30 Ekim 2010

Bursaspor 1 - Fenerbahçe 1
STSL 29/10/2010



STSL 10. Haftanın açılış maçında karşılaşan Bursaspor ve Fenerbahçe karşılıklı gollerle 1-1 berabere kaldı. Son yılların belki de en güzel maçında Semih’ in golüne cevap Ergiç’ ten geldi.

PAPAZIN ÇAYIRI: Geçen haftayı hiç beklenmeyen bir kayıpla geçen Fenerbahçe, hem bunu telafi etmek hem de geçen yılın rövanşını almak için Bursa deplasmanındaydı. Bursaspor ise, Şampiyonlar Ligi macerası yüzünden üzerine gölge düşen şampiyonluğunun tesadüf olmadığını herkese göstermek istiyordu.

Fenerbahçe’ de hesap edilmeyen Galatasaray beraberliği, Lugano’ nun cezalı duruma düşmesi ve Niang’ la Dia’ nın sakatlıkları zaten zor olan Bursaspor deplasmanını daha da zorlaştıran unsurlardı. Bursaspor ise kendi seyircisi önünde rakibini tam kadro bekliyordu.

Oyuna iyi başlayan Fenerbahçe orta sahaya hükmedip, oyunun boyunu kısa tutarak ayağa paslarla kontrolü eline aldı. Bursaspor bu yüzden oyunu en sevdiği yere, rakibin ceza alanı önüne aktarabilmek için on dakika beklemek zorunda kaldı.

11’ de Volkan’ ın pasında kaleci Volkan’ la karşı karşıya kalan Sercan milli kaleciyi geçemedi.

14’ te Alex’ in şutu önündeki Ömer’ e çarptı. Seken top Hüseyin’ in kafasından havalanıp kendi kalesine yöneldi ama Ivankov uzanıp bu tehlikeyi önledi.

16’ da Gökhan’ ın şutunda Bulgar kaleci yine başarılıydı.

17’ de sarı - lacivertliler soldan Emre ile geldi. Emre Bilica ile girdiği verkaçtan sonra arka direkte Alex’ i gördü. Büyük kaptanın volesine altı pasta 'gönlü genç' Semih ayak koydu: 0-1

26’ da Alex’ in uzaktan şutu az farkla dışarı gitti. Oysa top sol ayağına gelmiş, Ivankov da çaresizce kendini yere bırakmıştı.

Fenerbahçe ilk yarım saatin ardından daha kontrollü bir oyuna dönünce, Bursaspor da duran toplar dışında kaleye yaklaşma fırsatı bulamadı.

İlk yarı Fenerbahçe’ nin 1-0 üsütünlüğü ile sona erdi.

İkinci yarıya Bursaspor baskılı başladı. Bu baskıyı atlatmak için Alex de dahil geriye çekilen Fenerbahçe yine de gole engel olamadı.

51’ de kullanılan kornerde Turgay kafayla indirdi, arka direkte bekleyen Ergic beraberlik golünü buldu: 1-1.

55’ te Emre aşırttı ama Ivankov gole izin vermedi.

Son yarım saat, bir puan kazansalar da aslında iki puan kaybettiklerinin bilincinde olan iki takım vardı sahada. Herkes bu denli gol arzularken haliyle orta sahalarda kolay geçilir olmuştu.

65’ te Alex’ in kornerinde Yobo’ nun kafasına kalenin önünde Semih dokundu. Ivankov mucizevi bir kurtarış yaptı. Bu pozisyonda Ivankov’ un ayaklarını görmek isterdim. Penaltı beklediğim için değil, merak ettiğim için.

74’ te Caner’ in ortasında ceza alanı karıştı. En son top Mehmet Topuz’ un önünde kaldı, vuruşunda top bir defa üç direk arasını bulmadı. Üst direği sıyıran top dışarı gitti.

76’ da Andre Santos’ un pasında Emre bir anda ceza alanına girdi. Ama kaptan Ömer tama zamanında bir müdahaleyle topun önüne yatarak mutlak bir gol vuruşuna engel oldu.

80’ de Insua’ nın uzun pasında Volkan, Sercan’ dan önce davranıp topu taca gönderdi.

82’ de Hüseyin’ in ara pasında Sercan, topu kontrol etti ve karşısında sadece Volkan vardı. Ama Volkan, Sercan’ ın karşısında büyüdü.

90+ larda Volkan yine ve yine Sercan’ a gol izni vermedi ve Sercan’ ın olası bir transferde bir milyon avrosuna sebep oldu.

Bu maç üç puanla taçlanmasa da Fenerbahçe’ nin yüksek kalibreli maçlarda bu sezon oynadığı en iyi oyundu. Ama çubuklular Bursaspor’u yenip puan farkını kapatma şansını kullanamadı.
Bursaspor, Trabzonspor, Kayserispor ve hatta ihmal edilmemesi gereken Beşiktaş ve Galatasaray varken şampiyonluk zor belki ama Aykut Kocaman’ ın hayalindeki oyuna giderek yaklaşan bir takım var karşımızda.

Ve Alex... Ulu Alex...

BURSASPOR: 1 - FENERBAHÇE: 1

Stat: Atatürk

Hakemler: Cüneyt Çakır, Bahattin Duran, Tarık Ongun

Bursaspor: Ivankov, Ali, Ömer, İbrahim, Vederson, Turgay, Hüseyin, Ergiç, Batalla (71 Insua), Volkan Şen (76 Ozan İpek), Sercan (90+1 Nunez)

Fenerbahçe: Volkan, Göhan Gönül, Yobo, Bilica, Caner, Mehmet Topuz, Baroni (86 Kazım), Emre, Stoch (71 Andre Santos), Alex, Semih (86 Gökhan Ünal)

Goller: Ergiç / Semih

Sarı Kartlar: Turgay, Sercan, Ali Tandoğan / Mehmet Topuz, Bilica, Andre Santos, Caner

Devamı ...

29 Ekim 2010

Kraliçeler Galibiyetle Başladı



Euroelague'e zor da olsa güzel bir deplasman galibiyetle başladık. Maçın ilk periyotu geçen hafta sonu kaybettiğimiz Panküp Kayseri maçının aynısıydı, kulübün çıkardığı dejavu t-shirtlerini yanlış algılamış herhalde bizim kızlar diye düşündüm. Çok kötü bir ilk periyot oynayıp savunmada bomboş şutlar vererek ilk yarıyı 23-16 geride kapattık. İkinci periyotta da işler çok iyi gitmezken Aguilar'ın sayılarına Penny Taylor'la yanıt verdik. Savunmada biraz vitesi artırıp, Nevriye'yi de daha iyi kullanınca ilk yarının sonuna doğru fark kapandı ve 3 sayıya kadar indi. Üçüncü periyodun başında Penny ve Matoviç'le skorda ilk kez öne geçmeyi başardık. Başımızın tüm sene boyunca belası olması muhtemel hücum ribauntlarıyla Ecopolis oyunda tutunmayı başardı. Dünya Şampiyonasında çeyrek finalde Fransa karşısında İspanya'yı tek başına yarı finale taşıyan 34 yaşındaki Valdemoro'nun leblebi gibi attığı şutlarla Ecopolis bir kez daha 4 sayılık üstünlüğü yakaladı 3. periyotun sonunda. Dördüncü çeyrekle beraber üç faulü olduğu için epey bir kenarda bekleyen Taurasi maça girip ağırlığını koydu, Nevriye ile içeriden Penny'le dışarıdan sayılarla maç sonuna doğru farkı biraz açmayı başararak 91-82 yle kazanmayı başardık.

İlk dikkat çekici istatistik Nevriye, Penny, Taurasi üçlüsünün 91 sayının 77'sini atması. Bu hakikaten inanılmaz bir rakam. Bir taraftan bu takımın birey olarak oyuncularının her birinin ne kadar potansiyeli olduğunun göstergesi ama diğer yandan da takımın geri kalanının skorda bu kadar tutuk kalması hücumda çeşitlilik açısından problem. Bir diğer dikkat çekici rakam verdiğimiz hücum ribauntları.Tam 16 hücum ribauntu verdik, Kısaların daha çok yardım etmesi lazım ribauntlara.

Taurasi'nin kariyerinin en kötü maçını oynadıktan üç gün sonra 24 sayıyla skorer kimliğine geri dönmesi sevindirici ama şu sayılarını sisteme bağlı kalarak atsa çok daha memnun olacağım. Bazen hücumda kimseye top değmeden atabiliyor şutları. Bu şutlar girse bile diğer oyuncuların hücumdaki rollerini değersizleştirdiği için uzun vadede başımıza iş açar. Nevriye'nin bu performanslarına artık alıştık bir kez daha double-double'a imza attı 26 sayı 10 ribauntla. Ve son olarak da başımızın tacı Penny'e bir parantez açalım. Takım fişi çekmek üzereyken ilk yarıda tek başına direnişi başlattı. 7/10 iki sayı 4/5 üçlük yüzdesiyle bulduğu 27 sayıyla da maçın en skoreri oldu.

12 sayı geriden gelip İspanya deplasmanında maç kazanmak kolay değil. Gerçi bizim gruptaki üç maçı da deplasman takımları kazandı bu gece itibariyle ama gruptaki en önemli rakibimiz Ekaterinburg'un da Madrid deplasmanında işi hiç de kolay olmayacak.
Devamı ...

28 Ekim 2010

Cibona Maçı



Cibona ekonomik problemler nedeniyle tek yabancıyla (ki onun da zararı mı var yararı mı var tartışılır) genç bir kadroyla oynuyor bu sene Euroleague'de. Seyircinin de bu nedenle pek takımdan beklentisi olmadığı için geçmiş yıllardaki deplasman atmosferinden uzak bir tribün vardı. Maça fena başlamasak da genç Hırvat uzunların hem pota altı hem de yüzü dönük şutlarıyla dengede bir ilk periyot geçti. Hücumda gerek Tomas gerekse Kinsey'in sürekli penetre ederek potaya gitmeleriyle sayı bulduk, pota altında kolay pozisyonları bitiremesek de son saniyede Kinsey'in faul çizgisinden bulduğu sayılarla ilk periyod 19-19 bitti. İkinci çeyrekte Bogdanaviç biraz devreye girdi. Kinsey'in savunmasını bir kaç kez şutla, bir kaç kez de potaya giderek delmeyi başardı. Ukiç'in olmadığı bölümde Greer fena idare etmedi takımı. 5-6 sayı üstünlük yakalasak da ikinci çeyreğin ortalarında Cibona farkı bir kez daha eritti, devreye de 2 sayıyla önde girebildik. 42-40.

Üçüncü çeyrek Kinsey'in savunmasında iki üç hücum sayı bulan Bogdanoviç'i Ömer Onan'a verip top aldırmadan savunmaya başlayınca hücumdaki en önemli opsiyonu kilitlenmiş oldu Cibona'nın. Ama ekstra oynayan uzunlarının yüksek şut yüzdesiyle maçta kalmayı başardılar. Kinsey ve Tomas'ın üçlükleriyle 8-9 sayılık bir farkı yakalasak da dördüncü çeyreğin sonlarına doğru Ukiç'in yorulmasıyla maç boyunca çok da etkili olmayan Stipçeviç içeriye drive etmeye başladı, gerek kendinin bulduğu, gerek uzunlara yarattığı pozisyonlarla Cibona farkı bir sayıya kadar indirdi. Ukiç'le farkı bir kez daha üçe çıkarıp ardından Kinsey, Ömer ve Mirsad'ın faul çizgisinden bulduğu 5 sayıyla 73-68 le maçı kazanmayı başardık.

Ukiç'in üstünde çok büyük bir yük var ve bu yükü tek başına kaldırması imkansız. Hücumda her topu organize etmesini ve savunmada topa baskıyla ilk ateşi yakmasını bekliyoruz. Ortalama her maç 30 dakikanın üstünde oynayarak bu iki işlevi aynı anda yerine getirmesi imkansız. Bugün ilk yarı Stipçeviç'e karşı o baskıyı yaptı ama dördüncü periyot Stipçeviç Ukiç'in yanından her pozisyonda elini kolunu sallayarak içeriye girdi. Ukiç'in yedeği pozisyonundaki Greer bugün hücumda beklediğimiz katkıyı verdi ama savunmada gösterebileceği sertlik onun da sınırlı. Geçen maç 50 sayıyı geçen uzun rotasyonumuz bu maçı sadece 17 sayıyla tamamlamış, bitiricilik konusunda çok sıkıntı yaşadık, üstelik pota altı sırtı dönük oyunu neredeyse hiç oynamayan Cibona uzunlarından sürekli yüzü dönük şut yedik. Zubcic- Pasaliç- Radoseviç'ten toplam 39 sayı yemişiz. Uzunlar cephesinde kaybettiğimiz savaşı kısalar cephesinde kazandık bugün. Bogdanoviç belki 15 sayı attı ama Ömer Onan savunmaya başladıktan sonra sanırım potayı göremedi, maçın kırılma anlarında sahnede yoktu. Kinsey, Greer ve Ukiç çift haneli skorlar üretirken, Tomas özellikle ikinci yarıda bir hayli kötüydü.

Mirsad bu sene kötü şut atıyor, ceza şutlarını çok iyi değerlendiren eski Mirsad gibi değil fakat uzmanı olduğu ribauntlar konusunda yine gayet iyiydi. 19 dakikade 9 ribaunt. Maçın ikinci yarısında özellikle hücumda akışkanlığı kaybettiğimiz dönemde çok zorlandık. Takım olarak sadece 7 asist yapabildiğimiz bir maçı deplasmanda kazanmamız yine de umut verici. En azından şutlarımız girmediğinde ya da organizasyonun bozulduğunu hissettiğimizde saçma sapan şut atmak yerine sürekli teke tek potaya gitmemiz geçen seneye göre olumlu bir gelişme. Deplasmanda olmamıza rağmen Cibona'nın iki katı kadar serbest atış çizgisine gitmemizle de bunun ödülünü almışız.

Emir'in özgüveni,sahadaki duruşu falan sarsılmış durumda, mutlaka toparlanması lazım,sadece 4 dakika süre aldı bugün, Spahija'nın ne yapıp edip Emir'i kazanması lazım, ligde biraz fazla süre vererek ve bu takım için önemlisin imajını Emir'e hissettirerek kendine gelmesini sağlayabilir. Emir'den patlama beklediğimiz bir senede Emir'in elimizde patlamasını seyretmeyiz umarım.
Devamı ...

