30 Kasım 2011

Yasa Değişikliği: Şikeye Af mı Nefrete Kamuflaj mı ??



Günlerdir 6222 sayılı yasada yapılan değişiklikle ilgili polemik sürüyor. Bugüne kadar Meclis'ten geçen bir yasayı veto etmemiş Cumhurbaşkanı 6 ay önce geçen bu yasanın daha iyi çıkması gerektiğini değişikliğin içine sinmediğini söylüyor, yasa görüşülüken Meclis'de lehte ya da aleyhte söz almamış Şamil Tayyar gazeteci meslektaşları için göstermediği duyarlılığı bu yasadaki değişiklik için göstererek gözlerimizi yaşartıyor.

6222 sayılı yasada şike suçuna verilen cezaların akıl mantık sınırlarının üzerinde olduğu, dünyadaki örnek uygulamalarla bir alakasının olmadığını herkes kabul etmişken bu yasa değişikliğinden Aziz Yıldırım'ın yararlanma ihtimali yüzünden bu yasaya muhalefet etmek demokratlığın falan değil gözü kara bir nefretin göstergesidir.

Yasa değişikliği şikeyi suç olarak görmekten çıkarmamış, ceza ertelemesi gibi bir kararın verilmeyeceğini hükme bağlamışken, bu cezaların para cezasına dönüştürülmeyeceğini belirtmişken 12 sene gibi abuk bir ceza limitini düşürdü diye "şikeciler aklanıyor kalkın ey ehl-i namus" propagandası yapmak hangi kör vicdanın ürünü insan anlamakta zorluk çekiyor

Cumhurbaşkanı'nın kendisi Meclis açılış konuşmasında uzun tutukluluk sürelerinin cezaya dönüşmesinden şikayet ederken insanların yargılamalarının tutuksuz devam edecek olmasından niye rahatsızlık duyuyor. Aziz Yıldırım ya da herhangi birinin suçu affedilsin, yargılanmasın diyen yok, suçlu bulunursa cezasını çekmesin diyen de yok. Israrla bu değişikliğin sanki şikeyi suç olmaktan çıkaracak bir şey olduğu yönünde neden bir algı yaratılmaya çalışılıyor?

Davaların %54 ünün beraatle sonuçlandığı bir ülkede adı adresi belli, kaçma ihtimalleri bulunmayan insanların haklarında iddianame düzenlenmeden demir parmaklar arasında beklemesinden bunların içinde Fenerbahçe başkanı var diye haz almak en basit insanlık sınavından ikmale kalmak demektir.


Bu Aziz Yıldırım'ın şahsında cisimleşmiş Fenerbahçe nefreti öyle güçlü bir hal ki Ergenekon'da Balyoz'da tutukluluk sürelerinden rahatsız olan, bunun üzerinden ulusalcılık güzellemesi yapan diğer takım taratarları konu bu davaya gelince neredeyse hakkında mahkeme kararı olmadan Aziz Yıldırım ömür boyu hapiste kalsa ses çıkarmayacaklar. Adalet kendi canını yakınca ses verip başkalarının canı yandığında bananecilik oynamak kadar aşağılık bir insanlık durumu yok. Bugün Türkiye'de siyasi görüşleri ne olursa olsun politik olarak yan yana durmadığımız kişilerin hukuki hakları gasp edilirken başımızı diğer yana çevirme lüksümüz yok.

İşin bir de diğer yönü var 6222 sayılı yasa yüzünden tutuklu olanların mağduriyetlerine inanan ama Balyoz ya da Ergenekon ya da KCK davalarındaki hak ihlallerine gözünü yuman, kafasını çeviren, poşu taktığı için terör örgütü üyesi sayılan Galatasaray Ünv öğrenicisinin sesini umursamayan, pankart açtıkları için 500 gün tutuklu kalan Berna'ya "bir şey olmasa polis almazdı " diye tepki koyabilen Fenerbahçeliler de var. Herkesin kendi tribünündeki mağdurun sesini duyup öteki tribünün sesini ıslıklamasıyla bu ülkeye adalet falan gelmez

Dün Ergenekon davasını yazıyor diye küfredilen Baransu'ya bugün Fenerbahçe'yi kötülüyor diye övgüler düzüyor haline gelmişsen senin ideolojini görüşlerin değil nefretin şekillendiriyor demektir. Aziz Yıldırım'ın evinde silah çıktı diye kurgu kaset hazırlayan Emniyet'e tepki gösterip, Kandil'de silahla resim çektirdi diye basına resmi sızdırılan ama o resmin Kandil'de çekilmediği anlaşılan avukatın resmini dağıtan Emniyet'i alkışlarsan kimseye samimiyetini anlatamazsın.

6222 sayılı yasadaki değişikliğe onlarca kişi tutukluyken, milyonlarca insanın sabah akşam konuştuğu, ilgilendiği, tepki gösterdiği bir meseleyken, kişiye özel düzenleme diye karşı çıkanlar bu yasanın kapsamında Aziz Yıldırım olmasa bu yasa hakkında tek kelam etmeyeceklerdi. Kişiye özel düzenleme olmasın derken kişiye özel bir nefretten bunu beslemek de Türkiye'deki iki yüzlü adalet isteğinin bir göstergesi.

Fenerbahçe'den nefret edebilirsin tribünde küfredersin forumlarda ona buna laf edersin ama sırf senin nefret hücrelerin orgazm olsun diye birileri hakkında kesin hüküm yokken demir parmaklıklar arkasında bir gün daha fazla kalsın diye isyan edersen, bunun için kampanyalar düzenlersen taraftarlık hayatın bir rengi değil insanlıktan çıkışın bir nişanesi demektir artık.

Allahtan Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye idamı kaldırıp işkenceye sıfır tolerans falan göstermeyi 10 sene önce yapmışız şu ara olsa "Kopenhag Kriterleri bahane, Aziz Yıldırım için kalktı idam cezası" diyebilecek kadar gözü dönmüş gerizekalı var memlekette. Son olarak Oğuz Tongsir'in Aziz Yıldırım'la Metris'deki görüşmesinden aktardığı ve yasanın çıkıp çıkmamasının Aziz Yıldırım'ın umrunda olmadığı beyanını da belirtelim. Aziz Yıldırım kendi özgürlük isteğini dışarıdakilerin nefreti kadar yoğun yaşayamıyor demek ki Dünyaya meteor çarpsa bunlar Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe yüzünden diyecek adamların ağzına adalet kelimesini almaları kadar da absürt bir durum olamaz herhalde.
Devamı ...

29 Kasım 2011

Piyonlar Belli Şah Kim ?


Ali Koç'un bugünki basın toplantısından sonra çarşı yine karıştı. Birbirleriyle Ağustos ayında çok iyi geçinen yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen TFF ve UEFA şimdi birbirlerini yalanlamaya başladılar. Bu soruşturmanın salt hukuki nedenlerle açıldığını, futbolu temizlemek gibi yüce bir amaca hizmet ettiğini hala düşünen gerizekalılar vardır zaten ülkemizde bolca var onlardan, ama geldiğimiz nokta artık bu soruşturmanın piyonlarının kellesini almakla değil bu piyonları sahaya sürenlere, topyekün savaş ilan edenlere sesini yükseltmekle olur.

