oynamasın da kim oynarsa oynasın, Daum palyaçoydu, şampiyon olamayacaksak da içimizden birisi yapamasın... Karikatür çizmeye, bomboş laflarla konuşmaya devam. Aziz başkanın her yaptığının arkasındayız, yürü be büyük başkan!
Devamı ...
12 Eylül 2010
Kayserispor 2 - Fenerbahçe 0
STSL 11/09/2011
Spor Toto Süper Lig' in 4. haftasında Kayserispor' a konuk olan Fenerbahçe rakibine 2-0 mağlup oldu.
PAPAZIN ÇAYIRI: Lige verilen on beş günlük aranın ardından Kayseri deplasmanına çıkan Fenerbahçe, Barcelona’ dan aşağı kalır yanı olmadığını aldığı 2-0 mağlubiyetle gösterirken önümüzdeki hafta karşılacağı giderek Real Madrid kıvamı alan Beşiktaş’ a da gözdağı vermiş oldu.
Yeni transfer Yobo ilk maçına çıktı. Gökhan Gönül' ün sakatlığına daha az üzülmemizi sağlayan genç Okan sahadaydı. Andre Santos yabancı kontenjanı nedeniyle değil muhtemelen göbekli(!), Bilica da ahlaksız olduğu için takımı stopersiz bırakmak pahasına kadroda yoktu. Keşke Önder Turacı eski takımına karşı oynatılsaydı.
2010 Dünya Basketbol Şampiyonası yarı finalinde Sırbistan’ ı basketbol tarihimizin “en kısa 4,3 ve en uzun 0,5 saniyesi” sonunda yenerek finale kaldık.
US Open 2010 yarı finalinde Djokoviç’ e 3-2 yenilen iyi aile çocuğu Federer yedi yıl sonra New York’ ta finalde yoktu.
Üç dakikalık uzatmada gol sesi çıkmayınca, Kayserispor karşılaşmayı Santana ve Furkan’ ın golleriyle 2-0 kazandı.
KAYSERİSPOR: 2 - FENERBAHÇE: 0
Stat: Kadir Has
Hakemler: Kuddusi Müftüoğlu, İsmail Şencan, Serdar Akçer
Kayserispor: Souleymanou, Hamza (22 Savaş), Serdar, Amisulashvili, Abdulkadir (61 Mehmet Eren), Furkan (69 Abdullah), Hasan, Ufuk, Troisi, Santana, Cangele
Fenerbahçe: Volkan, Okan, Yobo (59 Selçuk), Lugano, Caner, Mehmet Topuz (74 Semih), Cristian, Emre, Stoch, Alex (46 Dia), Niang
Goller: Santana, Furkan (Kayserispor)
Sarı kartlar: Hasan, Cangele, Serdar / Lugano, Emre
Devamı ...
10 Eylül 2010
Güiza'nın Referandum Oyunu Açıklıyorum
(Fenerbahçe'nin bloklar arası kopukluğunu simgeleyen bir Tarkovsky sahnesi)
Şu milli takım işini sevemedim gitti. Dünya Kupası falan güzel de bu elemeler nedir ki? Direkt Dünya Kupası oynansın, herkes bir tur oynasın. Şimdi şu ara olacak iş miydi? 2 haftadır bekleyip duruyoruz, canımıza tak etti, Türkiye saatiyle Cumartesi 18:00 gibi bütün sır çözülecek ama koca 15 gün bunu beklemek zorunda kaldık. Devlet buna bir şey yapsın.
Son gün aldık Yobo'yu, Lugano'nun yanına yazıyoruz, Stoch ve Niang da garanti adamlar. Dia var, Alex var, Andre Santos var hatta Aykut Hoca'nın son demecinde övdüğü Cristian var. Bilica kardeşimiz sanırız bundan böyle GS maçları öncesi ısınmalarda Arda'yı markajla görevlendirilecek, Güiza da üstün okçuluk yetenekleriyle sahaya yabancı madde yağdıracak. (O değil de hakikaten bu tribünde oturan 2 yabancıdan biri sahaya madde atsa ve kamera tespit etse, 1500 TL para cezası + 6 ay müsabakalara girememe cezası verilse ne olacak? 6 ay kadroya da mı giremeyecek? Bir hukukçu bilgi versin de Güiza'ya durumu fakslayayım. Başına bela almasın, iki ok için değmez.) Hoca kimi kesecek diye sıraya girdik bekliyoruz iki haftadır. Cristian'la Alex mi oynayacak, sol bek Caner mi olacak? Dia iyi gibiydi o çocuğu oynatalım. O zaman Alex mi yedek kalacak? Cristian sahadayken Alex kenarda olunca homurdanır abi bu taraftar, ben de homurdanırım bence. 2 haftadır bu sorularla kafayı yastığa koymaktan tarumar olduk. Ne gereği var milli maçın şimdi? Ligler bitince toplayın milli takımları, üç beş maç yapsınlar eleme olsun. Ara mara vermeyin artık.
Güiza demişken, gazetelerin yorum köşelerinde ve antu'da gördüm. İnternetin sonsuz yazma yetkisini sonuna kadar kullanmak isteyen arkadaşlar gayet rahatlıkla "Güiza oynar" demiş ve kadro yapmışlar. Hadi onu da anladım da Alex'i silip Güiza'yı yazmışlar kadroya. Chomsky medyanın yönlendirme gücünü, manipülasyonlarını falan yazıyor ya, yemin ediyorum şu Alexsiz ve Güizalı kadroları görse "arkadaş, CNN'e, NBC'ye senelerce laf ettim, belgeli konuştum, üzerlerine gittim ki benim Allah belamı versin; Türk spor basınının yanında bunların etkisi Amasya TV kadarmış, Batman Postası kadarmış" derdi. Arkadaş tamam koşmuyor dediniz, büyük maçların küçük oyuncusu dediniz, kesilsin bu takım ayaklanır dediniz de adamı Güiza için kadrodan siliyorsunuz. 10 sene sonra isminizi Hürriyet'in 3. sayfasında "anahtarı evde unutmasına sinirlenen U.M., evinin kapısını 12 kilo dinamitle uçurdu" haberinin altında okuruz.