27 Ekim 2010

Dev Hizmet: Lazerciyi Bulduk



Papazın Çayırı olarak yönetimin ısrarlarına dayanamadık ve lazerciyi bulduk. Son teknoloji aletlerimizle maç görüntülerini inceledik ve lazerciye zoom çekerek kimliğini açığa çıkardık. Yukarıda zoomladığımız halini yayınladığımız lazercinin fotoğrafını ve açık adresini kulübe ve emniyete faksla ilettik. Şimdi onlar düşünsün...
Devamı ...

26 Ekim 2010

"O Maç" (volume 3)


(fotoğraf: fenerbasket.com)

Perşembe akşamı Euroleague'de ilk deplasman maçına çıkıyoruz. Drazen Petroviç Spor Salonunda Cibona Zagrep önüne çıkacağız, hazır o maç yaklaşmışken bundan 11 seneki önceki bir başka Cibona Zagrep maçını hatırlamanın zamanıdır.

Tarih 10 Şubat 1999. İlk kez yer aldığımız Euroleague'de evimizde geleni geçeni yenerken deplasmanda bir türlü galibiyet alamıyoruz. İlk grupta oynadığımız 5 deplasmanda sadece Rus Saratov'u yenebilmişiz,ikinci gruptada ilk iki deplasmanda TDK Manresa ve Kızılyıldız'a mağlup oluyoruz. İçerdeki bütün maçları kazandığımız için 6'lı grupta 2. sıradayız Cibona deplasmanına giderken. Cibona'yı yenersek grubu ilk ikide bitirmeyi garantileyebileceğiz. Sezona başladığımız rüya takımdan dengesiz Abdul-Rauf gitmiş, sezona yedek guard olarak başlayan Levent Topsakal kadro dışı, Miliç ülkesine dönmüş.

Erdal Koşan'ın kulübün kapısından girmesiyle başlayan oyun kurucu problemini yine hissediyoruz. Kalamiza - Gilmore ikilisiyle guard pozisyonunu idare ediyoruz. Barış Manço'nun ölümü üstünden on gün geçmiş, her tarafta Barış Manço şarkılarının melodilerinin yükseldiği zamanlar... Diğer yanda da iki ay sonraki genel ve yerel seçimlerin hazırlıkları sürüyor. 1 gün sonra Ahmet Kaya'nın toplumsal linciyle sonuçlanacak fitilin ateşlendiği MGD ödül töreninden ve 6 gün sonra Öcalan'ın yakalanacağından habersiziz henüz.

Bir Çarşamba gecesi nefes nefese dershaneden gelip geçiyorum televizyonun başına. İlk yarı başa baş geçiyor, o seneyi Euroleague sayı kralı olarak kapatan İbrahim Kutluay şutun kitabını yazmış Hırvatlara nasıl şut atılacağını gösteriyor, takımın liderliğini eline alıyor, arka arkaya sayılarla ilk yarı başa baş bitiyor. İkinci yarıda da skorda geriye düşmezsek deplasmanda şeytanın bacağını kıracağımızı düşünüyorum.

Avni Küpeli'nin 20 sayıyı geçen herkes için söylediği "dile kolay x sayı sayın seyiriciler" kalıbını o gün 20 kez duyuyoruz, İbo önce 20'li sayıları sonra dile kolay 30'ları ve en sonunda dile kolay 40 sayıyı buluyor. Kafası sargılı da olsa maçı bir şekilde Avni Küpeli'nin tüm nazar değdirme girişimlerine rağmen kazanmayı kafasına koymuş vaziyette. Maçın sonuna doğru bir kaç şut ve faul kaçırıyor İbo doğal olarak. Son hücuma yine de 84-82 önde girmeyi başarıyoruz. Son topta Cibona'nın denediği şut potadan dönüyor topa doğru uzanan Zan Tabak'ın ellerini görüyorum, maçı kazandığımızı düşünüp zıplıyorum, ribauntu alıp topu havaya atsa maç bizim, Tabak topu tutmak yerine çelmeyi tercih ediyor, göz açıp kapayıncıya kadar hafif sol çaprazda üçlük çizgisinin dışında bekleyen Chucky Atkins'in eline geliyor Tabak'ın çeldiği top. Atkins topu kaldırıp atıyor, top havadayken kırmızı olan potayı ve korna sesini duyuyoruz önce ve sonra da topun çemberden geçiş sesini. Hırvatlar Atkins etrafında sevinç yumağı olurken ben koltukta çökmüş vaziyetteyim. Tabak'ın elleri kafasında, İbo'nun 43 sayısı yetmiyor, Avni Küpeli sözü merkez stüdyolara bırakırken, hüznümüz baki kalıyor Zagrep semalarında.

Bize üçlüğü atan Atkins o sezonun sonunda NBA'e dönüp önemli bir rol oyuncusu haline geldi, belki de o basket adamın şansını döndürdü. Ne zaman Atkins ismini duysam (aynı adlı rejime adını veren mütevaffa Robert Atkins de dahil) ve ne zaman Cibona ismini işitsem İbo'nun sargılı kafasını, Tabak'ın o meşum elini ve o buz gibi Şubat gecesini hatılarım.

Bu Perşembe o günkü kadar şanssız olmamayı umalım.
Devamı ...

Bir İbrahim Kutluay Yazısı



Geçen gün sözlüklerdeki İbrahim Kutluay hakkında yazılan şeyleri tek tek okudum. Sol elle dripling yapamadığı için çocuklara basketbol öğretmemesi gerektiğinden, sadece şut atıp başka bir işe yaramayan basketbolcu olduğuna, hiç savunma yapmadığından, Fenerbahçe'yi satıp gittiğine, Harun Erdenay'ın tırnağı olamayacağından, fundementali sıfır bir adam olduğuna kadar okurken şahsen kolay sinirlenmeyen beni bile delirten şeyler vardı. Sonra baktım biz bu blogda 3 senede İbrahim Kutluay hakkında hiç bir şey yazmamışız sadece PVH Hakan Artış'ın Antu'da zamanında çıkan bir anısını paylaşmış. Bu yazı da İbo'ya çok gecikmiş kişisel bir vefa borcu ya da güzelleme diye okunabilir.

İbrahim Kutluay beni Fenerbahçeli yapmamıştır, ama Fenerbahçe'yi bu kadar tutkuyla sevmemin en önemli nedenidir. Kafası sarılı 41 sayı attığı Cibona maçını, orta sahadan son saniyede soktuğu üçlükle kazandığımız Karşıyaka maçını, Naumoski'yi deli gibi savunup hakemin aptalca düdükleriyle oyun dışı kaldığı Kütahya'daki Türkiye Kupası finalini, Efes'e karşı 27 sayı mağlubiyetin rövanşındaki destansı direnişini, Galatasaray tribünlerine formayı öperek yanıt verdiği 100. yıldaki maçı görmemiş, İbo'nun gözündeki o aşkı hissetmemiş Fenerlinin Fenerbahçeli genleri eksiktir.

Kendi takımlarından bir tane basketbolcu bile bilmeyen 90'ların Galatasaraylı ve Beşiktaşlı çocuklarına karşı Fenerli çocukların potaya top atarken kendi takımlarından bir oyuncu söyleyebilmesinin nedenidir İbo. Formasının sağ yakasını silerek çakma Naumoskilik yapan Galatasaraylı ve Beşiktaşlılara karşı gerçek bir Fenerlinin adıyla tek potada basket oynama hevesidir.

95-96'da futbol takımıyla Van deplasmanına şampiyonluk maçına gidecek kadar, Yunanistan'da oynarken maç sonrası Türkiye'deki Fener-Galatasaray maçına nasıl yetişeceğinin hesabını yapacak kadar, Seattle'da Fenerbahçe'nin galibiyetini duyunca sesi değişecek kadar, kadın voleybol takımının Cannes'deki yarı final maçının sonunda yanındakine sarılmış halde tezahürat yapacak kadar Fenerbahçelidir.

Aslında şimdi düşündüğümde taraftarlık dediğimiz o aşka benzeyen bağın pek çok kişisel anında İbo'nun izi var. Rıdvan sakatlandığında nasıl oturup ağladıysam, İbo'nun iki sene üstüste play-off'un başlangıcında burnunu kırmasına da kadere isyan ederek kahırla içim giderek yandığımı hatırlarım. Bir yandan üniversite için ergen telaşlarla karar vermeye çalışırken "Tofaş'a gider mi acaba 8 milyon dolara" diye kabus gördüğüm zamanları hatırlarım 1997-1998 sezonunda.

Ve 10 Ekim 1999. Fenerbahçe taraftarı olmaktan en çok utandığım olayın mağduru da İbo. Türkiye'de Fenerbahçe'ye karşı Efes formasıyla çıktığı ilk maç, tribündeyim, maç içinde İbrahim'e küfreden, topu aldığında ıslıklayan Fenerbahçe seyiricisinden utanıyorum. Dayak yeme pahasına ne yapıyorsunuz, nasıl küfrederseniz diye bağırıp çağırıyorum ama nafile, kariyerinin en zor maçını oynuyor İbo, Fenerbahçe forması giyerkenki hırsının onda biri yok, o berbat kadroyla doğal olarak İbo'nun hiç katkı yapmadığı maçta Efes'e 74-68 yeniliyoruz. Maçtan sonra protokol tribününün orda İbo'yu görüyorum, ilk kez görmüş olmam nedeniyle büyük bir heyecanla yanına gitmem gerekirken taraftarın gösterdiği tepkiden utanmış mahcup bir şekilde yanına gidip "lütfen taraftarın tepkisine üzülme onlar gerçek Fenerbahçeli değil" diyorum, samimi olarak omzuma dokunup "ben Fenerbahçeliyim" diyor.

11 yıl sonra koskoca adam olmuş bir halde Dünya Basketbol Şampiyonasın'da İbo'yu Ntvspor'un yayın yaptığı yerde bir kez daha görüp yine hayran olduğu popçunun yanına yaklaşan ergen çocuk heyecanıyla gidiyorum yanına. "Yönetimin size tavrına aldırmayın biz taraftar olarak arkanızdayız, inşallah kulüpte görücez sizi bir gün diyorum", "İnşallah" diyor yine gülerek. 10 yıl arayla bir Fenerbahçe efsanesinden önce Fenerbahçe taraftarı daha sonra Fenerbahçe yönetimi adına özür diliyorum. Efsanelerine bu kadar hoyrat davranan bir kulüp yok herhalde.

Başka bir kare geliyor gözümün önüne bir yurt odasında 2005-2006 sezonu mutad Ülker-Efes serisinin sonunda röpörtajları izliyorum. Ülker şampiyonluğu elde ederken, kariyerinde Avrupa Şampiyonluğu olan tek Türk basketbolcu olan İbrahim Kutluay Türkiye Ligi'ndeki ilk şampiyonluğunu kazanmış, maç sonrası kendisine şampiyonlukla ilgili duygularını soran Murat Kosova'ya şampiyonluktan falan bahsetmiyor, yine buruk bir gülümsemeyle "seneye Fenerbahçe'nin 100. yılı ben de bir Fenerbahçeli olarak 100. yılda Fenerbahçe'de oynamak istiyorum" diyor. Bir kez daha kahramanı tarafından unutulmadığını farkeden bir çocuk edasıyla gülümsüyorum "koçum be" diyerek. Ve iki ay sonra Ülker-Fenerbahçe birleşmesiyle İbo kendisine en çok yakışan formayı bir kez daha giyiyor. Mrsiç'i çok sevmeme rağmen birinci kaptanın İbo olmamasına bozuluyorum, 100. yılda Efes'le final serisi ne olur diye PVH'yle konuşurken ikimiz de en az bir maçı seyirci bir maçı İbo alır diyoruz 90'ların bize verdiği özgüvenle. Sonunda çocukluğundan beri hayal ettiği Fenerbahçe formasıyla şampiyonluk kupasını kaldırıyor İbo. Onun Fenerbahçe formasıyla kupa kaldırmasını hayal etmiş bunun peşinde takımı kovalamış bir Fenerli olarak 100. yıl şampiyonluğunu alkışlıyorum gözlerim dolu dolu.

Bir yıl sonra adam gibi veda edilmeyip Tanjeviç'in genç fetişizmine kurban giderek kulüpten ayrıldı İbo, çok sevdiği arkadaşı Harun'un hatrına İTÜ'deki bir seneden sonra aktif basketbolu başka formalar giyse de hep Fenerbahçe'nin 10 numarası olarak hatırlanacak şekilde bıraktı.

Bu ülke basketbolu İbo'dan çok daha iyi fundemantali olan, çok daha top eline yakışan, daha iyi savunma yapan, hatta daha iyi şut atan oyuncu gördü ama bu ülkeden İbrahim Kutluay kadar yüreği olan bir oyuncu çıkmadı. Euroleague finalinde MVP seçilip kupa kaldırmış, Euroleague sayı kralı olmuş, Yunanistan'da Türk imajını 180 derece değiştirmiş bir adama bu kadar aptalca bahanelerle küçük görmeye, değerinden azaltmaya çalışan adamlar muhtemelen İbrahim Kutluay kendi takımlarında olsa heykelini dikmeye çalışırlardı.

Şunu dosta düşmana bir kez daha hatırlatalım. İbrahim Kutluay bir Fenerbahçe efsanesidir, Efsanelik rütbesini ne iki tane NBA oyuncusu bilip fundemantalini eleştiren ergenler, ne yönetim ne derse biz onu derizci sözde Fenerbahçeliler, ne Aziz Yıldırım'ın bizzat kendisi indirebilir. Yeni açılacak Ataşehir'deki salonda 10 numaralı sarı lacivert formayı kirişe asıp İbo'yu onurlandırmak Fenerbahçe'nin efsanelerine göstermesi gereken asgari saygıdır.
Devamı ...

25 Ekim 2010

Kanatsız Kanarya Uçamıyor da Sadece Kanatla Yaşayan Canlı Yok



Geçen sene Kadıköy'de oynanan Galatasaray maçı öncesini ve maçın nasıl geliştiğini hatırlayan var mı? Hatırlatayım; maç öncesinde Galatasaray'ın çok formda olan Keita, Arda, Elano, Baros, Kewell'ının Fenerbahçe tarafından nasıl durdurulacağı konuşuluyordu. En büyük soru da Fenerbahçe sol kanadının Keita'lı Galatasaray sağ kanadına karşı ne yapacağıydı. Kewell hariç diğer dördü oyuna başlıyor (Baros 5. dakikada çıksa da), Kewell da sonradan giriyordu.