3 Temmuz'dan bu yana Fenerbahçe'ye reva görülen muamele Fenerbahçe'nin popüler bir figür olmasıyla, nefret öznesi haline getirilmesiyle falan açıklanamaz. Medya, yargı, emniyet, federasyon ağlarıyla önceden dizayn edilmiş kusursuz bir tenkil harekatı çizilmiştir. Aziz Yıldırım'ın evinden silah çıkmış intibası veren kaseti bu ülkenin Emniyeti hazırlamış, eşgal fotografını bu ülkenin emniyeti sızdırmış, soruşturmanın 2. günü 19 maçta şike tespit ettik diye kesin hükmü yine Emniyet vermiş, bu ülkenin medyası 3 Temmuz Pazar öğleden sonra Fenerbahçe'yi küme düşürmüş, kamuoyu algısı yaratmak için o güne kadar adını duymadığımız adamlar her Allah'ın günü televizyona çıkmış, bugün hepsi fos çıkan para alıp vermeler, siyah çantalar, Mini Cooper'lar inkar edilemez delil diye önümüze konulmuş, Federasyon eliyle de kurmaca bir "Uefa istedi valla"operasyonuyla şimdilik son nokta olan Şampiyonlar Ligi hakkı Fenerbahçe'nin elinden alınmış.

Gelip bütün bu sürec sonunda ; -medya eliyle linci, emniyet eliyle manipülasyonu, yargı eliyle hukuksuzlukları -sonunda işi getirip iki tane maşanın istifasıyla tatmin olacaksak bunun adı Pirus zaferi olur. Lütfi Arıboğan ve İlhan Helvacı herhalde kafa kafaya verip "abi biz şu Fener'in yerine Trabzon'u gönderelim" demediler. Birilerinden icazet alarak kuvvetle muhtemel siyasi iradeninde onayıyla böyle bir operasyonu yaptılar. Ali Koç dahil Fenerbahçe yönetimi bu adamların herşeyden bağımsız bu işi kendi işgüzarlığıyla yaptıklarına inanacak kadar saf mı ?
Gerçekten M.Ali Aydınlar'ın Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nden men edilmesi sonrası Trabzon'un Şampiyonlar Ligi'ne alındığını öğrendiğinde "haberimiz yoktu bizim için de sürpriz oldu" demecine inanıyorlar mı ?

Basın toplantısında bu adamların iplerinin kimin elinde olduğunu, Lütfi Arıboğan'ın bulunmaz hint kumaşıymış gibi o federasyon yönetiminden bu federasyon yönetimine nasıl her devrin adamı şeklinde neden ve kimler tarafından alındığını sorgulamak gerekmez miydi ?

Ayrıca şunu anlamıyorum Fenerbahçe kendisini UEFA'ya karşı bırakın savunmayı ihbar eden, ispiyonlayan, hakkında nihai hüküm olmadan karar veren bir federasyonun tertip ettiği bir ligde neden hala oynamaktadır? Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nden men eden irade Fenerbahçe'nin yarıştığı bir ligi nasıl adil yönetebilir?

Fenerbahçe aleyhine lobi yapmış bir Federasyon iddianame sonrası nasıl Fenerbahçe hakkında adil bir karar verebilir? Sorun Federasyon'un istifasıyla Ahmet'in gidip Mehmet'in gelmesiyle falan değişmeyecek. Mesele Federasyon'un üstündeki ellerin değişmeyecek olması. Federasyonun bir üyesinin iki üyesinin değil Federasyon'un bir kavram olarak futbol üstündeki siyasi vesayet rejiminin bir aracı haline getirilmesi.

Fenerbahçe'nin bütün bu olanlara rağmen bu işlerin siyasi sorumlularına hiç bulaşmamasını, olayı "Galatasaraylılar bizi ihbar etti noktasına getirip bunla yetinmelerini ve bu işin siyasi vebalini alanlarla hala iyi geçinmeye çalışmasını ben bir Fenerbahçeli olarak içime sindiremiyorum.
Ben Fenerbahçe yönetiminin Şampiyonlar Ligi hakkı elinden alınıp Trabzon'un Şampiyonlar Ligi'ne gönderileceğinin açıklanmasından 10 saat sonra Sadri Şener'in yurtdışına çıkış yasağının kaldırıldığı bir ülkede ortalığı ayağa kaldırmayıp yargıya güveniyoruz geyiğine girmesini de içime sindiremiyorum. Fenerbahçe geldiği noktada Galatasaray'a Beşiktaş'a meydan okuyarak hayatta kalamaz, Fenerbahçe bütün bu 3 Temmuz sonrası memleketin bütün kurumlarının koalisyonuyla neden lince uğradığını, Devlet Televizyonu'nun Serhat Ulueren'in bilirkişiliğine başvurup kendisini neden suçlayan yayınlar yaptığını aynı programda "diğer takımlar hakkında da iddialar ve dosyalarımız var ama programımız yetmedi ne yapalım artık haftaya da onları konuşuruz" tadındaki sözlerinin hesabını bu işin piyonlarına değil siyasi sorumlularına sormadıkça başı yerden kalkmaz.

Yöneticilerin hükümet bağlantılı ekonomik bağlantılarını, siyasi güçle ters düşmeme özenini anlamaya çalışıyorum, dolayısıyla Türkiye gibi ekonominin siyasete bağımlı olduğu bir ülkede kimsenin kendini riske etmek istememesi anlaşılabilir ama göz göre göre savaş ilan edilen bir kulübün de artık piyonlarla değil şahlarla uğraşması lazım. Fenerbahçe yönetimi bunun kararını versin piyonların kellesini alarak gece rahat uyuyabileceklerse bir sözüm yok eğer şahlara da seslerini yükseltebilecek güçleri varsa o sesi sahipsiz bırakmayacak milyonlarca Fenerbahçeli var. bunu bilsinler.


Devamı ...

27 Kasım 2011

Oyuncular Değişir Filmin Sonu Asla 96-82



Sezon başındaki Cumhurbaşkanlığı Kupası mağlubiyetini iki şeye bağlamıştım, birincisi Galatasaray'ın maçı bizden daha çok istemesi, ikincisi Işıl'ın cezası nedeniyle Prince'in ilk beş başlaması. O gün Fenerbahçe berabet ve isteksiz bir oyun oynamasına yerli oyunculardan neredeyse hiç verim alamamasına rağmen maçı kazanacak noktaya getirmiş ve Bahar Çağlar'ın maç sonundaki ekstra şutuyla maçı kaybetmişti.

Bugün o maçı kaybetmemize yol açan iki etkende ortada yoktu, Fenerbahçeli oyuncular maçı kazanmayı rakipten daha fazla istediler ve Fenerbahçe maçlarını etkisiz eleman statüsünde oynayan Işıl da çok şükür ki cezalı değil sahadaydı

Galatasaray geçen sene de bir içerde bir dışarda skorer buluyor ama üçüncü bir oyuncuyu maça dahil edemediği için Fenerbahçe'nin daha homojen dağılan skor opsiyonlarına çare bulamıyordu. Geçen yıl Fowles ve Augustus'un yanına tüm seri boyunca üçüncü bir skorer çıkaramadılar bugün de yine Taurasi ve Tina'nın yanına üçüncü bir skor opsiyonu çıkaramadılar.
İlk periyoda çok iyi başlayıp hücumda Matoviç ve Nevriye üzerinden sayılarla öne geçsek de Taurasi ve Bahar'la Galatasaray maça tutunmayı başardı. Birsel'in hücumu iyi organize ettiği bölümde Galatasaray'ın sert ve bol temaslı savunması karşısında içerden oynamaktan taviz vermememiz bizim açımıza olumlu puandı. Özellikle Tina'nın yorulduğu ve üç faullü olduğu bölümlerde hücum ribauntlarında bir hayli etkili olduk ancak Galatasaray'ın hızlı geldiği bölümlerde adamları bulmakta zorlandığımız için kolay şutlar sonucu maç sürekli başa baş geçti. Devreyi 40-38 önde bitirirken 3 faullü Tina'dan 16 sayı yemiştik.