Bir de elde kalanlardan Kazım var. Nerede görsem "abi adam yetenekli ama disiplinsiz" muhabbeti dönüyor. Bu da böyle artık. Eskiden bir şeyi 40 kere söyleyince oluyormuş, şimdi bir forumda 25 kere yazınca, 5 blogda üçer kere bahsedince veya maç spikeri tek bir kere söylediğinde oluyor. Bu son maçta bizim "genç Okan" uzaktan şut çektiğinde "işte özgüveninin kanıtı" demişti spiker, maçtan sonra Okan adı geçen her cümlede özgüven uçuşuyordu. Bizim Kazım da bir ara yetenekli olmuş. Bu konuda spikerleri pek suçlayamam galiba, forum fenomeni bu. Bir Chelsea maçında defansın arkasına koşu yapıp gol attı, adı süratli oyuncuya çıktı, bir Diyarbakır maçında ip gibi vurdu, gol yollarında etkiliye çıktı, yalnız hangi hareketten dolayı iyi adam geçiyor klasmanına kondu tam bilmiyorum. Henry ve Anelka'nın kamuyouna tanıttığı ipod kulaklığını kulağından çıkarmayan oyuncu imajını kendisine uygun görmesinin bir alakası olmalı. "Abi adam kulaklıksız gezmiyor, buna versen topu defansı ipe dizer, döner bir de kendini çalımlar."
Son olarak 12 dev adam için bir şov önerim var. Şampiyon olursak Kerem Gönlüm'e iki bardak çay verilsin, birini içsin birini de kupanın içine döksün. Turgay Demirel EVET yazan bir pankartla sahaya koşsun. Kupayı alıp taraftarlara doğru savursun, herkesin üstü başı çay olsun. Tanjeviç "hepinizin şerefine" diyerek rakı açsın, başbakanımız da bayram bayram alkol alınmasına kızıp istifasını istesin ve Tanjeviç bu şekilde gönderilsin. Gerçekten de şampiyonluğa yakışan, Tarkovsky imgeleriyle yüklü; anlatılmaz, yaşanır bir sahne oldu. Bunu bir düşünsünler.
Güiza'nın referandumdaki oyu da "vurdum ama girmedi" olacakmış. Fax çekip bildirdi, boş durmuyor zaten alet 2 haftadır.
Devamı ...
9 Eylül 2010
Bloglarda Taktik Analizi
Football Further ve Zonal Marking oyunun taktiksel yönü hakkında yazılar yazan ve -nispeten- ünlenmiş futbol blogları. Dün Football Further'ın yazarı Tom Williams, Zonal Marking yazarı Michael Cox ile yaptığı röportajı yayınladı. Blog yazarlığı, taktiksel analiz ve son dönemde futboldaki gelişmeler hakkında iyi bir röportaj olduğunu düşündüğüm için -röportajın sahibinden de e-mailla onay alarak- buraya aktarmaya karar verdim. İngilizce orijinalini okumak isteyenler için link burada. Aşağıya da Türkçe çevirisini ekliyorum. Çok vaktim olmadığından hızlıca çevirmek durumunda kaldım, her halinden çeviri cümlesi olduğu belli olan cümleler için kusura bakmayın.
FF: Football Further, MC: Michael Cox, ZM: Zonal Marking
FF: Basit bir soruyla başlıyorum. Neden taktikler hakkında yazıyorsunuz?
MC: Manevi bir boyutu var, taktikler hep ilgimi çekiyordu. Bütün maçlarda bu ilgi çekici tarafı görmek mümkün, oyun içindeki kalıplar, uzun vadeli gelişen eğilimler sihirli anlardan daha önemli hatta daha heyecan verici de diyebilirim. Bu kadar süslü ifade edilemeyecek bir tarafı da var: Başarılı bir blog yaratmak için iyi bildiğiniz bir temanız olmalı, iyi olduğunuz bir alan. Bu alanda bir eksiklik var gibiydi. Tematik bloglar içinde favorilerim: Yurt dışında oynayan İngiliz futbolcular hakkında yazan Les Rosbifs ve deplasman ziyaretleri hakkındaki European Football Weekends. Bu blogların ne hakkında yazacağı, konu hakkında kapsamlı bir kaynak olacakları, yazdıkları hakkında iyi bir araştırma yapacaklarını ve iyi bir yazı okuyacağınızı bilirsiniz. Daha fazla tematik bloga ihtiyacımız var. Taktiksel analizi seviyorum fakat ZM gibi bir blog halihazırda olsaydı başka bir konu hakkında yazardım.
FF: Maç analizleriniz genelde maç bitiminden çok kısa süre sonra yayınlanmasına rağmen çok detaylı oluyor. Maç analiz etme yönteminiz nedir? Önemli bir olayı kaçırmadığınıza nasıl emin oluyorsunuz?
MC: Takımların kadrolarını numaralarıyla birlikte yazıyorum. Mıknatıslı bir tahtam ve magnetlerim var, kalemle yazıp silmekten daha pratik oluyor. Sonrası not alınabilen her şeyi not almak ve oyunda tekrarlanan kalıpları ortaya çıkarmak. İnsanlar bazen sitenin ukalâ bir tavrı olduğunu düşünüyor fakat "sol bek topa çok fazla gidiyor" diye bir not alıp hemen 10 dakika sonra sol bekin arkasındaki boşluktan faydalanılarak gol olması gibi durumlarla sıkça karşılaşıyorum. Önemli şeyleri kaçırmamak meselesine gelirsek; Sky+ faydalı oluyor. Maçı tekrar izleyip istediğiniz noktada durdurma, kamera açısını değiştirme şansınız var. Böylece tüm sahayı, yayılışı ve ne olup bittiğini görme şansınız oluyor.
FF: İngiltere'de taktiksel analize olan ilgi Jonathan Wilson'ın 2008 Mayısında çıkan Inverting the Pyramid kitabıyla arttı. Neden İngiliz taraftarların ve gazetecilerin bu konuya ilgisi bu kadar gecikti?
MC: Sanırım kimse Inverting the Pyramid'ın yaptığını bugüne kadar bu kadar iyi yapamadığı için. Jonathan Wilson'ın kitabı teknik adamlar için hazırlanmış eğitim kılavuzun gibi değil, ilgi çekici ve ayrıntılı olduğu gibi okuması eğlenceli ve sürükleyici. Bir hikaye kitabı gibi. Nasıl underground bir müzik tarzını yaygınlaştıran iyi bir grup oluyorsa taktiksel analizi popüler kılan da Jonathan Wilson gibi iyi bir yazar oldu. Kitap büyük bir araştırmanın ürünü, birçoğu yeni ortaya çıkarılmış, orijinal bilgiden oluşuyor. Bu da her yenilik gibi... Ortaya çıktıktan sonra neden bu kadar ortada olan bir fikrin daha önce kimsenin aklına gelmediği soruluyor.