Fenerbahçe ise maça 4-4-1-1 başlıyordu, orta dörtlünün sağ kanadında Mehmet Topuz ve solunda Vederson'la. Bir tanesi bugün sol bek oynuyor, diğeri defansif orta saha. En uçta da Kazım vardı. Fenerbahçe o maçı saldırarak değil kontrol ederek kazanmıştı. Dün kanatta Ayhan'la, ileri uçta Pino'yla Galatasaray geçen seneki Fenerbahçe gibi oynuyordu. Hatta Pino, Kazım'dan çok daha iyi bir oyuncu olduğundan daha fazla gol pozisyonu da yarattı. Fenerbahçe ise geçen haftalarda iyi sonuçlar alan takımdan Stoch, Dia, Niang üçlüsüne Selçuk ve Özer'in sakatlığında Alex'i ekliyordu. Stoch, Dia, Alex böyle maçlarda bir arada sahada bulunmalı mı sorusunu sanırım bolca tartışacağız yalnız bu maç özelinde çok da fazla bir alternatif olmadığı unutulmasın. Cristian defansif bir orta saha ama pres özelliği yok ve takımı ileriye taşıyabilecek gücü de yok. Belki Alex yerine Semih'le başlamak bir alternatif olabilirdi fakat Fenerbahçe'nin bu maçta yaşadığı dar alana sıkışma probleminin ne kadarını çözerdi bilemiyoruz.

Hiçbir basın kuruluşu veya federasyon istatistik vermediğinden ligimizde oynanan maçlar için topun oyunun hangi alanında ne kadar oynandığını gösteren "heat map" bulamıyoruz. Bu maç için böyle bir harita çizilse eminim saha kenarları koyu bir renk alırdı. Fenerbahçe belki de başka alternatifi olmadığını düşünüp ısrarla kanattan dikine oynamaya çalıştı. Bu da Galatasaray'ın işini kolaylaştırdı. Maça Ayhan, M. Sarp, Cana ile başlayıp Elano'ya da topun gerisinde kalma görevi vererek kanatlara atılan toplarda sürekli üç kişiyle toplu oyuncuyu karşıladılar. Geçen sene bunu Keita tehlikesine karşı Carlos + Vederson + orta saha ile Fenerbahçe yapmıştı. Aşağıda üç farklı pozisyonda Galatasaray'ın kanat kenarında top alan oyuncuyu nasıl kilitlediği ve bunu bölgeyi kalabalık tutarak yaptığı görülebilir. Pozisyonların tümünde Fenerbahçe hücumcuları -kırmızıyla çizilen- duvarın arkasında veya arasında kalarak bir pas opsiyonu da oluşturmuyorlar.




Galatasaray'ın üç tane defansif orta sahayla çıkması sürekli bu duvarları kurup Fenerbahçe'yi çıkarmamasını sağladı. İleri top taşıma işinde Misimovic ve Elano'ya güveniyorlardı. Elano, ayağına gelen topların birçoğunu olumlu kullanarak bunu yaptı. Pino'nun hareketli ve süratli futbolundan faydalanarak da Fenerbahçe defansının arkasına sarkıtmaya çalıştılar. Yobo yerine Bilica olsaydı bu maçta başımıza neler gelirdi tahmin etmek zor ama pek güzel şeyler gelmiyor aklıma. Geçen sene bu duvarları ve üçgenleri defansif özellikli kanat adamları ve defansif orta sahalarla Fenerbahçe kurmuş ve Kazım'ın hızından faydalanmıştı. Bu açıdan geçen seneki Fenerbahçe oyununa benzer bir oyun oynadı Galatasaray.

Fenerbahçe ise bu plandan ısrarla vazgeçmedi. Bunda en büyük etken kanat koşularının geçen haftalarda işe yaramış olması olabilir fakat o zaman oyuna neden Alex'le başlandı? Alex ilk yarıda sürekli bu duvarların arkasında kalıp iyice etkisizleşti. Kanat oyuncuları enlemesine alanı daraltıp ondan faydalanmayı hiç düşünmediler. Aşağıdaki hareketli resimde gösterilen pozisyon bahsettiklerimin özeti gibi.


Sağ kanattaki dar bir alana sıkışmış 5 Fenerbahçeli oyuncu var, top oradan çıkıyor ve soldaki Dia'ya dikkatle bakarsanız top Emre'ye yaklaştıkça onun taç çizgisine uzaklaştığını görürsünüz. Pas mesafesi açılınca rakibin pası sezmesi ve araya girmesi olasılığı artıyor ve sonuçta öyle oluyor. Dia'ya atılan pası Sabri kesiyor. Oysa Alex'in konumuna da bakarsak göreceğimiz şey şu; Dia'nın topun Emre'ye hareketini görünce ona yaklaşması ve Alex'le paslaşarak ilerlemesi gerek. Emre, Alex, Dia üçgeninin içinde sadece bir tane Galatasaraylı oyuncu var. Fenerbahçe ise bunu yapmadı ve sürekli çizgilere inmeye çalıştı. Böyle oynayacaksak Alex yerine Semih başlamalıydı. Geçen hafta onun ileride top tutması ve geniş boşluklara hareketlenmesi sayesinde Stoch da ona yaklaşarak oynamaya ve bu ikilinin aralarındaki paslaşmalarla pozisyonlar bulmaya başlamıştık.

Alex'in 68. dakikada çıkarılması ise ayrı bir sorun. 3 haftadır maç yapmayan, 2 haftadır sadece 2 antrenmana çıkan Alex 11'de başladığı maçta 20. dakikada çıkarılsa sebebini anlardım, zayıflığı nedeniyle plandaki görevini uygulayamayacağı görülmüştür ve çıkarılmıştır derdim. İlk yarı bu idmansızlığı nedeniyle de etkisiz kalırken ikinci yarıya toparlanarak girdi. 45-60 arası Fenerbahçe'nin en iyi oynadığı dakikalar, kaleye 4 şut ve 1 tane ofsayt olmayan ama ofsayt çalınan karşı karşıya var. Bu 5 pozisyonda da Alex ya hücum başlatıcı pasıyla var ya da kaleyi yoklarken. 45-68 arası aldığı tüm topları olumlu kullandı, sanırım sıfır top kaybıyla oynuyordu ikinci yarıda. Tam ayağını toparlamaya başlamışken oyundan çıkarıldı. Semih'in geçen haftaki oyunundan sonra Alex'le başlamak bir hata, futbol oynamaya ancak ısınan Alex'i 70 dakika sahada tutup çıkarmak başka bir hata. Zaten o dakikada maç stresi oyuncuları panikletmeye başlamıştı ve Semih de etkisiz kaldı.

Aykut Hoca'nın maçın gidişatını okumada sorunlar yaşadığını düşünüyorum. Fenerbahçe maçı dar alana sıkıştırmaya çalışarak sıkıntıya soktu, buna maç boyunca müdahale gelmedi, oyuncu değişiklikleri de yanlış dakikalarda geldi. Yine de mesela Uğur Meleke tarafından övülen ve Noat Samisa tarafından anlatılan önliberosuz orta saha yapısı bir şeylerin değişmeye başladığının işareti. Yine Meleke'nin yazdığı gibi "teknik direktörlük yaptıkça öğrenilen bir meslek". Aykut Hoca'nın tercihlerini eleştirmeye tamam ama bu kadar sakat varken çıkardığı kadro nedeniyle teknik adamlığı bilmediğini söylemek çok iddialı. Sezon ortasında teknik adam değişikliği de çok anlamlı değil. Bana bırakılsa en az 5 sene görev veririm ama Aykut Hoca sezonu şampiyon tamamlayamazsa gönderileceğini biliyordur. Evimizde ikinci derbiden de galibiyet alamadık ve krediler tükenmek üzere.

Bu maçı yazıp Yobo'dan bahsetmemek olmaz. Muhteşem oynadı. Belki konuşmak için erken ama şimdiden Fenerbahçe efsanesi olacağı sinyallerini veriyor. Belki de Fenerbahçe tarihinin en iyi stoperini izliyoruz. Daha dikkatli izleyin.
Devamı ...

24 Ekim 2010

Fenerbahçe 0 - Galatasaray 0
STSL 24/10/2010



NTVSPOR - Mert Aydın
Geçtiğimiz hafta boyunca Fenerbahçe hangi takımla oynayacağını bilemedi. Tamam Aykut Kocaman’ın sahaya çıkaracağı 11, üç aşağı beş yukarı belliydi ama rakibin nasıl bir stratejiyle oynayacağını belli edecek bir teknik adam eksikti Galatasaray’da. Hagi’nin gelişi, orta sahası fizikli ve mücadeleci bir takımın sinyalini veriyordu ama dedik ya Kocaman, maçın stratejisini hazırlamak için bekledi.

Açıkçası Hagi’nin bir yandan orta sahayı fizikli adamlarla dolduracağı belliydi de bir başka durum daha vardı. Misimoviç ve özellikle Elano’nun artık adlarının ağırlığını ortaya koymaları gerekiyordu. Bu futbolcuları Hagi ateşlemek zorundaydı. Çünkü biliyordu ki, fizikli adamların katısının yanına sanatçıların da yaratıcılık eklemesi gerekliydi.

Maçın başlamasıyla birlikte tam kelime anlamıyla önde basmaya başladı Galatasaray. Pino’yu en ileride tutan sarı-kırmızılılar, Fenerbahçe savunmasının rahat top kullanmasını engelliyordu. 4. dakikada Elano’un şık pasını Pino kovaladı ve sağdan ceza alanına girdi. Volkan’ı geçen Kolombiyalı’nın sıfıra yakın yerden vuruşunu Hızır Acil Servis Gökhan Gönül çizgiden çıkardı.

Fenerbahçe hemen yanıt peşindeydi. 6’da Emre’nin pasını Niang kovaladı. Aykut çıktı ve Senegali golcünün ayaklarından topu çekip aldı. Güveni de yerine gelmişti Aykut’un. Fenerbahçe, topu kenarlara vermeye çalışıyor ama Galatasaray savunmada nefes aldırmıyordu. 12’de Pino soldan ceza alanına girerken kaleyi yokladı. Volkan soluna uçup topu kornere çeldi. 23’te de Neill’in yaydan volesinde harika bir Volkan Demirel kurtarışı vardı.

İkinci yarıya pozisyonla giren Fenerbahçe oldu. 47’de Stoch soldan ortaladı. Ön direkte Alex’in kafası dışarı gitti. 49’da Servet’in anlamsız geri pasını Niang kovaladı. Aykut, bu topu kurtarayım derken neredeyse sakatlanıyordu. 51’de Alex-Niang alışverişinde Senegalli soldan çalımlarla geldi. Şutu Aykut’un bacak arasından yumuşayarak çıktı. Savunma zor da olsa kornere gönderdi topu. Fenerbahçe daha agresif başlıyordu ikinci yarıya.

Hagi, Misimovic’in yerine Barış’ı alıp orta saha direncini arttırmayı hedefledi. 57’de Stoch’un ceza alanı dışından şutu üstten dışarı gitti. 64’te Alex’in sağdan kornerinde Topuz’un kafası çerçeveyi bulmadı. 70’te Kocaman’ın Alex-Semih değişikliği gerçekleşti. 73’te ise Dia sakatlandı ve sabrede sabrede formayı kapan Kazım oyuna dahil oldu. 74’te Stoch, soldan Bolt kıvamında topla depar attı. Sıfırdan ortasını Semih dışarı attı. 90’da Emre Çolak’ı vuruşu beklenen şiddette değildi. 90+3’te Pino’nun son saniye denemesi Volkan’ın hamlesiyşe kornere gitti.

Fenerbahçe’nin 10 yıllık galibiyet serisinin sonu bir beraberlikle geldi. Fenerbahçe ikinci yarıdaki oyunuyla teselli bulabilir. Galatasaray ise Hagi ile bir silkinme yaşadı ama hala zirveyle arada ciddi bir puan farkı var. Bu sonuçtan sonra Galatasaray yönetiminin vaat ettiği operasyonları yapıp yapmayacağını merak ediyorum şimdi.

FENERBAHÇE: 0 - GALATASARAY: 0
Stat: Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu
Hakemler: Bülent Yıldırım, İsmail Şencan, Muhittin Gürses
Fenerbahçe: Volkan, Gökhan Gönül, Lugano, Yobo, Caner, Dia (Dk. 74 Kazım), Emre, Mehmet Topuz, Stoch, Alex (Dk. 70 Semih), Niang
Galatasaray: Aykut, Sabri, Servet, Neill, Hakan, Elano (Dk. 78 Emre), Ayhan, Mustafa, Cana (Dk. 66 Serkan), Misimovic (Dk. 56 Barış), Pino
Sarı Kartlar: Dk. 24 Neill, Dk. 42 Ayhan, Dk. 83 Pino (Galatasaray), Dk. 35 Emre, Dk. 68 Lugano (Fenerbahçe)
Devamı ...

Aynı Çağda Başka Dünyaların Çocukları



Galatasaraylılık nedir, Fenerbahçelilik nedir? Bir insan neden Galatasaraylı olur, nedir bir Fenerbahçeliyi Fenerbahçeli yapan? Hangi objektif kıstaslarla bir Fenerbahçeli Galatasaraylıdan ayrılır, hangi farklılık bizi bu kadar birbiriyle birleşmez, apayrı dünyaların insanı yapar? Homeros. Bu kadar basit.

Yunanlılar bronz çağından sonra koloniler kurmaya başladılar. O zamanlar kolonileşen başka birileri daha vardı, Fenikeliler.. Hikayeyi uzatmayayım, Fenikeliler ile Yunanlılar zannedildiğinin aksine birbirleriyle çatışmadılar, birbirleriyle yaşadılar da. Kendisiyle bile çatışan, Thucydides’in deyişiyle sürekli bir stasis halinde olan yunanlılar için hayli ilginç bir deneyimdir bu ve bu ilginçliğin de verimli bir çocuğu olmuştur: Yunanlılar Fenikelilerden alfabeyi aldılar.

