28 Mayıs 2012

Edip Cansever, Rakı sever, Kırmızı Sever


28 Mayıs 1986'dan beri, türkçe ile rakı bir daha sevişmedi. Edip Cansever'i sevgiyle anıyoruz.

"Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla"

"Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri."



Devamı ...

The Last Stronghold: The Fenerbahçe Sports Club and Turkish Politics


Ortadoğu ve siyaset bilimi uzmanı Hay Eytan Cohen Yanarocak'ın, 28 Mayıs 2012 tarihli yazısı. Özellikle çevirmedim, bazen dışarıda olanın bakış açısını aracısız değerlendirmek lazım.

Football is more than a game, especially in Turkey: the Turkish football league, and the strong collective consciousness among the supporters of its prominent teams, demonstrate this.

Since July 2011, Turkish football has been in crisis. Some of the most important clubs --Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Galatasaray and others – have been accused in recent years of influencing the matches with incentive premiums or fixing them entirely. In particular, it is Fenerbahçe, the 2010-2011 season's champion, which has been at the center of the accusations, resulting in the arrest and imprisonment of its president, Aziz Yıldırım. Yıldırım is considered to be among the most powerful and charismatic people in Turkey, a successful businessman owning nine companies spread across a variety of sectors, including construction, defense, maritime business, tourism, cement and stockbreeding. Many argue that the investigation is in fact a political operation to dispense with him.

To understand how politics and football are inseparable in Turkey, we must examine Turkish football history in general, and Fenerbahçe’s history in particular. Football was introduced into Turkish society during the reign of Sultan Abdülhamit II (r. 1876-1909). Despite the Sultan’s ban on football, Turkish football clubs were established and gained popularity.After his deposition from power in 1909, the ban was lifted and the clubs’ activities became transparent. The most popular clubs were and still are: Beşiktaş (est. 1903), which was seen as representing the Palace; Galatasaray (est.1905), widely viewed as the team of the aristocracy; and Fenerbahçe (est. 1907), whose support came from broader sectors of society.

The visit of Mustafa Kemal Atatürk, the founder of modern Turkey, to Fenerbahçe's facilities in Istanbul in 1918 was a milestone for the club. During the war of independence (1919-20), Fenerbahçe's players were recruited to smuggle arms for the Turkish army from Istanbul to Anatolia,. Even the remnants of the Ottoman dynasty had connections with Fenerbahçe at that time . Prince Ömer Faruk Efendi became the honorary president of the club and recruited the players for the Turkish national struggle.
In the years following the war of independence, Fenerbahçe managed to secure its popularity in the country through its successes in the Istanbul municipal league. When the Fenerbahçe Club building burned down in 1932, a public donation campaign was initiated to build a new stadium: Atatürk himself donated 500 Liras to the fund. The intimacy between the state and Fenerbahçe was further highlighted in 1933 when the Minister of Justice (who later became Fenerbahçe’s president (1934-1950) and the country’s prime minister in 1942), Şükrü Saraçoğlu, made it possible for Fenerbahçe to purchase its stadium.

The 1936 Olympics may be remembered as the most politicized athletic gathering of all time. The Turkish Olympic team attended the Games wearing Atatürk's CHP (Cumhuriyet Halk Partisi – “Republican People's Party”) emblem. Later that year, the Turkish Sports Association, the country’s first national sports association, was founded, and formally became part of the CHP.

At the 1936 inauguration of the “Ankara 19th May Stadium”, the largest stadium in the Middle East and the Balkans at the time, Prime Minister İsmet İnönü declared, "Turkish rulers should treat the stadiums as the most precious type of schools."
During the Second World War, Turkish Prime Minister İsmet İnönü employed Fenerbahçe in the service of his diplomatic policy of neutralism: in 1941, Fenerbahçe played against the British Middle East Karma team, as well as Nazi Germany's Admira squad.

During the post- Second World War era, Turkey switched its political system from a single party to multi-party democratic system. In the first multi-party elections, the Demokrat Parti (DP) and its chairman, Adnan Menderes, came to power. All football club presidents were immediately replaced with DP affiliates and Fenerbahçe’s star striker, Zeki Rıza Sporel, was elected to the parliament from the DP list. Following in his predecessors' footsteps, Menderes' administration used Fenerbahçe as a foreign policy instrument to help ameliorate relations with the Soviet Union after its 1956 intervention in Hungary, sending Fenerbahçe to play against a Soviet team.

Subsequent decades saw significant developments for Turkish football. The national league was formed in 1959-60, and thanks to the national radio, football became a major past-time throughout the entire country. The multiple coups d’etat and general instability between 1960-1980 generated a number of changes in the structure of the football clubs. The army was the dominant actor on the pitch to such an extent that on one occasion, a military aircraft was sent to retrieve documents necessary for the transfer of a player to Fenerbahçe. Conversely, during periods of civilian rule, politicians became dominant actors in the football league.

In the 1980's, under Fenerbahçe's legendary president Ali Şen, a new capitalist trend swept Turkish football, and political affiliation became secondary . However, Turkish politicians understood the power of the stadium and began to make appearances at important games. Furthermore, they chose their preferred teams carefully. For example, Prime Minister Mesut Yılmaz expressed his support for Galatasaray in the Turkish league’s championship games. In response, Fenerbahçe fans held a banner that read, "Mr. Yılmaz, we will get even with you in the ballot box."

The end of the era of coalition governments in Turkey came with the election in 2002 of Recep Tayyip Erdoğan, a declared Fenerbahçe supporter, and his AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi – Justice and Development Party). Fenerbahçe fans showed their satisfaction with a huge banner reading, "Turkey deserves a prime minister affiliated with Fenerbahçe.”

Like his predecessors, Erdoğan used Fenerbahçe as a diplomatic tool. In April 2007, Turkish-Syrian relations warmed substantially, Erdoğan took Fenerbahçe with him on an official visit to Syria, where the team played against the Syrian Al-Ittihad squad at the grand opening of “Aleppo Olympic Stadium.”

Erdoğan’s successes in the 2010 constitutional referendum and the 2007 and 2011 parliamentary elections marked his steady consolidation of power. Many argue that Erdoğan’s strategy is to systematically eliminate his potential adversaries and critics in different fields such as the press, the arts and sports. Today, many Fenerbahçe fans believe that Erdoğan and the conservative Muslim Fethullah Gülen Movement are trying to gain control of the club (Gülen personally denied this in a recent interview.) In 2006, the Ülkerspor basketball team of the Ülker group, a well known food manufacturer company with ties to the Fethullah Gülen Movement, formed an alliance with Fenerbahçe. Moreover, Ülker, with its investment of $38 million in football and basketball, began to sponsor the Turkish national football team as well as major clubs, including Fenerbahçe. According to its merger accord with Fenerbahçe, Ülker built the Ülker Basketball Arena, which has a capacity of 15,000 spectators, for Fenerbahçe. It is vital to note that until 2002, Erdoğan himself was among the official distributors of Ülker products in Istanbul. After being elected, he transferred his rights to his son Ahmet Burak Erdoğan.

Aziz Yıldırım, who has been Fenerbahçe's president since 1998, has become an icon for Fenerbahçe fans. Yıldırım's numerous projects, including expanding the stadium’s capacity to 55,000 and naming it after Şükrü Saraçoğlu, helped him win the hearts of the fans.

