31 Ocak 2010

Sivasspor 1 - Fenerbahçe 5
TSL 31/01/2010



Kadrosunda önemli eksiklerle Sivasspor’ a konuk olan Fenerbahçe, ikinci yarıda bulduğu gollerle rakibini 5-1 yendi. Ev sahibi ekip, Semih (2), Uğur Boral (2) ve Gökhan Gönül’ ün gollerine ancak Mehmet Yıldız’ ın ayağından bulduğu tek golle cevap verebildi.

PAPAZIN ÇAYIRI: Son bir kaç sezon futbolun büyüklerine bela olan, hatta ülkemizi şampiyonlar liginde temsil etme hakkı kazanan ama sonrasında Avrupa’ da aradığını bulamayan, kötü giden sezona rağmen hala ‘bir büyük’ devirebileceğini cümle aleme göstermek isteyen Sivasspor ile puan kaybına tahammülü olmayan, dört önemli eksikle Sivas’a gelen Fenerbahçe arasındaki karşılaşma ‘bu gibi maçlarda iyi futbol beklemek haksızlık olur’ mevsimine denk gelmiyor olmalı ki seyredenlere zevk veren bir mücadele oldu.

İki takım oyunun başlarında kontrollü oynamayı tercih ederken ilk tehlike 20’ de Fenerbahçe’ den geldi: Alex’ in sağ kanattan ceza alanına gönderdiği topa hareketlenen Bilica’ nın vuruşunda, kaleci Akın meşin yuvarlağı kontrol etti.

Bu pozisyonun ardından her iki takım da sahanın futbol oynamaya müsait olduğunu farketmişcesine oynamaya başladı: 24’ te Vederson’ un penaltı noktasına çıkardığı topta Mehmet Topuz yan direğe, 26 ‘da önce Nabil Taider Volkan’ a, ardından dönen topu önünde bulan Elrio savunmaya takıldı.

30’ da cezaalanı içinde oluşan karambolde Semih iyi vurdu ama kaleci Akın son anda topu tokatlayarak kornere çeldi. Kullanılan korner atışında Sivasspor defansının hatalı pasını kontrol edip çizgiye inen Selçuk’ un kale alanı içerisine gönderdiği topa Semih vurdu: 0-1

Fenerbahçe yeniden kontrollü oyuna dönerken, 37’ de geçirdiği sakatlık sonrası sessiz sedasız futbolu bıraktığını düşündüğümüz Mehmet Yıldız ‘haftanın golü’ yle skora denge getirdi: 1-1

45’ te Uğur Boral’ın sol kanattan ceza alanına gönderdiği top sonrası oluşan karambolde son olarak top önünde kalan Alex, kaleci Akın’ ı çalımlamaya çalıştı ama kendini yerde buldu. Hakeme göre bunda bir anormallik yoktu. Uzatma dakikalarında Özer’in uzak mesafeden sert şutuna kaleci Akın iyi uzanınca maçın ilk yarısı 1-1 eşitlikle sona erdi.

İkinci yarıda perdeyi 49’ da uzaklardan kaleyi deneyen Elrio açtı ama golü bulan 55’ te Deniz’ in pasıyla defansın arkasına sızan Semih’ le Fenerbahçe oldu: 1-2

58’ de Fenerbahçe üçüncü golü bulabilirdi ama Semih’ in kale çizgisinden içeriye ortaladığı topta Mehmet Topuz altı pastan kaleyi bulamadı. O gol kaçmazdı, cezasını milliyetin internet sayfasına konu olarak ödedi.

63’te Alex’in sol kanattan kullandığı korner atışında Mehmet Topuz bu defa kaleyi buldu ama kafa vuruşu kaleci Akın’ da kaldı.

66 ve 70’ de Fenerbahçe, Uğur Boral’ ın ayağından benzer iki gol birden buldu. Sol kanattan ceza alanına giren Uğur, rakibi Abdurrahman’ı çalımladıktan sonra sağ ayağıyla düzgün vurdu: 1-4

Sivasspor oyun disiplinin uzaklaşmanın bedelini 84’ de Alex’ in pasıyla ceza alanının sağ çarpazında topla buluşan Gökhan Gönül’ ün ayağından bir gol daha yiyerek ödedi: 1-5

Uzatma dakikalarında Gökhan Ünal gol atmak yerine bir başka ‘kral’ a, Güiza’ ya selam gönderince Fenerbahçe formasını altındaki ilk golü atma firsatını kaçırmış oldu. Karşılaşma da Fenerbahçe’ nin 5-1 üstünlüğü ile sona erdi.

Bu mevsimde Sivas’ ta böyle bir oyunun ortaya çıkmasında futbolcular kadar alttan ısıtmalı zeminin etkisi de göz önünde bulundurulmalı. Darısı başta Şükrü Saraçoğlu olmak üzere diğer stadyumların başına.

SİVASSPOR: 1 - FENERBAHÇE: 5

Stat: 4 Eylül

Hakemler: Kuddusi Müftüoğlu, Selçuk Kaya, Alper Ulusoy

Sivasspor: Akın, Abdurrahman, Murat Sözgelmez, Lucian Aubey, Hayrettin Yerlikaya (82 Yasin Çakmak), Keita, İbrahim Dağaşan, Nabil Taider, Musa Aydın (68 Kamanan), Elrio, Mehmet Yıldız (76 İbrahim Şahin)

Fenerbahçe: Volkan Demirel, Gökhan Gönül (89 Önder), Deniz, Bilica, Vederson, Mehmet Topuz (82 Ali Bilgin), Selçuk Şahin, Özer, Uğur Boral, Alex, Semih (76 Gökhan Ünal)

Goller: Mehmet Yıldız(37) / Semih(30, 55), Uğur Boral(66, 70), Gökhan Gönül(84)

Sarı kart: Semih


Devamı ...

Fenerbahçe TV'nin Ayıbı


fb tv

Sivas maçından sonra biraz yağmurda yürüdükten sonra erkek voleybol takımının 17:30'daki İstanbul B.B.maçını seyretmek üzere eve döndüm. 17:28'de FB TV yi açınca maç sonrası röpörtajları hâlâ devam ediyordu herhalde birazdan toparlarlar derken 17:32'de falan takımın otobüsü gittiği için röpörtajları kestiler bir zahmet ve stüdyoya döndüler. Şaşkınlık içerisinde internetten voleybol maçının saatini kontrol ettim 17:30 yazıyordu ve voleybol maçını vereceğini bir haftadır duyuran Fenerbahçe Televizyonu Sivas maçı sonrası yayınına voleybol maçı yokmuş gibi devam ediyordu. Stüdyoda İlker'le bizim parlak yüzlü spikerimiz Yasir, Sivas maçını konuşmaya devam ettiler. Voleybol maçı başladıktan 40 dakika sonra maçta 2.set bitmek üzereyken yayına nihayet girebildiler. Şimdi pat diye 3. setten verirsek canlı canlı ayıp olur diye düşünmüş olmalılar ki maç sanki yeni başlıyormuş gibi birinci setten itibaren vermeye başladılar.

Sivas maçının oynanacağı saat bir hafta önceden belli, voleybol maçının saati bir hafta önceden belli buna rağmen saçma sapan bir maç sonu programı için Voleybol Ligi'nin en önemli maçını vermemek nasıl açıklanabilir? Spor kulübü olmak bu mudur? Fenerbahçe TV geçen yıl Galatasaray-Fenerbahçe maçının aptalca canlı anlatımını verdiği için aynı saatte başlayan Play-off yarı final son maçı olan Arkas-Fenerbahçe maçını da vermemeyi tercih etmişti. Nedir bu voleybolcuların günahı arkadaş? TRT Meclis TV yüzünden voleybol maçını keser, FB TV futbol maçı sonrası aptalca bir geyik için güzelim maçın ırzına geçer, futbolunuz kadar taş düşsün başınıza ne diyeyim.

FB TV zaten Komünist Parti yayın organı gibi çalışıyor; amatör branştaki maçların haber bültenlerinde anons edilmesine bir dikkat etmenizi öneririm. Maçın sonucunu verdikten sonra ilk söyledikleri şey maçı şu şu yöneticilerimiz de izledi. Bize ne maçı kimin izlediğinden sen voleybol maçının setlerinin sonucunu vermeden, maça dair hiç bir şey söylemeden maçı kimin izlediğini dünyanın en önemli olayıymış gibi verirsen Politbüro üyelerinin o gün nerde olduklarını tek tek sıralayan bir protokol haberciliği dışında bir şey yapmıyorsun demektir. Futbol takımı bu kulübün en önemli, en göz önünde branşı olabilir Fenerbahçe bir spor kulübüyse ve Fenerbahçe TV de Fenerbahçe Spor Kulübü'nün bir organıysa bu televizyonun aptalca bir maç sonu programını voleybol takımının en önemli maçına tercih etmesi ayıptır.

Gecikmeli izlediğimiz maç sonunda İBB'yi 3-1 yenip liderliğe yükseldik bu arada. Erkek basketbol takımı dışında bütün branşlarda şu anda lider durumdayız. Erkek voleybol takımında her sene bir yabancının bizi kanser etme durumu da istikrarla devam ediyor. Geçen sene sağı solu belli olmayan Billings'in yerini bu sene Divis aldı. Üç sene önce de Kübalı ete süte bulaşmayan bir orta oyuncumuz vardı Hernadez'di galiba ismi.Divis Belediye maçında da bazen saçma sapan hatalar yapıp bazen de çok ilginç sayılar aldı. Gardner ve Coskoviç bu aralar gayet formdalar. Takımdaki Türk oyuncuların takımı sahiplenmesi çok önemli ve Aslan bu işi yine layıkıyla yapıyor. Geçen sene final serisinde sakatlanmasa şampiyonluğu kaptırmayacaktık inşallah bu sene sakatsız belasız finali yine Belediye ile oynayıp geçen yılın rövanşını alırız. Hem bayan hem erkeklerde voleybolda bir çifte şampiyonluk yaşarsak Fenerbahçe Televizyonu da o gün sizlerin hakkını verir umarım.
Devamı ...

Sen Kovmuyorsun Ben İstifa Ediyorum


istifa 1

istifa 2

Devamı aşağıda

istifa 3

istifa 4

istifa 5

istifa 6

Devamı ...

Yüreğine Sağlık Milliyet


Milliyet

Hürriyet'ten sonra en sevdiğim gazeteyi sorduklarında cevap vermekte çok zorlanıyordum. Vatan, Milliyet şahane gazeteler. Dünkü Arda haberinden sonra artık gönül rahatlığıyla Milliyet diyorum.