İkinci yarıya çok iyi başlayıp arka arkaya üçlüklerle gömülü savunmayı cezalandırdık. Tina'ya ilk bölüme göre daha iyi savunduk ve Galatasaray bütün topları Taurasi üzerinden oynamaya başladı. Maç Fenerbahçe ile Taurasi arasında bir maça dönüştü ki aslında bu bizim istediğimiz bir şeydi. Biz arka arkaya Penny'den Birsel'den Matoviç'ten üçlükler bulup hücum ritmini yakalarken Galatasaray Taurasi'yle bunlara cevap verse de hücumda diğer oyuncuların hiç sorumluluk almaması bizim işimizi kolaylaştırdı.
Son periyot yine Galatasaray'ın savunmada adam kovalamayı unuttuğu anlarda Nevriye ve Matoviç'in dışarıdan içeriye indirdiği toplarla çok kolay sayılar bulduk Angel ve Penny'le ve fark 20 yi buldu. Son beş dakika maç bitti havasına girip savunmayı başlayınca fark 2 dakikada 9 a kadar indi ancak Penny'nin üçlüğüyle 5 dakika önce biten maçı tekrar bitirdik. 96-82

Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yıllardır farkı yaratan istatistik bu maçta da değişmedi. Fenerbahçe yerli oyunculardan çok ciddi katkı alırken Galatasaray Bahar Işıl ve devşirme Melisa Can'dan toplam 11 sayı bulmuş. Bizse Nevriye-Esmeral- Birsel'den 38 sayı bulduk. Taurasi her ne kadar yüzdeli bir şekilde 33 sayı bulsa da hücumda tamamen tek opsiyon haline gelmesi diğer oyuncuların etkisizleşmesini de beraberinde getiriyor. Galatasaray'ın maç boyunca potaya attığı 69 topun 21' ini Taurasi tek başına kullanmış ki bu epey yüksek bir oran. Ayrıca Taurasi gibi bir oyuncunun takımı bu kadar ribaunt sıkıntısı yaşarken maçı 0 ribauntla bitirmesi de ilginç.Maçın en önemli kilit noktalarından biri olan ribaunt konusunda Fenerbahçe'nin Galatasaray' ı sürklase ettiğini görüyoruz. 45-24 le ikiye katlamışız Galatasaray'ı. Nevriye'nin Tina'dan daha fazla ribaunt aldığını da belirtelim.

Objektif Galatasaraylı basketbolsever bloggerlar geçen sene Fenerbahçe'nin faul çizgisinden bulduğu sayılara kafayı takmıştı, bu sene de devam etsinler Galatasaray 10 kez çizgiye gelmiş biz 18 kez gitmişiz kesin hakemleri almışız yine. Özellikle ilk yarı takım dayak yerken çalınmayan faulleri, hele hele Taurasi'ye çalınmayan sportmenlik dışı faulü falan görmez tabii onlar.

Oyuncular değişse de filmin sonu değişmiyor. Caferağa'dan bir kez daha boynu bükük ayrılıyorlar. Şimdi "Işıl'ın performanısını tartışmamız lazım artık yaa" tadında yorumlarıyla kendilerini baş başa bırakıyoruz.
Devamı ...

18 Kasım 2011

Rıza Efendi 2 (parça) insanlık, 1 (az) vicdan!



Oynakbeyi hızını kesmedi. Bu kez Papazın Çayırı'nda şikenin aslında ne olduğunu yazdı:


Başlık size birçok şeyi çağrıştıracaktır. Öyle olmalı zaten. Ama ilave kelimelerle daha da değiştirilmiş bu başlığın sebebi; romantik taraftarın isyankar taraftara evrilmesinden başka bir şey değildir.

Hiçbir zaman kulüp forması taşımamış, fanatizmin yanına uğramamış ve her fırsatta FUTBOL TARAFTARI olduğunu dile getirip, birçoklarınca "yavşaklık" veya "kaypaklık"la yargılanmış bir insan olarak, memlekette çivisi çıkan birçok şeye (ki buna futbol uzun zaman önce dahil olmuştu ama, o çivi bu kadar KANIRTILMAMIŞTI) üstün bir hızla adapte olan taraftarların eyyamcı kitlelere dönüşmesi birçok asılsın iddiadan daha çok üzdü beni ve benim gibi düşünenleri...

Tam bu üzüntünün üstesinden gelmenin yollarını farklı mecralarda ararken, Rıza Çalımbay'ın NTV Spor'da konuk olduğu 90+ programı seyrediyordum, sıradan bir taraftar olarak. Gerek futbolculuğunda, gerek başka takımlardaki teknik direktörlük yıllarında, gerekse Sivas yıllarında, o alıştığımız "efendi" kimlikli, "duruşu" olan ve ne olursa olsun, taraflı tarafsız herkesin, sevip saydığı, eski tabirle önünde ceket iliklenecek dürüstlükteki futbol adamlarındandır! Bunun en güzel ispatlarından birisi de, Sivas'taki maç öncesinde, sadece meslektaşı Aykut Kocaman'ın değil, bütün Yedek Kulübesi'nin tek tek elini sıkıp onların hatrını sorması bile, geçen seneden beri herkesin 'çirkin ima'larda bulunduğu takıma karşı girişilen en samimi tavırların başında geliyordu.

Programda da, gerek Fenerbahçe ile birkaç gün önce yapılmış maça, gerekse daha önceki maçlara dair konuşuldu tahmin edeceğiniz üzere. Akabinde, 2010-2011 sezonunun 34. hafta mücadelesine, yani Sivasspor-Fenerbahçe mücadelesine dair sorular soruldu. Hani Savcı'nın "maçın sonucunu, maç daha oynanmadan biliyorduk biz," dedikleri; 7-70'e memleketin futbol konusunda her fırsatta ahkam kesen, kahvecisi, işportacısı, bakkalı, manavı, gazetecisi, eski futbolcusu, milletvekili, spor yazarı, eski hakemi, tapecisi, polis muhabiri, blog yazarı, tribün liderine kadar herkesin "evet yahu o maç bile tezgâhlanmış," cümlesiyle nakatara eşlik ettikleri 4-3'lük maça dair sorulardı bunlar.

Rıza Çalımbay, bütün sükûnetiyle şöyle cevapladı soruları:

Yazıdan gerekli bölümü alıntılamak gerekirse;


"O maçın bizim için ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bizler için onur ve kişilik maçıydı. Öyle maçları çok oynadım. Fenerbahçe maçına tam kadro çıkalım diye bir önceki maç bazı oyuncularımızı oynatmadık. Sahaya her şeyimizi vererek hazırlandık. Yerimiz garantiydi ve lig bitti diye kimseye izin de vermedim ülkesine gitmesi için. Ben hedefi olan bir insanım, o maçı kazanmak için her şeyimizi ortaya koyduk. 5 dakika daha olsaydı biz kesinlikle golü atardık, o maçı çevirirdik," (vurgu bana ait).