During his trial, Aziz Yıldırım openly accused certain "elements", meaning the Fethullah Gülen Movement and the AKP, of trying "to seize [control of] Turkish football by influencing the state's legislative, executive and judiciary bodies to punish Fenerbahçe's Kemalist stance."

While the verdict is still pending, Yıldırım and the Fenerbahçe board are seeking to mobilize the public through the club’s official web site and TV channel. Fenerbahçe fans have been gathering near the courthouse, and at the May Day parades. Most Fenerbahçe fans blame Erdoğan and the Gülen Movement for the current trial, aruging that it is intended to eliminate Yıldırım, rather than tackle corruption. At the funeral of Fenerbahçe's legendary player of Greek origin, Lefter Küçükandonyadis, Erdoğan was loudly booed by the crowd in Saraçoğlu stadium.

The collective identification of large segments of Turkish society with sports teams, and particularly with Fenerbahçe (37%, according to a 2004 university survey) had no impact on the 2011 election, mainly because Fenerbahçe had not yet been accused of fixing matches, and hence, Yıldırım had not been arrested. His imprisonment led to a dramatic drop in Erdoğan's support among Fenerbahçe fans, highlighting anew the intertwining of sports and politics in Turkey.

Elections for Fenerbahçe's May 20, 2012, leadership indicated that Erdoğan’s determined efforts to take control of the club were producing results. Although Yıldırım was reelected as the chairman of the club, 8 new board members were also chosen, including AKP sympathizers such as Ahmet Ketenci (Erdoğan's relative), İsfendiyar Zülfikari (Erdoğan's close associate), Talat Yılmaz, (a close associate of President Abdullah Gül) and Hüseyin Avni Topbaş (the son of AKP Mayor of İstanbul, Kadir Topbaş. Time will tell whether or not the AKP's new "trojan horses" on the Fenerbahçe board will help the AKP extend its power to this traditional Kemalist stronghold.
Devamı ...

25 Mayıs 2012

Semih Özsoy'un Aydın Örs'ün Yöneticisi Olduğu Bir Basketbol Dünyası



Hâlâ devam ediyor mu, bilmiyorum. Eskiden bir 066 masal servisi vardı telefon idaresinin.

Öyle bir hatta bile, 6 - 7 yaşındaki çocuğu bile, telefon başına koyup başlıktaki masalı dinletsek, ilk cümle bitmeden telefonu kapatırdı, "Oha ulan o kadar da değil" diye.

Ama o kadar işte. Daha doğrusu o kadardı. Yaşandı, bitti zevzekçe...

Basketbol şubesinin başına, mahmutusluca lisanında "CEO" diye okunan ancak dünyadaki benzerleriyle bir olmayan o mevki düşünüldüğünde sene 2007 idi. Bir CEO olacaktı. Her yetkiyi haiz olacaktı. Ama antrenör seçemeyecekti. Çünkü koç seçilmişti. Bu nasıl baş, bu nasıl taraktı, anlaşılamadı. Aydın Örs, bir adam kere adama yakışanı yaptı, Turgay Demirel - Mahmut Uslu ikilisinin döndürdüğü dümene uymadı ve Fenerbahçe'den ayrıldı.

Sene olmuş 2012... Değişen bir şey yok. Fenerbahçe basketbolunun başında "hesapta" başkan yetkisinde bir Aydın Örs var ama her ne hikmetse "başkanın da başkanı" yetkisinde bir Semih Özsoy bulunuyor. Fenerbahçe başkanı da herhalde bu çizelgede "başkanın başkanının başkanı" konumunda.

Bu acayip şemaya tüy diken bazıları, Fenerbahçe camiasını her dönemde kaz gibi yolmayı kendine şiar edinmiş Tolga Tuğsavul ile beraber Basketbol Şubesi Başkanı'ndan habersiz antrenör aramaya başlamışlar. Bir adam, eğer hakikaten adamsa, hele ki adı Aydın Örs ise kendisine karşı yapılan bu ikinci hatayı yapanın yanına bırakır mı? El cevap, bırakmaz.

Velhasıl-ı kelam... Güle güle, Aydın hocam. Hakkını helal et. Sen aslında bunlara hiç güvenmeyecektin de işte, adam kere adamsın, Fenerbahçe'yi çok seven insansın diye geri geldin. Canın sağ olsun. Bu sana edepsizlik yapanların hepsi unutulur. Sen sadece yüzüncü yıl şampiyonluğunun yüzü suyu hürmetine bile yüz yıl unutulmazsın.

Not : Fenerbahçe'de korkudan ya da yalakalıktan "Semih Özsoy basketboldan ne anlar?" diye soramayacak onlarca meşhur ve medyatik (!) insana da şimdiden selam olsun. Kendilerinden en kısa zamanda "Semih Özsoy, Denver Nuggets'ın başına geçse, yedi kere üst üste şampiyon olurlar" temalı yazılar bekliyoruz.

. Devamı ...

24 Mayıs 2012

Remzi Dilli Mevzuu ve Taraftar Fikirsizliği



Yukarıdaki fotoğrafta bir adet "Fenerbahçe Basketbolu Şube Kaptanı" var.

"Lobimiz yok" diye ağlayan koca Fenerbahçe'nin, neden Galatasaray karşısında lobisiz kaldığını anlatmak için başka bir şeye gerek yok. Tek fotoğraf yetiyor.

Senelerce Aziz Yıldırım'a ve yönetim kuruluna bir eleştiri getirdik:
"Burası holding değil. Sadece cv'sinde 'İşini iyi yapıyor' yazdığı için insanlar yetkili kılınamaz. Dernek statüsünde bir spor kulübü, hele Türkiye'de belli aidiyetler çemberinin içinde kalan insanlar tarafından yönetilmeli" demeye çalıştık ama olmadı.

Aslında kabahat Aziz Yıldırım'da değildi. Bıkmadan yazacağım bir şey var:
"İletişim çağında ve kurumsallık düzeninde hareket eden camialar, ancak ve ancak fikir çarpışmalarıyla yol kat eder. Cahil cühela da olsa eleştiren insanı eğitmeye çalışmak ve ona değer vermek yerine, karşı fikri yağlı kemende layık görürseniz ileriye yürüyemezsiniz. Tahammülsüzlük arttıkça, yanınızdaki dalkavuklar "Siz ileriye gitmiyorsanız, biz nasıl arkanızda kalıyoruz efendim" diyerek, "iş bilen" aferistler haline gelir."

Devamdaki yazının tarihi 2009 ve hâlâ değişen bir şey yok.



Bizim yaşımız daha otuz. Dante gibi ömrün ortasına geldiğimizi zannetmek (ve daha erken gitmek) için bile bir kaç sene geçmesi gerek. Fakat yaşımız kadar uzun süredir akıl baliğ Fenerbahçeli olan büyüklerimiz var. Seneler önce, bunlardan herhangi birisini çevirip "Remzi Dilli Fenerbahçe'de görev alacak" desek, tumturaklı bir "Hadi lan oradan" yerdik herhalde. Israr edip "Vallahi abi, hem de Basketbol Şubesinin Kaptanı olacak" diye eklesek bu sefer de "Siktir git lan başımdan. Asabımı bozma benim" çekerlerdi.

Oldu... Sadece Çelik değişse umursamazdık ama devir de değişti ve Remzi Dilli; Galatasaray formasıyla Fenerbahçe taraftarına dil uzatan, Beşiktaş'tan ayrılırken arkasından bir sürü şey söylenen Remzi Dilli, Fenerbahçe Basketbol Şubesi'nin kaptanı oldu.