Benitez'in elini çabuk tutup Arda Turan'ı transfer etmesini istedi. (Benitez by Arda anymore-Al artık Arda'yı Benitez)
Benitez by Arda anymore - Cümle çözümlemesi yapıyorum. "by" dedikleri aslında buy oluyor "satın almak" anlamında. anymore'u da sanırım redhouse'dan bulmuşlar. İngilizce bilmeyenlere anlatalım "Al artık" cümlesindeki artık İngilizce'de farklı bir kelime. anymore, "Artık bu gazete okunmaz" cümlesindeki artıkla aynı anlamda. Allahtan yemek artığı anlamındaki kelimenin anlamını bulup "Benitez by Arda leftover" yazmamışlar. Yüreğine sağlık Milliyet, seni seviyoruz bunu bil, ama Hürriyet'in yeri hâlâ ayrı. Bunu da antu'da buldum bu arada, her girdiğimde bir şey buluyorum zaten.

Devamı ...

23 Ocak 2010

Fenerbahçe 3 - Denizlispor 1
TSL 22/01/2010



Fenerbahçe Turkcell Süper Lig 2009-2010 sezonu ikinci yarısının açılış maçında Denizlispor’ u son dakikalarda bulduğu gollerle 3-1 yendi.

PAPAZINÇAYIRI: Söze futbolu özlediğimizi itiraf ederek başlayalım. Türkiye Kupası denilen, tek espirisi(!) ‘Ey Genç Fenerli! Sen hiç Türkiye Kupası gördün mü?’ olan organizasyonun ilk ayağı Süper Lig takımları için hazırlık maçı tadında olduğundan futbolu sevenlerin içindeki ‘devre arası’ na merhem olmaktan uzaktı. Üstelik yaraya merhem olur dediğimiz transferler de gecikince futbolu daha bir özlemişiz.

Hava koşulları kötü, trübünler boş, zemin berbat, liste yapmaya kalksak listenin başına yazacağımız iki isim; Alex ‘Gaudi’ de Souza ve Gökhan Gönül yok. Üstelik ‘At uçurmak’ yerine stoperden sağ bek inşa edip, bizi başından beri heyecanlandıran Özer Hurmacı' yı yanından ayırmayan Daum var.

Yine de arzulu başladı Fenerbahçe. Belki de oyuncular sahanın halini görmüş, top oynanabilecek bir kaç dakika içinde golü bulmak istiyorlardı. 5’ te Guiza’ nın pasında suya takıldı top, 12’ de pası atan Alex değil Semih olunca Vederson topa yetişemedi... 17’ de ilk gol pozisyonuna şahit olduk; Vederson' un kullandığı köşe vuruşunda Lugano hem kaleyi, hem de Semih’ in ayaklarını ıskaladı... 35’ te Güiza ofsayttan güzel kurtuldu, hatta kaleciyle karşı karşıya kaldı ama hepsi o kadar. Güiza' nın vuruşunda Özden topu iki hamlede kontrol etti...44’ te Mehmet Topuz' un kullandığı serbest vuruşta Bilica' nın kafa vuruşu Özden’ de kalınca maçın ilk yarısı golsüz sona erdi.

İkinci yarıya da arzulu başladı Fenerbahçe. Çünkü başka saha yoktu. Ne İngiltere pasaportlu çim uzmanları, ne de bi koşu gidip kupa maçını olimpiyatta aradan çıkartmalar işe yaramamıştı. 50’ de Emre’ nin indirdiği topu Semih plaseledi ama top az farkla auta gitti. Daum Rehavet’ i duymuş olmalı ki ‘atı uçurmaya’ karar verdi; 54’ te Vederson oyundan alınırken Özer Hurmacı oyunda...

Bu ara hakem Bünyamin Gezer futbolcularla üç faül bir sarı kart oynuyor.

58’ de Güiza ceza sahası çizgisi üzerinden sert vurdu, Özden’ nin müdahale ettiği top direkten geri geldi...Özden’ in kalesinde büyüdüğü zamanlar: 61’ de Emre, 63’ te de Semih Özden’ i geçemedi. 70’ de Güiza' nın indirdiği topta Semih kaleci ile karşı karşıya kaldı ama topu kale arkasında göze çarpan boşluklara yolladı.

76’ da Daum Uçuran Çiller Bekir’ i oyundan alırken Fenerbahçe' nin üçüncü kralını da sahaya sürdü. Anelka’ dan boşalan 39 numaralı formanın yeni ismi Gökhan Ünal oyunda...

Hemen bir dakika sonra, Gökhan Ünal’ a yapılan faül sonrası topun başına geçen Andre Santos geçilmez sandığımız Özden’ i mağlup edince Fenerbahçe öne geçti: 1-0

82’ de Youla bu işten bunca sene boşuna ekmek yemediğini herkese gösterdi. Topu mükemmel aldı ve mükemmel vurdu: 1-1

86’ da Denizlispor ceza alanı içinde müthiş şeyler oldu: Semih mücadeleden vazgeçmedi, Guiza mükemmel çevirdi, Özer soyadından kurtuldu: 2-1

Sonrası daha güzeldi. Kale arkasındaki trübünlere koşan Özer, taraftarla kucaklaştı. Biz de Sakaryaspor maçının doksan artılarında trübüne koşan koşan Luciano’ yu andık. Sarı kart mı? Bence değerdi. Her ikisi de...

90’ da Deniz güzel ortaladı, Gökhan Ünal iyi vurdu, Özden uzandı ama yetmedi. Guiza önünde kalan topu boş kaleye yolladı: 3-1

Kalan dakikalarda başka gol olmayınca karşılaşma Fenerbahçe’ nin 3-1 üstünlüğü ile sona erdi.

Biliyoruz, iki takımın puan sıralamasındaki yerine bakanlar , son dakikalarda gelen bu galibiyete burun kıvıracak. Ama hava ve saha koşullarının sahaya oynatmamak için çıkan Denizlispor’ un işini kolaylaştırdığını, Fenerbahçeli oyuncuların sanki on beş kişiye karşı mücadele verdiğini unutmayalım.

FENERBAHÇE: 3 - DENİZLİSPOR: 1

Stat: Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu

Hakemler: Bünyamin Gezer, Cem Satman, Gökhan Memişoğlu

Fenerbahçe: Volkan Demirel, Bekir (76 Gökhan Ünal), Lugano, Bilica, Andre Santos, Mehmet Topuz, Cristian, Emre, Vederson (54 Özer Hurmacı), Semih (88 Deniz), Güiza

Denizlispor: Özden, Ahmet Cebe, Bajic, Burak Akyıldız, Çağlar Birinci, Roberts (58 Okan Koç), Braga (80 Youla), Berberovic, Güray, Engin Memişler, Angelov (73 Fatih Yiğen)

Goller: Andre Santos (77), Özer (86), Guiza (90) / 82 Youla (82)

Sarı Kartlar: Lugano, Emre, Andre Santos, Cristian, Özer Hurmacı / Bajic, Ahmet Cebe, Braga, Berberovic, Özden

Devamı ...

22 Ocak 2010

Wikipedia Sapıkları


Wiki

Wikipedia, transfer dönemlerinde Türkiye erişimini kısıtlasa hiç itiraz etmem, hatta tebrik ederim. İngilizce wikipedia'nın Dentinho makalesinin değiştirilme sıklığı ayda yaklaşık beşmiş. En son değişiklik de 26 Aralık'ta yapılmış. Tabii bu değişiklikler genelde oyuncu istatistiklerini güncellemekten, kariyerinde kupa almak gibi yeni bir olay varsa onları eklemekten ibaret. Yaklaşık bir aylık sessizliğin ardından 17 Ocak'ta ilk kez makalede değişiklik yapılıyor ve 17 Ocak'tan 19 Ocak'a kadar 3 günlük sürede 175 değişiklik var. Tabii ki hepsi vandalizm.

Sonunda makaleyi değişikliklere kapatmakta buluyorlar çareyi. Avrupa kupası kuralarından 3 saniye sonra rakip taraftar forumu bulup bildiği 3 satır İngilizce ile "we will fuck you, hahaha, welcome to helll" yazan ruh hastası eğlence anlayışı, internette imece usulünün en iyi işlediği ortak platformu terörize etmekten çekinmiyor. Aynı şakayı, yani oyuncunun transfer olacağı takıma "Çemişgezekspor" yazma esprisini on beş bin kere yapmasına rağmen yine yapıyor ve bunu komik buluyor. Ülkenin başına gelen bütün iyilikleri ve kötülükleri aynı mantıkla açıklamaya alışmış, 100 yıldır aynı tarihi okuyan, desteklediği ve desteklemediği her şeyi şeytana karşı melek fenomeni gibi gören zihniyetin 100 sene boyunca aynı şakayı komik bulmasına şaşırmıyoruz elbet. Türkçe wikipedia'nın hali bu yüzden içler acısı, burayı okuyacak, yazacak, üzerine emek harcayacak insanlardan aklı başında olanların sayısı maalesef olmayanlardan daha az. Bu yüzden emek verenlerin de bir süre sonra enerjisi kalmıyor. İnternetin en verimli kaynağından bu nedenle ana dilimizde fayda alamıyoruz.

Daha önce ben de transfer döneminde adı geçen bir oyuncunun sayfasına yapılan saldırıları düzeltmeye çalışırken heder olmuştum. Dakikada 3-4 değişiklik yapılıyordu ve bir süre sonra pes ediyordunuz. Yapılan hiçbir değişikliğin doğru bilgi içermediğini ve hepsini makaleyi bozmaya yönelik olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Vasat bile olamayan beyinlerin sefil eğlence anlayışları bilgi kanallarımıza bariyer kurmayı çok seviyor. Bununla mücadele edecek olan da biziz. Yoksa global Türk imajına bir de wiki vandalizminin ekleneceği günler yakındır.
Devamı ...

"Ordu Göreve Üçlü Çektir Herkese"


Stat

Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın Euro 2016 için hazırlanan dosyada adının olmaması Fenerbahçe yönetimi başta olmak üzere pek çok Fenerliyi kızdırmış, hali hazırda Türkiye’nin en modern stadının böyle bir organizasyonda olmaması şaşkınlık yaratmıştı.