FF: İngiltere'de taktiklerin öneminin çok abartıldığını düşünen; oyunu mücadele, sıkı çalışma ve şans gibi faktörlerin şekillendirdiğini söyleyen çokça insan var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
MC: Saydıklarınız da kesinlikle oyunu şekillendiren faktörler. Sadece ZM okuyorsanız çok fazla etkili olmadıklarını düşünebilirsiniz fakat ZM bir taktik analizi blogu. Blogda da yorumlarla sıkça karşımıza çıkan bir eleştiri var: Ciddi bir hakem hatasıyla veya şansla gelen bir gole rağmen oyunun taktiksel tarafını değerlendirdiğimiz söyleniyor. Anlaşılabilir bir durum, taktik tek belirleyici faktör değil, hatta belki en önemlisi bile değil. Yalnız bu bir taktiksel değerlendirme blogu. Bu tarzda eleştiriler bir baterist blogunda herhangi bir Beatles şarkısındaki davulun övülmesi ve insanların buna "fakat vokal ve gitarı nasıl görmezsin" demesine benziyor. Taktik kesinlikle oyunu etkileyen bir faktör, bunu oyunun akışını değiştiren bir değişiklikten sonra ve uzun yıllar boyunca süren futbol akımlarından anlamak mümkün. Eğer oyunun taktiksel bir tarafı olmasaydı piramitin tersine çevrilme sebebi nedir ki? (Burada Inverting the Pyramid kitabına referans veriyor, pimaritin tersine çevrilmesi de futbolun ilk yıllarında 2-3-5 gibi kalabalık forvetli sistemlerle oynanırken, gelişimi esnasında defansların kalabalıklaşıp forvet sayısının azalmasından geliyor.)
FF: ZM'deki genel bir kanı, örneğin 4-3-3 oynayan bir takımın 4-4-2 oynayan bir takıma orta sahadaki oyuncu fazlalığı nedeniyle üstünlük sağlayacağı. Eğer böyleyse neden hâlâ önemli teknik adamlar bu zayıflığı yaratacak taktikleri kullanmakta ısrar ediyor? Oyunun şekillendiren faktör gerçekten bu kadar basitçe açıklanabilir mi?
MC: Bazı kalıplar var fakat bu x>y şeklinde formüle edilecek kadar basit değil. 4-3-3, 4-4-2'ye orta sahada bir üstünlük sağlıyor ve bu günümüz futbolunda 20 sene öncekine göre daha önemli, çünkü topa hakimiyet çok daha önem kazanmış durumda. 4-4-2 daha doğrudan bir sistem, fakat hâlâ bazı durumlarda belirli seviyede başarı getirebilir. Bazı teknik adamlar alışkanlıklarıdan dolayı eski sistemlerinde ısrar ediyor, bazıları değişimi veya oyunun nasıl geliştiğini anlayacak kadar iyi olmuyor. Yeni bir sistem denemek teknik adamlara ne kadar az süre verildiğine bakılınca bugünlerde çok cesurca bir hamle, genelde ellerine verilen bir grup oyuncuyu farklı oynatmaya çalışmaları bir kumar.
FF: ZM'nin başarısı bloglarda taktiksel analiz yapan insanların sayısını da arttırdı. Sizce ana akım futbol medyasında da taktiksel analize -belki de klasik maç sunumlarını tamamlayıcı şekilde- yer var mı? Yoksa taktiksel analizin bir grup blogla sınırlı kalacağını mı düşünüyorsunuz?
MC: Medyada buna kesin olarak yer olduğunu düşünüyorum. Öncelikle genel olarak geleneksel gazeteciliğin düşüşte olduğunu ve internet gazeteciliğinin büyük hızla geliştiği tespitini yapmamız gerek. Futbol gazeteciliği ise değişmek durumunda çünkü son 15 senede futbol izleme alışkanlıkları çok değişti fakat gazeteler bu değişimi tam olarak yakalayamadı. 15 yıl önce haftada iki lig maçı izleyip diğerlerine toplam 5-10 dakika ayrılan özetleri izlemek durumundaydık. Oyun hakkında daha fazlası için ya maça gitmeniz ya da gazetelerden okumanız gerekiyordu. Şimdi televizyonlar hafta sonunda 4 maç gösteriyor (Premier Lig'den bahsediyor), SKY 45 dakikalık maç özetleri gösteriyor ve internette hemen hemen her maçı izlemek mümkün. Çok fazla insan maçı izlediğinden maçın hangi dakikasında ne olduğunu anlatan maç raporlarına ihtiyaç azaldı. Daha fazla analiz, görüş okumak istiyorsunuz. Bazen maç raporunu okumaya çalışırken "maçı izledim, neden tekrar okuyayım ki" diyerek bırakıyorum. Biraz abartı oldu fakat doğruluk payı yok değil.
Taktiksel yöne olan ilginin artması çok güzel fakat benim taktiksel analiz yapan favori bloglarım sizinki (FF) ve Arsenal Column ki bunlar ZM'den önce açılmış bloglar. (Tim Hill'in blogunu da takip ediyorum fakat ne zaman açıldığından emin değilim.) Şu sanırım daha iyi açıklar: taktiksel analiz yazmak özel olarak ilgisini çeken ufak bir grubun işi. Bana ZM'den etkilenerek blog açtığını söyleyenler oldu, bunu duymak çok güzel fakat gerçekten bu işin ilginizi çekiyor olması lazım. Daha önce söylediğim gibi, ZM'in başarısı (bunu ben söylemiyorum!) sadece içerikten değil, aynı zamanda farklı bir şeyden, özel bir alandan bahsettiği için. Blogların futbol dünyasında önemli bir yere gelmenin eşiğinde olduğunu düşünüyorum, tıpkı politika blogları gibi. Birçok iyi yazar var hatta profesyonel yazarlardan da düzenli olarak bloglarda yazmaya başlayanlar oldu.
FF: Klasik oyun kurucunun modern futbolda yeri olmadığı sıkça tekrarlanır oldu. Dünya Kupasında ise Xavi, Wesley Sneijder ve Mesut Özil gibi forvet arkasında, orta sahanın önünde oynayan yaratıcı oyun kurucular gördük. Ne değişti?