Lafa gelince 30.000.000 mensubu olduğunu söylediğimiz, koskoca Fenerbahçe camiasının, Şube Kaptanı olabilecek nitelikte bir "Fenerbahçeli"bulamamış olması acıdır. Fenerbahçe, bu ülkede yapılmış bir sevda ihtilalidir ama son yıllarda mecaz anlamından sıyrılıp, asli manasına kavuşmuş, evlatlarını yemeyi alışkanlık haline getirmiştir.

Daha az acı olan ama aynı oranda can acıtanı ise yüksek görevlere layık görülen insanların Fenerbahçe değerlerini ve hassasiyetlerini hiç bir zaman önemsememesidir. Aynı Remzi Dilli gibi...

Bir Fenerbahçe Şube Kaptanı düşünelim.

Sorumlusu olduğu takımın maçında, tribünde kendisine destek / rakibine baskı unsuru olan taraftara çıkarılan onlarca zorluğa gıkını bile çıkartmayacak.

Uzatmada son karara bakılan bir maçta bütün rakip, malzemecisinden oyuncusuna masa hakemine yüklenirken, ellerini kavuşturup, olan biteni izleyecek.

Saçma sapan sözlerle "Nasılsa geliyor taraftar. Kastır % 100 zamla 10 Liralık bileti gitsin. Vermeyen de girmesin" düşüncesinin arkasında duracak, ama tepkiyi görünce tornistan edecek.

Sporcusuna, hem de kız basketbol takımı oyuncularına edilen ana avrat küfürlere, elini göğsüne götürüp, eyvallah diyerek karşılık verecek. Ve dayanamayıp isyan eden, kendi oyuncusuna kızacak.

Bunun gibi "-ecek, -acak" ile biten yapılmışlara bir çok madde eklenebilir...

Biz "Fenerbahçe mezhebi bu kadar geniş bir camia değildir" diye düşünürken, Remzi Dilli senelerce görevde kaldı. Bugün "çok gecikmiş" bir hamle ile gönderilmesine sevinmek istiyoruz. Bununla beraber, peşinden ne geleceğini bilmemek de var. Bir ağabeyimizin trajikomik cümlesindeki gibi"Şubedeki Galatasaraylı kontenjanının boş kalacağına inanasımız gelmiyor" ama atılan isabetli bir adımdır. Bundan sonra hayırlısı olsun...

Gelelim ilgili ikinci konuya.

Fenerbahçe'nin, yine son yıllardaki, en büyük sıkıntısı "Fikirsiz Bir Camia" olma yolunda koşar adım ilerliyor olmak. "Remzi Dilli ve Şube Kaptanlığı"konusu, bunun en net örneklerinden birisidir.

Geçmiş dönemde, Fenerbahçe Bayan Basketbol Takımı ile yakınen ilgilenen taraftarların, Remzi Dilli'ye yönelttiği eleştiriler blok bir itiraz ile karşılandı. Başka konularda da emsali görülen bu tepkinin ana fikri şuydu:

"Yöneticiler ne yaparlarsa yapsınlar, haklıdırlar"

Dünya üzerinde, yaptığı bütün işler ve aldığı bütün kararlar "doğru" olan ne birey, ne de kurum vardır. Bu sanrıya kapılan her unsur, yönettiği ya da içinde bulunduğu yapıya zarar vermeye mahkumdur. Yüzyıllarını tebaa olarak geçirmiş Türkiye coğrafyası insanlarının "Ben bilmem, o bilir. Bize laf düşmez" anlayışına sahip olmasını anlamak hiç de zor değil. Fakat bu düşünce tarzının içerisinde, yanlışları dile getirmeye çalışıp, alternatif üretenlere saldırarak onları "Hain" ilan etmek noktasında ısrarcı olmanın anlaşılır bir yanı yok.

Daha dün, Remzi Dilli'nin görevde olmasını "Doğru"olarak değerlendirenlerin tek bir dayanağı vardı:
"Yönetim Kararı"

Aynı insanlar bugün Remzi Dilli'nin görevden alınmasının da "Doğru" olduğunu söylüyor. Ve yine tek bir dayanakları var:
"Yönetim Kararı"

Bu işte bir yanlışlık var.

Rahmetli Uğur Mumcu'nun "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz" sözü geliyor insanın aklına. Bugün"Fenerbahçe" olarak çok daha kötü bir durumla karşı karşıyayız. Koşar adım "Bilgi sahibi olmak istemeyen, dolayısıyla fikir de yürütemeyen; sadece ve sadece icra makamının aldığı kararların arkasında sorgusuz sualsiz duran toplum" olma yolunda Fenerbahçe camiası. Bu en başta "Yönetim Kurulu'na" yapılan bir kötülük ve saygısızlıktır. Her şeyin üstesinden gelebiliriz, ama bunun altından kalkamayız.
Devamı ...

23 Mayıs 2012

Fenerbahçe Tarihi ve Lânet Okunan Bir Pencere



Önce peşrev...

Senelerdir verdiği uğraşını, forumlardan gazetelere, gazetelerden televizyonlara taşıyan bir zat, Fenerbahçe'nin tarihi hakkında atıp tutmaya devam ediyor. Bir sene söylediği, diğer seneyi tutmuyor ama olsun. Bu memlekette fikri takibi görmek, Şirinler'i görmek kadar zordur zaten.

Tarihte devlet/ordu dinamikleriyle ilişkide olan kitle örgütlerinin (bilhassa Türkiye gibi arşivleri kapalı ve yazılan hatıraların % 60'ı yalan olan ülkelerde) bihakkın değerlendirilebilmesi çok zor. Bu analizleri yaparken bir noktadan sonra mecburi bir sığlık ile karşılaşıldığı için derine dalma imkanı olmuyor. İşte spor kulüpleri de bu çizelgenin tam ortasında.

Kuluçkadan yeni çıkan yumurta, Atatürk'e suikast suçlamasıyla asılan Doktor Nazım'ın Fenerbahçe ile ilişkisi. Buna ve bazı yan etkenlere bakıldığı zaman görülüyormuş ki Fenerbahçe "İttihat ve Terakki Cemiyeti / Fırkası" içerisinde önemli bir yere sahip olmakla kalmayıp, bu kimliği içselleştiriyormuş.

Ha, öyle mi? Bu şekilde bakacak olursak, yukarıdaki fotoğrafı da Galatasaray mı, misafir etmekle yetinmeyip içselleştirmiş? Efendim?



İkinci peşrev...

1926 yılında devrim hükümetinin büyük çaplı bir operasyonu sonucu, komitacılığa tutunması muhtemel İttihatçı kadrolar neredeyse bire kadar kırıldı. İzmir suikastı davasının uzun boylu bir tasfiye hareketi haline geldiğini, hatta hükümetin her şeyi bildiği halde müdahale için "Kara Çete"nin toplanmasını beklediğini artık hemen herkes kabul ediyor.

"Asarsak yabancı ülkeler, sivil toplum örgütleri ayağa kalkar" dendiği için Atatürk'ün "Bir asın bakalım, ne olacak?" dediği öne sürülen eski Maliye Nazırı Cavid Bey'in hiç uğruna ipe çekildiği kabul görüyor.