Dün Balyoz Hareket planında darbe sonrası kişilerin toplanacağı yerler arasında Şükrü Saraçoğlu Stadı’nı görünce içimiz rahatladı. Çok şükür Futbol Federasyonu’nun görmediği değer vermediği stadımız ordumuzun gözünden kaçmamış. Darbe sonrası kabul toplanma merkezi olarak Burhan Felek Atletizm Pisti ve Netaş Misafirhanesiyle beraber bizim stadı uygun görmüşler. Nacizane önerim 1973’de Allende’nin devrilmesiyle tutukladığı insanları Santiago’da stadyumda toplayan Şilili yetkililerle temasa geçilmesi gerektiğidir. Onlar darbe için FIFA kriterlerine uygun stadyum seçme konusunda tecrübeliler. Fenerbahçe yönetimide yönetim tarzı açısından hiç de uzak sayılamayacağı ordu bürokrasisine bizim basketbol maçlarındaki anonsçuyu görevlendirerek bir şıklık yapmış olur. "Sorguya götürülen 12 numaralı liberal Haaaasan Cemaalll" Protokol tribününde yerin alan 1 numaralı paşa Çetin Doğaannn falan diye anons yapar insanları bilgilendirmiş olur. 12 Eylül’den sonra bol sanıklı davaların görülmesi için spor salonlarını kullanan ordumuz şimdi artık açık havada da faaliyet yürütmek istiyor ama yine de yüzmeden basketbola, halterden okçuluğa her türlü şeye evsahipliği yapmış Abdi İpekçi Spor Salonu’nu da darbe sonrası yargılama yapılması için önerilen mekanlar arasına koyalım, basketbol federasyonu darılmasın. Futbol her anlamda sadece futbol değil onun için stad yaparken UEFA kriterlerinin yanında ordunun olumlu görüşünün alınmasını şart koşalım. Darbe sonrası insanların toplanması için bile uygun görülmeyen Olimpiyat Stadını oraya yapan zihniyet de herhalde darbe sonrası Sıkıyönetim Spor mahkemesinde yargılanacaktır.
Devamı ...

21 Ocak 2010

At uçuran Daum istiyoruz



Eskişehir ve Antalya deplasmanlarında kulübede oturmuş en donuk ifadesiyle maçı izleyen Christoph Daum'a bakınca öyle bunaldım ki, şu karda kışta üşenmeyip yenilenme umuduyla buz gibi sulara kendini bırakıveren Ortodokslar'a özendim, gerçi onlar bikinili fotoğraflarının Milliyet internet sitesinin osbirci kontenjanından necip Türk milletine servis edileceğini bilseler bu kadar hevesli olurlar mıydı ondan kuşkuluyum. Onulmaz bir Milliyet internet sitesi okuyucusu olarak sokakta gördüğüm kadınların sağında solunda "seksi fotoğraflarım için tıklayın" yazısı arıyor, yolda çevirip soracaklar diye, yanımda çocukluk fotoğraflarımı, bana benzeyen ünlülerin fotoğraflarını, kaza eseri meme uçlarımın ya da göt çatalımın göründüğü fotoğrafları falan taşıyorum. Milliyet internet sitesinden şikayetçiyim ve editörlerinin seksi fotoğraflarına tıklayıncaya kadar şikayetim baki kalacak.


Ne diyorduk? 2010 model Daum'a bakınca ben, "Tanrım-kim-koydu-beni-buraya" diye içten içe inleyen, yalnızca yönettiği takımdan değil bütünüyle hayattan umudunu kesmiş, Jackson Pollock misali kır evine çekilip tuvale kör badanacı gibi abanarak yeni bir akım yaratmanın eşiğinde olan depresif bir adam görüyorum. Zamanında Beşiktaş'ın başındayken iki savunmacı çıkarıp iki forvet sokarak maç değiştiren, Alman milli takımı için adı geçerken koskoca Uli Hoeness'e külahını ters giydiren, ilk Fenerbahçe döneminde saha kenarında Alman işi bir Yılmaz Vural gibi dört dönen Daum nerede, şimdiki beş-büyük-devirip-hayatın-anlamını-çözmek-üzereyken-telef-olmasına-ramak-kalan-adam nerede? (Bak şimdi bunu yazınca aklıma geldi, eski alışkanlıkları mı falan mı yokluyor lan yoksa? Nuri Alço mu devreye girdi, nedir?) Sanki hiçbir şey umurunda değilmiş gibi. Sanki yaşlandıkça daha muhafazakârlaşmış, hedeflerini ve hırsını bir yana koymuş, garantici bir adama dönüşmüş gibi. Mümkün mertebe onbirini değiştirmeyişinden, oyuncu değişiklikleri konusunda Aragones'i bile aratan eylemsizliğinden, son zamanlarda verdiği beyanatlardan ben bunu çıkarıyor ve endişeleniyorum. Sanki bir son liman belledi hocamız burayı, belki de yarın öbür gün bıyıklarını da keserek onunla ilgili varolan tüm umutlarımızı söndürecek ve ailesine, "Ben Saracoğlu'nun yedek kulübesinde inzivaya çekiliyorum, beni bir daha aramayın," diye mesaj gönderecek. (Mesaj demişken, adını unuttuğum Amerikalı bir yönetmen ağabeyimize soruyorlar: 'Filmlerinizde toplumsal mesajlar var mı?' diye, o da eşek değil ya, cevap veriyor: 'Ben mesaj göndereceğim zaman postaneye giderim.')

Daum ('The Artist Formerly Known as Prince' gibi Daum'a da 'Christoph Daum, Brought to you by Gazi' desek güzel olma mı sevgili Aşağı Erfurtlular?), taze bir beyanat verdi. Diyor ki:

Size bir hikaye anlatayım. Çin imparatoru baş danışmanlarını çağırıp hepsine birer soru soruyor; ‘Sen ne iş yapıyorsun’, ‘İşler nasıl gidiyor’ gibi. Tüm danışmanlar tek tek yanıtlıyor; ‘Ben öğretmenim...’, ‘Ben doktorum...’ vesaire. Hükümdar son kalan danışmana soruyor; ‘Sen ne iş yapıyorsun?’ Danışman yanıt veriyor; ‘Hükümdarım, ben, atınızı 6 ay sonra uçuracağım.’ Hükümdar şaşırıyor, bir yandan da seviniyor. ‘Harika’ diyor, ‘Tüm imkanlar senin için seferber edilecek.’ Hükümdar gidince baş danışmanlar, at uçuracağını iddia eden danışmana yükleniyor, ‘Sen ne diyorsun? Hiç at uçar mı?’ Danışman diyor ki, ‘Siz bu işi bilmiyorsunuz. Hükümdar böyle güzel şeyler duymak ister. Şimdi 6 ay bununla mutlu olacak. 6 ay sonra duruma yeniden bakarız.’"

Şimdi ben Çin imparatorunu falan bilmem de, Daum resmen bizimle dalga geçiyor ey Erfurtlular. Fener'e gelen hoca da, başkan da, topçu da atı uçurmak için gelir. Biz de biliriz atın uçmayacağını, gelen hoca/başkan/topçu da bilir ama, bunu dillendirmemektir Fenerliliğin âlâmet-i farikası. Yoksa biz bilmiyor muyduk Vokri'nin 40 gol atmayacağını ya da Mahmut Hanefi'nin 'yeni Roberto Carlos' olamayacağını. Herr Daum'u bir başka Herr'e bağlayayım ben. Herr Ludwig Wittgenstein'a. Diyor ki Avusturyalı filozof: "Vahşeti ne kadar kalın çizgilerle resmedersen umut o kadar azalır." Ben bunu Herr Daum için günümüz Türkçesi'nin Fenerbahçe lehçesine uyarlamak isterim: "Gaz vereceksin hoca, absürdlük derecesinde iyimser olacaksın. Atı uçuracaksın kısacası."

Velhasıl, hoplayan zıplayan Daum'u, çılgın değişikliklerin Daum'unu, Alman milli takımının başına geçmek isteyen hırslı Daum'u, gerekirse topçusunu aşağılayarak adam eden Daum'u geri istiyorum ben. Biliyorum bu Ayhan Tumani'nin Türkçe öğrenmesinden ya da Selçuk Şahin'in topu ayağından vaktinde çıkarmasından bile daha zor ama ben Fenerliyim arkadaş, atın uçacağına inanarak büyüdüm ben.

Devamı ...

19 Ocak 2010

19 Ocak'tan 19 Ocak'a







Devamı ...

15 Ocak 2010

Müjdemi İsterim: Gökhan Ünal Geldi!



Bu sene Trabzonspor’da 13 lig maçında oynamış, 2 de Ziraat Kupası. Toplam attığı gol: 3. Vallahi büyüksün başkan. Adeta bir devrim çağrısı yapıyoruz, “Dünyanın bütün Guiza’ları Birleşin!” Peter Crouch’u nasıl atladık, nasıl olur da Umut Bulut’u almıyoruz, Eskişehirspor’da oynayan Ümit Karan da neden bizim takımın formasını giymesin? Tüm yeteneksizler, gol vuruşu yapamayanlar, alı veri olmayanlar hep yekün bu sene Fenerbahçe forması altında toplansınlar. Büyük futbol devriminin kızıl şafağı böyle doğacak.

Şimdi kaç zamandır yazmıyorum bloga, bir toparlama yapayım. Yazsam Kazım gönderilsin yazardım, gönderildi, bu konuda mutluyum. Önder ve Roberto Carlos’un gidişleri de kimseyi üzecek şeyler değildir. Tek sorun, yedeklerinin olmaması. Yani yarın öbürgün Allah muhafaza Bilica ile Lugano’ya bir haller olsa yerlerine koyacağımız adam yok. İşte kurumsal, profesyonel bir yönetim anlayışından beklenen budur. Sağolsunlar her futbolcu kulübümüzde “eşsiz benzersiz” olduğu, Allah’ın özene bezene yarattığı, dünyaya nimet bir insan olarak yer yüzünde dolaştığı inancına sahip olabilir. O kadar yedekleri yok ki, o kadar alanlarında “tek”ler ki, Puyol’u filan tanıyan çıkmıyordur. Geçen sene bu güzel duyguyu Selçuk’a yaşattık, bu sene de Lugano, Bilica ve Guiza nimetlerimizden istifade ediyorlar.

Bir başka konu, bizim başkan bu arada biliyorsunuz bir dellendi. Futbol Federasyonuna açıktan cephe aldı. Federasyonu tartışacak değilim, Premier League’in başına geçseler 2-3 sezona kalmadan Yunanistan Ligi seviyesine indirebilirler. Ancak ne diyorduk? Bir başkanın asli görevi Futbol Federasyonu ile kavga etmek değildir, bu kavgaya malzeme olmayacak bir atmosferi yaratmaktır. Senin takımın Kasımpaşa gibi bir takım karşısında perperişan oluyor, forvet sıkıntısından Kazımlı niteleme tamlaması bir ismi sahaya sürüyorsa, hala daha sol kanat bulunmuyor, Emre sakatlandığında orta sahanın göbeği bir patlak otomobil lastiği kadar işlevsel oluyorsa o zaman hiçbir yere saldıracak mecalin de yok demektir. Yani Fenerbahçe inanılmazları başardı, mucizevi bir futbol oynadı da Federasyon mu buna mani oldu? Haksızlıkları biliyoruz. Bizi çıldırtacak kadar absürd işler de olmadı değil. Ancak sahada oynayan takım, farz-ı misal bir Beşiktaş maçında, bizleri öyle mecalsiz bıraktı ki, hakemi tartışmak kimsenin aklına bile gelmedi. Demek ki sorun kadroda. Demek ki sorun, kadronun yapısında. Bunu değiştirmek transfer yapmakla mümkün olacaksa yapılması gereken de transferdir. Ne oldu? Gökhan Ünal geldi. Büyük rahatladık.