Her şeyde olduğu gibi Yunanlılar alfabeyle de ilginç bir şey yaptılar, Fenike alfabesi ile yunanca yazdılar. Nasıl? Normalde alfabelerdeki her sembol bir kelimeyi simgelemekteydi, örneğin Fenike alfabesindeki alef (Arapça elif) boğa manasına gelmekteydi ve bir boğanın başını gösteren bir hiyerogliften esinlenmekteydi. Yunanlılar bu sembolü alarak ona bir kelime değil, yalnızca ses yüklediler (a), artık seslerden kelimeler, kelimelerden de cümleler inşa edebiliyorlardı, üstelik yunanca.

Peki yunanlılar bu muhteşem alfabeleri ile ilk ne yazdılar? Kutsal bir kitap, hukuk kuralları, efsane veya devletin muhasebe hesapları? Hiç biri değil, Homer.

Neden kardeşim, antik yunanlılar temelde bronz çağı döneminde geçen hikayelerden oluşan ve sözlü tarihte yerini almış olan Homer hikayelerini yazıya geçirdiler de başka bir şeyi yapmadılar? Nedir Homer’i bu kadar önemli yapan?

Bir kere Homer antik yunan toplumu için kutsallığa en yakın şeydir. Homerin hikayeleri yalnızca bir dönem yaşanmış olayları anlatmaz, esasında bir tarih değil, fantezilerden, mübalağdan, abartılardan oluşan bir mitostur, gerçekle alakası olmayan ama etkisiyle gerçeği belirleyen rüyalar bütünüdür. Yunanlılar Homerden bronz çağında ne olduğunu değil, “bir erkek ve bir yunan olmanın” ne demek olduğunu öğrendiler. Kendi komüniteleri ve yaşam alanları içerisinde nasıl davranmaları gerektiğini, iyiyle kötüyü ayırarak, doğru davranışın ne olduğu hakkında toplumsal bir kült-kültür yarattılar. Örneğin Hector’un savaşı kaybedeceğini bile bile, karısının bir başkasının kölesi olacağını, kendi adamlarının biçileceğini idrak etmesine rağmen savaşmaya devam etmesi, tek bir zafer anından sonra gelecek ölümü kucaklaması ve asla unutulmayacak bir “zafer”, dilden dile, geçmişten geleceğe uzanacak bir “isim” bırakması, arkasında fedakarlık ve şan üzerine yükselen bir kültür bıraktı. Yani Homerin hikayeleri yalnızca bir fantezi olarak ele alınmadı, gerçekte yaşayan gerçek insanların da davranışlarını, dolayısıyla gerçeği belirledi.

Homer, Yunanlı olmanın kandan sonra gelen kültürel öğesidir. Yunanlıyla Yunanlı olmayan arasındaki kültürel uçurumdur, artık ortada bir özgün mitos, kültür ve değerler vardır, o değerleri paylaşmayanlar o kültürün de öznesi olamazlar, Olimpia’da yarışamazlar.

Bizi ayıran kan değil, gözlerimizin rengi, boyumuzun uzunluğu değil. Bizi ayıran göbeğimiz, cinsimiz, giysimiz, dinimiz, dilimiz değil. Kürt Galatasaraylılar ve Fenerbahçeliler var, Sarı kırmızıya gönül vermiş Ermeniler ve Fenerbahçe’ye aşık aleviler var. Bizi ayıran şarkılarımız değil, türkülerimiz değil, coğrafyamız, fiziğimiz, kimyamız değil ama büsbütün başka insanlarız.

Bizim bambaşka mitosumuz var. Mitolojik karakterlerimiz, doğuşumuz, dünyaya bakışımız farklı bizim.

Fenerbahçe, bu halkın kulübüdür. Önce öyledir. Bu halkın, çevrede kalmışların, kamu kaynaklarından geçinmeyenlerin, devlet otoritesinin dışında olanların, çok da makbul olmayan vatandaşların takımıdır. Anadoludur Fenerbahçe, bir sosyal harekettir derken bunu kastederiz. Türkiye’nin çevresinde kalmış, ticaretle, çiftçilikle, işçilikle uğraşan insanlarının “biz de varız” ve “biz büyüğüz” sesidir. O yüzden Fenerbahçe başkanları birer aristokrattan çok müteahhite benzer. Bu yüzden satar Fenerbahçe. Bin tane gazeteci, bin medya kuruluşu neden fenerbahçe haberi yapıyor? Çünkü biliyorlar ki geniş kitledir Fenerbahçe, popülerdir ve kalabalıktır. Her maç sonunda kahramanların İlyadalarını okumaya istekli insanlarla doludur bu topraklar. Fenerbahçe Zeki Rıza’dır, Can’dır, Cemil’dir, Fikret’tir derken kastedilen; bu ülkenin ortalamasından gelen, makul bütçelerle hayatını geçiren, şımarsa da, çoşsa da “halk çocuğu” gibi gülenlerin kulübü olmasıdır. Süzülmüş değildir, sofistike değildir, o yüzden Arda –hala- Galatasaray’a yakışır, İlyas çok daha Galatasaraydır ama Oğuz hep Fenerbahçe kalacaktır, Alpaslan Eratlı ve Müjdat gibi.

Nedir bizi hastalıklı bir Fenerbahçeli yapan? Önce bu kahramanların hikayeleridir, güzel şeyler yapabileceğimizi, yenebileceğimizi, büyüyebileceğimizi, merkeze inat çevrenin gümbür gümbür her şeyi belirleyebileceğini göstermesidir. İngiliz kibrine kupada atılan tokat değildir bu, Avrupalılık ile bir derdi yoktur, zalim ile mazlum arasındaki korkunç çatışmada yenmenin hazzıdır. Hem haklı olup hem de haklı çıkabilmenin, ezmeye çalışana ezilmeyeceğiz sesi verebilmenin saadetidir. O yüzden Atina gibi Fenerbahçe’nin de stasisi bitmez. Hep bir çekişme, hep bir olay olur. Krizler zaferleri doğurur, en görkemli zaferi trajedinin içinden çıkar, en güzel oynadığı maç şampiyonluğu kaybettiği maç olur. Ama bitmez, dalga dalga gelir Fenerbahçelilik, çocukların yüreklerinden gelir, Appiah’nın gözyaşlarından gelir, Alex’in kaçırdığı o son vuruştan gelir, bir anlık sevincin görüp görülebilecek en korkunç trajedilerden biriyle sonuçlanmasıdır. Senden başka herkes sevinirken üzülmek ama mutlaka hep gururlu olmak demektir. Fenerbahçe kendi zaferleriyle övünür ve kendi trajedilerine ağlar.

Nedir Fenerbahçelilik? Önce bir hikayedir. Güzel bir hikaye. Sıradışı bir şey. Normal değil, anormalliklerle örülü, güzelle çirkinin yan yana olduğu bir Homer hikayesidir. İçinde utanılacak davranışların yanında büyüklük vardır, şatafatın yanında görmemişlik, aklın yanında duygu, brezilya sambasının yanında savaş çığlığı, hep absürd, hep sanatçı, hep fantastik ve hep büyük. Kalplerden akar Fenerbahçelilik, sarı ile laciverti yan yana gördüğünde gülümsemekten ibarettir.

Nedir Fenerbahçe? Eşitliktir. Bizlerin, hepimizin, kim olursak olalım yalnız sevmekle erişeceğidir. Önce sevmekle hikayenin parçası oluruz hepimiz, bu trajedinin, bu dramanın, vodvilin, epiğin tüm kelimeleri bizlerden oluşur. Aşk gibidir, yükseği alçaltır, alçağı yükseltir, erkeği kahramana, kadını sanata çevirir. Fenerbahçe demokrasidir, Atinadır, ezilenle ezen, siville devlet arasındaki tüm gerilimlerin çocuğudur. Dolayısıyla bir iddiadır, bir ideadır, bir ülküdür, bir inançtır her yönüyle. Bizler, her şeyi yaparız.

Galatasaray.

Galatasaray önce aristokrasidir. Biz bundan “eşitliği” değil “ayrıcalığı” anlarız. Toplumun genelinden farklı bazı “yetkileri” vardır onların. Otoritedir yani, seçilmiştir, zengindir, merkezdir, bu toprakların şanslı olanlarının çocuğudur. Galatasaraylılar bile Galatasaraylı olamaz, halkın, herkesin, hepimizin erişemeyeceği bir şeydir Galatasaraylılık. Önce yöneten olmaktır, hakimdir, zaten kazanması gerekendir.

Galatasaraylılık bir Avrupa rüyasıdır. Bu ülke içerisindeki bir Avrupa rüyası. Onun hedefinde Avrupalıları “yenmek” vardır, bunu da Avrupa metodları, Avrupa düşüncesi, Avrupa hayatı, Avrupa otorite simgeleri ile yaparlar. Modernist bir şeydir basbayağı, Türkiye’de yaşayanların da “medeni” olduğuna hatta üstün, güçlü Avrupalıyı Avrupada yenebileceği iddiasına dayanır. Yalnız bir “yaşam formu” değildir Galatasaraylılık, o yaşam formunun da bütün unsurları ile dışa vurumudur, haleti ruhiyesinde ezen – ezilen, çevre – merkez gibi ihtilaflar bulunmaz, beyazın dünyasındaki beyaz adamlardan hangisinin daha beyaz olduğu ile ilgili bir sorundur. Türk modernleşmesinin temel paradigmalarını aynen bünyesinde taşır, onlara yakın bizden uzak, bize yakın onlardan uzak, hep iki arada bir başına ve yalnız bir şeydir.

Nedir Galatasaraylılık? Bir simgeye aşk demektir. Üstüne, estetiğe, güce, farklı olana, yukarda olana, erişilmez olana bağlılıktır. Yeniden biçimlendirir, yeniden üretir, kendini zaferlerle, fetihlerle, tokat gibi cevaplarla, özsel bir büyüklükle ifade eder. Renk skalasını Galatasaray bu coğrafi parçalardan böler, dolayısıyla çirkini, farklıyı, ötekiyi, aşağıdakini, güçsüzü ve onun tüm iş bilmezliklerini, görmemişliklerini, absürd trajedisini içinde barındırmaz. Monolit gibidir, bembeyazdır, pasparlaktır, yontulmuş ve yontulacak olandır. Bu yüzden Fenerbahçe'nin sorunu görmemişlik ise Galatasarayınki insanın içini acıtan kibirdir.

O yüzden Fenerbahçelilik ile Galatasaraylılık birleşmez, birleşemez. Dünyaya sarı lacivert ve sarı kırmızı bakmak bir ton farkı değildir yalnızca, büsbütün ayrı iki dünyada yaşamak demektir. Birinde ezilenlerin, ötekilerin, farklı olanların, kalabalıkların, yığınların, avamın, yükselenin, üreticinin, dünyayı elleriyle inşa edenlerin, sıradandan kahramanlık ve aşk çıkartanların ülküleri, şarkıları, marşları vardır, diğerinde otoritenin, gücün, ayrıcalıklı olanın, farklı olanın, kendini farklı hissedenlerin farklılığı ortaya koyma çabası, ayrıcalıklı olanın ayrıcalığını dayatması, aşağı ile yukarı bulunur. Fenerbahçe Caesar çıkartır göğsünden, kalabalıkların müthiş aşkı ve tezahüratları arasında, Galatasaray Scipio, soyluların meclisinden. Fenerbahçe sıradan bir adamın Roma İmparatoru olmasıdır, Hadrianus’tur, Galatasaray mutlaka Charlemagne.

Bu ayrı dünyaların lisanları da büsbütün farklıdır. Galatasaray över ve aşağılar, yükseltir ve alçaltır, Osmanlının divanı gibi Galatasaray’ın mübalağası vardır, süslüdür, edebidir, belagatın eseridir, Fenerbahçe hep somut tokattır, nefrettir, yenmek ve yenilmektir, bir kere daha “göstermektir.” Fenerbahçe thymotik bir şekilde büyüklüğünün, varolduğunun, yarattığının tanınmasını talep eder dünyadan, Galatasaray ise üstünlüğünün, yüksekliğinin, otoritesinin, erişilmezliğinin kabulünü.

Bizi Homer ayırıyor. Mitoslarımız farklı, başka hikayelerle büyüdük biz, dünyaya apayrı şekilde bakıyoruz, Atinalı ve Spartalı gibi, Romalı ve Kartacalı gibi, Fransa ve İngiltere gibi aynı çağı paylaşıyor ayrı evrenlerde yaşıyoruz.

Biz bir takım seçmiyoruz, biz takımı severken hayatı da başka gözlüklerle görüyoruz.

Şimdi sarı lacivert dünyadan sesleneyim;

Bir kere daha tartıya çıkarken, bu yepyeni ve hepimizi de belirleyen dünyanın ortasında, Fenerbahçeli olmanın lezzeti içimi dolduruyor. Kahramanlar geçidi gibi geçiyor önümden yığın yığın hikayemiz, bir kere daha üstünlere karşı kalabalıkların zaferini kutlamak istiyorum. Öyle rahatım ki, kaybetsek de kazanacağımızı biliyorum. Çünkü Fenerbahçe yenilmez, bugün yenilse de yarının dünyasını yaratır. Aynı Hector gibi, aynı Fransa krallığından Cumhuriyet yaratan ve yalnız krallarını değil dünyayı değiştiren isimsizler ordusu gibi.

Devamı ...

22 Ekim 2010

Yetmiş Dokuz Semih Değil Yalancı Dokuz Semih



Konyaspor maçı kadrosunu gördüğümüzde acaba takım 4-3-3 oynayacak ve orta saha Emre-Mehmet-Özer gibi mi dizilecek diye düşünmüştük. Özer 10. dakikada çıkana kadar gördük ki kendisi Emre ve Mehmet'in önünde görevlendirilmiş ve Fenerbahçe klasik 4-2-3-1 dizilişinden vazgeçmemiş. Aslında klasik ve alıştığımız şey sadece dizilişti çünkü özellikle orta sahaların oyun anlayışında önceki maçlara göre farklılıklar vardı. Bence bunun en önemli nedeni de Alex'in yokluğu değil, Yobo'nun varlığı. Daha sağlam bir defans hattı defansın ileride kurulmasını sağladı ve Emre ile Mehmet uyumlu çalışıp hem hücum hem defans görevlerini çok iyi yaptılar. Onların iyi oynamasını sağlayan başka bir etken de Semih'in sırtı dönük oyunu çok iyi oynayıp boş alanları verimli kullanmasıydı.