İstiklal Harbi Paşaları'nın, yani Kazım Karabekir'in, Ali Fuat'ın, Refet'in, Cafer Tayyar'ın Gazi Mustafa Kemal'in Ali Fuat Paşa'ya söylediği "Paşaları senin hatırın için astırmadım" kıyağı (ve biraz da halkın yüksek sevgisi) ile kurtulduğu biliniyor.

Ha keza, Doktor Nazım'ın da suikast ve benzeri işlere pek de bulaşmadığı ama uslanmak bilmez teşkilatçılık sevdasından vazgeçmediği yazılı. Bunun yanına tramvaylarda, vapurlarda bağıra bağıra "Gazoz Paşa" - "Sarı Paşa" diyecek kadar kendinden geçmesi de eklenince ilmek boynuna geçiveriyor.

Zaten ikinci davalar da İzmir'de değil, "suikast" işinden adeta ayrılarak, Ankara'da görülüyor.

(İlk parti idamların nasıl gerçekleştiğini görmek isteyenler buraya ve buraya bakabilir.)

Velhasıl Fenerbahçeli Doktor Nazım'ın Atatürk'e suikastten asılması ya da Galatasaray Lisesi'nin Fransız yapışkanlığı, alabildiğine uzatılabilecek konular. Peki bu ülkede o bilgi yetkinliğine sahip, her şeyi ortaya koyarak tartışabilecek kaç kişi var?

Koca bir lisenin "öğrencileriyle beraber" vatan haini olması mümkün mü?

Doktor Nazım, İTC/F'nin içerisinde iken Fenerbahçe'ye bir örgütlenme imkanı olarak baktı diye Fenerbahçe'nin "İttihatçı" olduğunu söylemek mümkün mü?

Neymiş, Elkatipzade Mustafa ve Sabri Toprak da Fenerbahçe'deymiş. Ee, ne yani?

Sabri Toprak, Atatürk'ün en yakınında olan isimlerden birisiydi. İttihatçı A takımını tasfiye eden Atatürk'ün Sabri Toprak'a kabinede görevler vermesi hangi mantığa sığıyor?

Bırakalım onu, Elkatipzate Mustafa'ya bakalım. Nur içinde yatsın; bu adam onca servetine rağmen, eline süpürgeyi alıp kulübün içini dışını süpüren bir insandı. Kulüp her dara düştüğünde malını mülkünü satıp savıp yardıma koşardı. Bu ilişkiyi siyasi bir temele indirmek bu kadar kolay mı?

Kolaysa, bir kolaylık da bizden olsun.

Yukarıdaki fotoğrafın çekildiği yer İstanbul. Ön planda atın üzerinde yürüyen subay ise ülkemizin "Batıya Açılan" penceresine gelen bir misafir. Tövbe, sadece oraya değil. Komple ülkemize gelen bir misafir ama öyle böyle misafir değil. 25 Kasım 1918'de İstanbul'a ayak basan İşgal Orduları Kumandanı Fransız General Franchet d'Esperey. Breh breh breh...

Gerçi kendisi bununla yetinmiyor. İlk girişi çok sönük bulduğu için, bu kez 8 Şubat 1919 yılında Fatih Sultan Mehmet’in şehre girdiği kapıdan, surlar içerisinden yine bir atla, Türk bayrağını çiğneyerek geliyor. Siz bakınız, ilk geliş 1918.

Ama ondan önce aşağıdaki ilk metin. Tarih 27 Aralık 1919. Mustafa Kemal Paşa, Ankara'ya varmış. Halka konuşma yapıyor. Ve diyor ki:

“Tekrar ediyorum, aleyhimizde serdedilen mütalaat yanlıştır. Bu hakikat tarihen ve mantıkan sabittir. Bu hususu yalnız garba değil, hatta vatandaşlarımıza da ehemmiyetli bir surette ihtar etmek lüzumunu hissediyorum. Çünkü nadirattan olmakla beraber teessüfle işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya hiss-i milliden mahrum kalmış olması lazım gelen bazı şahıslar, ecnebilerin aleyhimizde serdettikleri ithamatı reddetmedikten başka vatanlarını, milletlerini kabahatli göstermekten çekinmiyorlar. Hâlâ bugün, sultani mektebinin salonlarını aleyhimizde konferans verdirmek için ecnebilere küşade bulunduranlar var, bu gibilere lanet…” (*)

Aşağıdaki metinlerin tarihi ise 25 Kasım 1918. Konuşmaların kimlere ait olduğu yazılı:

Salih Arif Bey (Galatasaray Lisesi Müdürü)
“Askeri meziyetleri bütün dünyaca tasdik edilmiş olan büyük bir komutanı selamlamak bizim için büyük bir bahtiyarlıktır. Vaktiyle Fransa’nın yardımlarıyla yapılan bu mektep memleketimize birçok önemli şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu mektebin eski bir talebesi olmam hasebiyle müessesedeki uygulamaların izini takip etmeye çalıştık. Şu dakikada yanınızda bulunan sekiz Fransız öğretmen, bu müessesenin içinde kendilerini o güzel memleketinizde imiş gibi farzetmekte olduklarını müttefik olarak zat-ı âlilerine beyan edeceklerdir…” (**)

General Franchet d'Esperey (Müttefik İşgal Orduları Kumandanı)
“Mektebinizin müdürü Salih Arif Bey, Fransız öğretmenlere gösterdiği kolaylık ile minnettarlığımızı kazanmıştır. Fransızlar tarafından kurulan Mekteb-i Sultani, mevcudiyetini merhum Sultan Abdülaziz’e borçludur. Sultan Avrupa’daki dengeleri kollamak suretiyle nasıl tavır alacağını pek güzel takdir edebilmiş ve Almanya ve Avusturya yerine, Fransa ve İngiltere’nin yardımını kabul etmişti. Maalesef halefleri kendisi gibi olamadılar… Siz gençler, yeni padişahınızı takip ediniz… Binaen-aleyh mektebin ve bilhassa müdür Salih Arif Bey’in minnettar kaldığımız bu muamelesini ilelebet unutmayacağım gibi bunu memleketimde anlatmayı bir görev addedeceğim.” (**)

Şimdi bu zatların Fenerbahçe'ye bakış açısıyla göz atacak olursak, saniye beklemeden şunu diyebiliriz:
"Mekteb-i sultani vatan hainidir"

Ama demeyeceğiz. Çünkü biliyoruz ki okul duvarından kaçıp cepheye gidenler de cephede şehit olanlar da vatan evladı öğrenciler.

Ha, maksat analiz yapmaksa, yapalım.

Maksat karanlık yanları ortaya çıkartmaksa, çıkartalım.

Hiçbiri değil de maksat sallamaksa ona da varız. Biz her şeyi izah ederiz.

Sadece bir tek şeyi merak ediyoruz. Siz Fenerbahçe'ye baktığınız gibi kendinize bakınca şu satırları nasıl izah ediyorsunuz?

Kestane kebap, acele cevap.

"Bu arada Mekteb-i Sultani’de hedef haline gelmişti. Okulun önce İngilizler tarafından sonra da İtalyanlar tarafından işgal edileceğini öğrenen dönemin müdürü Salih Arif Bey soluğu Fransız Sefaretinde almış ve zaten var olan iyi ilişkilerine dayanarak işgallerin önlenmesini istemiştir. Fransız sefareti, Paris’ten aldığı talimatla tüm işgal komutanlıklarına okulun Fransa tarafından işgal edildiğini, orasının artık Fransa toprağı olduğunu hatırlatmış ve okul böylelikle koruma altına alınmıştır!" (**)

(*) Gazi Mustafa Kemal, Büyük Nutuk, Vesika No. 220

(**) Prof.Dr.Vahdettin Engin, 1868’den 1923’e Mekteb-i Sultani

Devamı ...