Kanatlar, orta saha göbeği bu blogun alemet-i farikası oldu. Antik Roma’da Cato diye bir zat vardır. Adam senatör. Her senato toplantısında, konu ister zirai yöntemler olsun, ister hayvancılık, isterse yeni bağlar, sözünü “Delende est Carthage” diye bitirir. Kartaca yıkılmalıdır. Papazınçayırı’nda da artık böyle bir hava hakim. Futbolla ilgili herhangi bir konu konuşacak olsak, bir ya bismillah kanat diyoruz, orta sahanın göbeği diyoruz. Bu sene sonuna kadar da bunu demeye devam edeceğiz, sonra bir transfer dönemi daha gelecek, o dönemde de başkan gidip bir başka Guiza bulacak, hepimiz şükür rahata ereceğiz veya en sonunda bizim PVH bir estetik ameliyat geçirecek, bulacak bir tane Ramiz Dayı, bu adamların topunun kökünü kurutmak için harekete geçecek. Öyle hassas, öyle sert bir atmosfer hakim ruh atlasımıza.

Ne istiyoruz? Şahsen ben Yıldırım Demirören Mesut Özil’e talip olsun istiyorum, bir de Türk bir defans oyuncusu bulursa mutluluktan alkışlarım. Mümkünse, “ezikler bunu alamaz” filan da desin. Bizim başkanın transfer stratejisi, göt etmek üzerine kurulmuş gibi gözüküyor, adam akıllı iki futbolcu izleriz. Yoksa rica ediyorum, şu orta saha göbeğine bir adam alsınlar bir de Tanjevic gitsin. Bunun futbolla bir alakası yok da, ruh sağlığımızın iyileşmesi bizim de hakkımız değil mi?
Devamı ...

Sağlı sollu ataklar - 1



Gökhan Ünal gelecek diyorlar, 'poor man's Güiza' derlerdi İngiliz basınında, hakkında saç ektirdiği için altı ay topa kafa vurmadığına dair fantastik söylentiler çıkarılan Gökhan'ı tanısalar. Canımıza mı kast ettin başkan (ettiğini biliyoruz da)? Camiaca içinden geçmekte olduğumuz şu hassas periyodda, yeni Zafer Biryollar, yeni Murat Hacıoğlular, yeni Aygün Taşkıranlar yaratmaktan mı ibarettir "büyük" başkan Aziz Yıldırım'ın "büyük" Fenerbahçe vizyonu?

Ayrıca, ulan en güzel gollerini bize mi saklıyor ikinci-üçüncü liglerin güzide "Fener'i-yen-yeni-Pendik-ol" kompakt organizmaları. Uşak ve Şanlıurfa'dan sonra Tokatspor'dan da jeneriklik gol yedik, aldık kabul ettik. Fenerbahçe'nin Türkiye'nin psikolojik topografyasında işgâl ettiği hatırı sayılır kabartıyı özümsemek isteyenlere tartışma konusu: Babam dahil cümle Fenerli olmayan yurttaşa, Fener'in herhangi bir Anadolu takımından gol yediğini ya da mağlup olduğunu görmekten daha büyük zevk veren bir şey var mı iki senedir Dink'in katilinin hükmünü bile veremeyen şu düttürü memlekette?

Milli takımı Güvenç-Yılmaz-Hikmet-Erdoğan-Giray hocalarımız el birliğiyle, dönüşümlü idare etse, her maç da başka hoca görsek kulübede, ara sıra genç kuşaklara da fırsat verilse, önemsiz bir Litvanya maçında Rıza Hoca, formalite icabı oynanan bir Kazakistan maçında Bülent Hoca mesela şans bulsa. Olma mı federasyon? Olma mı dünyanın en renksiz, en sade suya tirit federasyon başkanı pek Sayın Öngören? Turk Telekom'un ortaokulda silgi getirmeyip bir sene boyunca sağdan soldan silgi dilenen sinir bozucu toramanları andıran yöneticilerinin çok fena katakulliye getirdiği Digiturk'ten gelen üçyüzyirmbir milyon doları da ihtiyaç sahiplerine, sözgelimi futbol medyasının paryaları olan bloglara dağıtsanız mesela... Blog başına düşen yüz bin dolarla Aethewulf hepimizi Lille deplasmanına gönderse? Olma mı Başkan? Bak bizim başkandan umudu kestik, elâlemin başkanlarına sardırıyoruz bizim başkan. Gökhan Ünal'a da can-ı gönülden selam eder, kellerinden öperiz. (Kel demişken, memleketlim Suat Kaya saç ektirince nasıl bambaşka bir adam oldu, Frank Lampard gibi Evropa stadyumlarının tozunu atmaya, erkek güzeli Redondo gibi Evropalı orta sahaların belinden su almaya başladı değil mi? Ahmet Keloğlu'nun gerçekten kel olması ise kaderin tuhaf ironilerinden biriydi, karıştırmayalım. Hasan Şaş'ın futbolculuğu bırakır bırakmaz sıfır numerodan vazgeçmiş olmasının çözümlemesini de rufailere, merhum Lacan'a ve polemikçi/blogcu Borges'e bırakıyorum.)

Fener'in eski topçuları ekseriyetle Fener'in arkasından konuşuyorlar. Başkan bir yandan kendi döneminde oynamamış eski topçulara enavi çeşit kıyak yapıyor, adlarını sağa sola veriyor, kulübün gediklerine yerleştiriveriyor onları, hoşumuza gidiyor bu tavırlar (Müjdat Yetkiner'i mesela onursal başkan yapsalar kulübe bir dakika düşünmem, sadece alkışlarım). Bir yandan da kendi döneminde, kendi elleriyle getirdiği topçuları kovmaktan beter ediyor, naklen yayın ihalesinde mola isteyen Türk Telekom yöneticisi gibi boncuk boncuk terletiyor, aklını alıyor sabi sübyanların. Hele de hukuk âleminin Harry Potter'ı Şekip Mosturoğlu'nu (ama gerçek benzemiyor mu?) da arkasına aldıktan sonra, bambaşka bir güce kavuştu yönetimimiz ve başkanımız. Allem ediyoruz kullem ediyoruz, takımımızın en eski, en sembol, en düzgün, en "bizim oğlan" çocuğunu bile küstürüyoruz. Burada ulusalcı-polemikçi-leş köşeyazarı kimliğine bürünüyoruz: Semih Şentürk'ün adını dolar işaretiyle yazan "güldürükçü" forumcular, Başkanbahçeciler, size soruyorum; Semih Şentürk'ü de küstürdükten sonra kime sarılacağız biz, yok ya olursa, çoluğumuza çocuğumuza hangi doğuştan Fenerbahçeli'yi göstereceğiz işaret parmağımızla? Elli yıl sonra yeni bir stadyum yapıldığında Ümraniye sırtlarına, Alex de Souza'nın adını mı vereceğiz? Soru beyhude aslında değil mi, siz ona da "Aziz Yıldırım Stadyumu" dersiniz.

Kötümser miyim? Buyrun o zaman bir doz "alaşağı Özkök" vereyim size. Türkiye'de güzel şeyler de oluyor. Fenerbahçe, adının içinde çok sayıda Kazım barındıran laubali adamdan kurtuluyor. Hazır Özkök gazını almışken başkanım, Gökhan Ünal'a kancayı taktık madem, yanıbaşına da Okan Koç'u iliştirsek olma mı? Siz seversiniz ezeli rakiplerinizde oynamış topçu almayı. Altay'dan Denizli'ye transfer olduğuna bakmayın, çocuk hem Beşiktaş'ta, hem Galatasaray'da oynadı. Üstüne de bir Emre Aşık çaktık mı, bizden kralı olmaz. Rüya gibi geçen 90'lara geri döneriz, Tokatspor golleri attıkça babam zevkten dört köşe olur, "acıların takımı" klişesini hiç sakınmadan dolaşıma sokuverir. Klişeler zaten ihtiyarların can yoldaşı değil midir? Bir de tabii Fenerbahçeliler'in...

Devamı ...

TRT ve Tanjeviç


tanjevic

Tanjeviç ve TRT fena halde birbirlerine benziyorlar. İkisi de yönetim açısından rezalet haldeler, ama asıl benzeşen yönleri daha çok Wolfgang Becker'in Elveda Lenin filmindeki annenin ruh halinde olmaları. Dünyanın değiştiğini, eski anlayışların bittiğini, yeni trendlerin yeni çağda egemen olduğunu ikiside bilmiyorlar. Bazı şeylerin eskisi gibi olmadığını seziyorlar ama geçmişe sarılmak çağa ayak uydurmaktan çok daha zor geliyor. Acı tarafı ise duvarın yıkıldığının farkında olmayanların yıktığı duvarların altında kalanın da biz taraftarlar olması.

TRT geçen hafta yaptığı terbiyesizliği bu haftada da sürdürdü. Yüz tane kanalı olan TRT, Meclis TV yayını uzadığı için maç yayınına giremedi. Yine en ufak bir bilgilendirme ihtiyacı hissetmediler doğal olarak. Mevzuat gereği Meclis yayınını kesemiyorsan ver maçı TRT 2'den, TRT 4'den veya TRT Şeş'ten. Biliyorlar başlarına bir şey gelmeyeceklerini, sıradan bir futbol maçında yapsalar şu rezaleti yer yerinden oynar ama ne de olsa voleybol maçı. Kim konuşacak, iki gün sonra unutulur. Aldığı yayın hakkını kullanmayan bu rezil kurum bir de utanmadan milletin vergileriyle milyonlarca dolar verip futbol yayın ihalesine gireceğim diye uğraşıyor. Kamu televizyonu olduğunu unutup futbol peşinde koşan özel kanallarla yarışan aptalca bir televizyonculuk anlayışı. 5 sene önce yıllardır verdiği Fransa Açık Tenis Turnuvası'nın yayınlamayan TRT'ye Roland Garros'u niye vermediklerini sormuştum. 400.000 dolar civarında bir para istenildiği ve bu parayı karşılamayacaklarını söylemişlerdi. Oysa görüyoruz ki sadece Esra Ceyhan için verilebiliyor o parayı.