"Sadece o maç değil, tüm maçları kazanmak istiyoruz. Bizi bilen biliyor, bizim işimiz sahada, her şeyimizi alnımızın teriyle kazanıyoruz. Vicdanen rahatız..." diye konuştu.

Alıntıda vurgu yaptığım cümleyi canlı canlı duyduğum anda, büyük bir şaşkınlık yaşadım. O dürüstlük abidesi Rıza Çalımbay gözümüzün içine baka baka bizleri kandırıyordu hâlâ. "5 dakika daha olsaydı biz kesinlikle gol atıp maçı çevirirdik," diyor. Yani, koskoca bu memleketin savcısının "sonucunu günler öncesinden biliyorduk" dediği maçın sonucunu değiştirebileceğini iddia ediyordu. Haydi savcıyı umursamıyordu Rıza Çalımbay, kahvecisi, işportacısı, blog yazarı, kulüp yöneticisi, eski futbolcu, eski hakem ve diğerlerini de mi umursamıyordu Rıza Çalımbay? Bu memleket, göz göre göre yalan söyleyenleri anlamaz mı sanıyor, diye isyan ettim. Sonra bütün sakinliğimle 3 Temmuz'dan öncesini, 3 Temmuz'dan sonrasını düşünerek "Türk futbolumusun üzerindeki kara bulutlar" olarak adlandırılan, "ŞİKE" kavramının tam olarak ne olduğunu düşünmeye başladım!

Şike, her sene ezeli rakiplerin taraftarları arasında veya genel olarak iki ayrı takımın taraftarı, fikstürdeki herhangi bir galibiyeti değerlendirmek için kullandıkları kavramlardan biridir. "Hadi oğlum, o maçı devre arasında satın aldınız, tarihinizde 3-0'dan 4-3 aldığınız maç mı var, sizin?" cümlesidir en sağlam argüman. Ancak iz bırakmayan temaslardandır bunlar. Para-Şike-İşte xx İşte! nidalarıyla tribünlerde on binlerin yılda bir veya iki kere dillendirdikleri, ama o maçın sonunda unutulan bir tezahürat modelidir belki de. Ancak bunlar Q7 / BY17 / R9 / A10 gibi futbolcuları marka olarak adlandırmadığımız, Şeytan, Ordinaryüs, Kral, Mehmetçik, Sarı Fırtına, Atom Karınca, Karınca Ezmez, Baba, Takoz, Şifo gibi lakaplarla andığımız yılların, yani endüstriyel futbolun (hani herkesin muhalif olduğu futbol türü) dişlileri arasına sıkışmadığımız günlerin yorumlarıdır bunlar. Haliyle şike değil, şakadan ibarettir literatürümüzde...

Oysa evvelâ Rıza Çalımbay'ın konuşmasından hareketle biraz geriye gittiğimizde, 2010-2011 sezonunun şampiyonunu belirlemeden önce, bir takımın taraftarının Rıza Çalımbay'a "Rıza Hoca, 2
Ekmek 1 Süt'ü unutma" demesidir şike!

Rıza Çalımbay'ın "o pankart açıldığında, akılları neredeydi, şimdi sapla samanı karıştırmasınlar," cümlesiyle özetlediği cevabından sonra utanmamaktır Şike! Sivasspor-Fenerbahçe maçı, 4-3 bittikten sonra, Sivasspor futbolcularına ve Rıza Çalımbay'a "satılmış" demektir Şike!

Aynı Rıza Çalımbay ve aynı Sivasspor, 27 maç sonra Fenerbahçe'yi Sivas'ta yendikten sonra, "bravo Rıza Hoca'ya seriyi durdurdu çok etkili bir futbolla, mağlubiyetle tanıştırdı, motivasyonu kırdı," demektir Şike!

Bir gün Sivasspor'u destekleyip ertesi gün sövmek, tam sövmeye hazırlanırken yeniden övmektir Şike!

Şike, eski forvet oyuncun, millî futbolcun Rusya'dan memleketine avdet eylediğinde, takımda sana yer yok deyip, başka takıma transfer olduktan sonra, o takımın Fenerbahçe ile maçı öncesi idmana gidip o futbolcuya "çelenk vermek"tir Şike! "Fener'e gol at, hemşehrilerini sevindir. Memleketini ne kadar sevdiğini göster," deyip, primsiz teşvik primi uygulamak ve bunca zaman takımına yaptığı katkıları hiçe saymaktır Şike!

Mağlup olan takımın teknik direktörü, "5 dakikamız daha olsaydı o maçı çevirirdik," dediği maç için, savcının, "skoru günler öncesinden biliyorduk," demesidir Şike!

Herhangi bir kulüp yöneticisinin, gününe göre Fenerbahçe'yi veya TFF'yi överken veya ikisinden birini eleştirirken, birtakım çıkar hesapları yaparak konuşmasıdır Şike.

Kurduğu cümlenin nereye varacağını hesaplayamayıp, etkisini gördükten sonra "vay efendim yanlış anlaşıldım," demektir Şike.

Şike var diye, bas bas bağırıp ama şike yapanları düşürürseniz, lig değer kaybeder endişesiyle verdiğin kararın arkasında duramamaktır Şike.

İki yüzlülüktür Şike!

Yöneticilere ayrı, medyaya ayrı, siyasî liderlere ayrı konuşmaktır Şike!
Yaptığın basın toplantısında birbiri ardına kurduğun üç cümlenin de birbiriyle çelişmesidir Şike!

Taraftarı istediği için kazandığı Türkiye Kupası'nı federasyona iade edip. Kulübün kasası istediği için, yabancı futbolcularının kariyerine gerekli olduğu için Avrupa Kupaları'na sessiz sedasız gitmektir Şike!

Her millî maçta "kahraman" olarak nitelediği, kimi zaman "şehit"lerle bir tuttuğu, her şeyin üzerinde tuttuğu bayrağın formasını giyen futbolcuya, aynı millî formanın altında bile ana avrat sövüp, şikeci diye tempo tutmaktır Şike! Yani kendisi iki haftada bir profil fotoğrafını bayraklarla donatırken, o bayrağı temsil eden formayla devletin yetkili mercîlerince madalyayla ödüllendirilmiş oyuncularına sövmektir Şike!

Milli Takım'daki 'tarafsız' görevine halel getirecek ölçüde, bir futbolcuya ona güvenimiz sonsuz diye kayırıp, bir başka futbolcu veya futbolcular için ayıp ettiler demektir Şike!
Göz göre göre yaşanan hukuk dışı muameleyi görmezden gelip, bir tane âkil hukuk adamına seyri sormamaktır Şike!

Her fırsatta 'Endüstriyel Futbol'a karşı olduğunu beyan edip, kapitalist anlayışın bütün vahşi kurallarını uygulayarak, galibiyet yolunda ne olursa caizdir zihniyetiyle, birtakım pisliklere eyvallah demektir Şike! Yanlı ve yanlış bilgileri jurnallemektir Şike!