22 Mayıs 2012

Kararımızı Görüşmeler Neticesinde Duyuracağız


Yeni bir gelişmedir, tarihe not düşelim.

Ne diyor Fenerbahçe resmi sitesindeki haber?

Bayan Voleybol Takımımızın CEV Şampiyonlar Ligi'ne katılım daveti almaması ile ilgili olarak kulübümüz Türkiye Voleybol Federasyonu ve CEV ile görüşmelerini devam ettirmektedir. Bu durumun düzeltilmesi adına yürütülen görüşmelerden alınacak sonuca göre kulübümüz tavrını belirleyecek ve kararını kamuoyu ile en kısa sürede paylaşacaktır.

Hiç lafı eğip bükmeye gerek yok.

Erol Ünal Karabıyık nam Fenerbahçe düşmanı şahsın planlarının sonunda işin geldiği yeri yeni mi öğrendiniz de açıklama yapıyorsunuz?

Yeni öğrendiyseniz rezalet.

Yeni öğrenmediyseniz de yeni görüşüyorsanız daha büyük rezalet.

Haydi hayırlı işler.

. Devamı ...

Federasyonun Wild Card Ahlaksızlığı ve Uyuyan Yönetim


Fenerbahçeli olunca her gün başka bir acayipliğe uyanıyoruz, Gregor Samsa’nın bir sabah böcek olarak uyanması gibi her sabah başka bir garipliğin içinde buluyoruz kendimizi. İki gündür CEV’in Şampiyonlar Ligi için wild card’ı son Avrupa Şampiyonu Fenerbahçe’ye değil de Galatasaray’a vereceği söylentileri artık yüksek sesle dile getiriliyordu, açıkçası her ne kadar Fenerbahçe Yönetim Kurulu’na bu konularda zerre kadar güvenmesemde bu kadar büyük bir hak çiğnemeye karşı sessiz kalıp bunu kabul edebileceklerini düşünmemiştim. Sağolsun beni bir kere daha yanıltmadılar.

Futboldaki Şampiyonlar Ligi’ne katılmama mevzusunun aynısıyla karşı karşıyayız. SS subayı federasyon başkanı Erol Ünal Karabıyık’ın CEV’in Fenerbahçe’ye wild card vermeme gerekçelerinin hepsi tamamen uydurma ve karar alındıktan sonra ulan bir şeyler söyleyelim diye söylenmiş sözler. Bu karar Türkiye Voleybol Federasyonun dahli olmadan alınmadı, CEV kafasına göre Türkiye’den şu takımı alayım ben diye karar vermedi, bizzat Türkiye Voleybol Federasyonu başkanının yönlendirmesinin bu kararda etkili olduğunu biliyoruz. İşin daha kötü tarafı Fenerbahçe yönetimi de böyle bir karar alınabileceğini, Federasyon Başkanı’nın tescilli bir Fenerbahçe düşmanı olduğunu bile bile bu kararın çıkmaması için kılını bile kıpırdatmadı.

Çanakkale’deki erkekler play-off finalleri sırasında otel lobisinde Hakan Dinçay’ı görüp yanına gittim. İyi akşamlar dileyip sade bir taraftar olarak sene başında kadınlarda Fenerbahçe’nin şampiyonluğuna mal olan statü değişikliğine itiraz edip etmediğimizi merak ettiğimi belirtip bu konuyu sordum.
Bu konuda belgelerle açıklama yapacağız, Federasyon Başkanı yalan söylüyor Çarşambayı bekleyin
dedi. Aradan dört-beş Çarşamba geçti ortada bir açıklama falan yok tabi. İkinci soru olarak da bu sene federasyon seçimlerinde Erol Ünal Karabıyık’ı devirmek için birşeyler yapılıp yapılmadığını sordum. Dinçay,
bizim kimsenin koltuğunda gözümüz yok
dedi.
Fenerbahçe’nin koltuğunda gözü olanların koltuğunda da mı yok
dedim bir şey söylemedi.

Şimdi sen 3 senedir seni alaşağı etmek için çevirmedik dolap bırakmamış, değiştirmedik statü koymamış bir adamı ordan indirmek için hiçbir şey yapmıyorsan tutup şimdi "ah bunlar niye bizim başımıza geliyor" diye ağlanıp sızlanma hakkın yoktur.
Erol Ünal Karabıyık CEV’in sunduğu gerekçelere kendisi inanmış mı acaba da bizi gerizekalı yerine koyuyor. Ülke federasyon başkanı olarak bu ne biçim gerekçe diye sormak yerine çok iyi oldu haklı adamlar noktasına gelmesi Fenerbahçe düşmanlığının geldiği nokta açısından ibret verici bir düzey gerçekten.

Fenerbahçe CEV’in belirlediği otelde kalmamış da, yok onların istediği formayla seromoniye çıkmamış da böyle ergen sevgili kaprisi bile olamayacak gerekçelerle Wild Card verilmemesi normalmiş. Ulan bir Allah’ın kulu da demiyor ki iki sene önce Cannes’ın anonsçusu maçı resmen manipüle ederken, Arkas’ın anonsçusu bu yıl Novosibirsk maçında servis atan rakibin kulağının dibinde mikrofonla “İzmir uyuma” diye bağırırken neredeymiş bu CEV. Bırak herhangi bir yaptırımı, para cezasını ilgili kulüplere bir tane resmi uyarı göndermiş mi? Olayın federasyon ayağı rezil ama beklenmedik değil. Bu adamın Fenerbahçe aleyhine bir fırsat bulsa kulübü kapatmayı isteyecek kadar azılı bir Fenerbahçe düşmanı olduğunu cümle alem biliyor peki Fenerbahçe yönetimi bu cinayeti göre göre nasıl suspus oluyor.

Fenerbahçe'nin voleybol şubesinin nasıl yönetildiği son üç aydır muamma. Universal ile sponsorluğun ne olduğu belli değil, koç gitti hangi koç gelecek o belli değil, CEV'le ilişkileri güya düzenleyecek Violet Duca'nın nerde olduğu belli değil,şube yöneticisi Hakan Dinçay transferini görüşeceğiz ama Kim'e ulaşamıyoruz diyor kız aynı gün Twitter'de takım arkadaşlarıyla yemek yerken resim paylaşıyor, taraftar tepki göstermesin diye oyuncular fazla para istiyor diye hedef gösteriliyor Ve bunun üstüne böyle skandal bir kararla wild card alamıyorsun. Kimse yok 3 Temmuz, yok şartlar şöyle düşmanlar şöyle falan bahaneleri bulmasın. Futbolda Şampiyonlar Ligi’ne katılmamayı bir katakulliyle kaybetmişsin, bu konularda ne kadar dikkatli olman gerektiğini biliyorsun kalkıp da Federasyonu aradan çıkarıp CEV başkanı Meyer'e bir telefon açamıyor musunuz arkadaş. Avrupa Şampiyonu’nun bir sonraki sene Şampiyonlar Ligi’ne katılamayıp lig dördüncüsünün gitmesi nerde görülmüş şu kararın alındığı bir yerde Fenerbahçe yöneticisiyiz diye utanmadan nasıl insan içine çıkacaksınız?