Maça geçelim; TRT yayına ikinci setin ortalarında geçebildi ancak, o sırada ikinci set de kopmuştu. "Her canlı elbet bir gün mağlubiyeti tadacaktır" diyerek kendimi mağlubiyete hazırlamıştım ki üçüncü setin sonlarında reanimasyon cihazından çıktı bizim kızlar. Setin sonunda silkinip üçüncü seti alınca takım yine bildik havasına döndü. Her topa el uzatılmaya, servisler iyileşmeye başlayınca da dördünücü set baştan koptu. İkinci setteki sürklase olan takım gitmiş sürklase eden takım gelmişti. Final seti hakikaten çok güzeldi bu sene ilk kez çekişmeli bir maç izleyen taraftarları da fena heyecanlandırdı. Yine geriden gelip 13'de yakaladık Moskova'yı ve Gioli'nin iki hücum hatasıyla (bir tanesi bizim Oksana'nın bize kıyağı da diyebiliriz) maçı aldık. Takımın geriye düştüğü bir maçta pes etmemesi yine çok sevindirici ve bir kez daha gördük ki set sonları başa baş olduğu zaman bu takımın winner bir tarafı var ve kolay kolay kimseye maç vermeyecek. Eda'yı çok arıyoruz, inşallah döner bir an önce sakatlıktan. Dinamo Moskova'yı iki maçta da yenmek muazzam oldu. Darısı İtalyan takımlarının başına.

Voleybol maçı bittikten sonra ikinci periyodun başından itibaren basketbol maçına döndük. Savunmada elini bile kaldırmaktan imtina eden oyuncular yine iş başındaydı. Maçın 6. dakikasında Fenerbahçe'de 10 oyuncu da sahaya ayak basmıştı. Ben böyle hızlı bir rotasyon gördüğümü hatırlamıyorum. Bir Litvanya takımının herhalde en çok istedikleri şey sertlik göstermeden yapılan bir alan savunmasıdır. Tanjeviç de sağolsun bunu denedi. Analarının karnından şutör doğan Litvanyalılar da şutları çatır çatır soktular. Üçüncü periyotta ise Tanjeviç ve oyuncular rakibe yeterince şut idmanı yapma şansını verdiklerini düşünmüş olmalılar ki bu sefer turnike idmanına döndü maç. Adamını geçen turnike attı ya da pick and roll'den devrilen uzun bomboş turnikeye girdi. En son pick and roll savunmayı bu denli beceremeyen takım olarak 2006 Dünya Şampiyonasındaki Yunanistan karşısında ABD'yi görmüştüm. Benim en çok merak ettiğim şey Fenerbahçe takımının idmanlarda ne yaptığı. Bu takım geçen yıl final serisinde Efes'e yenilirken Kaya'dan arka arkaya pick and rolllerle 5-6 tane boş turnike yedi mesela. Antrenmanlarda hiç mi çalışılmaz, devası olmayan bir hastalık mıdır bu pick and roll savunması anlamıyorum. Üçüncü periyotta maç bitmişti aslında, son periyotta savunma canlansa da bir an önce farkı kapatalım tavrı yüzünden seçilen saçma sapan şutlar ve top kayıpları yüzünden Top 16 hayal oldu. Son pozisyon için de bir şey söyleyelim. Zalgiris üç saniye kala mola aldığında son topu Marcus Brown'un kullanmayacağını düşünen birisi var mıydı diye merak ediyordum. Tanjeviçmiş o düşünmeyen. Mutlak son topu kullanacak adamı son saniyede Mrsiç'le tutmak nasıl bir akıl tutulmasıdır arkadaş, hadi oyun içinde olsa anlayacağım da molada kimin kiminle eşleşeceğini bir koç nasıl hesap etmez?

Top 16'da olmayı zaten haketmiyorduk, yani basketbol olarak adalet yerini buldu. Yönetim yarın bir Tanjeviç açıklaması yapar, sonuna kadar arkasındayız diye. Hafta sonu Bornova Belediyesi zaferiyle 2010 hedefimize emin adımlarla ilerleriz. "Şüphesiz ki bir karar verilecekse yönetimimiz en doğrusunu bilir" hadisine biat etmiş taraftarlar rahat uyumaya devam etsinler.
Devamı ...

12 Ocak 2010

Fotomaç! Was ist das?


Fotomac

Biraz önce antu'da yakalamışlar bunu, paylaşmadan edemedim. Fotomaç bir transfer haberi vermiş, daha doğrusu vermek istemiş. Habere göre menajer Ohne Berater, Trabzonspor'lu Gabriç'in temsilcisiymiş. Trabzonspor da transfer listesinde bulunan Jelaviç'i transfer etmek için onun da temsilcisi olan Ohne Berater'le görüşecekmiş. Almanca bilmiyorum fakat google translate'e "Ohne Berater" yazınca "Without consultants" diyor, yani "temsilcisi yok" demekmiş. Antu'daki arkadaş yazmış, "Ohne Berater" transfermarkt.de sitesinde menajeri olmayan ya da bilinmeyen oyuncuların temsilcisi kısmına yazılıyormuş, site almanca olduğu için böyle yazmaları normal. Fotomaç'ın bunu yapması anormal mi? Pek değil galiba. Fotomaç schlägt zurück. Sağolsunlar arkadaşlar fotoğrafını bile çekmişler bu unutulmaz haberin.

Fotomac

Devamı ...

Bu Transfer Dönemini de Boş Geçmezsiniz. Geçer misiniz?


Kazim

Geçen sene Josico - Maldonado efsane orta sahası ömrümüzden yerken Ali Koç açıklama yapmıştı "devre arası transfer yapacağız". Biz orta saha en az 1, kanatlara birer oyuncu, en az 3 as, 2 yedek gibi hesaplar yapıyorken birden "kadromuz yeterli" demeye başlamışlardı bile. Neticede transfer yapmadılar, sezon sonunu zor getirdik. Bu sene yine "kadro daha iyi ve alternatifli fakat yine de 2 bölgeye transfer ve kaliteli yedek" gerekli diyorduk ki "kadro iyi" kısmını duymuş olsalar gerek, futbolcu kovmaya başladılar.

Kazım'ın hiçbir zaman vasatı geçeceğine inanmadım, sahada sadece kendi oyununu düşünen bir oyuncu Fenerbahçe'nin beklediği seviyeyi yakalayamaz. Önder'in ne kadar kötü bir oyuncu olduğunu grafiklerle, videolarla bile anlattık. Roberto Carlos'un da iki sene önce gönderilmesi gerekiyordu. Bu oyuncuların gönderilmesi iyiye işaret. Diğer taraftan istatistik var elimizde, işte ilk yarının sonunda bütün istatistikler. Fenerbahçe 28 resmi maça çıkmış, R. Carlos 19, Önder 13, Kazım 19 kere oynamış. Yani Kazım ve Carlos maçların % 68'inde, Önder % 46'sında oynamış.

Gönderdiğiniz oyuncuların iki tanesi 10 maçın 7 tanesinde oynuyorsa, diğeri yarısında oynuyorsa "transferi düşünüyoruz fakat uygun olursa alacağız" deme hakkınız yok. Dalga mı geçiyorsunuz hocanızla? Madem takım içinde çözüm vardı, neden 10 maçın 7 tanesinde oynadı bu oyuncular? Buna cevabınız "alternatifleri sakattı ve düzeldi" ise o alternatifler yine sakatlanınca ne yapacaksınız?

Rakamlarla Aristo mantığına bile gerek yok. Lugano-Bilica as kadroya kafadan yazılıyor. Yedeği kim bu adamların? İlk yarıda ligde toplam 100 dakika forma giyen Bekir mi? Bekir hiç sakatlanmadı, Önder'e iyi bir alternatifse neden Önder'in 4'te 1'i kadar süre buldu? Ya da Deniz mi alternatif? Bu kadar önemli bir oyuncuysa neden 2 senedir oynadığı maç sayısı bir elin parmakları kadar? Sağ bek alternatifiniz kim?

Transferde ses seda yok. Akıl mantık açıklayamıyor bu durumu. Geçtiğimiz senelerde yaşananlardan sonra "bekleyin biraz" denmesi de kimseye rahat vermiyor. Kadroda yamanması gereken yerler var derken as oyuncular gönderiliyor, yerlerine alınan kimse yok. Daha "forvet sıkıntısı" konusuna bile gelemedik. Lugano'nun cezalı, Bilica'nın sakat olduğu bir maça Bekir-Deniz defansı ile çıkıyoruz. Buradan istediğiniz çıkarımı yapın. Yorumlara gelip "kimi alsınlar" yazacak arkadaşlar da bizi yormasın, muhtemelen yönetimin aradığından fazla oyuncu önermişizdir iki senedir. Bu soruları işini son dakikaya bırakan, ciddi bir planlama yapamayan yönetime sorun.

Kazım ve Önder'in kovulma gerekçeleri daha sinir bozucu. Önder gibi bir oyuncunun Fenerbahçe'de bu kadar senedir forma giyiyor olması bir garip zaten. Oynadığı oyun beğeniliyormuş gibi bugüne kadar tutuldu, şimdi mistik bir sebeple gönderiliyor. Zico zamanında uzunca yazmıştım "bu kadronun sorunu maç seçmesi ya da disiplinsizliği değil, yetersizliğidir" diye. Tutup o yazıdan sonra disiplini ile ünlü Aragones'i getirmişlerdi, başarısızlık sebebi olarak penaltı çeken tercüman gösterilmişti. Aragones geldi yine olmadı. Bu sefer başkan "ben Deivid ve Alex'in kulağını çekeceğim" dedi çare olarak. Televizyonda ayılıp bayılıp gaipten aldıkları kozmik enerji ile insanları tedavi ettiğini söyleyen adamlar gibi her şeyi "disiplinsizlik" ile açıklıyoruz iki senedir. 10 maçın 7'sinde as oynayan adamları gönderip yine disipline sokuyoruz takımı. Çare bu.

Diğer yandan asıl disiplinsizlik içinde yüzenin bizzat yönetim olduğunu görüyoruz. Futbolcuların, teknik adamların çalışma ortamına, özel hayatına müdahil olana kadar kendilerine bir çekin düzen verseler her şey düzelmeye başlayacak. Geçen sene "kendi isteğimizle" Roberto Carlos'un sözleşmesini uzattık. Geçen sene hiçbir şey oynamadı üstelik. Neden? Bu sene gideceğim diye tutturdu, 4 aydır en ufak katkı sağlamadı. Şimdi gitti, "sen sağ ben selamet" prensibiyle ayrıldı sanırım, bonservisinden haber yok. Kim uzattı bu adamla sözleşmeyi, madem uzatıldı ne kadar kâr edildi bu işten? Bundan daha felaket disiplinsizlik mi olur?

Şimdi Allah aşkına bırakın şu "kadro yeterli", "asıl sorun disiplin" geyiklerini de işinizi yapın, takımın takviyeye ihtiyacı var. Üstelik yönetim şovu için yıldız oyuncu almaya uğraşarak vakit kaybetmeye lüksü de yok takımın, imkansız isimlerle kaybedilen her saniye şampiyonluktan bir metre daha geri atıyor.
Devamı ...

11 Ocak 2010

19 Ocak'ta Ne Olmuştu?


hrant dink

Onlar geldiğinde biz yoktuk. 27 Mayıs'ta Ankara'da değildik. Onlar bizim gelmediğimizi görünce, 12 Mart'ta ve 12 Eylül'de de geldiler. Dur diyemedik. 4 Temmuz'da Çorum'da, 19 ve 26 Aralık'ta Maraş'ta yoktuk. Onlar 6-7 Eylül'de İstanbul'da gezerken bizler sessizce bekliyorduk. Hep geldiler, hep kaybettik. 19 Ocak'ta onlara var olduğumuzu da gösterelim. Onlar geldiğinde, Agos'un önü boş kalmasın.