Semih'li 80 dakikanın da resmini çizelim. Semih girdikten sonra Semih-Niang ikilisi nedeniyle 4-4-2 şeklinde dizildiğimiz düşünülse de maça başladığımız 4-2-3-1'den çok farklı dizilmiyordu takım. Aşağıdaki fotoğraf takımı savunma halinde gösteriyor. Gölgelerini gördüğümüz fakat kendileri görünmeyen Yobo ve Caner de arkadalar. 10. oyuncu Niang da en ileride olduğundan karede değil. Takım net olarak 4-4-1-1 olarak diziliyor. Semih ve Niang hariç tüm oyuncular, kanat oyuncuları da dahil, topun arkasında durarak alan savunması yapıyor. Semih ise topun arkasında durmasa da geriden gelecek pas opsiyonu desteğini kesmek üzere konumlanmış durumda.


Aşağıdaki fotoğrafta da Fenerbahçe hücuma çıkarken oyuncuların pozisyonları var. Karade görünmeyenler en gerideki Yobo ve sağ açıktaki Dia. Diğer uçta kırmızı ile çizili Stoch, en uçta Niang var. Topu alan oyuncu sarı ile gösterilen Semih. Forvet ve kanatlardan ne kadar geride olduğu açık olarak gözlemlenebilir.


Fenerbahçe'nin dizilişini gösteren bu kareler Semih'in ve kanatların pozisyonlarına bakılınca klasik 4-4-2'den çok 4-2-3-1'e benziyor. Bir sonuca varmadan önemli bir noktayı atlamamak gerek. Her ne kadar klasik olmasa da bu dizilişi hâlâ 4-4-2 olarka gösterirdim ben. Özellikle oyuncuların savunmadaki pozisyonarına bakarak. Ayrıca Özer çıkmasa tam olarak nasıl oynayacağını düşünüp Semih'le karşılaştırmak da bu açıdan faydalı. Özer orta yay civarında daha fazla topla buluşup atakların yönetmeni olmaya çalışacaktı. Bu rolü tipik bir oyun kurucu orta saha olarak tarif etmek yanlış olmaz. Semih ise orta alan boşluklarına sızıp topu tutan ve hatta öldürücü son pasları veren bir rolle oynadı maç boyunca. Bu yüzden kendisini orta sahada değil forvet ikilisinde göstermek oyun planını açıklarken daha isabetli olur.

Avrupa'da iki forvet oynayan takımlarda sıkça gördüğümüz üzere iki forveti bir tanesi sürekli orta sahaya doğru giderek oyunun kurulma aşamasında rol alıyor. Bu anlayışın getirdiği en önemli faydalardan bir tanesi de böyle oyuncuların savunmanın dengesini bozmaları. Markajcılarını yanlarında beraber götürmeleri ve kanatlardan gelenlere ve diğer merkez forvete alanlar yaratmaları tehlikeleri başlıca kaynağı oluyor. Bu rol "false 9" olarak tanımlanıyor, milli oyunumuz okey terminolojisini de kullanıp Türkçeye çevirirsek "yalancı 9". Jonathan Wilson şurada etraflıca anlatıyor.

Konyaspor maçında Semih yalancı dokuzluğu o kadar iyi yaptı ki sahada attığı her adımı izlemek keyifliydi. Aşağıdaki karede sarı ile gösterilen oyuncu Semih. Mavi okun yönünde hareketlenmiş ve sırtı dönük topla buluşmuş. Hemen yanında markajcısı da var. Mavi çizgiyle gösterilen Niang da iyice kanada açılmış ve sağ beki meşgul ediyor. Kırmızı üçgen bir anda topu önünde bulan Stoch'un hareketlenmesi için iki forvet tarafından yaratılmış. Stoch da kaleciyle karşı karşıya kalıyor ve Fenerbahçe'nin ilk ciddi atağı böyle geliyor.


Aşağıdaki ikinci karede de oyuncuların rolü benzer. Stoch'un Emre sayesinde arkasındaki iki adamdan kurtulması golün en büyük hazırlayıcısı fakat Semih Stoch'un topla buluşacağını görüp defans arkasına klasik forvet koşusu yapmak yerine mavi ok yönünde geri doğru gidiyor. Markajcısı ve sağ bek, Semih ve Stoch'u almak üzere üzerlerine gidiyorlar fakat top kırmızı şeridi takip edip yine Stoch'un boş alana hareketlenmesiyle bu sefer ağları bulacak.


Semih'in bu oyununu görünce hafta sonuna Semihli 4-4-2 ile çıkmak hiç de mantıksız gelmiyor bana. Aykut Hoca Alex yerine Semih'le başlayarak Semih'in iyi yaptığı yalancı dokuzluğundan faydalanıp süratli kanatları etkili kullanmayı hedefleyebilir. Tabii Alex'in de oyunu kaleye yüzü dönükken isabetli paslarla yönetmek veya önünde boşuk bulduğu anda cezayı kesen uzak şutlar çekmek gibi farklı yetenekleri var. Bu yetenekleri de tercih edip oyun planı kurgulayabilir. Kim çıkarsa çıksın Semih, artık yetmiş dokuz Semih değil yalancı dokuz Semih olabileceğini Konyaspor maçında gösterdi. Sezon içinde bazen fizik olarak çok zayıf kalıp formunun dibine vurduğu dönemler oluyor fakat belli ki bu dönem onlardan değil.
Devamı ...

21 Ekim 2010

Kupa 7. Kez Bizim



7. kez aldık kupayı. İki sezondur sezon başında Cumhurbaşkanlığı kupasını kaybediyorduk, nihayet rahat bir galibiyetle kırdık bu şanssızlığı. İlk periyot dışında Galatasaray'ın bizimle başa baş mücadele edebildiği maça ortak olabileceği ışığını verdiği bir dönem hiç olmadı. Tamamen Fowles'a endeksledikleri üç saniye koridoru ve Augustus'a bıraktıkları dış oyuncu opsiyonuyla bu kadar geniş ve derin bir rotasyonla başa çıkabilmeleri imkansızdı. İki takım arasında Galatasaray istediği kadar dünya yıldızı alırsa alsın kapanmayacak bir fark var; yerli oyuncu potansiyeli. Fenerbahçe maçın ilk yarısında sadece iki sayı atıp oyuna hiç ağırlığını koyamayan Taurasi ve yine beklenenden daha etkisiz Penny Taylor'a rağmen rakibini ikiye katlayabilecek bir potansiyele sahip. Maçtan önce daha iyi bir takım olduklarını, yürekleriyle oynayıp kazanacaklarını söyleyen Işıl Hanım'a Birsel yine bir oyun kurucunun konuşması gereken yerin saha içi olduğunu gösterdi. Bu kızı zamanında Migros'tan getirenlerin ellerini öpmek lazım.

Dünya Şampiyonası'ndan yeni gelen yabancıların ritim bulması zaman alacak ama hepsinin takımla uyumu,vücüt dilleri, adanmışlıkları son derece umut verici. Horakova, Esmeral-Birsel ikilisini çok rahatlatacak bir oyuncu savunmada son derece agresif zaten Dünya Şampiyonası'nın MVP'si etiketiyle geldi. Galatasaray'ı beklediğimden çok daha kötü gördüm, Fenerbahçeye oranla birlikte oynama alışkanlıkları daha az, mutlaka bu durumdan daha iyi olacaklardır ama şu aşamada Fenerbahçe'yle rekabet edebilmeleri zor gözüküyor.

Galatasaray seyircisinin maç sonunda yaptıkları da kabul edilemez, her branşta Fenerbahçe'ye yıllardır yenilmelerine rağmen yenilgilere karşı bir türlü bağışıklık geliştiremediler. Final Four için kurulmuş dream team, ilk kupasını almış oldu. Bu sene kazanılacak çok kupa var. Siftahı sizden bereketi Allahtan diyelim.
Devamı ...

Rytas Maçı



Kolay bir maç olmasını bekliyorduk ve kolay oldu, geçen sene kağıt üstünde kolay gözüken maçlarda bile umulmadık sonuçlar aldığımız için yine de bir tedirginlik vardı ama bu takım geçen seneden farklı bir takım. Lavrinoviç maça Banvit maçındaki gibi başlayıp daha ilk çeyrekte çift haneyi gördü. Farkı çift hanelere ilk periyotta çıkardıktan sonra bir daha dönüp geriye bakmadık. Pota altını kullanma konusundaki ısrarımız maçın bize bu kadar kolay dönmesinin anahtarı. Lavrinoviç, Oğuz, Vidmar, Kaya dörtlüsünden 50 sayı bulduk, geçen seneye göre dramatik değişim ise üçlük sayısında, geçen sene birisi Fenerbahçe’nin bir Euroleague maçında 46 iki sayılık atışa karşın sadece 9 üçlük kullanacağını söylese asla inanmazdım. Sanırım buna benzer şekilde içeriyi çok iyi kullanıp az üçlük kullandığımız tek maç geçen sene Efes’le Ayhan Şahenk’deki play –off finalinin ilk maçıydı.

Rytas’a göre çok daha avantajlı olduğumuz pota altını domine edince zaten pek de sistemli bir Litvanya takımına benzemeyen kolu kanadı kırık bir halde İstanbul’a gelen takım çok kolay geri adım attı. Maç çok kolay geçse de özellikle periyot sonlarındaki anlık konsantrasyon kayıpları, savunmada bazen çabuk delinmeler falan can sıkıcı. Ukiç’in yorulduğu ya da kafaca dağıldığı anlarda takım olarak panikliyoruz. Engin’in sakatlığı sonrası Greer ve Emir'i zaman zaman bir numaraya kaydırarak bu sorunu gidermeye çalışsak da özellikle Siena ve Barcelona maçlarında guard eksikliğini nasıl gidereceğimiz muamma. Bu takımın geçen seneye göre farkı savunmadan ziyade hücumda. Geçen yıla göre çok daha akışkan ve hareketliyiz hücumda, skor opsiyonlarımız çok çeşitli, yıllardır rakip dört numaralardan yediğimiz pick and roll sonrası dışarıdan şutları bu sene biz buluyoruz. Lavrinoviç zaten bu işleri en iyi yapan oyunculardan bir tanesi. Ukiç bu tepe pick and rollerini iyi oynayan bir guard hem dışarıda Lavrinoviç’i hem de çaprazdan yardım geldiği anda Ömer ya da Tomas’ı iyi bulabiliyor. Ukiç’in her maç ortalama 30 dakikanın üzerinde süre alacağını düşünürsek kafaca oyundan koptuğu ya da savunma tarafından yoğun baskıyla karşılaştığı maçlarda işimiz bir hayli zor.

Uzun rotasyonunda eğer Oğuz ve Lavrinoviç aynı anda sahadaysa hücumda çok daha tehditkar olsalar da savunmada ve ribauntlarda problem yaşayabiliyoruz, Vidmar ve Kaya oyundayken ise tam tersine ribauntlarda daha etkili ve savunmada daha sert oluyoruz ama hücumda opsiyonlarımız azalıyor. Sanki daha ideal ikili Lavrinoviç- Vidmar ikilisi gibi. Spahija bütün uzunlardan maksimum verimi alabileceği bir rotasyonu zamanla mutlaka sağlayacaktır. Mirsad ve Emir henüz istenen düzeyde değiller, Emir için zor bir dönem, geçen sene maç sonlarında karar verici bir roldeyken bu sene o statüden daha uzak bir rolde sanki, onun oyun zekasına takımın hala çok ihtiyacı var, savunmada bir kademe yukarı çıkması da şart. 2 ve 3 numara pozisyonundaki oyuncuları düşünürsek savunma açısından burada oynayan bütün oyuncuların gerisinde (Greer tabii ki hariç).

Bir parantez de seyirciye açalım. Resmi rakamlara göre 8424 kişi gelmiş maça. Gelenlerin ayaklarına sağlık ama yetmez. Haftaya Cibona deplasmanındaki bir galibiyetten sonra Siena maçında en az 12.000 kişi bekliyorum Sinan Erdem’e. Bu takımda ışık var ve ışığı takip etmek lazım.
Devamı ...

20 Ekim 2010

Daum'a Sallayıp Rijkaard'a Övgüler Yağdırmak



Teknik direktör kovmak, üstelik bunu sezon ortasında yapmak yönetim çapsızlığıdır. O konuda farklı bir şey söylemiyorum. Üstelik Galatasaray'ın kimi kovup kimi getirdiği de umrumda değil, Rijkaard başarılı değildi gönderilmesi normal veya takımın geleceğiydi neden gönderildi diyecek değilim. Benim işim değil. futbloglara baktım Galatasaraylılar dışında Fenerbahçeliler de Rijkaard'ın Galatasaray'ı kurtaracağını düşünüyormuş, bu konuda tek bir muhalif yazıya rastlamadım.

Benim dikkatimi çeken konu Daum konusunda söz birliği eden ve ne kadar çapsız ve beceriksiz bir teknik adam olduğunu anlatan Fenerbahçelilerin Rijkaard konusunda söz birliği edip ne kadar iyi bir teknik direktör olduğunu söylemesi. Bu bana bayağı fantastik geliyor. Daum'un nasıl eleştirildiğini hatırlayınca gülüyorum hatta.

1. Daum Avrupa'da başarılı değildi, vizyonu bu kadar: Geçen sene Avrupa Lig'inde aynı başarıyı elde ettiler. Daum, Lille maçına Bekir, Önder, Deniz, Vederson, Bilica ile çıkarken Rijkaard'ın takımı Elano, Kewell, Baros, Ardalı uzay takımı olarak anılıyordu. Rijkaard bu sene amatör takıma elenerek gruplara bile kalamadı.

2. Daum futbolcularla anlaşamıyor, bakın Volkan'a ne dedi: Bir tane Volkan açıklaması üzerinden senelerce bu geyik yapıldı. Üstelik Volkan sürekli 11'de oynattığı bir kaleciydi. Rijkaard'ın takımından ise Servet, Ayhan, Sarp hatta Arda, Sabri ne kadar yerli varsa gönderilmesi isteniyor. Kadro dışı bırakıp işim olmaz dediği adamları ilk 11 oyuncusu yapıyor.