İstanbul'da başka, televizyon programında başka, Trabzon'da başka konuşmaktır Şike!
Daha sonuçlanmamış değil, iddianamesi bile belli olmayan bir davada herkesi suçlu ilan etmektir Şike! Aynı davada, herkes masumdur diye bağırmaktır aynı zamanda Şike!

Birtakım siyasî veya benzeri çıkarları uğruna, insanların isimlerine leke sürmektir Şike!

Yeni sezonun başında, emektar futbolcuna jübile yapma şansı bile tanımayıp "kendine kulüp bul" dedikten sonra, milyon dolarlar verip transfer ettiğin yerli veya yabancı oyuncuya binlerce kişi önünde imza attırmaktır Şike!

Aynı futbolcu iki hafta formsuz olduğunda, tribünlerdeki binlerce taraftar tarafından sövülüp ıslıklanmasıdır Şike!

Taraftar olarak, yıllarca futbolculara, teknik direktörlere, rakip takım oyuncularına, rakip takım taraftarlarına ana avrat sövmektir Şike!

Tribün terörü olur, ben kimsenin güvenliğini sağlayamam bahanesiyle taraftarı tribünlere sokmamaktır Şike! 1 Mayıs'ta, sıradan bir öğrenci yürüyüşünde, memur eyleminde tam techizatlı ama davranış bilimlerinden gayri mücehhez polisleri meydana salıp, döner bıçağıyla, kiloluk taşlarla, stadyum çevresinde deplasmana igden taraftarı bıçaklayan, öldüren, yaralayan holiganı izlesin diye 25 polis görevlendirmektir Şike!

Yıllardır A takımından B takımına transfer olan bir futbolcunun sözleşmesine, A takımı ile B takımının maçlarında forma giyemez, maddesi ekletmektir Şike! Aynı maddeyi ekleten zihniyetin, sezon sonunda A takımına transfer olacak B takımı oyuncusunun, oynamadığı maç için "şike var" demektir Şike!

Omurgasızlıktır Şike!

Kenar yönetimde 'sakin' duruşuyla birilerini rahatsız eden ve bahane olarak 'skoru biliyordu onun için öyle sakindi' demek ve duruşuyla bile herkese örnek olacak insanlara iftira atmaktır Şike!

Ömründe hiç maç yapmamış, futbolculuk geçmişi olmayan spor yorumcusuna 'ömründe yeşil sahaya çıktın mı' diye bağırıp, sövüp, eski futbolculara da ana avrat sallamaktır Şike!

Eski hakem, eski futbolcu, eski yönetici olup; dahil olduğu spor programında LAN, ULAN diye hitap edip, kıraathane sohbetleri yapıp, pastırmanın faydasından, tombalanın eğlencesinden, tavuğun hormonundan söz edip, halkı uyutmaktır Şike!

Polisin savcının servis ettiği TAPE’leri cımbızlamaktır Şike! İddiaların ortaya atıldığı ilk iki hafta her kanalda, her yerde, bas bas bağırarak, insanları suçlayarak konuşup, köşeye sıkıştığında ‘elimdeki belgeler bu kadar,’ diyerek sonradan susmaktır Şike! Dava onun istediği gibi olursa, ben demiştim, daha nice belge var bende, diyerek rant peşinde koşmaktır Şike!
İyi oynadığı zaman takımı bağrına basıp, iki hatada takımı taşlamaktır Şike!

Ne zaman açıklanır bilinmez, ama şayet yaptıysa Aziz Yıldırım hangi kulübe ne kadar parayı ve niye verdiğini bir şekilde açıklayacaktır elbette. Ama 3 Temmuz tarihinden beri, eyyam yapıp ortalığı alevlendirenler tüm bu yaptıkları omurgasızlıkları birgün kime, nasıl ve hangi yüzle açıklayacaklar işte onu merak ediyorum. Tüm bu yaptıklarının açıklamasını dürüstçe yapamamaktır Şike!

Haliyle, insan Rıza Hoca'dan omurgasız futbol dünyamız için, 2 parça insanlık ve 1 az vicdan istiyoruz. Hazırda satılmaz ama, en azından örnek alırlar umuduyla!
Devamı ...

17 Kasım 2011

Galibiyet Tamam, Kötü Basketbol Devam


Önce şunu belirteyim takım maç kazanmış siz hala eleştiriyorsunuz minvalinde düşünenler birinci cümleden bu yazıyı okumayı kesebilirler. Benim derdim maç sonuçlarından ziyade oynanan oyunla sahada gördüğüm basketbolla ilgili bir şeyler söylemek .
Biraz geriye gidelim iki sene önce Tanjeviç döneminde Fenerbahçe dibe vurmuş kendi sahasında Zalgiris'e Cibona'ya maç kaybeden, Siena'dan Cska'dan 40 sayı fark yiyen bir takımdı. Türkiye Liginde kendi sahamızda Karşıyaka'dan 15 sayı fark yediğimizi Akatlar deplasmanında Beşiktaş'tan 110 sayı yediğimizi hatırlatayım. Tanjeviç'le takım arasında bütün bağlar kopmuş sahada ne yaptığı belli olmayan hücum seti olmayan bir takım vardı. Ne Tanjeviç'în oyunculara ne oyuncuların Tanjeviç'e inancı kalmıştı. Tanjeviç'in rahatsızlığı sonrası Ertuğrul Erdoğan'ın biraz daha iyi insani ilişkileri ve Ömer Mirsad gibi oyuncuların katkılarıyla şampiyonluk bir şekilde kazanıldı ve sonrasında Spahija dönemi başladı.
Geçen yıl hepimiz mental olarak enkaz devralmış, kendisinden daha güçlü bir takıma karşı kaybetmeyi birinci çeyrekte kabullenen bir takımdan Barcelona deplasmanında kazanan, Siena maçında muhteşem oynayan Olympiakos'u Atina'da yenen takıma dönüşümü görüp Spahija'nın bu zihinsel devrimi yapmasına şapka çıkardık. Öyle ki Top 16'nın son üç maçındaki acayip mağlubiyetleri, final serisinde seriyi kazansak da coaching olarak Mahmudi karşısında kaybettiğini bu mental dönüşümün önemine binaen yok saydık. Koça kredi vermek gerektiğini bu sene işlerin daha iyi gideceğini düşünüyorduk pek çoğumuz.

Bu sene Fenerbahçe Final Four hedefini resmi ağızlardan defalarca açıkladı. Transfer olarak Pargo, Eidson konuşulurken Jerrels Gist ve Bogdonaviç alındı . Bu transferlerin hele NBA'deki lock-out sonrası güçlenen Avrupa takımları arasından bizi nasıl F4 e çıkaracağını düşünsek de bi önceki sene takımın ışık vermesinden dolayı umutluyduk. Bildiğimiz kadarıyla bu transferler Spahija'nın isteği üzerine yapıldı. Sezon başladı Euroleague'de ilk bölümün yarısı ligde 4-5 maç, kupada üç maç C.Başkanlığında bir maç geride kaldı. Fenerbahçe'nin sahaya koyduğu basketbol bırakın F4'ü Türkiye Liginde yarı finali göremeyecek seviyede şu an. Geçen Bilbao maçının maç istatistiklerini verip bu maçı kazandığımızı söyleseler dalga geçiyorlar diye düşünürdüm. 20 top kaybı yaptığımız 6-7 asist yaptığımız bir maçı kazandık, bugün yine 45 dakikada 6 asist yaparak maç kazandık. Allah aşkına bir takım birlikte sadece bir antrenman yapsa bile bu kadar az asist yapar mı ?.