Takım Trabzon’da linç olmaktan kurtulur emniyete teşekkür edersiniz, Avrupa Şampiyonu olur havaalanında biber gazı yer tek kelime etmezsiniz, CAS davasına namus davası deyip ülke çıkarı diye geri çekersiniz, polis, provokasyonla 55.000 kişiyi gazlar, polisle işbirliği yapmaya hazırız dersiniz, hem Fenerbahçe’ye operasyon yapıldı deyip hem bizzat operasyon yaptığını iddia ettiğiniz adamların yakınlarını yönetime alırsınız, ilk icraat olarak Zaman Gazetesi’ne koşup cemaate barış mesajları veren bir yöneticiyi Divan Başkanı yaparsınız.

Size nasıl güveneceğiz bu kulübün haklarını koruma konusunda Allah aşkına ?

Taraftar gecesini gündüzüne katmış, mitinglerde helak olmuş,coplanmış, biber gazı yemiş, varını yoğunu kulübe adamış kazancının %10 unu kulübe vergi olarak ödeyeceksin deseler onu bile seve seve kabul edecek konumdayken Fenerbahçe’nin menfaatlerini korumakta bu kadar korkakça davranmayı Fenerbahçe tarihi affetmez. Fenerbahçe’nin çıkarlarıyla ülkenin çıkarları tamamen ayrıldı artık. Biz biber gazı yiyenlerin çıkarını savunun istiyoruz, siz biber gazı atanlarla kolkola girmekten çekinmiyorsunuz. Hepinize yazıklar olsun.

Devamı ...

21 Mayıs 2012

Nevriye Yılmaz'ın Dramı (!)



Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denebiliyor pekala. Lâkin uzunun olmadığı yerde, kısaya uzun demek pek de mümkün değil.

Masal bu ya...

Türkiye'de basketbol menajerliği işlerinin Don Barzini'si olan Tolga Tuğsavul da "ilk paragraftaki vaziyetin" bilinciyle kadın basktboldan sorumlu consiglieresi Ceren Ateş'i harekete geçirmiş ve Nevriye Yılmaz'ı Fenerbahçe ile pazarlığa oturtmuş.

Siz deyin yıllık 750.000 €, biz diyelim yıllık 900.000 €'lar ve üç senelik kontrat süreleri havada uçuşuyormuş.

Eflak ve Boğdan'ı istemişler mi, orası bilinmiyor.

Efendim Nevriye şampiyonluklar kazandırmış da, senelerdir Fenerbahçe formasını taşıyormuş da, bu parayı ona vermezsek kime verecekmişiz de!

Nevriye ve bunları söyleyenler özelinde çok basit bir şey sormak istiyorum?

Siz iyi misiniz?

Türkiye kadın basketbol pazarında, hele özkaynak düzenine dönerek milli takıma oyuncu yetiştirme çabaları bu kadar tartışılırken bu paraların verilme imkanı var mı?

Yarın öbür gün diğer oyuncuları nasıl tutacaksınız elinizde?

Bugün basketbolu bıraksa, herhangi bir yerde, o istediği paranın 100'de 1'ini (9000 €) maaş diye alamayacak sporculara bu paralar verilir mi?

Bakın daha işin Fenerbahçe yanına girmedik bile.

Kulübün canı çıkmış. Kuruluştan kurtuluşa emdiği süt burnundan gelmiş. Matmazel sene sonu boyunca hemen bütün maçlarda "Benimle imzalamadılar" diye trip yaptığı yetmiyormuş gibi şimdi de kontrat da kontrat diye tutturuyor. Sanki senelerdir üç kuruş paraya oynuyormuş gibi.

Bir "Topçu değil" denen Ziegler'in kaçan şampiyonluk sonrası hallerine bakıyorum, bir de önüne çıkan altyapı oyuncusu hayran hayran yüzüne bakarken "Çekil" diye kenara iten büyük kaptan Nevriye'ye. Sonra aklım hakiki büyük kaptan Ayten Salih'e gidiyor. Bırakın Galatasaray'a gitsin Nevriye Sultan. Demirden korksak trene binmezdik.

. Devamı ...

Cemaat Fenerbahçe'yi Neden Ele Geçirmek İster?


Bir anda bir medya bombardımanı ile karşı karşıya kaldık. Başlıktaki soru maşallah herkesin ağzında. "Cemaat Feneri neden ele geçirmek istesin?" Gerçekten de çok makul bir soru. 2007 yılında bu soru sorulsaydı, muhtemelen basit bir komplo teorisini ortaya çıkartan nadide bir sual olarak hayatımızda yer alacaktı. Artık değil. Artık bu sorunun sorulabileceği, makul, normal bir süreç var. 3 Temmuz darbesi bütün külliyatıyla ortada dururken, bu sorunun sorulması da meşru.

Zaten bu sebeple "cemaate yakın" olduğu bilinen yazarlar "cemaat Fenerbahçe'yi ele geçirmeye çalışıyor" iddiasını "ciddi" bir soru olarak ele alıyor ve bir takım izahatlarda bulunuyorlar. Hatta bu iddia o kadar "ciddi" bir noktaya ulaşmış durumda ki, Fethullah Gülen, bizzat kendisi bir açıklama yapıyor:

Fethullah Gülen mübarek bir hizmeti "şeffaf değil", "Fener'in ışığına o üfledi", "gizli ajandası var", "siyasete bulaştı" diyerek karalayanların pek çoğunun "görmeden, tanımadan ve Hizmet ya da temsilcileri hakkında iki satır okumadan" bencilliğinden ya da mensup bulunduğu dairenin enaniyetinden dolayı muhalif davrandığını ve hatta düşmanlık yaptığını belirtti. "[1]


Dolayısıyla en azından Fethullah Gülen'in bizzat kendisinin ve cemaate mensup önemli şahısların bu iddiayı ciddiye aldığını ve cevap verme ihtiyacını hissettiğini tespit etmek lazım.

Şimdi o zaman ikinci kısmı geçelim. Öncelikle potansiyel. Cemaatin fenerbahçe'ye karşı bir operasyon kurgulayabilecek imkanları var mı?

Evet var.

3 Temmuz sürecinde, ODA TV ve KCK davasında açıkça gördük ki, emniyet ve yargı içerisine yerleşmiş bazı şahıslar, elde ettikleri kamu gücü ile belirli operasyonlar yapabiliyorlar. Nitekim bu operasyona maruz kalan sayısız insan aynı adresi, aynı şekilde işaret etmekte. Dikkat edildiği zaman görülen bir başka unsur da aynı operasyon biçimi. Emniyet birimleri teknik takip yapıyor, belirli medya organlarında çalışan yine belirli özel yetkili gazetecilere bu bilgiler servis ediliyor, daha sonra yaratılan kamuoyu bombardımanı ile birlikte soruşturma süreci başlıyor, gözaltılar ve tutukluluk süreçleri ile süreç devam ediyor.