3. Daum genç oyuncu yetiştiremiyor: Tuncay, Serkan, Semih bu takıma 28 yaşında gelmişlerdi sanki. Üstelik şans verdiği Mahmut Hanefi gibi tonla oyuncu var, şimdi 2. ligde oynuyorlar, buna rağmen hep Daum suçlu bu konuda. Rijkaard'ın bu konuda Galatasaray'da nasıl bir başarısı var bilmiyorum. Bilen varsa anlatsın.

4. Rijkaard'ın elindeki kadro yetersiz, istediği transferler yapılmadı: İlk sezonunda gençlerden toplama takım + PVH ile şampiyon olan hoca Daum'du. Geçen sene devre arası transfer isterim dedi, gidip Gökhan Ünal'ı getirdiler ve kadro yeterli dediler. Lige 5. haftada havlu falan atmadı.

Zaten Daum hiçbir zaman erkenden lige havlu atmadı, her sezonunda şampiyonluğa oynadı. Rijkaard konusunda Galatasaray yönetimine yapılan eleştirilere katılıyorum. Suç varsa % 90'ı onların. Peki konu Fenerbahçe ve Daum olunca neden suçlu onlar değil de Daum oluyor? Üstelik Daum her konuda daha başarılı, elindeki kadroyu daha verimli kullanan bir hocayken. Sorum Daum'u sürekli eleştirip bugün Rijkaard'a sahip çıkan Fenerbahçelilere; en baştan Daum'u eleştirmeye başlamıştım geri dönemem veya en baştan Rijkaard devrim yapar dedim o yüzden savunmak durumundayım diye mi bu tavır? Rijkaard ne yaptı da size Daum'un veremediği ışığı veriyordu?
Devamı ...

Travmatoloji Uzmanı ve Ortopedistin Dostu Süper Lig Sunar


özer

Aşağıda üç video var. Burak Karaduman'ın Fenerbahçe maçı icraatları. Özer'in ayağını kırdığı pozisyon hiç öyle pozisyon icabı falan gibi görünmüyor. Ayağını kırayım diye gitmiyordur ama ya bu topa vururum ya da çok sağlam indiririm ve maçın devamında bu şekilde topla ilerlemeye cesaret edemez diye gidiyor. Kasıtlı faul dediğimiz de böyle bir şey zaten, yoksa gidip ayak kırmak için tekme atan futbolcuyu sezon boyu 3 kere bile göremeyiz. Hiçbir futbolcu kaleden o kadar uzaktan ortada bir şey yokken çift ayakla dalmaz. Kötü niyetli şekilde gelmiş ve sonuçta Özer'in ayağını kırdı. Üçüncü videoda yine aynı oyuncu neredeyse Emre'nin ayağını kırıyordu, Emre fark etti ve ayağını son anda çekerek kurtardı. İlk pozisyonda direkt kırmızı kart görmesi gerekirken sarı kart bile görmedi, Emre'ye yaptığından sonra ise sarı kart gördü. Bu maçı atılmadan tamamlamayı başarabildi.

Özer'e geçmiş olsun, böyle bir adam yüzünden yine 3 ay antrenmana bile çıkamayacak. Şanssızlık falan deniyor ama şanssızlık görmüyorum ben pozisyonu izlerken. Geçen seneki Diyarbakırspor deplasmanını yağan taşlardan birisinin Özer'e çarpmasıyla hatırlıyorum. Ahı tutmuşsa Diyarbakır'ın düştüğü hallerin Ziya Doğan'ın takımının başına da gelmesini çok isterim. Bu maçı da Özer'in kırılan ayağıyla hatırlayacağız. Bu kasaplığın bitmesi için ne mi yapmak gerek? Çok şey var ama önce şu hakemler "sözlü uyarı"dan vazgeçecekler.






Devamı ...

19 Ekim 2010

Taraftar Salonlara Lütfen



Yarın akşam saat 20:00‘de Euroleague’in ilk maçına çıkıyoruz. Geçen seneki korkunç seyircisizlik sonrası bu sene yepyeni, ulaşımı çok kolay bir salonda Lietuvas Rytas maçıyla sezonu açıyoruz. Geçen iki- üç yılda taraftarın basketboldan soğuması, yönetimin tribünleri mutenalaştırma süreci, ulaşım problemleri yüzünden bir türlü 90‘ların ortalarındaki ilgiyi yakalayamayan basketbol şubesine birazcık ilgi göstermenin zamanıdır. Çarşamba Sinan Erdem’de Perşembe Abdi İpekçi’de hem erkek basketbol takımının Euroleague maçında, hem kadın basketbol takımının Galatasaray’la Cumhurbaşkanlığı maçında takımın yanında olalım. Fenerbahçe kulübünü temsil eden sporcuların ne kadar Fenerbahçelilere karşı bir sorumluluğu varsa bizim de taraftar olarak bu formayı terleten her branştaki oyuncuların yanında olma sorumluluğu ve hatta zorunluluğu var. Özellikle Euroleague’deki seyirci ortalamamız geçtiğimiz yıl gibi yerlerde sürünürse şu an sahip olduğumuz Pro A lisansının bile tehlikeyi girmesi söz konusu. O yüzden İstanbul’daki Fenerbahçelilerden istirham edelim lütfen gidin şu maçlara. Özellikle Sinan Erdem’e hem metroyla hem metrobüsle ulaşım çok kolay, kimsenin ulaşım bahanesine falan sığınamayacağı kadar merkezi bir yerde. 15 milyonluk şehirde milyonlarca taraftarı olan bir kulübün 15.000 kişilik bir salonu doldurmasının mucize olmadığını gösterelim bir kere de.
Devamı ...

Konyaspor 1 - Fenerbahçe 4
STSL 18/10/2010



Fenerbahçe STSL 8. haftanın kapanış maçında Konyaspor’ u deplasmanda E. Belözoğlu, Semih, Stoch ve Lugano’ nun golleriyle 4-1 yenerek üst üste üçüncü galibiyetini aldı. Konyasporun golünü ise Grajciar attı.

PAPAZIN ÇAYIRI: Bir zamanlar bir lig varmış. Bu lig ülkeyi kapsıyor olsa da hep aynı şehrin üç takımından birinin şampiyon olduğu bir ligmiş. Diğer ikisinin kaybettiği haftalarda üçüncü takım galip gelirse dokuz puan kazanırmış.

Oysa bizim ligimizde, bu takımlara çok benzeyen üç takımdan Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray’ ın mağlup olduğu haftada farkı açmak için değil zirveden uzaklaşmamak için çıktı sahaya.

Ev sahibi Konyaspor ise geçen yedi haftada üç beraberlik ve bir galibiyet almış. Alınan üç mağlubiyete rağmen ligin en az pozisyon veren takımlarından biri. Yine de Aymansız bir Ziya Doğan takımının hep bir şeyi eksik.

5’ te Alex olsaydı gol olurdu. Stoch' un soldan getirdiği topta, Alex'in görevini üstlenen Özer, ceza sahasında topu defansa nişanladı.

8' de Lietava 'nın şutu, Yobo' nun bacak arasından geçip eline çarpıyor. Penaltı olması gerek miyor mu?

11' de serbest vuruşta Adnan Göngör' ün köşeye giden kafa vuruşunu Volkan ‘spektaküler’ kurtardı.

14’ te Özer sakatlandı. Artık Semih Alex gibi.

19' da ceza alanı içinde Basem Abbas’ ın ayağı Dia için tehlikeli olunca kazanılan endirekt vuruşta Emre direğe takıldı.

24’ te kendisine duvar olan Semihle paslaşan Stoch rakibinden sıyrılıp kaleciyle karşı karıya kalsa da Orkun gole izin vermedi.

26’ da Semihve Stoch' un yapamadığını, Niang ve Emre yapıverdi: 0-1

31' de Konyaspor gol olmasa yazık olacak kadar iyi geldi. Zaten yazık da olmadı: Soldan Ramazan' ın ortasını kale alanı önünde Lietava bekletmeden biraz gerideki Grajciar' ın önüne bıraktı, o da yerden düzgün ve sert vurdu: 1-1

34’ te sağdan rakip ceza alanına akan Dia topu boş durumdaki Semih’ in önüne bıraktı. Niang’ tan dönen top Semih için asist oldu: 1- 2

43' te Stoch kendisine bir defa daha duvar olan Semih' le girdiği verkaçta, bu kez uzak köşeyi gördü: 1-3

Ve ilk yarı Fenerbahçenin 3-1 üstünlüğüyle sona erdi.

Ziya Doğan ikinci yarıya değişik başladı: İki beki; Ramazan ve Hakan Aslantaş'ı çıkarıp, Montano ve Klein' i alarak gol için hamle yaptı.

49' da belki de bu yüzden Lietava Volkanla karşı karşıya. Ama Volkan topa harika uzandı.

51’ de Lietava ceza alanı dışı sağ çaprazından yaptığı sert vuruşu kaleci Volkan son anda kornere tokatladı.

64’ te Emre' nin sağdan kullandığı serbest vuruşta penaltı noktası üzerinde Lugano sadece dokundu, top sol köşeden ağlara gitti: 1- 4

66’ da Adnan' ın ceza alanı içinden dışarıya çevirdiği topa sağ çaprazda Emre Toraman sert vurdu, kale doğru giden top takım arkadaşı Lietava' ya çarptı ve Gökhan Gönül’ ün Volkan’ ı geçen bir topu daha çizgiden çevirmesine gerek kalmadı.

Konyaspor bu son çabadan da sonuç alamayınca her iki takım da daha maçın bitmesini beklemeden önlerinde maçlara bakmaya başladılar.

Bir tek son çeyrek saat için Dia’ nın yerine Gökay oyuna dahil oldu.

Maç Fenerbahçenin 4-1 üstünlüğü ile sona erdi.

Üst üste üçüncü galibiyet ve sekiz haftada atılan 24 gol ve takım giderek daha hızlı oynuyor ama ligin en iyi kalecisinin en iyi defansıyla beraber bir çuval gol yemesinin de çaresine bakmak gerek.

KONYASPOR: 1 - FENERBAHÇE: 4

Stat: Konya Atatürk

Hakemler: Abdullah Yılmaz, Gökhan Memişoğlu, Serkan Malkoç

Konyaspor:
Orkun, Basem Abbas, Emre Toraman, Kere, Ramazan (46 Montano), Burak (63 Erdal) Veli, Grajciar, Hakan (46 Klein), Adnan, Lietava

Fenerbahçe: Volkan, Gökhan, Lugano, Yobo, Caner, Özer (14 Semih), Emre Belözoğlu, Mehmet, Stoch, Dia (76 Gökay), Niang (67 Santos)

Goller: Grajciar / Emre Belözoğlu, Semih, Stoch, Lugano (Lugano'nun golü resmi kayıtlara göre Emre tarafından atılmıştı http://papazincayiri.blogspot.com/2011/02/luganonun-kac-golu-var.html)

Sarı kartlar: Lietava, Emre Toraman, Burak, Basem Abbas / Caner, Lugano

Devamı ...

13 Ekim 2010

Geleneksel Saçma Mağlubiyetlerden Biri



Bir Fenerbahçe geleneği olarak yine aptalca bir maç kaybettik. Spahija'nın maçı bitirmek için seçtiği Vidmar'lı ve Tomas'lı beş maçı verdi diyebiliriz. Pota altında Oğuz ve dışarıdan Ukiç'in 8'er sayısıyla kolay basketler bulduğumuz ilk periyortta farkı çift hanelere çıkardık. Efes'in tam sahada yaptığı baskıyı 2-3 kez cezalandırıp kolay basketlerle farkı belli bir seviyenin üstünde tuttuk. Kerem Tunçeri'nin ve biraz da Roberts'in dışında Efes'de direnen kimse yoktu. İkinci periyod Lavrinoviç'in faul problemi ve Vidmar-Kaya ikilisinin rotasyona dahil olması sonrası pota altına top indirmeyi azalttık. Mirsad'la Ömer Onan'ın üçlükleri ve Emir'in bir numara oynadığı dönemdeki asistlerine, Efes Roberts'in faul çizgisinden bulduğu sayılar ve yine Kerem Tunçeri'yle yanıt verdi. Kerem Tunçeri'nin son saniye üçlüğüne rağmen devre sonuna 11 sayı önde girdik.

İkinci yarının ilk beş dakikasında yine karşılıklı basketler varken Kerem'in organizasyonuyla Rakoceviç'in ve diğer Kerem'in basketleriyle Efes farkı 2 ye kadar indirdi. Periyod sonunda Kerem Gönlüm 3'lüğü atsa öne de geçeceklerdi. 4 periyota maça başladığımız 5'le başlayıp farkı tekrar 11'e kadar çıkardık. Müthiş bir maç oynayan Kerem Tunçeri bir kez daha devreye girdi, Ukiç'in penetre etmeyi unutması ve Oğuz'un hücumda tek seçenek kalması sonucu fark 4 sayıya kadar düştü. Kinsey'in top kaybı sonunda 2:30 kala Spahija oyuna maç boyunca hiç bir şey yapmayan Tomas'ı ve Oğuz'un yerine de Vidmar'ı almayı tercih etti. Bir sonraki hücum Vidmar aldığı hücum ribauntu sonrası topu dışarıya çıkarmak yerine kendisi kullanmayı seçip atışı kaçırdı. Diğer hücum Tomas köşeden boş üçlüğü kaçırıp Vidmar ribauntu alan Rakoceviç'e aptalca bir faul yapıp faul çizgisine yolladı ve Efes ilk kez öne geçti 1 dakika kala. Bir sonraki hücumda Tomas yine bomboş turnikeyi kaçırıp Efes'e maçı kazanma şansı verdi. Son topu Ukiç'le kullanıp Roberts'ın bloğuna yakalandık. Kalan 1.8 saniyedeki molada bir şut seti çizileceğini ummuştuk ama alakasız ve rastgele atılmış Mirsad'ın kaçan şutuyla maçı kaybettik.

Spahija'nın maçı bitiren 5'te Toması oynatması ters tepti. Kinsey de pek iyi sayılmazdı ama Tomas maç boyunca maçtan ve takımdan o kadar kopuk bir görüntü çizmişti onun yerine Kinsey'le maçı bitirmek daha iyi bir tercih olurdu. Oğuz'u illa dinlendireceksek son 2 dakika Vidmar yerine Lavrinoviç'le dinlendirmeliydik. Güya maç öncesi pota altında Efes'e karşı üstündük, 16 hücum ribauntu vermişiz. Oğuz'un geçen seneye göre daha hareketli olduğu ve hücumda daha fazla sorumluluk aldığı doğru ama ribaunt konusunda hala çok eksiği var. 2.10'luk bir beş numaraya göre çok daha agresif bir ribauntçu olması lazım.