MC: Bu isimleri klasik oyun kurucular olarak gördüğümü söyleyemem. Saydığınız isimler Valerón, Rui Costa, and Riquelme tarzında oyuncular değiller. Sneijder ve Mesut Özil forvete çok yakın oynuyorlar, bu sizin daha önce tarif ettiğiniz yeni bir rolle açıklanabilir. Sneijder'ın da çok fazla oyun kuruculuk yaptığını söyleyemeyiz sanırım? Sahada golcü olarak bulunuyordu. Mesut müthişti fakat sadece boş alan bulduğundan etkili olabildi. Avustralya önde baskı yaptı ve onu boş bıraktı. Gana, orta sahasının arkasında gezinmesine izin verdi. İngiltere'nin defansif işleri yapacak bir orta sahası yoktu. Xavi ilginç bir durum yaratıyor. Bence en verimli pozisyonunda değildi fakat yine de mükemmel oynadı çünkü kendisi Xavi. İspanya'nın topa hükmetmeye dayalı futbolu o kadar baskın ki, klasik bir orta sahayı 10 numara pozisyonunda oynatabiliyorlar. Ben 10 numara pozisyonunun oyundan silinmeye başladığını düşünüyorum ve yakın zamanda durumda bir değişiklik yok, oysa bazıları en baştan böyle bir durumun olmadığını düşünüyor. Bence oyun kurucular 10 sene öncesine göre daha önde veya arkada konumlanıyor ve daha çok yönlü oyuncular olarak sahada yer alıyorlar.
FF: Bekler son yıllarda çok önemli hücum silahları oldular ve rakip yarı alanda daha fazla vakit geçiriyorlar. Öyleyse neden takımlardan bahsederken geri dörtlüden bahsediyoruz? 4-3-3 yerine 2-5-3, 4-2-3-1 yerine 2-4-3-1 yazmak dizilişleri daha iyi yansıtmaz mıydı?
MC: Bu tespitte haklılık payı yok değil, ben ise bu konuda biraz gelenekçiyim. ZM'de çizdiğimiz grafiklerde takımların beklerinin de savunma yaptığı defansif dizilişlerini gösteriyoruz. İstisnalar bir takım sürekli baskılı oynadığında ortaya çıkıyor. Bu durumda defans yaparken bile sahada öne yerleşiyorlar. Şili'nin dizilişi ZM'de 4-2-1-3 olarak yer alıyordu fakat muhtemelen 2-4-1-3'e daha yakındı. Yine de bunu yapmayı çok sevmiyorum, tıpkı 4-1-3-1-1 tarzında beşli diziliş tariflerini sevmediğim gibi, anlatılanı olduğundan daha karışık göstermeye sebep oluyor. 4-3-3 tam olarak sahadaki şablonu tarif edemese bile insanlar ne anlama geldiğini biliyorlar ve önemli olan da bu.
FF: İngiltere'nin Dünya Kupası başarısızlığı yorgunluk, ruhsuzluk, teknik yetersizlik, taktiksel esneklik olmaması ve hıza dayalı İngiliz futbolundan başka bir şey oynanamamasına bağlandı. Sizce sebepler neydi?
MC: Bence taktik önemli bir faktördü, Almanya maçının ardından yazdıklarımın arkasındayım çünkü o zamandan beri bir şey değişmiş değil. Capello birçok hata yaptı. En temel hatası elindeki hiçbir hücumcuyu doğal pozisyonlarında oynatmamak oldu, bu yüzden maçlarda hayalet gibi gezinmelerine şaşırmamak gerek. Taktiksel olarak da sahada tam bir felaket vardı. Buna rağmen Capello'nun çok ağır eleştirildiğini düşünüyorum. Hataları vardı fakat bu kadar tecrübeli ve başarılı bir teknik adamın hatalardan ders alacağına güvenmek gerek.
FF: Taktik yönüne bu kadar ağırlık vermenizin seyirci olarak futbol tutkunuzu öldürmediğini farz edip soruyorum, hangi takımları izlemekten keyif alıyorsunuz?
MC: Hayır, tam tersi! İnsanlar bunun futbolu daha keyifsiz yapıp yapmadığını soruyor fakat kesinlikle öyle değil. Bazı insanların sıkıldıkları maçları ben eğlenceli buluyorum, futbol hakkında daha fazla öğrendikçe izlemekten de daha fazla keyif alıyorsunuz. Buna eminim. Geçen sene iki takımı izlemeyi seviyordum; Roma - şık, benzersiz bir diziliş iyi işliyordu ve akıcı bir futbol oynuyorlardı. Benfica da müthiş bir takımdı, Cardozo, Saviola, Aimar, Ángel di María ve Ramires aynı takımda, beklerde de Pereira ve Coentrão. Müthiş. Şu anda Zenit ve Palermo'yu izlemekten keyif alıyorum.
FF: Zenit ve Palermo neden ilgi çekici geliyor?
MC: Zenit sisteminden dolayı ilginç bir takım: sürekli kanatlara hareketlenen ve orta saha oyuncularına alan açan bir forvetleri var. Danny de izlemesi keyif veren bir oyuncu; rahatsız edici ve çok etkileyici değil fakat çok çok yetenekli. Palermo da Miccoli ve Pastore yüzünden izlemeye değer, şu anda en beğendiğim oyuncular bunlar.
FF: Oyunun taktiksel tarafını daha iyi anlamak isteyenlere tavsiyeleriniz neler olur?
ZM okusunlar! Şaka tabii. Sanırım yapılacak iki şey var: 1. Bolca futbol maçı izlemek, 2. Futbol hakkında bolca okumak. Tabii birinci maddeye vurgu yapmam gerek.
Devamı ...
8 Eylül 2010
Kimin Oyunu? Bölüm II
Bölüm I buradaydı araya zaman girdi. Aslında zaman girmesi de iyi oldu, kulübümüz 10 gün sonra oynanacak Beşiktaş maçının bilet fiyatlarını açıkladı. Fiyatlar geçen senenin başındaki gibi yine "fahiş". Bizim memlekette futbol oyununun çirkin tarafları daha baskın ve herkesi genel olarak etkileyecek seviyede.
Aslında birazdan yazacaklarım geçen sene yazdıklarımın özeti olacak. Geçen sene bilet fiyatları düştükten sonra şunları yazmıştım, dileyen tümünü okuyabilir. Futbol taraftarı aslında hiç farkında olmadığı derecede güçlü bir aktör. Futbolculara 100 metre uzunluğunda düz bir zemin (hatta bizim statlardan gördüğümüz kadarıyla pirinç tarlası bile olur), iki kale ve bir top vermeniz yeterli, onlar futbolu orada da oynar. 50.000, 100.000 kişilik statlar, tribünler sadece ve sadece taraftar için yapılıyor. Maç aralarında dönen reklamların hedefi futbolcular, hakemler veya yöneticiler değil, sadece taraftar. Bütün futbol endüstrisi sadece taraftarların omuzlarında duruyor.