Ukiç mental olarak bu takımın yükünü kaldıracak bir oyuncu olmadığını kaç kez ispat edecek daha. 20 saniye kala 3 sayı öndeyken niye tam saha baskı yapılır , 10 saniye kala son hücum için Emir oyuna alınmasına rağmen top niye Ukiç'e bırakılır Spahija'nın sezon başından bu yana pek çok tercihi gibi bugün de bunları anlamadım. Geçen sene Euroleague'in en iyi üçlük yüzdesine sahip takımı bu sene şut atmaya korkar hale nasıl geldi? 70 saha içi atışın sadece 8 tanesini üçlük olarak kullanacak kadar özgüveni körelmiş mi bizim dış oyuncuların. Biz bu üç transferi neden yaptık mesela Gist'i atletikliğinden faydalanacak bir setimiz yoksa niye aldık, Bojan'a bir tane yüzü dönük şut attıramayacaksak niye aldık, Jerrels için herhangi bir nitelik belirtmeden niye aldık diye de ekleyelim.

Geçen sene Sinan Erdem'de bir Banvit maçı oynamıştık ikinci yarının ilk maçı. Türkiye Ligi tarihinde Fenerbahçe'nin oynadığı en iyi basketbolun o maç olduğunu düşünmüş ve bu takım bir senede nasıl böyle değişti diye Spahija'ya şapka çıkarmıştım. Bu hafta Telekom maçında Fenerbahçe tarihinin en kötü maçlarından birini oynadı bu seferde ters yönde de olsa aynı düşünce vardı kafamda. Geçen seneki takım nasıl oldu da bu hale geldi?

Hafta içindeki lock-out uzaması haberinin ardından Nedim Karakaş'tan takviye yapılmayacağı açıklaması geldi. Eğer bu kadroya takviye gelmeyecekse bu takımın bırakın F4 ü Türkiye Ligi için bile Efes ve Galatasaray'ın arkasında olduğunu görelim artık. Oyun kurucuları oyun kuramayan bir takımın bu sene geçen senelerden çok daha güçlü olan bir ligde şampiyon olması hiç kolay değil. Ne yapıp edip Ömer Aşık'ın geri dönmesini sağlamalı ve takımı oynatacak bir numarayı bulmalıyız. Spahija sezon başında kimya bozulmasından falan bahsediyordu ama şu aşamada takımın bir kimyaya sahip olmadığını kendisi de görüyordur. Olmayan kimya herhalde bozulmaz. Bu uzun rotasyonu ve bu transferle hedefimiz F4 demek gerçekçi değil ve bir nevi taraftarı kandırmak. Bu kadro şike söylentileri sonrası kurulsa ve zor durumdayız falan diye bir açıklama yapılsa bir nebze anlayacağım ama kadro 3 Temmuz öncesi kurulmuş Bogdonaviç ve Gist transferi 3 Temmuz öncesi yapılmıştı. Spahija neyi düşündü kafasında ne var bilmiyorum ama Euroleague'in en kolay grubundaki bu üç üst üste galibiyet aksaklıkları örterse duvara çarpmamız an meselesi olur. Fenerbahçe yönetimi ve basketbol şubesinin başında bulunan Aydın Örs dahil tüm sorumlular bu gidişin gidiş olmadığının umarım farkındadır ve iş işten geçmeden müdahale ederler.

Bitirirken Ömer Onan'a bir parantez açayım. Şu kulubün bütün sporcuları arasında Alex'le beraber en büyük karaktersin. Allah seni başımızdan eksik etmesin diyelim kaptan
Devamı ...

10 Kasım 2011

Takımdaki Bayrak adamlığa doğru bir isim: VOLKAN DEMİREL


Oynakbeyi papazın Çayırı'nda yazdı:

Sizi bilmem ama Volkan Demirel, Fenerbahçe’ye transfer olduğu günlerden itibaren, hep aklımda bir “acaba?” sorusu, düşüncesi vardı. Bu “acaba” sorusu da uzun süre varlığını korudu… Sebep ortada. O zaman için Türkiye’nin en iyi kalecisi olarak anılan Rüştü Reçber, hali hazırda kalecimizdi ve hakkını vermek gerekir ki, çok iyi işler çıkartıyordu.

Dahası, gece hayatı olsun, bar pavyon hayatı olsun; mankeni, türkücüsü, oyuncusu olsun, Televolelerden günümüze miras kalan, magazin dünyasının as kadrosuna giremeyecek kadar çirkin, kariyerinin ilk dönemlerinde sıradan bir futbolcu gibi konuşan (galibiyet veya mağlubiyet hakkında devrik ve ülkemizdeki futbolcuların çoğunluğunun zeka - eğitim seviyesini ortaya koyan cümleler), gol yemeyen “sürf! tabi ki yiyen,!” bir isimdi Rüştü. Ve evet Arsenal, Manchester, Madrid, Barcelona gibi takımlar; onu transfer etmek istese, “gitsin abi, hakkı” derdik. Ki kendisini vaktinde dövmüşlüğümüz bile vardır! Onun yeri öyle ayrıdır bizim için...

O Rüştü’nün yedeği olarak transfer edildiğinde; jöleli saçları, temiz sakal tıraşına kontrast çenedeki ince çizgisiyle fantastik bir model uygulayan, fiziği boyu posu yerinde ve yakışıklı, hanımların gözdesi olmaya aday ve kısa sürede kendini gece hayatına adama riskini fazlasıyla üzerinde bulunduran bir oyuncu görünümündeydi… Alıştığımız üzere, böyle bir görüntüsü olan futbolcular, kaleci bile olsa otel odalarında fantastik partilerin gediklisi olmaya adaydır.
Aslına bakarsanız kendisi gece hayatına dair haberlerde çok fazla anılmamış olsa da, ilk yıllarda zaman zaman şans bulduğu kalede gösterdiği, “bu maç bitsin dakkasında barda karılarlayım,” tavırları; zor pozisyonlardaki kurtarışlarının ardından sergilediği, kibirle yüklü edası ve topu garip bir kendine güvenle sektirmeler, uçmalar, poz vermeler... ne yalan söyleyeyim gözümüze “Cansel’e olan aşkını, sezon arasında / tatilde güneşlendiği havuza, ‘onun arabası var güzel mi güzel’ dedikten sonra ters takla atarak dalan, Alpay gibi” görünüyor ve bu takımın “adam gibi” bir kaleciye ihtiyacı var Rüştü’den sonra dedirtiyordu.