Devamı ...

9 Ocak 2010

Nasrettin Hoca Futbol Fıkrası


Nasrettin Hoca

Bir gün Nasrettin Hoca yaratıcılığını kaybettiğini düşünüyor, kahveye gidip insan gözlemlemek, gözlemlerinden sentez yaratmak, yaratıcı, 2 saniyede laf sokan bir insan olmak istiyor. Oturuyor, bir yandan çay içiyor, diğer yandan kahvede oyun oynayanları gözlemliyor. Nasrettin Hoca'nın o güne kadar futbolla hiç ilgisi yok. Sonra kahvede bir muhabbete tanıklık ediyor. İnsanlar okey oynarken bir yandan futbol konuşanlar var. Oradan müthiş sosyal gözlemler yaptığını düşünen heyecanlı bir genç konuya giriyor ve okey ekibine "yeea 22 adam topun peşinde koşuyor siz de izliyorsunuz" diyor. Bunu sallamıyor ahali, sonra "yeaa hem onlar milyonları kazanıyor derdi sizi geriyor" diyor, Nasrettin Hoca okeyciler sinirlenmeden araya giriyor "Bak bebe git buradan, kafamın tasını attırma saçma sapan konuşup" diyor. Böylece Nasrettin Hoca, bu ebleh argümanı duyarak birden futbola ilgi duymaya başlıyor. Günler böyle geçiyor...

Derken Nasrettin Hoca'nın ülkesi kıta şampiyonasına aday oluyor. Nasrettin Hoca'da Digitürk olmadığı için maçları izlemeye kahveye gidiyor. Hoca'nın futbolu algılama tarzı "ya bu nasıl hoca, bu takım muhakkak 2 forvet oynamalı" düzeyinde, sevdiği futbolcular Messi ve Özer, sevmedikleri Gattuso ve Ankarasporlu Hürriyet, kaptanlığın Türk futbolculara verilmesini savunuyor. Sonra bir gün ülke şampiyona adaylığı için statları açıklıyor. Bunların içinde daha geçen sene Avrupa Kupası finali oynanan stat yok. Federasyon da "çevre düzenlemesi, kapasite" falan diyerek bu konuyu geçiştiriyor. Bunun üzerine tartışma çıkıyor maçın devre arasında. Bir adam federasyonun argümanlarını kullanıyor. Diyor ki "şehrin raylı sisteme sahip olması, güvenlik, otel falan bunlar var". Nasrettin Hoca sinirleniyor, "bunun için sana laf bile sokmam, aynı şehirden başka iki tane stat var, sinirlendirme beni" diyor. "Çevre düzenlemesi, boş alan" diyor, Nasrettin Hoca cevap veriyor "Konya'daki stadı gördün mü sen hiç akılsız? Evleri mi yıkacaksınız çevredeki, Kadıköy'de tren istasyonuna doğru daha fazla alan var". Adam kilitleniyor, "fakat" diyor "Yeni stat çok güzel olacakmış, mis gibi olacakmış, ulaşım, kapasite bu gibi şeyler". Nasrettin Hoca cevabı yapıştırıyor "daha ne zaman biteceği belli olmayan stadda yapılabileceğine inanıyorsun da geçen sene final oynanan stadda oynanabileceğine mi inanmıyorsun pezevenk adam?" Çevredekiler kafa sallıyor, "Hoca, Hoca. Sen kıvama gelmişsin, artık gözlem yapma" diyorlar. Hoca, ıstakayla kendisine cevap yetiştiren adamın kafasını yarıyor, adam bayılıyor. Hoca ne yaptın soruları geliyor. "Testiyi çocuk kırmadan ben kırdım" diyor Hoca da. "O öyle değil karıştırdın" diyorlar, Hoca da sinirli bir tonla "beyler ikinci yarı başlıyor, susun iki dakika, konu dağıldı" diyor.
Devamı ...

8 Ocak 2010

" O Maç" (volume 2)


Basketbol takimi kadro
(Fotoğraf Flying Dutchman'den)

90'lı yılların ikinci yarısında pek çok Fenerbahçeli basketbolseverin unutamadığı bir maç var. 96'daki Efes Pilsen maçını yazdıktan sonra birkaç kişinin de o maçtan bahsetmesi aynı travmayı birlikte yaşadığımız pek çok kişinin olduğunu gösterdi bana. Söz konusu maç o günkü adıyla Avrupa Kulüpler Kupası 3. tur rövanş maçı. İsrail'de 91-78 kaybettiğimiz maçın rövanşında İstanbul'da, 18 Şubat 1997 akşamı Hapoel Jerusalem'i ağırlıyoruz.

Ülke yine kaynıyor. 28 Şubat süreci dediğimiz şeyin kanlı-canlı içindeyiz. Küçücük bir ilçede bile İmam Hatip Lisesi-Anadolu Lisesi arasındaki voleybol maçında "Türkiye laiktir laik kalacak" sloganı atılabilen bir dönem, Refah-Yol Hükümeti tüm hızıyla duvara toslamak üzere, hiç bir zaman apolitik bir lise öğrenicisi sayılmasam da gündemimiz yine irtica yeşilinden sarı-laciverte kaymış o hafta.

Aslında eşleşme öncesi beklenti turu rahatlıkla geçeceğimiz yönünde ama dengesiz bir ilk maç oynayıp 20'lere çıkan farkı önce üçe dörde indirip sonra tekrar açmalarına izin verip zor çevrilebilecek bir skorla İstanbula döndüğümüz için bir tedirginlik hasıl olmaya başlıyor ilk maçtan sonra. Bu maç öncesi ülkedeki irtica tartışmalarına inat bildiğim tüm duaları ettiğimi, hatta bu maç öncesindeki son Cuma namazında "Allahım geçelim şu turu" diye dua edip din işlerini spor işlerine karıştırdığımı da itiraf edeyim. Bir süre sonra maç için ettiğim hiç bir duanın kabul olmadığını farkedip oturup gayet laik maçımı izlemeye başlıyorum. Artık 28 Şubat etkisi midir, Tanrıdan umudu kesme midir bilinmez.

O dönem Salı günleri haftalık olarak yayınlanan Fanatik Basket gazetesinin sayfalarının en alt köşesinde bu maç için bir davetiye var ve sadece onu bilet görevlilerine gösterip maça girmek mümkün oluyor. Böyle bir uygulamayı da o gün bugündür bir daha herhangi bir yerde görmedim. Tabii ben İstanbul'dan kilometrelerce ötede Fanatik Basket'i alıp, bileti kesip bir köşeye koysam da doğal olarak maçı televizyondan izliyorum. TGRT'de Mehmet Baturalp-Cüneyt Şen ikilisi anlatıyor maçı. Batur Abi o aralar Fenerbahçe'nin bütün maçlarını yorumladığından Erdal Koşan yüzünden 20 yaş daha yaşlı gözüküyor. Bayan takımı maçlarını yorumlamaya başladı da Allahtan durumu toparladı, eski dinçliğine kavuştu.

Neyse geçelim maça salon yine ağzına kadar dolmuş, 12.000 kişi perdesiz Abdi İpekçi'de turun geçilebileceğini düşünüyor. Maça yine durgun başlıyoruz, farkı bir türlü açamıyoruz, maç başa baş geçiyor, ilk yarıda İbo'nun yanlış hatırlamıyorsam sayısı bile yok. İlk maç 5 üçlük atmış 20 küsür sayıyla bitirmiş İbo bu maçta sadece 1 tane üçlük atıyor. Pota altında Dallas'la etkili oluyoruz, savunmamız gayet iyi ama hücumda günümüzde değiliz. İlk yarıyı 5-6 sayı önde kapatıyoruz ama bize 14 sayı fark lazım. İkinci yarı sonlara doğru İbo açılıyor, fark çift hanelere çıkıyor, tam İbo açıldı artık maçı getirir derken bitime 2-3 dakika kala 5 faulle oyun dışı...

Son 30 saniye civarında 14 sayı öndeyiz. Top Hapoel'de. Hücumu iyi savunursak -ki o gün muazzam savunma yaptığımız için gayet de umutluyuz- maçı kazanacağız. Avi Gordon kendi sahasından ağır adımlarla bizim alana geçiyor, o sırada Mehmet Baturalp "Erdal bir topu çalsa şahane olur hadi be Erdal" gibi bir dilekte bulunuyor ama o gün zaten 10 sayı atıp career-high yapmış Erdal Koşan'ı aşan bir istek bu. Erdal daha köşede top sektiren ve süreyi kullanmaya çalışan Gordon'a 4 saniye kala gidip faul yapıyor. Taktik faulse niye bu kadar az süre kala, yok bilinçliyse henüz boyalı alana girme teşebbüsünü yapmamış adama niye faul yapılırın düşüncesi içerisindeyim. Murat Özgül de Erdal Koşan da şaşkın şaşkın duruyorlar.

Gordon 12.000 kişinin ıslıkları arasında gayet rahat 2 serbest atışı da sokuyor, kalan 4 saniyede o yıllarda yarı sahadan başlama gibi bir seçenek de olmadığı için doğru düzgün bir şut atma şansımız olmuyor ve 12 sayıyla maçı kazanıp 1 sayıyla eleniyoruz. 69-57.

Salondaki 12.000 kişi ve ekran başındaki binlerce insan gibi kahroluyorum. Bu maçtan sonra herhalde bu kadar çok da üzüldüğüm bir maç olmaz diye düşünürken çok değil 2 yıl sonra Gilmore'in atamadığı serbest atışlarla kaybedilen Tofaş maçıyla hüzün hiyerarşisindeki en tepedeki yerini kaybediyor bu maç. Demokrasiye balans ayarı yapıldığı seneden sarı lacivert bir hüzün hikayesi bize kalan.

Daha önce Son 20 yılın 20 trajedisi yazısında bu maçı 17. sıraya koymuşum. Sanki daha önlerde olmayı hakediyormuş, neyse hepsi aynı renkte trajedi nasıl olsa.
Devamı ...