Bu tabii ki tek taraflı bir fedakarlık örneği değil, futbol taraftarı verdiğinin hakkını futbol seyrederek alıyor. Daha kaliteli, daha iyi futbol, daha büyük bütçeleri, daha organize ve büyük taraftar gruplarını talep ediyor. Buraya kadar her şey normal. Normal olmayan şey medyanın gücü, halkın alternatifsizliği ve alışkanlıklarının kullanılarak futbol endüstrisinin sınıf ayırt eden, belli kesimlere hitap eden ve gittikçe tek taraflı sömürüye dönüşen endüstrileşmesi.
Önce maçlar şifreli kanallarda yayınlanmaya başlandı. O şifreli döneme geçişte sürekli "taraftar stada gitmiyor" bahanesi kullanılıyordu. Maçlar 15 yıldır şifreli kanallarda fakat statlarımızın doluluk oranı hâlâ yerlerde. Daha sonra kupa maçları bile şifreli kanallara verildi. En sonunda artık öyle bir noktaya geldi ki şu anda Fenerbahçe'nin hazırlık maçları şifreli platformlarda yayınlanıyor. Diğer taraftan bilet ve kombine fiyatlarında sürekli bir artış var. Formalar ve diğer orijinal ürünler de çok pahalı. Beşiktaş maçına 2 çocuğunu götürmek isteyen bir baba 210 Lira ödemek zorunda, üstelik maçı kale arkasından izlemek için. "Sadece belli kredi kartlarına" taksit yapılan kombineleri de alamayacak durumda çok fazla Fenerbahçeli var ülkede.
Geçen sene bilet fiyatları konusunda çok fazla yazdık ve konuştuk. Beşiktaş maçının fiyatları 66 TL olarak açıklandı (Biletix hizmet bedeliyle 70 olur). Diğer taraftan Türkiye Ligi Avrupa'nın Katar Ligi olmuş durumda. 1. sınıf oyuncu ligin yanına bile yaklaşmıyor, 2. sınıf oyuncular büyük liglerde aldıklarının 3 katı maaşlara buraya geliyorlar. Bonservisler ve uzun sözleşmeleri iptal etmek için ödenen tazminatlarla paralar inanılmaz biçimde israf ediliyor. Fenerbahçe'nin Güiza, Daum masrafları, Galatasaray'ın çorap değiştirir gibi yabancı değiştirmesi, Beşiktaş'ın oyuncu alıp 2 hafta sonra tazminatla göndermeye çalışması son gelinen nokta.
Maliyeti artan ve artık birçok insanın bırakın stadı, televizyondan izlemeye bile gücünün yetmediği futbol müsriflik yarışında. Futbol taraftarının yapması gereken aslında çok basit: Maçlara gitmeyecek, şifreli kanallara para vermeyecek, bu müsriflik sona erene kadar lisanslı ürün almayacak. Kısacası sömürülmeye tepkisini sömürü düzeninin köküne kibrit suyu dökecek. Geçen sene "bir grup" Fenerbahçe taraftarı polis baskısına varan ağır baskılardan yılmadı ve sayıları az da olsa sonuna kadar direnerek bilet fiyatlarının indirilmesini sağladı. Artık herkesin yapması gereken bu. Bu düzene karşı çıkmak, gerekirse radyo günlerine dönmek ve isyan etmek. Mikrofonlarımız yeniden merkez stüdyoda.
Devamı ...
7 Eylül 2010
Türkiye-Slovenya
Basketbol milli takımı, geçen yıl Eurobasket'te olduğu gibi yine beklentilerin çok üzerinde bir performansla yola devam ediyor. Dileğimiz geçen yıl orada olduğu gibi tek bir yenilgiyle herşeyin altüst olmaması.
Yıllardır hedef olarak gösterilen şampiyonaya hazırlık sürecinde kazanamamayı alışkanlık haline getirmiş takımın yenilgisiz biçimde yoluna devam ediyor oluşu bir yandan şaşırtıcı ama diğer yandan Tanjeviç'in bu tür sürprizlerine alışık olanlar açısından beklenir bir performans.
Takımın şu ana kadar oynadığı tüm karşılaşmaları kazanmış olması kazanırken de hemen hemen her maçın tüm periyotlarında savunma konsantrasyonunu hiç kaybetmeden ciddiyetle mücadele ediyor oluşu kalbimizdeki madalya ümitlerini yeşertiyor. Yalnız gözden kaçırmamak lazım ki; şampiyona boyunca oynanan tüm maçların senaryosu birbirlerine benzer biçimde bizim takımın skor olarak önde koştuğu, rakiplerin yetişmek için kovaladığı biçimlerde gelişti.
Şampiyonanın kendi evimizde oynanıyor oluşu kimseyi kandırmasın, salonu dolduran izleyicilerin sahada sergilenenin eğlence kısmından öte ilgisinin pek olmadığı aşikar.
Maçların gidişatı geride kalan maçlar gibi olduğu sürece bu eğlenceye eşlik etmekte sorun yok ama önümüzdeki maçların senaryolarının aynı tekdüzelikte gelişmeyeceğini tahmin etmekte güç değil. Bu durumda, takımı geri düştüğünde, kazanmaya dair umutları azaldığında yeniden oyunun içine sokacak, gerektiğinde rakibin sertleşmesine oyuna müdahaleleriyle izin verdirtmeyecek bilinçli bir taraftar baskısı ve desteği yaşanmazsa şampiyonanın kendi evimizde oynanıyor oluşunun avantajını yaşatacak en önemli dinamik kadükleşecektir.
Yine de, madalya kazanmaya dair yaratılan sinerji boşa değil. Bu takımın bu hedefi gerçekleştirecek hazırlığı ve hedefe dair inancı tam.
Gruptan lider olarak çıkmış olmakta yarı finale kadar olan eşleşmelerde önemli bir avantaj sağladı. Fransa iyi savunmacı ve inatçı kimliğiyle oyun bozan bir takım olsa da kalite olarak bizimkiyle bboy ölçüşebilecek seviyede değildi.
Slovenya ise Fransa'dan bambaşka bir kimliğe sahip; oyun zekası çok gelişmiş, saha görüşleri mükemmel, şut yetenekleri üst düzeyde ve oyun kurmayı çok iyi beceren oyunculardan kurulu ama katıldıkları hemen hemen her turnuvada kazanmaya dair inatçılıklarının ve savaşçı ruhlarının eksikliğini hissettikleri için kadro kalitelerinin paralelinde başarılar elde edememiş bir ekip.