Maçı Efes'e getiren bir numaralı faktör Kerem Tunçeri faktörü. Dünya Şampiyonası sonrası özgüveni de tavan yapmış Kerem'in. 27 dakika sahada kalıp 18 sayı 6 asistle takımın ilk yarıda maçta tutunmasını ikinci yarıda geri dönüşünü sağladı. Eğer Rakoceviç'i maç boyunca Ömer Onan'la tutmak yerine Kerem tek başına direnirken Ömer'le Kerem'i kilitleyebilseydik maç değişik olurdu. 39 dakika boyunca önde olduğumuz bu maçı böyle kaybetmek ve son üç Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı da böyle abuk sabuk son saniye tuhaflıklarıyla kaybetmek bir hayli sinir bozucu.

Hakemlere de değinelim; yine rezil kepaze kararlar verdiler. Hakemlere dair en sinir olduğum husus bazı pozisyonlarda topun gittiği yer ya da atışın sonucuna göre faul çalmaları. Bugün Emir'e çalınan iki faul var. Birinci de Roberts'a hiç bir müdahale olmamasına rağmen atışı kötü gitti diye 2 saniye geç çalınan bir faul, diğerinde yine Emir'e Cenk'in yaptığı top kaybı sonucu "bu topu kendisi kaybetmiş olamaz Emir bir şey yapmıştır" diye çalınan tahmini faul. İkisi de basketbol hakemliği adına utanç verici düdüklerdi. Bir de Kerem Gönlüm'ün lehine çalınmayan ve Kerem'in haklı olarak delirdiği pozisyon var, hakem de haksız olduğunu bildiği için Kerem'in isyanına teknik faul çalamadı. Basketboldan anlamayan, faul sayma fetişisti iki spikerinde maçı katlettiğini belirtelim.
Devamı ...

11 Ekim 2010

Basketbol Federasyonu Saçmalıyor, Yönetim Uyuyor



Basketbol Federasyonu Dünya Şampiyonası’nın hemen ardından yıllardır alışık olduğumuz saçmalıklarına devam ediyor. Geçen sene kadın basketbolunda final serisini 0-0’dan başlatma ve Galatasaray - Mersin B.Ş.B. yarı final serisini 0-0 yerine 1-1 başlatma gibi kolaylıklara rağmen Galatasaray’ın yine ve yeniden Fenerbahçe’ye kaybetmesi federasyonu bir hayli sinirlendirmişti. Bu sene Cumhurbaşkanlığı kupası için Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanacak maçın tarihi 20 Ekim 2010 günü olarak açıklandı. Ne tesadüf ki Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı’nın ilk Euroleague maçıyla aynı gün ve aynı saatte. Başka gün yokmuş gibi erkek takımının Euroleague açılış maçıyla kadın takımının ezeli rakibiyle kupa maçını aynı güne koyan federasyonun bu aptalca kararı üzerine yazmayı planlıyordum ki federasyon bir karar alıp daha önce Ankara’da oynanacak maçı İstanbul’a aldı. Yani 20 Ekim günü Fenerbahçe erkek basketbol da Lietuvas Rytas’la oynarken, aynı saatte Abdi İpekçi’de kadın basketbol takımı Galatasaray’la oynayacak.

Bu değişikliği geçen yıllarla da birleştirince nasıl kötü niyetli bir değişiklik olmadığını düşünebiliriz merak ediyorum. Bir numaralı hedefi basketbola ilgiyi yaygınlaştırmak olması gereken bir federasyon kadınlarda sezonun en önemli marka değeri taşıyan maçını nasıl Fenerbahçe’nin Euroleague maçıyla aynı saate koyar?

Biliyoruz ki federasyonun basketbolun yaygınlaşması,tabana yayılması gibi bir amacı hiçbir zaman olmadı. 200 kişilik bir kongreyle Türk basketbolunu yönetmekten son derece hoşnut Turgay Demirel federasyonu. Ligin başlamasına beş gün kala basketbol maçlarının yayın hakkının ne olacağı belirsiz, Türkiye Kupası maçları kimsenin adını bilmediği şifreli bir kanaldan yayınlanıyor, iki gün sonraki Efes – Fener maçının da yayınlanıp yayınlanmayacağı muamma. Basketbola ilginin tavan yapması gereken dönemde federasyonun beceriksizliği yüzünden marka değeri yüksek maçları bile kimse izleyemiyor.

Aynı gün erkek takımı ve kadın takımının maçları çakışan iki maça da gitmek isteyen taraftarına bu maçlardan birinden feragat etmesini şart koşan bir takvime itiraz etmeyen, ses çıkarmayan Fenerbahçe yönetimi de bu federasyonu hak ediyor. Özellikle kadın basketbolda Galatasaray’ın Fenerbahçe’yle rekabet edebilmesi için resmen federasyon olaya müdahil oluyor. İki senedir sezon ortasında değiştirilen play-off statüsü, erkeklerde farklı kadınlarda farklı uygulanan play-off eşleşme kurallarına, formasını öptü diye ceza verilen oyuncusuna rağmen Galatasaray bir türlü yenemiyor Feneri. Bu sene Galatasaray kazansın diye ne yapılacak çok merak ediyorum. Taurasi çıplak poz verdi diye federasyon play-off zamanı, “halkın ar ve haya duygularını incittiği gerekçesiyle” ceza verebilir mesela. “Fenerbahçe destekli basketbol federasyonu” Fenerbahçe’nin altını oymaya, federasyon destekli Fenerbahçe yönetimi uyumaya devam ediyor. Olan yine taraftara oluyor.
Devamı ...

10 Ekim 2010

Ayağına Sağlık Mesut



Bu mesele hâlâ konuşuluyor, çok ilginç. İnsanlar bazen mantık ve analitik düşünme yeteneğini tamamen bir kenara bırakıp öyle konuşuyorlar sanırım. Üstelik bunu yapıyor olmak için bayağı kendini zorlaması lazım insanın. Mesut konusunda sürekli okuduklarım eğer bu insanların normal zeka seviyesi ile ürettikleri şeylerse çok üzücü. Gerçi gazete haberlerine yapılan yorumları okumak başlı başına bir kabahat, orada suç benim.

Blogu takip edenler geçen senelerde ve bu sene başından beri hiç kimseye yapmadığım bir kıyağı Mesut'a yaptığımı fark etmiştir. Normalde sadece Fenerbahçe ile ilgili cümleler kuruyorum. Mesutsa özellikle son Dünya Kupasından sonra âdeta bir ergen heyecanıyla, poster çocuğu izler gibi izlemeye başladığım bir oyuncu oldu. En son bir Fenerbahçe maçı dışında oyuncuyu bu kadar keyif alarak izlememin üzerinden iki elin parmaklarından fazla süre geçmiştir. Topa dokunuşuyla, oyun zekasıyla, attığı paslarla bana Alex'i hatırlatıyor Mesut. Sayesinde bu sezon Fenerbahçe maçı bekler gibi Real Madrid maçı beklemeye başladım. Şu gezegende futbolla ilgilenip Mesut'un oyunculuğunu ve gelişimini takdir etmeyen kaç insan vardır, nasıl bir mantıkla bunu yapıyorlardır bilmiyorum ama çok sayıda olmadıklarına eminim.

Böyle güzel bir adam Türkiye'de nefret objesi haline getirildi. Hiç suçu günahı yokken maç boyunca ayağına top gelince ıslıklandı. Maç bitti hâlâ nefret kusuluyor. Üstelik milliyetçi nefretin odağında olmak için fazlasıyla Türk, fazlasıyla müslüman bu çocuk. Kökenlerimi biliyorum diyor, maçtan önce iki avucu açık dua ediyor. Kimseden nefret etmek için bahane değil Müslüman veya Türk olmaması fakat bu tür nefreti üreten zihinler normalde bunları da dikkate alırdı. Mesut'un durumunda o da kâr etmiyor. Kendisini nefret dışında ifade edemeyen bir kesim yine kusuyor.

Mesut garibim hâlâ "sevinmek istemedim, gol atmak görevim ama Türkiye'ye olunca sevinç gösterisi yapmak içimden gelmedi, umarım Türkiye ile birlikte gruptan çıkarız" diyor. Kendisine sallanan kasti tekmelerden sonra bile faul çalınsa da çalınmasa da dönüp arkasına bile bakmayan, hemen topa bakan bir adam. Bir kere bile hakemin üzerine saldırıp kart istediğini görmedim. Bir kere bile rakibi, rakip taraftarı kışkırttığını görmedim. Adamlığı da topa dokunuşları kadar zarif.

O kadar ironik ki, sahada kendi takımlarında oynayan Emre B., Servet, Alpay gibi adamları alkışlayan Türk milli takımı taraftarı bu adamı ıslıklıyor. Nefret etmek için rakip formayı giymesi, omuzda taşımak için takımın formasını giymek yeter. O yüzden anlatamıyoruz ya Fenerbahçelilere Emre Belözoğlu'nu neden istemediğimizi. Kayseri'de yerde yatan rakibin kafasına şut çekerken, Gençler maçında kendisine yapılan faulün intikamı için topsuz alanda tekmeyi sallıyor. Üzerindeki formayı o sahnelerle görünce içim acıyor ama sadece o formayı giymesi bazıları için yeterli. Ona o formayı giydirene hesap soracaklarına daha da kuvvetli alkışlıyorlar.

Kendi evinde oynadığı maçta anlamsız bir yere ıslıklanan Mesut gidiyor golünü atıyor, dönüp taraftara bakmıyor bile. Elini bile kaldırmıyor sevinmek için. Bizim Ayhanlar orta parmak gösterir, Tuncaylar sus işareti çeker, Emreler kolunu sokar, Ardalar taklalar atardı. En çok alkışı da onlar alırdı. Şimdi görüyorum ki Mesut'un kafasını bile kaldırıp bir terbiyesizlik yapmaması nefretle beslenenleri daha da kudurtmuş. 7 yaşından beri Alman kulüplerinde oynayan; 18 yaşında Alman U-19 takımında oynamaya başlayan, 2 sene önce Alman milli takımına seçilen Mesut, 2009 yılında Türk Milli Takımı'nı seçmeliymiş, suçu buymuş. Bak sen! Adamlar U-19, U-21 takımlarında maça çıkarsın, 2009'da senin haberin bile olmayan turnuvada U-21 takımıyla 2010 Dünya Kupası jenerasyonunu turnuvaya hazırlasın, o takımdan Mesut'la beraber 10 oyuncu Dünya'nın en iyi milli takımlarından birisi olsun, ama sen yok olmaz de. Gelsin 21 yaşında senin takımında oynamaya başlasın. İnsan böyle bir şeyi talep ederken utanabiliyor olmalı fakat böyle bir duyguları da kalmamış. Bütün yaz "kanka ben süper yaz geçiriyorum, valla üç ay boyunca çalışmam yatarım, ortamlara akarım" diyip yaz sonunda sabah akşam çalışan arkadaşından borç isteyen bir adam gibiler.

Türk Milli Takımının her büyük maçı ve turnuvası öncesi üretilen milliyetçi nefret dilinden de nefret ediyorum. Bu zihniyetin takımı Servetlere, Emrelere, Ayhanlara mahkum, bu kafalarla hiçbir sorunun da bir çaresi falan yok. Servet yanına yaklaşana pençe atsın, Emre kafalarına şut çeksin, Ayhan üstlerinde tepinsin, Mesut sizin neyinize?
Devamı ...

6 Ekim 2010

Dünyaca ünlü de Jong tekmesi



De Jong vahşetleri üzerine manzumeler üreten bazı futbol romantikleri dünyaca ünlü de Jong tekmesi 4 yıl önce atılınca (aşağıda) ne diyordu biliyor musunuz? "Fenerbahçe çok pozisyona giremediği için az sayıda penaltı kazanıyor."


fotoğraf: fenerbahceliyiz.biz
Devamı ...

Almanya Maçına Başka Bir Bakış



Bugün Ntvspor’da Haluk Yürekli Mesut Özil’e basın toplantısında mutlaka “hangi milli marşı söyleyeceğini, maç öncesi seromonide Türk milli marşına da eşlik edip etmeyeceğini” soracağını büyük bir iştahla anlatıyordu. Kaç gündür Mesut konuşuluyor, “gol attığında Türkiye’den gelen tepkiler karşısında tedirginlik hissedip hissetmeyeceği” gibi abuk sabuk bir soru bile soruldu kendisine ;sanki Mesut Türkiye’ye gol atsa Türk İntikam Tugayı tarafından kara listeye alınacak.

Daha önce İsviçre formasıyla Türkiye’ye Euro 2008’de gol atan Hakan Yakın tehdit telefonu mu aldı ki böyle ortamı gerecek saçma sapan soruları yöneltiyor bu basın mensupları. Alman basını son derece sağduyulu bir şekilde bir arada yaşamayı artık başarmış iki halkın karşılaşması gibi olaya bakarken Türk tarafındaki mutlak taraf seçme, safını belli etme temelli özcü yaklaşımlar mide bulandırıcı. Mesut’un Cuma günü Türk milli takımının orta saha ve defansıyla imtihanını değil Mesut’un Türklükle imtihanını ölçmeye çalışıyor Türk medyası.