7 Ocak 2010

Hukuk Görünümlü Eyyam


Cemal

Karar tabii ki sürpriz değil, bekliyorduk bu puan silme cezasının kalkmasını. Normal bir hukuk devletinde herkes bir cezanın kaldırılacağını biliyorsa açıkça hukuka aykırı bir eylem vardır. Oysa söz konusu basketbol federasyonu olduğu için eyyam olacağı beklentisi yüzünden biliyorduk cezanın kaldırılacağını. Olay ortaya çıktığı anda küme düşme dahil her karara katlanacağını söyleyen Galatasaray yönetimi küme düşme cezası verilmemesine rağmen Tahkim'e gitti, taraftar forumlarında "onurumuzla düşeriz" sözleri egemenken bugün" haketmediğimiz bir cezaydı zaten hak yerini buldu" havası var. Galatasaray'a dair alıştığımız bir şizofreni hali... Bir yandan kendini batıya açılan pencere gibi görüp diğer yandan şark oyunlarına başvurmak... İki gün önce göreve getirdiği Genel Menajeri federasyonun isteğiyle görevden alan Galatasaray'a zaten gerekli mesaj verilmişti. Tahkimin puan silmeyi kaldıracağı da bal gibi biliniyordu.

Ne demiş hukuk abidesi kararında Tahkim Kurulu: "5 puanlık ceza hukuki dayanaktan yoksundur". Kardeşim bu suçun cezası zaten senin bizzat yazdığın yönetmeliğe göre ligden düşürme, hukuki dayanaktan nasıl yoksun olur? Şöyle bir mantık işletmişler galiba. İdamı gerektiren bir suç var ama mahkeme bu adama 5 yıl hapis vermiş, adam yüzsüzlük yapıp Yargıtay'a gidiyor, Yargıtay da şöyle bir yorum yapıyor: "5 yıl ceza bu adama verilebilecek bir ceza değil yani hukuki dayanaktan yoksun" ve adamı serbest bırakıyor. Böyle bir mantık olabilir mi?

Galatasaray kulüp olarak evrakta sahtecilik yüzünden küme düşürülmesi gerekirken Federasyonun kararıyla düşürülmüyor. Federasyon diyor ki; bunu yapmadık ama biz de bu hareketin cezası olarak Cemal Nalga 5 maç oynatıldığı için 5 maçta puan sildik. Tahkim 5 puan silmeyi kabul etmiyor ve ortada ceza falan kalmıyor. Yani Galatasaray evrakta sahtecilik yaptığı için herhangi bir ceza almadı. Tam bir danışıklı dövüş. Cezası bitmemiş bir oyunucuyu oynattığı için 5 maçta hükmen mağlubiyet ceza aldı sadece. Şöyle bir örnekleme yapalım: Cezasını kupada tamamladı diye düşündüğü bir oyuncuyu diyelim Bornova Belediyesi yanlışlıkla iki dakika oynatıp sonra bunu fark etseydi ve oyunuyu hemen oyundan alsaydı aynı hükmen mağlubiyeti onlar da alacaktı ya da bir anlık dalgınlıkla izin verilen yabancı oyunucudan fazla bir oyuncu sahada iki dakika yer alsa iki sene önceye kadar bunun cezası hümen mağlubiyetti. (Fenerbahçe bayan voleybol takımı bu iki dakikalık hata yüzünden iki yıl önceki Dicle Üniversitesi maçında haklı olarak hükmen mağlup sayıldı). Peki bu adı üstünde "hata"lara karşı Galatasaray'ın suçu ne? Cezası bitmemiş bir oyuncuya başkasının formasını giydirip, federasyona giden resmi belgeyi bilerek yalan beyanla doldurmak. Yani hata falan değil gayet nitelikli sahtecilik. Peki nasıl olurda hata sonucu verilecek bir yaptırımla nitelikli sahtecilik suçu sonundaki yaptırım aynı olur? Böylece basit bir hata ile organize bir dolandırıcılık arasında hiç bir fark olmadığını anlamış olduk yüce Tahkim sayesinde.

Bu ülke hukuk garabetleri konusunda dünya literatürüne veciz örnekler verdi yakın tarihte. Baklava çalan çocuklara hapis, işkenceci polislere defalarca beraat verildi. Son olarak Cumhurbaşkanlığı seçimindeki 367 kararıyla hukukun nasıl zorlandığını hepimize bir kez daha gösterdiler. Yeterince ceza hukuku konusunda garabet kararlar vermiş olduklarına kanaat etmiş olacaklar ki artık spor hukukuna da el atmışlar. Sorun sadece Galatasaray değil bunu daha önce de bu blogda yazdık; Fenerbahçe de olsa aynı eyyam yapılacaktı, belki yüzde 10 az olurdu, çok olurdu önemli değil.

Türkiye de gerçekten hukuk olsa gerçekten Spor Bakanlığı gözetim ve denetim yetkisini kullansa Turgay Demirel 15 senedir başkan kalabilir miydi? Hakkında ortaya atılmayan iddia, çıkmamış dedikodu kalmayan bir adamın başında olduğu bir organizasyondan hangi kulübe adalet dağıtmasını bekleyeceğiz ki? Türkiye'de pek çok kurum kötü yönetiliyor bunu hepimiz biliyoruz ama Basketbol Federasyonu kadar kötü yönetilen ikinci bir kurum yok. Galatasaraylı aklı selim sahibi taraftar da bu duruma üzülüyordur eminim, koskoca kulübün Basketbol Federasyonunu minnetine muhtaç hale gelmesini utançla karşılıyorlardır.
Devamı ...

6 Ocak 2010

Diktatöre Sorular



Bugünkü rezillik alışık olmadığımız bir rezillik değil bu sene. Kendinden güçlü herhangi bir takıma karşı oyuncular maçın başında teslim oluyorlar. Yavrularını aslan yiyen antiloplar gibi bunu bir doğa olayı olarak kabul edip farkın açılmasına şaşkın şaşkın eşlik ediyorlar. Tekniği taktiği bir yana bırakalım, bu oyuncular kaybetmeyi nasıl bu kadar kolay kabul edebilir hale geldiler? Ömer Onan'ın şu rezilliğe tepki göstermemesi nasıl açıklanabilir ya da iki yıl önce play-off finalinde Telekom deplasmanında giden maçı getiren Kinsey'in kazanma hırsı nereye gitti? Oyuncuların çok ciddi bir karakter erozyonuna uğradıklarını düşünüyorum. Tanjeviç'i sevmediklerini hatta nefret ettiklerini biliyoruz, ama yaptığınız işe giydiğiniz formaya da biraz saygı duyun. Rakip 40 sayı farka rağmen hala baskı yaparken maçın başından sonuna dek bitse de gitsek modunda oynamak nasıl bir umursamazlıktır? Baskıyı görünce unufak dağılıyoruz, takımın mental açıdan bu kadar kırılgan olması inanılır gibi değil.

Giricek'in bittiğini düşünüyorum. O diz sakatlığından sonra bir daha eski haline dönemeyecek, bu akşam bırakın boş şutu pas bile veremedi Siena savunması karşısında. Zaten savunma yapamıyor, ağır bacaklarıyla artık hücumda da hiç bir şey yapamıyor. Kinsey ve Greer de tamamen kendilerine oynuyorlar, takımla yakından uzaktan ilgileri yok.

Bugün Tanjeviç maç içinde ayağa bile kalkmadı, gayet kendinden emin hatta bazen gülümseyerek maçı seyretti. Takımın fark yiyeceğini bilerek maçı seyretmek kendisine iyi geliyor anlaşılan. Takımın şu halini görüp oyuncuların beden dilini birazcık gören bir yönetim birşeyler yapar ama Fenerbahçe yönetimi uyumaya devam ediyor. Ukiç transferi önemli ama takımdaki sorunlar çok daha başka yerlerde. Bu takımın 3 yıldır ihtiyacı 4 numarayken alınmıyor, iki sene önce ön alan savunmasıyla rakibi boğan takımın savunması rezil halde. Rakibin istekli, atmosferin uygun olduğu maçlarda tamamen kevgir gibi savunma yapıyoruz, bu takım geçen yıl Akatlar'da Beşiktaş'tan 110 sayı yedi. İki senedir deplasman derbilerini açık farklarla kaybediyoruz. Oyuncuların karakterindeki erozyon bugünlük mesele değil yani. Parkedeki yanlışlardan asıl önemli olan şeye masa başındaki rezilliklere geçelim zaten yazının meramı da aslında bu.

Fenerbahçe taraftarının bir kısmı başkanı her ne şartta olursa olsun eleştirmeme, diktatöre laf etmeme hastalığına yakalanmış vaziyette, o yüzden başkana bir şey demeden Mahmut Uslu'yu eleştirip tatmin ediyorlar kendilerini. Oysa bu aşamada Mahmut Uslu'yu aşan bir iradeden söz ediyoruz. Başkan bizzat basketbol şubesindeki rezilliklerin sorumlusudur. Bir tane doğru düzgün bir gazeteci bir tane gerçek bir Fenerbahçeli kongre üyesi adam gibi yüksek sesle şu soruları soramıyor.

Tanjeviç'i niye kovamıyorsunuz, federasyonla hangi kirli ilişkilerinizin ifşa edilmesinden korkuyorsunuz?

Basketbol federasyonuyla Fenerbahçe Spor Kulübü arasında ya da Turgay Demirel - Aziz Yıldırım - Mahmut Uslu arasında kamuyounun bilmediği bir taahhüt, bir anlaşma var mı?

Efes Pilsen'e basın toplantısıyla doping olayıyla ilgili sorular sorduktan sonra Tuncay Özilhan'ın cüretkarca haddinizi bilin çıkışına karşı niye sessiz kaldınız?

Galatasaray'ın 4 maçlık cezası 2'ye indirilirken neredeydiniz? Tahkim puan silme cezasını da kaldırdıktan sonra yine susmaya devam edecek misiniz?

Final serisinde rakiple sözleşme imzalayan oyunucuya niye ceza vermediniz? Mirsad'ın sakatlığı neydi? Sene başından beri oynamamasının nedeni sakatlığı mıydı, siz haşmetbablarının keyfi öyle istediği için mi oynamadı?

Ben Mahmut Uslu'yu sorumlu falan kabul etmiyorum. Bu kulüpte Aziz Yıldırım'ın iki dudağı arasından çıkmayan hiç bir şey olmuyor, başkana velayet-i fakihmiş gibi davranan Fenerbahçeli basketbolseverlere de Mahmut Uslu'ya, Tanjeviç' e falan soru sormayı bırakıp bu soruları başkana yöneltmelerini tavsiye edeyim. Diktatörler soruların sadece emir erlerine sorulmasına izin verirler ve gerektiği zaman onları kurban ederler. Fenerbahçe taraftarı artık doğru soruları doğru insana sormaya cesaret edebilmeli. Bu kulüp Aziz Yıldırım'ın çiftliği değil.
Devamı ...

5 Ocak 2010

"Voleybol TRT'de İzlenmez!"