Bu nedenle, mesela tam bir savaşçı ekip olan Sırbistan'a tercih edilebilirler. Ama turnuvanın çıkış yapan takımlarından birisi oldukları unutulmamalı.
Slovenya, yıllardır katıldıkları her turnuvada gönülleri fetheden takım olmayı becermiş olsa da geçen yıl Eurobasket'te kazandıkları 3. lük dışında önemli bir başarı elde edebilmiş değildi. Kuşkusuz, yumuşak bir takım oluşları bu durumu doğuran en büyük handikap olarak değerlendirilmeli.
Bu handikaplarının farkında olan koçları Memi Beciroviç'in takımı yüksek tempoda oynatmaktan ve oyunu sertleştirecek hamlelerden kaçınarak oyun kurma becerisi yüksek oyuncularının oyun zekalarını öne çıkartacağı sete set hücumları tercih etmesi bundan olsa gerek.
En önemli özellikleri, rotasyonlarında mutlaka oyun kurma becerisi çok yüksek olan 2 guardı aynı anda oynatıyor olmaları. Bu özellikleri, şampiyona boyunca bizim takımın en önemli becerilerinden olan alan savunmasının boşa çıkmasına sebeb olabilir.
Sete yerleştiklerinde topu çok akıllıca dolaştıran ve uzunları dahil olmak üzere saf şütorlere sahip bu takıma karşı bundan önceki maçlarda guardı baskı altına alıp önce düzen bozan ardından hareketli alan savunmasıyla rakibi paniğe sokan milli takımın yeni savunma taktikleri üretmesi gerekecek.
Lakoviç, Dragiç ve Beciroviç üçlüsünün oyun zekaları ve saha görüşleri Slovenya'nın oyununun temel direğini oluşturuyor. Kariyeri boyunca sakatlıklarla boğuşan Beciroviç'in şampiyonada beklenen seviyede oynamadığı düşünülebilir ama bu saçayağını oluşturan oyunculardan birisi olarak hala çok değerli.
Slovenya kolay kolay hücum düzenlerini bozabileceğiniz bir takım değil. Oyunu hızlandırabildiğiniz ölçüde oyun kurmadan hücuma çıkmalarını sağlamak oldukça zor. Yüksek tempodan kaçınıyorlar, hücumda insiyatifi mutlaka Lakoviç, Dragiç, Beciroviç üçlüsünden sahada olan ikisinin ellerine bırakıyorlar. Onlar dışında Nachbar gibi savaşçı özellikleri kısıtlı ama çok tehlikeli şutu olan bir skorere sahipler.
Nachbar'ın şampiyonanın başından bu yana Slovenya'nın en iştahlı oyuncularından birisi olduğunu ve Slovenya'nın eksik kalacağı düşünülen bölgedeki, uzun rotasyonundaki oyunculara ribauntlarıyla hatırı sayılır yardımları olduğunu da unutmamak lazım.
Lakoviç'in sakin oyun kuruculuğu, Dragiç'in kendinden beklenen patlamayı yapıp rakip savunmanın dengelerini alt üst eden penetreleriyle kurulan setlerde Nachbar'ın boşa çıkıp bulacağı 3 sayılık atışlarla savunmamızı çökertme ihtimali göz korkutuyor.
Slovenya oyun zekası, saha görüşü ve hücumda topu paylaşmayı bilen oyuncularla öne çıksa da, oyun sertleştiğinde ve tempo arttığında düzeni bozulan bir takım. Sahada sürekli olarak çok becerikli ve hücum yetenekleri gelişmiş 2 oyunkurucuyla oynayabiliyor olmalarına rağmen pota altında güçlü takımlara karşı sorunlar yaşamaları muhtemel.
Lorbek kardeşlerin kadroda olmaması onlar için doldurulması çok güç bir boşluk doğuruyor.
İlk bakışta muhteşem bir pivot fiziğine sahip olduğu düşünülen Brezec, oyun zekası ve hücum becerilerine rağmen fiziksel mücadeleden kaçan yapısıyla o bölgeyi savaş alanına çevirmekten uzak bir oyuncu.
Şu ana kadar iyi bir turnuva geçiren Miha Zupan ve Uros Slokar'da savaşçı oyuncular, inatçı ve kolay kolay yenilgiyi kabul etmeyen oyuncular ama Vidmar dışında boyalı alanda rakibe gözdağı verecek oyuncuları yok. İşler oralarda kavga etmeye gelince bizim takımın Slovenya'ya önemli bir üstünlük kuracaktır.
Devamı ...
6 Eylül 2010
Bugün 6 Eylül ve Biz Hala Çok Utanıyoruz
“bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’deki kıbrıs harekâtı. eğer ö.h.d. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi?
harekât başlamadan önce özel harp dairesi devredeydi. adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında özel harp dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular.
sonra 6-7 eylül olaylarını ele al.
-pardon paşam anlamadım. 6-7 eylül olayları mı?
-tabii. 6-7 eylül de, bir özel harp işiydi, ve muhteşem bir örgütlenmeydi. amaca da ulaştı...(paşam bunları söylerken benden de soğuk terler boşanıyordu). sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
-e, evet paşam!”
bu topraklarda daha fazla "muhteşem" örgütlenme olmasın, birbirimize bakacak yüzümüz kalsın.
Devamı ...
4 Eylül 2010
Bambaşka Kafalar
Haber: Sinan Vardar: Adnan Polat kıskançlık yapıyor. Şöyle diyor
Açıklamayı şaşırarak okuduğunu söyleyen Sinan Vardar, “Bu sıralar Adnan Polat ile Aziz Yıldırım’ın arası iyi herhalde. Ve son dönemde Galatasaray ile Fenerbahçe arasında bir yakınlaşma var. Adnan Polat’ın şampiyonluk için yaptığı yorum bana kıskançça geldi. Adnan Polat kıskançlık yapıyor” dedi.2 sene önceki haber: Fenerbahçe bize rakip olamaz. Şöyle diyor
Beşiktaş Kulübü Genel Menajeri, "En önemli rakibimiz Galatasaray’dı. Onları İnönü Stadı’nda yenerek büyük bir engeli aştık. F.Bahçe yarışta bize rakip bile olamaz. Zafere giden yolda çok dikkatli olmalıyız" dedi.Daha var:
Haber: Basketbolda "devşirme" kavgası!. Şöyle diyor
Fenerbahçe Ülker takımında yabancı statüsünde oynayan Emir Preldzic'in, artık Türk olarak yer alacağını anlatan Hasan Bozkurter, ''Düne kadar yabancı kontenjanındaydı, artık Türk oldu. Haksız rekabet doğdu. Onlar yabancı sayısını artırabilecekler. Bu durumun da Türkiye'ye faydası yok'' dedi.4 yıl önceki haber: Marcio oldu Mert. Şöyle diyor
Sezer'in önceki akşam imzaladığı kararın ardından Brezilyalı oyuncuya Mert Nobre ismiyle nüfus cüzdanı çıkartıldı. Ligde Türk statüsüyle oynayabilecek olan Nobre önümüzdeki günlerde de yeni pasaportunu alacak.Nobre'nin millilik sayısı: 0 (yazıyla SIFIR), Türkiye'ye faydası: 0 (yazıyla SIFIR).