Dolayısıyla bunun aynısını Fenerbahçe'ye de yapabilecek bir organizasyon bulunuyor. Fenerbahçeliler de şunu soruyor,

1- Fenerbahçe neden 6222 sayılı Kanundan bile çok önce Ocak ayında dinlenilmeye başlandı?
2- Neden gözaltılar suçun son işlendiği tarih olan Mayıs ayında değil de Temmuz ayında yapıldı?
3- Neden belirli medya gruplarına ve şahıslarına soruşturmada elde edilen tüm bilgi ve bulgular sızdırıldı?
4- Neden 6 Temmuz tarihinde Emniyet yetkilileri 19 maçta şike ve teşvik primi tespit ettik gibi bir açıklama yaptı?
5- Neden dava özel yetkili mahkemede görülüyor? Cebir ve şiddet olmayan ekonomik çıkar amaçlı suç örgütlerinin ÖYM'lerde yargılanamayacağı ve 6222 sayılı kanun kapsamında yetkili mahkemenin başka bir mahkeme olduğu ortada olmasına rağmen neden davaya inatla Özel Yetkili 16. Ağır Ceza Mahkemesi bakıyor? Fenerbahçe davasına bakan mahkeme ile ODA TV davasına bakan mahkemenin aynı olması tesadüf mü? Fenerbahçe'ye açılan davayı Zekeriya Öz, Mehmet Berk, Cihan Kansız gibi savcıların yürütmesi de kozmik bir mucize mi?
6- Neden HSYK Başkanı Sadullah Ergin bütün bu usulsüzlükleri görmesine rağmen bir kere bile müdahale etmiyor?
7- 6222 Sayılı Kanunun değişimi sırasında neden cemaate yakın isimler ve milletvekilleri alenen dezenformasyon kampanyası yaptılar? Neden bu yasa değişikliğinin Aziz Yıldırım'ı kurtarma yasası olduğu, AKP'nin şikeye battığı gibi söylentiler çıkartıldı?
8- Cemaate yakın isimlerin tamamının Fenerbahçe'ye karşı oluşturulan propaganda bombardımanının parçası olmasının sebebi nedir?

Şimdi bütün bu sorular cebimizde olmak kaydıyla, cemaat / hükümet gibi siyasal yapıların neden Fenerbahçe'yi ele geçirmek isteyebileceğini de ifade edelim.

1- Spor, sadece seyirlik bir zevk değildir. Avrupa'nın bir çok ülkesinde de, totaliter devletlerde de egemen güçlerin tamamının futbol takımlarıyla ilişki kurmasının sebebi (Bkz: Kızılyıldız, Dinamo Moskov, Dinamo Bükreş, Real Madrid vs) bu kulüplerin yarattığı çevresel etkidir. Kulüpleri değerli yapan şey ekonomik güçleri değil, taraftarlarıdır. Kulüpler de aynı gazeteler gibi, çok geniş bir kitleyle iletişime geçerler ve onların hayatlarını etkilerler. Egemen güç, bu kulüpler eliyle halkla doğrudan bir bağlantı kurabilir, egemen gücün yarattığı başarı, milli ruh, yeni rejimin "simgeleri" ve ideolojisi bu kulüpler üzerinden halka intikal ettirilebilir.

2- Kulüpler bir günde kurulmaz. Patlıcanbahçe'nin Fenerbahçe olması mümkün değildir. Çünkü kulüpler, zaman içerisinde, bir tarihi deneyimle birlikte, insanların kalplerinde ve akıllarında yer alırlar. Patlıcanbahçe kulübü, amatör ligden başlayacak, yıllar içerisinde yükseleceK, çok büyük ihtimalle seyircisiz, taraftarsız, yerel ve küçük bir kulüp olarak kalacaktır. Emperyal hevesleri olan bir "egemen güç" için böyle bir kulübün varlığı da utanç vesilesi olacaktır. İstanbul Büyükşehir Belediyespor, Ankaragücü, Kayserispor, Bursaspor gibi sayısız kulübe verilen desteklere rağmen, bu kulüpler ya ancak yerel kalabilmiş, yani ülkenin bütününe şamil bir taraftar portresine erişememiş, ya da zaten başarılı olamamıştır.

3- Fenerbahçe, 105 yıllık bir Türkiye tecrübesine sahip, Kadıköy bölgesinde konuçlu, temelde "radikal" olmayan, merkez hassasiyetleri bulunan, her iktidarın göz bebeği bir kulüptür. Erişebildiği kitle Türkiye'nin yüzde 30'u kadarken, ekonomik büyüklük olarak futbol endüstrisinin yarısını kapsar. Beşiktaş, Trabzonspor ve Galatasaray'ın toplam ekonomik hacmi Fenerbahçe'den küçüktür. Dolayısıyla futbol endüstrisini yönetmek isteyen herhangi bir güç Fenerbahçe'yi yönetmek, yönetiminde bir parça sahibi olmak zorundadır.

4- Fenerbahçe yönetimi değişen iktidar yapısından çok etkilenmemiş, 3 Temmuz'a kadar geçen süreçte, iktidarın ikili ortakları ile ilişkisini uzak tutmuş, elindeki güçle orantılı bir şekilde bu iktidar yapısının uzağında kalmayı tercih etmiştir. Dolayısıyla Fenerbahçe'nin ele geçirilmesi, hiç değilse yakına çekilmesi de her şeye malik olmak isteyen, bunu da üniversitelerden, YÖK'E, HSYK seçimlerinden Emniyete, Tiyatrolardan, İnşaat şirketlerine kadar her alanda gösteren bir iktidar için arzu edilendir.

5- Bu iktidar yapısının hayata bakışına yön veren, kendi içinde tutarlı ve yıllara dayanan bir ideolojisi vardır. Onlar tarihi ve hayatı bu ideolojik gözlük çerçevesinde okumaktadır. Dolayısıyla Yaşar Büyükanıt'ın arkadaşı, TSK ile iyi ilişkileri olan Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe başkanı olması bu ideolojik okuma çemberinde zaten "sıkıntılı" ve yeni rejimle "uyumsuz" gözükmektedir.

Bütün bunları toplayınca Fenerbahçe'yi ele geçirmek için motivasyon sahibi ve bunu başarabilme imkanlarına sahip bir gücü görebiliriz.

Fenerbahçe'nin paralel iktidar tarafından hükümetin cevaz verdiği alanda yaratılan bir operasyona maruz kaldığını görüyor, bunun bir yıllık delilinin de gazete sayfalarında yer aldığını biliyoruz.

Şimdi, insanlar şu soruyu soruyor.

1- Madem öyle neden Fenerbahçe yönetiminde AKP'ye yakın isimler var?

A) Çünkü yönetim kurulu listesini biz değil Aziz Yıldırım belirledi. Bu sorunun yukarıda anlatılanlarla bir alakası yok. İkisi aynı anda geçerli olabilir. Zira Fenerbahçe yönetim kurulunda yer almaları Fenerbahçe için değil AKP'liler açısından bir sorundur. AKP milletvekillerinin ergenekon terör örgütünün finans ayağı olduğunu, belli bir yere mensup savcılar ve gazetecilerin ise ekonomik çıkar amaçlı suç örgütü lideri olmakla itham ettiği Aziz Yıldırım'a "başkan" demeyi kabul ediyorlarsa, bu en azından kendi gruplarının ortaya attığı iddiaların ne kadar mesnetten ve gerçeklikten uzak olduğunu gösterir.