TRT

Sanırım 1997 Avrupa Basketbol Şampiyonasıydı. Bosna Hersek'le oynuyor milli takım, akşam üstü oynanıyor maç. Avni Küpeli'nin rezil anlatımıyla maçı izlerken TRT 18:00 ya 19:00 haber bülteni miydi tam hatırlamıyorum birdenbire maç yayınını kesip haberleri vermeye başladı. 20-25 dakika alakalı alakasız protokol demeçleri, Mikronezya'da çarpışan gemiler falan gibi tuhaf haberlerden sonra tekrar basketbol maçına dönmüşlerdi. Şimdi olsa neler olur acaba bir milli maçı sorgusuz sualsiz hiç bir açıklama yapmadan kesip haberleri verip sonra tekrar maça dönmek ve bu sürede maçın yarısının geçmesini kim nasıl karşılar, o kanal bir daha maç verebilir mi?

Söz konusu TRT'yse hala herşey olabilir. Bugün saat 19:00 a doğru TRT 3'de Meclis TV yayınını görünce bir eyvah dedim ama Güldal Mumcu'nun 7'ye 2 kala Meclis oturumunu kapatmasıyla rahatlamıştım. TRT, voleybol maçını vermesi gerekirken Meclis TV'nin haberlerini vermeye başladı. Seda'nın servisini beklerken Baykal'ın gergin yüzüyle karşılaştım. Hiç bir altyazı ya da açıklama olmadan yayın devam etti ve haberler de bitti, ardından Olimpik Magazin diye bir programa geçtiler.

Bu sırada TRT 2 de bir arkadaş Telekom'un basket maçı öncesi spor haberlerini sunuyordu, ondan bir açıklama gelir diye kulak kesildim ama kendisi birazdan TRT 2'de Telekom-Spartak St. Petersburg maçını izlememizi söyledi sadece, bizim maçın neden yayınlanmadığına dair bir bilgi yine yoktu. Sinirle bir yandan maçı internetten takip edip bir yandan da TRT'ye lanetler yağdırırıken maçın başlangıcından 35 dakika sonra, ikinci set oynanırken yayın geldi. TRT'nin yüzsüz yetkilileri yayının Polonya Televizyonundan kaynaklanan bir nedenle verilemediğini sufle ettirmiş olacaklar ki spiker hemen savunma moduna geçip "bizim hatamız değil ama özür dileriz" diyebildi. 35 dakika boyunca hiç bir açıklama yapmadan altyazı geçmeye bile gerek görmeden alakasız yayın yapan da Polonya Televizyonuydu herhalde TRT'ye göre. Geçen senelerde de yayın hakkı elinde bulunmasına rağmen bazı Eczacı ve Telekom maçlarını canlı vermemeyi hatta bazılarını hiç yayınlamamayı seçti TRT. Bu yüzden CEV'e ceza ödemesi bile gündeme geldi. Bir kanal yayınlamayacağı ya da yayını Meclis TV ile çakışacak bir organizasyonun yayın hakkını neden alır Allah aşkına? Antu'da bir arkadaşın müthiş yaratıcı sitemiyle söylersek "Trt F4 yapacak takımın maçını F5 yaptırarak seyrettiriyor bize".

Maça dönersek son derece rahat bir maç oldu. Biala maçın hiç bir anında kazanacağına inanmadı. Daha doğrusu bizim kızlar o inancı hiç vermediler. Avrupa'daki 4. maçımızı da set vermeden kazandık. 25-19 25-21 ve 25-17'luk skorlarla Polonya deplasmanından da güle oynaya dönüyoruz. Gamova ve Nati yine bildiğimiz gibiydi, bloklarda da fena değildik. Naz hiç oynamadı galiba, Eda'da oynamadı. Takıma tebrikler, TRT'ye sitemler.
Devamı ...

Ukiç Fenerbahçe'de


Ukic

Son bir haftadır gündemde olan Ukiç transferi bugün itibariyle doğrulandı. Nihayet gerçek bir point guarda kavuştuk, darısı dört numaraya. Yalnız Nedim Karakaş’dan, Ukiç transferini açıklarken Iverson transferinin son anda yattığını duyunca buruk bir sevinç oldu Ukiç’in gelmesi. Iverson’ın takıma bir katkı yapacağını falan düşünmüyorum ama kulübün adının dünyadaki tanınırlığı ve salona seyirci çekme konusunda inanılmaz bir sey olurdu. İşin ilginç tarafı koçu Tanjeviç olan ve iki ay önce Solomon’u sorunlu diye gönderen bir kulübün dünyanın en sorunlu oyuncularından bir tanesi olan Iverson’ı almak istemesi. Yani demek ki yönetimin de pek Tanjeviç’i salladığı yok. Bu mevsimde yapılabilecek en iyi transferlerden birisi Ukiç, bunun için hiç yönetim biçimlerini hiç tasvip etmesek de yönetimi tebrik edelim. Eurolaegue için hala pek umudum yok Top 16’dan ilerisini görmemiz mucize; ama Efes’e karşı bir adım öndeyiz şimdi.

Devamı ...

3 Ocak 2010

Lefter de Fenerli mi canım? Hadi ordan!


Semih

Tartışmalardan biraz uzak kaldım, Semih konusunu okudum, onu haksız bulanların yorumlarını okuyamadım, fakat az çok ne dediklerini tahmin edebiliyorum. Aynı tartışmaları geçen haftalar Roberto Carlos'un gidişi üzerine de yaşadık. O tartışma üzerine İbrahim Kutluay'ın Fenerbahçeliliğine toz kondurabilenlerin bugün Semih Şentürk'ü haksız adam ilan etmeleri şaşırtıcı değil.

Mantığın kelimeye döküldüğü cümleleri sıralamak çok anlam ifade etmiyordu sloganlarla tartışma kültürü olanlara. "Kutsal forma bu, bedava giyilir" ile başlayıp "Fenerli nasıl bunu yapar takıma" diye bitirilebiliyordu tartışmalar. Şimdi resimleri koyuyoruz karşılarına, bu boş sloganlar 5 para etmiyor. Derdimi en başta, en temel biçimiyle söyleyip sonra o resimleri koyacağım. Fenerbahçelilik tek taraflı fedakarlık değildir, bir sporcu başarı için, kariyer için ve hepsinden önemlisi iyi para kazanmak için oynar. Fenerbahçeliliği bunlarla bağlanamaz, bunlardan fedakarlık yapması istenerek sorumluluktan kaçılamaz, bunlar yüzünden yönetimle ters düşen sporcuların Fenerbahçeliliğine halel gelmez. Çok iddialı geldiyse buyurun:

Önce Fenerbahçelilik konusu geçtiği zaman "Ben Fenerbahçeliyim" videosu hemen olaya dahil edilen Rıdvan. Gerçi Rıdvan'a da demediğini bırakmayan bir tayfa var, onlar bu fotoğrafı görünce sevinirler, haklı çıktıklarını düşünürler ama her hafta nasıl bir Fenerbahçeli olduğunu yineleyen Rıdvan'ın Fenerbahçe yönetimini kara kara düşündüren pazarlığı işte böyle haber olmuş.

Ridvan

Rıdvan'ın Fenerli olmadığına ikna olanlar için babalarımızdan dinlediğimiz başka bir efsaneye geçelim, Alpaslan Eratlı. Efsane kadrolara yazılan, Fenerbahçe tarihinde ayrı bir sayfası olan Alpaslan da transfer döneminde çatır çatır pazarlığını yapmış, hatta kulübe rest çekmiş.

Alpaslan

Alpaslan da sonradan transfer olmuştu, onu da Fenerli saymıyoruz mu diyen oldu? Hani şu "kutsal forma" konusu geçtiğinde kafası sarılı fotoğrafı akla gelen, o fotoğrafı bayraklara basılan, mücadelenin, takım sevgisinin simgesi olan Basri Dirimlili var. Hatırlamanız için hem o fotoğraf, hem de Basri'nin 15.000 lirayı kifayetsiz bulması ve kulüple yaptığı pazarlık.

Basri

Basri

Basri'nin kafası yarılmış halde oynadığı futbolu, yaptığı para pazarlığı kıymetsiz mi yaptı? Fenerbahçe marşında ismini haykırdığınız Can Bartu var şimdi. Yetmedi mi? Bugün sokağa çıkıp "Fenerbahçe efsanesi kimdir" anketi yapsak % 95 oranla ismi çıkacak Lefter var. 70.000 lirayı az bulan iki futbolcuyla pazarlıklar haftalar sürüyor. Marştan çıkarıp, heykellerini mi yıkacaksınız şimdi?

Lefter ve Can

İbrahim Kutluay önce 7 milyon dolar karşılığında Tofaş'a satılmak istenmişti. Gitmek istemedi. Aziz Yıldırım ve Mahmut Uslu'nun nefretini kazandı. Bir sene sonra kulüpte konuşmaya gittiğinde konuşacak insan bile bulamamıştı. O sene sonunda Efes Pilsen'e gitti ve hâlâ kendisine lanet yağdıran "Fenerbahçeliler" var. Fenerbahçe basketbol takımına zaten o sene yatırım kesildi ve play-off'a katılmaya oynayan bir takım oldu. İbo 2 sene sonra Avrupa'nın en büyük kupasını kaldırdı. Neden gitti diye soranların yaptığı aynen şu "Ankaragücü'nde Messi gibi bir adam varsa takım sevgisi nedeniyle takımında kalmalı". Zaten yukarıda da ismi geçen iki efsaneden Can Bartu İtalya'da, Lefter de İtalya ve Fransa'da oynadılar. Bir süre sonra dönüp Fenerbahçe'de oynayarak futbolu bıraktılar, tıpkı İbrahim Kutluay gibi. Altyapınızdan yetişmiş, Avrupa'da kupa kaldırmış, uluslararası basketbol camiasında bilinen ve sevilen bir oyuncunuz varsa ona basketbolu takımında bırakma fırsatı verir ve emekliliği sonrası görevlendirip kullanırsınız. Oysa İbo bizde nefret objesi yapıldı, yönetim sevgisi fetişine oyuncak edildi.

Semih bir sporcudur. Opsiyonu varsa bile nezaketen kendisine sorulur. Hakkı defalarca yenilen bir sporcu olarak iki kere düşünmeye hakkı vardır. Daha iyi teklifler gelirse aynı parayı Fenerbahçe'den istemeye de hakkı vardır. Bu oyuncular Fenerbahçe'nin malı değildir, onlara kutsal forma edebiyatıyla masa gibi davranamazsınız. Bu oyuncular Fenerbahçedir. Can, Lefter, Basri boş mukaveleye imza atma geyiğiyle popülizm yapmamıştır, hak ettikleri parayı istemiş, hissettiklerinde takımı bırakıp İtalya'da kariyerleri peşinde gitmiş oyunculardır ama Lefter ve Can Fenerbahçedir. Basri hâlâ mücadelenin simgesidir. Kafası patlayıp soyunma odasına giden, geri dönüp 40 sayı atan İbo da simgedir. Semih'in çevirdiği, kurtardığı onlarca maç yönetimin iş bilmeyen iş ahlakı yüzünden bir saniyede silinip atılamaz. Semih de İbo da Lefter kadar Fenerbahçedir, Fenerbahçelidir.
Devamı ...