Herkes eleştirebilir ama siz değil. Komik olmayın.
Devamı ...
3 Eylül 2010
Dünya Şampiyonası: Altıncı Günün Ardından
Gruplarda son günü de geride bıraktık. Biribirinden acayip maçlara tanıklık ettik yine. Kayseri grubunda günün ilk maçı 3. ve 4.lük maçıydı. İlk periyodu Avustralya karşısında önde kapatıp bir sürpriz daha yapabileceği sinyali veren Angola, ikinci ve üçüncü periyodda kendisinden güçlü olan rakibine teslim oldu. 76-55. İki takımdaki tüm oyuncular arasında çift haneleri görebilen tek oyuncu 11 sayıya Mills olmuş. Avustralya maç ilk yarıdan kopunca tüm oyuncularını kullanarak Slovenya karşısında biraz daha zinde çıkmayı planlamış. Bakalım ne yapacaklar Slovenya önünde.
Günün ikinci maçında grup liderliği maçında Arjantin ve Sırbistan kendilerinden beklenileni karşılayan bir mücade sundular. Maça fırtına gibi başlayan Arjantin karşısında devre sonlarına doğru benchten gelen oyuncularının performansıyla dengeyi sağlayan Sırbistan geniş kadrosunun avantajıyla kazanmayı bildi. 84-82. Kimsenin bir beklentisi olmayan Savonoviç rüya bir turnuva oynamaya devam ediyor. Sırbistan turnuvadaki en iyi iki takımdan biri bence. Gerek koçun takım üzerindeki etkisi gerek oyuncuların kusursuz fundementalleriyle her rakibi yenebilecek güçteler. Maç sonu oynama konusunda kendilerinden daha tecrübeli olan Arjantin önünde maç sonunu kazasız atlatmaları önemli. Arjantin'de Scola yine müthiş iş çıkardı 32 sayı 7 ribauntla. Maçtaki en kritik üçlüğü sokan Savanoviç 19 sayıyla Sırbistan'ın en skoreriydi. Krstiç de Scola karşısında savunmada çaresiz kalsa da 18 sayı 8 ribaundla katkıda bulundu takımına. Bu sonuçla iki derbinin yolu açılmış oldu. Arjantin elemelerin son gününde ezeli rakibi Brezilya'ya düşerken, elemelerin ilk günü Sinan Erdem'de Hırvatistan-Sırbistan maçıyla Balkan havası esecek.
Günün bir önemi olmayan maçında ise Almanya galibiyeti olmayan Ürdün'ü 91-73 yendi. Daha önceki maçlarda pek süre almayan Pleibt 23 sayı 9 ribauntla Almanya'nın en skoreri olurken Lübnan da Daghles'in 22 sayısı işe yaramamış. Lübnan, Kanada ve Tunus gibi galibiyetsiz bir şekilde evine dönerken Almanya dünkü Angola sürpriziyle İstanbul göremeden dönmek zorunda kalacak Türkiye'den.
İstanbul grubunun ilk maçında ilk yarısı gayet çekişmeli geçen maçta ABD Tunus'u 92-57 ile geçti. Eric Gordon ABD'nin en skoreri oldu benchten gelip bulduğu 21 sayıyla. Durant ve Westbrook'un da 14 sayısı var. Turnuvayı galibiyetsiz kapatan Tunus da Kechrid 15 sayısıyla takımının en skoreri olmuş.
Grubun ikinci maçında Slovenya İran'ı 65-60 yenip grup ikinciliğini resmileştirdi. İlk periyot farkı açan Slovenya ikinci periyod sadece 9 sayı atınca fark kapandı. Üçüncü periyod vites yükseltip farkı tekrar açsalarda 18 sayılık farkı maçın sonunda 5'e kadar çekmeyi başardı İran ama nefesleri yetmedi kazanmaya. Dragiç 18, Zupan 15 sayıyla Slovenlerin skorunu üstlenirken İran'da Haddadi 15 sayıyla yine takımının en skoreri olmayı başarmış.
Grubun son maçında üçüncülük mücadelesinde Brezilya beklenenden kolay bir şekilde Hırvatistan'ı 92-74 yendi. İlk periyod başa baş geçtikten sonra ikinci periyod itibariyle arayı açmaya başladı Brezilya. Machado'nun artık klasikleşen üçlükleriyle farkı çift hanelere taşıdılar ve Hırvatların geri dönmesine de izin vermediler. Brezilya'nın 10/19 üçlük yüzdesi her şeyi anlatıyor zaten. Machado 18, Barbaso 17 sayyla Brezilya'nın en skorerleri olurken Hırvatistan'da Popoviç'in 15 sayısı var. Hırvatistan takım olarak gruptaki ilk üçten daha kırılgan bir takım ikinci turda Sırplar önünde pek bir şansları olduğunu düşünmüyorum.
İzmir grubunda günün ilk maçında İspanya ilk yarı zorlansa da ikinci yarı hücumda istediği pas temposunu yakalayıp pota dibinde kolay basketlerle Kanada'yı 89-67 ile geçti. Özellikle ikinci yarıda Fran Vasquez'in pota altı performans son derece etkileyiciydi. Turnuva boyunca bildiğimiz görüntüsünden çok uzak gözüken Rudy Fernandez nihayet biraz kendine gelebildi 19 sayı 5 ribauntla. Kanada'da dikkat çeken oyuncu Olynyk'ti. Girdiği bölümde direkt skora yaptığı katkıyla takımını maçın içinde tutmaya çalıştı, zaten 14 sayıyla takımının en skoreriydi de kendisi. Kanada grubu nagalip tamamlarken açıkçası geleceğe dair de pek umut vermedi. İspanya bu maçın ikinci yarısı biraz kendine gelse de o her yere elini kolunu uzatan, çok iyi pozisyon alıp rakibi hataya zorlayan savunmalarından eser yok. Bakalım ikinci turla beraber üstlerindeki ölü toprağını atabilecekler mi. Piyangodan çıkan grup ikinciliğiyle ABD'nin yoluna çeyrek finalde çıkmaktan da kurtuldular.