Yıllarca Avrupa’daki bütün irili ufaklı galibiyetlerin ardından yurtdışında yaşayan Türkler üzerinden bir duygu sömürüsü yapılırdı. Almanya’daki Türkler’in galibiyet sonrası ertesi gün işlerine başları dik gidebileceği, sürekli onları ötekileştiren sisteme karşı küçük de olsa bir intikam aracı elde ettiği ballandırarak anlatılırdı ama artık eskisi gibi değil işler. 1960’larda köyünden askerlik dışında bir yere çıkmamış insanların gittiği içe kapalı bir tutuculukla gettolara hapsolup kültürel alışverişten kaçındığı bir yer olmaktan çıktı Almanya. Ne Türkler ilk gittikleri algılarını sürdürüyorlar, ne de Almanlar Türkler’i başka bir dünyadan gelmiş insanlar olarak değerlendirmeyi, Artık hem Türk kökenleriyle hem Almanya’nın kendilerine kattıklarıyla gurur duyan, gettolarından çıkıp kökleriyle de yaşadıkları yerlerle de barışık Türkler yaşıyor Almanya’da. Bu insanlar alınacak galibiyet ya da mağlubiyeti ertesi gün kendisini aşağılayan Herr Müller’e karşı bir böbürlenme ya da küçük düşme aracı olarak görmüyorlar artık. Oysa Türk basını işin hala böyle olması gerektiği yönünde dolduruşa getirmeye çalışıyor gurbetçi dediğimiz insanları. Bu insanların Almanya-Türkiye maçına illa bizim kanıksadığımız biçimde bir ölüm-kalım savaşı olarak mı bakması gerekiyor. Tam tersine neden 40 yıl önce gitmiş insanların bizzat kendi içlerinden çıkan, hangi formayı giyerlerse giysinler kendilerini biraz Alman biraz Türk hisseden çocukları farklı formalarla gördüğü bir festival havası olarak bakamıyoruz bu maça.

Nuri Şahin’in gencecik yaşında idrak ederek ve büyük bir ferasetle bu maçı bir şölen olarak görmesini, Mesut’un milliyetçi gazlamalara gelmeyip sonuçta bunun bir futbol maçı olduğu hatırlatmasını önemsemiyoruz. Hala otuz sene önceki duygularla, sorunlarını deplasmandan deplasmana hatırladığımız, altyapısını yağmalayıp başarı hikayelerini devşirdiğimiz insanlara tutmaları gereken ve olmaları gereken tarafı bildiriyoruz. Dedelerinin,babalarının yaşadığı kimlik problemlerini aşmış iki dilli, çok kültürlü, asimile olmadan uyum ve entegrasyon sağlamayı başarmış bir kuşağın farklı formalar altında da olsa buluşması olarak görelim bu maçı. Bir kez de bir milli maçı miliyetçiliğe hizmet eden bir cenk olarak değil çok kültürlülüğe övgü diye okuyalım. Ne kaybederiz ki?
Devamı ...

5 Ekim 2010

YEEEEEEE TEEEEEEER



Ülkede ne olursa olsun hiçbir şey futbol kadar sinir bozucu, baş ağrıtıcı olamaz. İki hafta sonra oynanacak Konyaspor - Fenerbahçe maçının günü ve saati açıklanmış. Maç yine Pazartesi. Bu yapılan saygısızlık, soygunculuk, haksızlık. Ne Lig TV'nin keyfi, ne birilerinin isteği üzerine maç programı ya-pıl-maz. Uygulamalarınızla bir kişiyi bile mağdur ediyorsanız bunu ya-pa-maz-sı-nız.

Fenerbahçe daha geçen hafta Pazartesi oynadı. Şimdi Konyaspor deplasmanına Pazartesi gidiyor. Federasyon, Fenerbahçe deplasman taraftarı avantajından yararlanamaması için kasten mi ayarlıyor bunu? Hafta içi İstanbul'dan Konya'ya çok az insan gider. Deplasman taraftarı için pazartesi maçı haksızlıktır. Fenerbahçe için haksızlıktır. Fenerbahçe organize deplasman taraftarı desteğinden mahrum bırakılmaktadır. Ne Konyaspor ne de Fenerbahçe Avrupa Kupalarında oynamıyorken bu düzenlemede kasıt vardır. Tv yayını için Cumartesi veya Pazar öğleden sonra boşken ve Konya'da öğleden sonra maç oynamak için bir sakınca bulunmuyorken maçı Pazartesi oynatamazsınız.

Pazartesi hafta sonu değildir. 4 günlük hafta sonu olmaz. Maç yayınını dengeli dağıtmak için yapıyorsanız o zaman 9 maçı haftanın 7 gününe neden yaymıyorsunuz? İsteyen istediği maçı izler zaten. Her geceye bir maç koyarak insanların kafasına "bak maç var haydi izle" diye vuramazsınız. İngiltere'de, İtalya'da hafta sonları öğlen maçları oynanıyorsa Türkiye'de de oynanır ve izlenir. Tanıl Bora daha önce yazdı "Yine de, pazartesi maçı, futbolun artık esasen bir televizyon seyirliği olduğunun tescilidir."

Eğer oyunu televizyon seyirliğine çevirmek niyetindeyseniz sonuçlarına da hazır olun. Yavaş gösterim keyfinden faydalanmak isteyen taraftar, çok konuşan çok bilmiş spikerlerin gazladığı bir kitle, başarıya endekslenmiş bir seyir keyfi. Yakında tribünlerde insan kalmayınca bu çarkı daha ne kadar döndürebileceksiniz bakalım.

Futbol taraftarının artık oyunun ana aktörü olduğunu hatırlaması zamanı geldi. Maç yayını ihalesi ligi yönetmeye, başkanlar tribünden kazandıkları paraları çöpe atmaya devam ettikçe yapılacak tek bir şey var. Fiyatlar makul seviyeye inene kadar maça gitmeyin, maçı televizyondan izlemeyin. Deplasmana gitme hakkınızı gasp eden adamlara para verip gaspçınıza destek olmayın. Konyaspor - Fenerbahçe maçı Kuzey Amerika'da iş saatine denk geliyor. O maçı digitürk web tv'den kimse almaz.

Not: 10. haftadaki Bursaspor maçı da Cuma oynanacakmış. Normalde bir sezonda dört beş kere hafta içi (Cuma) oynarken şimdi Pazartesi de işin içine girince 2 haftada bir hafta içi oynuyoruz. Tam bir hak gaspı. Yönetimin en ufak tepkisi yok.
Devamı ...

4 Ekim 2010

Beni yak, kendini yak, Mamadou Niang!*



Gençlerbirliği maçından sonra epigraf niyetine sizi erken öten horozun akıbetinden haberi olmayan Mehmet Demirkol'un 27 Ağustos tarihli yazısına bağlamak istiyorum:

"Fenerbahçe futbol takımı ise fizik olarak yetersizin de gerisinde... Organizasyon açısından ise 30 yıl geride."

Ulusal basında yazı yazan bir insan, erken öten horozun akıbetinden haberdar olmalı; ama biz Fenerli olduğumuz için böyle bir yükümlülüğümüz yok. Şu halde, muhteşem transferleriyle ligin tozunu atan Beşiktaş ile "organizasyon açısından 30 yıl geride olan" Fenerbahçe'nin puan durumundaki vaziyetlerine bakalım:

4. Fenerbahçe 13 (Avr: 10)
5. Beşiktaş 13 (Avr: 6)

O zaman hep beraber erken ötelim:

Beni yak
Kendini yak
Mamadou Niaaaaaaang

* Başlık bana ait değil. Televizyondan duyulmadı ama ilk kez Kasımpaşa maçında Fenerbahçe taraftarı tarafından terennüm edildiği söyleniyor.
Devamı ...

Bursaspor Dokunulmazlığı



Geçen sene spikerler gevrek gevrek gülerek Bursaspor kalecisinin Avrupa'nın bilmem kaçıncı golcü kalecisi olduğunu falan sayardı her maçta. İki haftada bir penaltı atan bir takım için çok anormalmiş gibi. Fenerbahçe geçen hafta Kasımpaşaspor'a karşı tam "30 hafta sonra" penaltı kazanmıştı örneğin. O yüzden Fenerbahçe kalecisinin gol kralı olma şansı yok. Ne kadar ilginç, bu hafta da Bursaspor maçında olaylar olmuş. Şükredelim bu hafta bedava 3 puan yok.

Hüseyin Çimşir canı sıkıldığı için mevzu çıkarıyor, önce rakibi fırlatıyor, sonra yumrukluyor (yukarıda salladığı yumruğun fotoğrafı), sonra kendisine kesin olarak kırmızı kart gösterilmemesi fermanı bulunan Volkan yine kavgaya karışıyor, önce sırttan itiyor, sonra da (aşağıda gösterilen) yumruğu rakibin boynuna indiriyor. Sonuç ne? Sarı kart ve dövdükleri adam da sarı kart görüyor. Devlet bakanı Faruk Çelik bu pozisyonlar hakkında ne düşünüyordur? Rica edelim maratonda analiz etsin.


Devamı ...

3 Ekim 2010

Fotopapaz - Niang ve Diğerleri



Thomas Doll'un bağıra çağıra, hoplayıp zıplayarak protesto ettiği faul. Koşan oyuncunun bacağına gelip yandan bacağınızla vurursanız düşer, fizik kuralı. Buna bile çıldırıyorsa maç sonundaki hakem şikayeti ne kadar inandırıcı?


Çekirdekçi futbolcu istemiyoruz!


Lig tv komedi dans ikilisinin "Niang çok da net vuramadı kafayı, şans da lazım golcüye" dediği pozisyon. Niang uçarak yaklaştığı topa "çok net" dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirken.


Koşmayan Alex topa basıp kapmadan hemen önce. Birazdan topu çalacak, soldaki Niang'ın önüne yuvarlayacak, Niang da şovunu yapıp elin adamına golü yazdıracak.


Dakika 75'te 2-0 önde olan takımın taraftarı eveleyip geveleyen defans oyuncuları ve kalecisini yüksek sesle ıslıklarken.


Niang golün resmi asistçisi ve sahibine "Abi bak şimdi, sen ofsayttın, arkadan da bu Gökhan geliyor, attım ben de o tarafa, aferin iyi koştunuz" şeklinde yarattığı golü açıklarken.

Ayağına sağlık Niang başkan.
Devamı ...

2 Ekim 2010

Bu gece için



Hazır yendik, hazır keyfimiz yerinde. Ben rakı masası özledim arkadaş, canınızı acıtmak için bir hatırlatma yapayım dedim Sadri ağabeyle.

Devamı ...

Fenerbahçe 3 - Gençlerbirliği 0
STSL 02/10/2010



STSL yedinci hafta maçında Kadıköyde Gençlerbirliği’ ni ağırlayan Fenerbahçe, karşılaşmayı Niang, Aykut (k.k) ve Andre Santos’ un golleriyle 3-0 kazandı.

PAPAZIN ÇAYIRI: Daum geçen yıl bu zamanlar 'siz hiç sekizde sekiz gördünüz mü?' demeye hazırlanırken, bu yıl haftalar toplama üst üste iki tane üç puan bile ekleyemeden geçiyordu. Geçen hafta Kasımpaşa' yı farklı mağlup ederek moral bulan Fenerbahçe için Gençlerbirliği maçı hiç olmazsa bunu gerçek yapabileceği bir fırsattı.

Gençlerbirliği ise Ankaragücü galibiyetinin ardından bu hafta da bir başka sarı-lacivertliyi yenerek çıkışını sürdürmek arzusundaydı

Fenerbahçe karşılaşmaya baskılı başladı.

6’ da Alex gole çok yaklaştı: Sağ ayağıyla ceza sahası çizgisinin hemen önünden yaptığı sert vuruşta üst direk, büyük ustanın Gençlerbirliği kalesine toplamda atacağı onuncu gole engel oldu.

Gençlerbirliği çok sert oynuyor. Pardon çok faullü.

21’ de beklenen gol geldi: Caner’ in ceza sahası içine yaptığı mükemmel ortaya Kara Yılan’ ın kafa vuruşu insafsızdı, yere çarpıp doksanı bulan topta kaleci Özkan’ ın en ufak bir şansı yoktu: 1-0

26’ da Gençlerbirliği atağında kapılan topu Alex sol kanattan kaleye akan Kara Yılan’ ın önüne bıraktı. O da yaptığı her hareketle Mem. in neden 'almışız Kara Yılanı...' dediğini eşe dosta gösterdi. Çalımlarla Gençlerbirliği ceza sahasına giren Niang’ın vuruşunda top Aykut’ a çarparak ağlara gitti: 2-0.

Kalan sürede iki takım başka gol bulamazken, ilk devre Fenerbahçe’ nin 2-0’ lık üstünlüğüyle tamamlandı.

İkinci yarıya Gençlerbirliği daha etkili başladı.

53. dakikada Tambwe' nin sağ taraftan ceza sahası içine yaptığı ortada Serkan defansın arasından topa dokundu ama vuruşu Volkan’ ın ayaklarından geriye geldi.

67’ de Jedinak Niang' ı düşürerek ikinci sarıdan kırmızı kart gördü ve bir anlamda maçı bitirdi.

88’ de Niang’ın uzun pasıyla başlayan kontratakta kaleci ile karşı karşıya kalan Gökhan Gönül topu geriden gelen Andre Santos' un önüne yuvarladı: 3-0.

Kalan sürede başka gol olmadı ama golün hemen ardından Gökay oyuna girdi.

Fenerbahçe taraftarını sonuç ve oyun olarak umutlandıran bu maçın tek kötü yanı sakatlanarak yerini Andre Santos’ a bırakan Selçuk’ un ilk yarıyı kapatmış olması.

FENERBAHÇE: 3 - GENÇLERBİRLİĞİ: 0

Stat: Şükrü Saracoğlu

Hakemler: Fırat Aydınus, Baki Tuncay Akkın, Serkan Akarca

Fenerbahçe: Volkan, Gökhan Gönül, Lugano, Yobo, Caner, Mehmet Topuz, Emre, Selçuk (56 Andre Santos), Dia (82 Kazım), Alex, Niang (88 Gökay)

Gençlerbirliği: Özkan, Orhan, Aykut, Kulusic, Murat (79 Hurşut), Cem, Jedinak, Oktay (46 Soner), Patiyo, Serkan, Smeltz (71 Alparslan)

Goller: Niang, Aykut (k.k), Andre Santos

Sarı kartlar: Emre, Gökhan Gönül / Orhan

Kırmızı kart: Jedinak
Devamı ...

1 Ekim 2010

Hani Verdiğin Sözler?



Gerçi Kemal'i bırakmasak değil on, yirmi sene daha kulübede gol sevinci yaşayıp topçuların doğum günlerinde antrenmana giderken marketten on ikilik yumurta kolisiyle iki kilo un alırdı ama ya sen Tuncay? Yaş geliyor otuza, bu saatten sonra dönsen ancak tamamlarsın on seneyi. "10 yıl daha" derken bir süreklilik anlamı da var da hadi onu görmezden gelelim. Seneye gel de altı sene oynayıp ona tamamla bari. Bitince otuz beş oluyorsun zaten, sonra emekli olursun.
Devamı ...