Rüştü’nün başarısız bir Katalunya seferinden sonra -ki kanaatimce THY’nin sponsorluk fikri o vakit ortaya çıkmıştı- artık Rüştü abisine kaleyi zor vermeye niyetli olduğunu göstermişti Volkan. Dahi Daum, bunu görmediği gibi, haklı olarak Rüştü Fenerbahçe’nin kalesine, Volkan yakışıklı yedek kulübesine geri dönmüştü. Rüştü mü Volkan mı sorularının ortaya çıktığı sıralarda her zaman “Rüştü abisine yedek olmanın gururu”ndan bahsetmiş, o sene Rüştü’nün yeniden birinci kaleci olmasının akabinde FB ikinci olmuştu. Bir sonraki sene, Volkan birinci kaleci, Rüştü kupalardaki kaleci olmuştu. Senenin sonunda FB şampiyon olmuş ve resmen, Rüştü tahtından olmuştu. Rüştü’nün o sırada uzun süren sakatlığı olmasa, bazılarımız hâlâ, “Rüştü’yle devam etmeli bu takım, Volkan serseri mayın gibi” diye düşünmüş; Volkan’a dair şüphesini devam ettirmişti. Biz ettirmesek bile, fularıyla, kravatıyla, beyaz Beymen gömleğiyle, kalın ensesiyle; “Volkan da güven vermiyo aeabii yeaa” diyerek kaykıldığı koltuğundan, yavşak bir ağızla futbol yorumu yapan kişiler bizi / bizim gibileri kolaylıkla etkileri altına alıyorlardı.

Tam da bu sırada Volkan; auta çıkan topları görmek için, adeta barfiks çeker gibi üst demire asılarak bakacak, derbi maçtan sonra coşkunun ölçüsünü kaçırıp omzunu çıkaracak, UEFA’nın en önemli markamız dediği Şampiyonlar Liginde dünya s.kine minare g.tüne tavırlar sergileyip Shalke’den bir komik gol yiyecek, spikere ‘Yapma volkan, Volkan naaptın,’ dedirtecek, takım arkadaşları onun bu hatasını telafi için nadiren ulaştığı gol sayılarına ulaşacak, birkaç yıl sonra derbi maçta GS’nin Alex’i olarak transfer edilen, ancak eline bile su dökemeyecek Lincoln’ün nazik aletine tekmeler atarak ağır cezalar alacak, milli maçlarda gördüğü kırmızı kartlar ile belki de tarihe geçecek, takımın attığı gollerde ürkütücü derecede açtığı ağzıyla kimilerince gorile veya ayıya benzetildiği için sinirlenecek ve ‘onların ben ta mına koyayım,’ edasıyla açıklamalarda bulunacak, memlekete döndükleri ilk derbide GS şutunu ‘kıçı’yla kurtararak iyi kaleci olsa bile, uzun bir süre centilmen olamayacağını ispatlayacak ve bizi şüphelerimizde haklı çıkarmaya her kulvarda başarıyla devam edecektir.

Her sezon bitiminde; takım şampiyon olsun olmasın, Volkan’ı bir Avrupa takımının transfer edeceği dedikodusuna yarımız inanmayarak, yarımız inanıp umursamayarak, yarımız da “gitsin, anasını satayım, daha iyisini buluruz,” isyanıyla değerlendirecek ve cüz’i bir ücret artışıyla (rakamlardan çok emin olmasam da) ücretinde düzeltme yapılacak ve Volkan da takımda kalmaya karar verecektir; her sezon sonunda öyle veya böyle bir yerlerden çıkan bu transfer dedikoduları; ‘üç beş kuruşun hesabını yapıyor oğlum bu adam,’ hissi yaratacak ve kendisi için içimizde yeşertmeye çabaladığımız sempatinin bir türlü fide vermemesine sebep olacaktır. Ta ki yaklaşık iki yıl öncesine kadar…

Aslında elbette daha evveli de var, ama güvenimizi kazanmaya başlaması elbette ki Aykut Hoca’nın önce takıma sportif direktör olarak, akabinde teknik direktör olarak geldiği zamana denk düşecektir. Ki Volkan, takımın kaptanı olmasa bile Müjdat, Rıdvan, Can Bartu, Selim Soydan gibi gibi sembol isimler arasında anılacağının, belki daha da ileri geçerek Bayrak Adam olacağının ilk adımlarını atmaya başlamıştır. Bilhassa 3 Temmuz 2011 itibariyle başlatılan hukukî skandal süreci (açıkçası taraftarlığın haricinde böyle değerlendiriyorum) boyunca yaptığı açıklamalar, sergilediği tavır ve istikrar sözünü ettiğimiz yolda ilerlediğini de gösterdiği gibi, bunda yine öyle veya böyle Aykut Kocaman’ın etkisi gözardı edilmemelidir. Zira, Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’ye geldiği, o senenin sonunda haklı olarak yine bir transfer dedikodusu işitmişsek de hatırlanmayacak kadar kısa sürede sona ermiş; evvelinde kiloyla jöle sürdüğü saçları ‘üç numara’ tıraşlanmış ve bütün jölelerinden arınmış, model sakal artık tamamen kirli sakala evrilmiş, yakışıklı çocuk kendini çirkinleştirmek için çabalar gibi olmuş, zaten hiçbir zaman magazine yansımayan özel hayatı, sessiz sedasız bir evlilik hayatına evrilmiş gözlerden uzaklaşmıştı. Artık Shalke maçındaki gibi goller yediği zaman; Allah belanı versin bedduasıyla başlayıp sonra küfre evrilen tepkilerle değil, “ah be Volkan”, “tüh be ne şanssızdı” veya “nasıl bir hatadır o,” diye geçiştirilerek üzüntü yaratmış ve “hatadır olur” diyerek nasıl olsa takımın bunu telafi edeceğine olan güvenimizi Volkan’a yöneltmiştik. Zira biliyorduk ki, bir sonraki hafta takımı kurtaracak adam Volkan olacaktır. Öyle ki, Volkan’ın yedeği bile, kurtardığı penaltı ile takımın şampiyonluk yolundaki en önemli işe imza atacak; daha önceki yıllarda olsa sezonun kaderini etkileyen bir penaltı kurtarışı Volkan’ı yedeğe almak için geçerli akçe olabilecekken (gerçekten Rüştü’yü ve eski Volkan’ı çok rahat keserdi…) bir sonraki hafta Volkan yine kalesine geçecektir. Gerek takımı kurtardığı, gerekse görevini yaptığı maçlardan sonra yaptığı açıklamalarla mantıklı, tahrikten uzak cümleler kuracak ve kurtarışlarına dair övgülerin hepsini takımın kazanmasının daha önemli olduğunu ısrarla dile getirerek görevini yaptığını dillendirecek; ilk fırsatta konuyu geçiştirip maçın geneline dair soruları cevaplamaya geçecektir. Dahası bunu milli maçlarda da istikrarlı bir şekilde devam ettirmektedir ki, Volkan olgunluğunun da getirisiyle, Totti, Gerrard, Gigs-Rooney, Puyol veya bir dönem Raul gibi bir isim olma yönünde evrildiğini göstermektedir.