Günün ikinci maçında grup lideri Slovenya ilk yarı biraz zorlansa da Lübnan'ı 84-66 ile geçip 5'te 5 yapan üç takımdan biri oldu. Seubutis in 17 Gecevicius'un 16 sayısı var. Kleiza'yı 16 dakika oynatıp biraz dinlendirdiler. Lübnan da Fahed'in 19, Vroman'ın 15 sayısı var. Taratarlarıyla epey bir renk kattılar İzmir'deki maçlara. Litvanya Ankara grubundaki Fildişi sürpriziyle Porto Riko ile eşleşmekten kurtulup Çin ile eşleşerek çeyrek final görememe riskini iyice azalttı.
Günün son maçında tüm hesapları alt üst eden bir sonuç ortaya çıktı. 12 sayı ve üstü galibiyetle grubu üçüncü bitirecek olan Yeni Zelanda ne tesadüf ki Fransa'yı 12 sayıyla geçip kendini üçüncülüğe, Fransa'yı dördüncülüğe, İspanya'yı ise ikinciliğe çekti. İspanya'dan kaçmak için bilerek Rusya'ya kaybeden Yunanistan'ın hayallerini suya düşüren bu sonuç bizim rakibimizi de değiştirmiş oldu. Maç boyuna 10-15 arasında gidip gelen farkı Fransa son anlarda 7'ye kadar düşürse de Penney ve Abercrombie'nin son 20 saniyedeki iki üçlüğü 12 sayılık farkı getirdi. Fransa'nın bu maçı pek masumca kaybettiği söylenemez. Üçlük yememeleri gereken durumda faul yapmayı tercih edebilirlerdi, yapmadılar üstelik maç sonunda Batum'un yaptığı aptalca hata da 4 sayıya mal oldu. Yunanistan'la ikinci turda karşılaşmayı seçmeyip Türkiye'yi istemeleri ne akla hizmet onu da anlamış değilim. Parker ve Turiaf'lı kadroyla iki kez yenildiler bize elemelerde, ne düşündüler, niye böyle aptalca bir performans gösterdiler anlamadım. Yeni Zelanda'da Penney 25 sayıyla yine maçın en skoreri, yılların tecrübesi Cameron kritik anlarda attığı 8 sayıyla takımın lideri olduğunu bir kez daha gösterdi.
Ankara grubundaki ilk maçta Fildişi baştan sona kadar önde götürüp kısa bir süre 1-2 sayı geriye düştüğü maçta bu sefer pes etmeyip Porto Riko'yu turnuvanın dışına göndermeyi başardı. 88-79. Eğer 12 sayı ve üstü kazansalar kendileri çıkacaklardı ilk 16'ya ama son saniyede yedikleri üçlük Çin'i ikinci tura çıkardı. Porto Riko benchinin maç sonundaki şaşkınlığı ve yüz ifadeleri pek çok şeyi açıklıyor. Yunanistan ve Türkiye'ye son saniyede kaybettikten sonra Fildişi'ne yenilmek bir hayli şaşırttı onları da. Edi ve Lamizana'nın 17 sayısı Fildişi'ne ilk galibiyetini getirirken Barea'nın 19 ve son saniye üçlüğüyle Çin'de en sevilen adam olan Huertas'ın 18 sayısı Porto Riko'ya yetmedi.
İkinci maç Yunanistan yaptı yapacağını. Maçın başından itibaren savunma direnci göstermeyerek kaybetmek istediklerini parkede hissettirdiler. Maçın sonunda fark açılınca bu kadar da belli etmeyelim kaybetmek istediğimizi diye savunmayı biraz sıkıp farkı indirdiler ama tabii ki iş işten çoktan geçmişti. Mozgov 18 sayıyla Rusya'nın en skoreri. Maç sonunda David Blatt "Yunanlılar kendilerinden utanmalı" derken Yunanlıların pek de utanır bir halleri yoktu ama iki saat sonra biraz önce kurtulduk diye sevindikleri İspanyolları rakipleri olarak görünce ufak bir şok geçirmiştir hepsi herhalde. Geçen sene Avrupa Şampiyonası'nda da İspanya'dan kaçma maçında Fransa'ya kaybetmişlerdi. Bu sene kaçmayı başaramadılar. İkinci turun en çekişmeli eşleşmesinin istemeyerek tarafı oldular. Neye niyet neye kısmet.
Günün son maçında Çin'i uzunların maça damga vurmasıyla çok kolay geçtik. 87-40. İlk yarı eğer hücum ribauntu vermeseydik neredeyse Çin'e sayı imkanı bile vermeyecektik. Koca 20 dakikada sadece 13 sayı atabildiler. Oğuz'un 9/12 ile bulduğu 20 sayısı, Semih'in 18 sayı 12 ribandu, Ömer Aşık'ın 17 sayı 13 ribaundu dikkat çekici. İstatistik kağıdının her tarafını dolduran Sinan'ın rakamlarını da not edelim. 9 sayı, 7 asist, 3 ribaund, 8 top çalma. Eğer biraz daha süre alsa triple -double yapabilirmiş. Takımın savunma alışkanlığı üst düzeyde ve savunma yapmaktan keyif alıyoruz. Fransa gibi atletik ama hücum kapasitesi çok sınırlı bir takıma karşı bakalım ne yapacağız. Bu maçta özellikle ilk yarıda verdiğimiz hücum ribauntlarına Fransa maçında çok dikkat etmemiz lazım. Fransa'nın doğru düzgün kısası yok top getirirken yapacağımız baskı yine sonuç verecektir. Tek endişem bu tür eleme maçlarında işler başta biraz kötü giderse panik yapmamız ki bu konuda İstanbul seyircisine de ciddi görev düşüyor. Artık maçları bilgisayar ve televizyondan takip etme dönemini de böylece geride bırakmış olduk. Cumartesi den itibaren Sinan Erdem'den bütün maçları yerinde takip edebileceğim. Asıl şölen de bundan sonra başlıyor.
Devamı ...