Sosyal medyanın en önde gelen nimetlerinden twitter hesabında da (belki suçlu, belki suçsuz, belki sevdiğimiz, belki sevmediğimiz) Başkan Aziz Yıldırım’ı gerçekten özlediğini dile getirerek birbirlerine sarıldıkları bir fotoğrafı samimiyetle paylaşacak

Şike meselelerinin etkisiyle bütün takımın kolaylıkla transfer edilebileceği söylentilerine kaptanlar kadar, hattâ onlardan da yüksek sesle itiraz edecek, sezonun başlaması ile birlikte her maçtan sonra ısrarla yenilmemeleri üzerinde ve takım içindeki dostluk üzerinde duracak, önceki senelerde olsa tribünleri dolduran 50 bin kadının olduğu bir maçta Higuita misali taklalar atarak top kurtarmasını bekleyeceğimiz Volkan, neyse ki bunları yapmayacak ve “ses sizi rahatsız etti mi, rahatsız olmadınız mı?” minvalinde sorulara Aykut Hoca gibi; takımına tüm dünyaya örnek olacak bir bağlılıkla sahip çıkan taraftarının hakkını teslim etmek için, rahatsız olmuşsa bile bunu kati surette belli bile etmeyecek, şakasını bile yapmadan övüp bir yıl önce sergilemeye başladığı istikrarlı tavrını sergilemeye devam edecekti...

Milli maçta sakatlanmasının ardından birkaç hafta sonra forma giydiği Beşiktaş maçının akabinde, yaptığı konuşmada, açıkça belirtmeden, günün kendisi için önemini (27 Ekim tarihi Volkan’ın doğumgünüydü) kısaca dile getirip, maçın en önemli tarafının takımın yenilmemesi olduğunu söyleyecek ve “benim için çok önemli bir maçtı çünkü yenilmek istemiyoruz, bizim bu sene yenilmek lüksümüz yok,” sözleriyle devam edecek ve sezon başından beri takım için söylenenler dolayısıyla nasıl bir motivasyona sahip olduğunu gösterecektir. Mucizeyi gerçekleştirircesine şampiyon oldukları bir sezonun sonunda şike söylentileriyle lekelenmeye çalışılan şampiyonluğunu aklamak için, sezon başından beri karalamaya çalışanlara; sezon sonu yine şampiyon olup şike söylentilerine esaslı bir cevap vermeyi planladığını ve asıl söyleyeceklerini -bu sene bir türlü söyleyemediklerini- o zaman söyleyecek gibi duruyor Volkan, tüm sakinliğiyle.

Üstelik Volkan, yedek kaleciyken de, as kaleci olduğunda da; kilolarca jöle kullandığında da, üç numara traş ettiğinde de, transfer dedikodularının olduğu günlerde de, derbi maçtan sonra rakip takım oyuncuları ‘bayrak dikilmesin diye’ nöbet tuttuklarında da, asla taraftara üçlü çektirmemiş, ‘bir baba hindi’ klişesini uygulamamıştır. Bunun son örneği; İnönü Stadı’ndaki derbiden sonra örneklenebilir

Seneye şampiyon olur muyuz bilinmez, olmaz mıyız o da bilinmez, volkan başka takıma transfer olur mu olmaz mı o da önemli değil. Ancak şu bir gerçek ki, Volkan Demirel geçen seneki performansı, bu sene ise hem performansı hem de genel tavrı itibariyle heykeli dikilecek adam olmasa da, bayraklara amblem olacak adam olma yolundadır. Belki de olmuştur da biz hâlâ farkında değilizdir.

Bu yazıyı daha önceki yıllarda kaleme almış olsaydım, “Umarım haklı çıkarım,” diye bitirirdim, emin olun. Ama şimdi haklı çıkmasam da önemli değil, hatadır olur diyorum. Bunu diyorsam bile, haklı çıkmışım demektir…
Devamı ...

1 Kasım 2011

Duble Lig



Fotoğraftaki ikili Türkiye'nin sadece futbolunun değil son geldiği durumun özeti. "Biraz pragmatiklik şart canım" demokrasisi ile başlayan AKP hükümetinin ülkeyi getirdiği nokta ile futbolu getirdikleri nokta o kadar uyumlu ki futbolda olan bitene şaşana şaşmak lazım. Evlerini kaybeden insanlar sokakta uyurken, "Deprem vergileri ne oldu?" sorusuna "Ya biz onlarla duble yol yaptık daha ne istiyorsunuz" diye cevap veren bakanların ülkesinde, kurdukları çadır tiyatrosu federasyonun maç düzenlemeleri de, kararları da, hakemleri de duble yol kadar güzel işliyor.

Sene başında bu ligde izlenecek bir şey kalmadı demiştim. Sağolsunlar yardım ediyorlar. Fenerbahçe'nin galiba 10 maçında 8 tanesi hafta içi oynanmış. Bu dönemdeki 4 maçın da üçünü hafta içi oynatıyorlarmış. Saat farkı yüzünden iş saatine geldiği için hafta içi oynanan maçları izleyemiyorum. Takımların Avrupa Kupası maçıyla lig maçını aynı güne koyan federasyon başka kıtalardaki taraftarı düşünüp maç saatlerini mi düzenleyecek bir de? Zaten Fenerbahçe'yi ligde gönüllerinden koptuğu için oynatıyorlar, hangi gün söylerlerse o. Bizim Nihat Özdemir de "tabii efendim haklısınız, hafta içi de uyar bize" diyordur kafa sallayarak.

Bir de derbi maçlarına taraftar götürmeyi yasaklayıp son anda vaz mı geçmişler? Aman ne şaşırdım. Önce bilet sat, sonra gitmesini yasakla, sonra tamam gelin de, sonra kapıdan içeri alma. Bir kişi de çıkıp bunlara "ya arkadaş ne yapıyorsunuz?" dedi mi acaba? Ya da aralarında birisi "özür dileriz" dedi mi? Nihat Özdemir ve Ali Koç mu atmış deplasman taraftarını yasaklayan imzayı da? Fenerbahçe'yi ve taraftarını temsil ediyorlar işte onlar da, tiyatroda herkese rol var.

Bir de 2000 ruhu geri döndü bu gudubet federasyon ve tiyatro ligin ortasında. Oyun iyice şenlendi. Juventus'tan bir tane kasap almışlar, bakalım ilk kimin ayağı kırılacak oyunu oynuyor. Diğer tarafta maçın anasını belle talimatı verip saha sürdükleri hakem "aha Alex, bunu atarım ben arkadaş" diyip saatine bakınca 5. dakikayı görüyor, iyice panikliyor. Talimatla maç yönettirecekseniz Selçuk Dereli'yi geri döndürün ya da Kuddusi Fenerbahçe'nin kadrolu hakemi olsun. Onlar dakika falan dinleyip paniklemez, eyyama başlamaz, Alex'i de Emre'yi de sahada bırakmazdı. Haklarını yemeyelim gerçi, küçük Aytekin belki de abileri gibi büyük hakem olacak, belki posterlere girecek, belki dil bile bilmeden kokart hediye edilecek.

Sonuçta şike yaptığını iddia edip Şampiyonlar Ligine göndermedikleri ama burada oynattıkları bir takım var ligde. Lig başlarken tiyatro olduğunu böylece ilan etmişlerdi. Hal bu olunca Aydınlar federasyonunun Ulusoy yönetimini bile arattırdığına kim itiraz eder? Bu sezonun şampiyonu, gelecek sezon Avrupa'ya gönderecekleri takımlar, hatta gol kralı bile bellidir. Kalanı da işte basketbol federasyonu seçimlerinde sürekli tokat yiyen adama sağlam maaşlı iş bulalım, biraz Lig tv dekoderi satalım, biraz stat yapıyoruz ayağına bizim kayınçoların inşaat şirketlerine para basalım, biraz da seçim zamanı atkıları bağlayıp fanatik olalım. Haydi hayırlı işler abiler.
Devamı ...