B) Çünkü 11 aya yaklaşan bir süredir tutuklu olan bir adam, her şeye sahip, yargıdan dişleri, teknik takipten kulakları, emniyetten pençeleri, medyadan dilleri olan, yasama organını bağlamış, yargıya bütünüyle hakim olmuş, ekonomik olarak karşılaştırılamaz büyüklüğe erişmiş bir iktidar makinesiyle ancak belirli bir yere kadar savaşabilir. Siz sokağa mı çıktınız? Aziz Yıldırım'ın uğradığı haksızlıklar, adaletsizlikler, yargı sürecindeki olumsuzlukları bir kere ağzınızı açıp telin mi ettiniz? Üstündeki Fenerbahçe formasını veya nefretinizi bir yana koyarak bu canavara karşı bir kere dik mi durdunuz? Zalimin yanında sessizce durarak aylarca süren bir saldırıyı kimi zaman avuçlarınızın içi patlayıncaya kadar alkışladınız. Ama Fenerbahçe ve Fenerbahçeliler direndi, tek başlarına bu Cerberus'un karşısında hem size laf anlatmaya hem bu yalanlara cevap vermeye hem de bu pençelerin izlerini silmeye çalıştı. 11 ayın sonunda, böyle bir canavarı "uzlaşma" aşamasına getirmek olup olabilecek en büyük başarıdır. Türkiye'de bunun yarısını başaran bir tane STK var mı? Hangi sendika, hangi sivil toplum örgütü oturup da bunu yapabildi? Bir ıslıklama olayından sonra Adnan Polat'ın ne hallere düştüğünü, İnan Kıraç'ın bir açıklamadan sonra 45 dakika nasıl kapı önünde beklediğini bilmiyor muyuz? Ünal Aysal korkusundan 25 milyon taraftarın 20 milyonu AKP'ye oy vermektedir dediğinde biri de çıkıp "ayıp oluyor başkan" diye sorabildi mi? Bu kadar korkunç bir iktidar erkine karşı "mücadelemiz zulüm ve zalimledir" diye başlayan, "Fenerbahçe'ye operasyon yapılmıştır" diye devam eden, Nazım Hikmet'ten "düşmana inat bir gün fazla yaşamak" dizelerini barındıran, alenen parmağıyla bu iktidar yapısını işaretleyen, Cumhuriyet değerlerine ve cumhuriyete yollama yapan bir Adamın tasarrufu hakkında sual etmek kimseye yakışmayacağı gibi, bunca sessizlikle büyüyen vicdansızlar ordusunun elleri patlayana kadar alkışlaması gerekir.

C) AKPLİ GS'liler için ise sormaları gereken şey şudur, Tayyip Erdoğan buna neden izin verdi? Neden Aziz Yıldırım'ın altına kendi oğlunun kayınbiraderini gönderiyor? Neden Topbaş'a izin veriyor? Neden geçen seçimde Cihan Kamer'e ve yine Topbaş'ın oğluna izin verdi? Neden Tayyip Erdoğan, üstelik de bu kadar yoğun devam eden ve siyasallaşmış bir dava sürecine, Aziz Yıldırım'a atfedilen onca iddiaya rağmen orada duruyor? Aziz Yıldırım masum bir adamsa, ki Aziz Yıldırım öyle olduğunu iddia ediyor, o zaman mesele yok. Ancak o zaman bu adamı bu iktidar neden bunca aydır tutuklu tutuyor? Yani tutarsız olan neden Recep Tayyip Erdoğan?

Başarıdan başka bir şeyi önemsemeyen, iktidar ile şişmiş, Tayyip Erdoğan'ın da Galatasaray'ın da en çok kazanmasını seven, bu kazançtan kişisel bir nema alamıyorsa, mutlaka onu desteklemiş olmak sebebiyle övünç payesi bulan, her olayı sadece bu iki kimliği üzerinden değerlendiren, bir şey AKP'ye veya GS'ye yarıyorsa ne olursa olsun peşine düşecek olan, her ahlaki kuralı, her ilkeyi ikinci plana itmiş, başarısızken ortada gözükmeyen, en büyük övüncü "şampiyon" veya "birinci parti" olmak olan ve hayata sadece bu kerteden bakan lümpenleşmiş ağızlar için hazmetmesi zor cevaplar olsa da, şunu bangır bangır söylemek zorundayız,

2012 yılında Türkiye'de

Süper savcımız Zekeriya Öz'ün emirleriyle, İçişleri Bakanlığı'na bağlı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde faaliyet gösteren bir grup emniyet mensubunun ocak ayında yürütmeye başladığı bir soruşturma sonucunda çok ciddi suç delillerine ulaştığı için Fenerbahçe başkanını hiçbir siyasi müdahale olmadan gözaltına alması,

bu bulguları gazetelerinde yayınlayabilecek cesarete sahip bazı gazetecilerin (Clark Kent) süper gazetecilik yetenekleri ile bu bulguları "bularak" kamuoyuyla paylşması

ve bu davanın da süper tarafsız, bağımsız, her türlü siyasi ve cemaat etkisinden uzak tıkır tıkır işleyen yargı sistemi tarafından yürütülmesi,

Fenerbahçe'ye bu operasyonu Aziz Yıldırım yaptı çünkü bir kahraman olmak istiyordu hipotezinden bile daha aptalca, daha mantıksız, daha dayanaksız bir teoridir.

Uyanın artık.


[1] http://www.sondakika.com/haber/haber-fethullah-gulen-babahan-a-yanit-mi-verdi-3638147/

Devamı ...

20 Mayıs 2012

İçindeki "Hizmet" Aşkı Bambaşka Olanlar



Talat "The Ben Divan Başkanı'yım. Sen kimsin?" Yılmaz
&
Ahmet "The Gelinin Babasından Fenerbahçe'ye Bir Yönetici" Ketenci

Bir an için bu isimlerin, Aziz Yıldırım dışında birisi tarafından Fenerbahçe yönetimine aday gösterildiğini düşünelim.

Herhalde cumartesi günkü "kongre" adlı nümayişin üzerine bir de bu olsa, kızılca kıyamet kopardı. Ama şimdi hiçbir şey olmadı.

Yaşananları satranca benzetenler, düşmanı tartmaktan söz edenler, dönemsel bir hareket olduğunu dillendirenler ve neler neler. Şüphesiz bir şeyler biliyorlar.

Lâkin bizler öyle her şeye hakim kimseler değiliz. 27 Mayıs'ı, 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü, 28 Şubat'ı ve aralardaki teşebbüslerin arka planını yıllar sonra, o da nispeten, kitaplardan, belgesellerden öğrenen normal halk gibi, dünyadan haberi olmayan normal Fenerbahçelileriz.

O yüzden merak ediyoruz ve soruyoruz.

Aç parantez; Aziz Yıldırım'a değil bu soru. O mahpustur. Çeken bilir. Çekene şahit olan da bilir. Mesela ben o kabilden, 14 aylık bir şeyler bilirim askerliğimin geçtiği Askeri Cezaevi'nin yüzü suyu hürmetine.

Hani o aylardır esip gürleyenler, kongreden sonra susanlar var ya. Şimdi dili taharet musluğunun yakın arkadaşına kaçanlar hani. Soru onlara.

Madem böyle olacaktı, o kadar fırtına neden koptu?

Bir soru da 3 Temmuz'un temkinli kanaat önderlerine:

Başbakan'ın "terörist" dediklerine "serseri" derken, miting organize eder gibi yapıp sonra "Taksim'e çıkmayın" derken, tam gaz üzerimize gelinirken "Aman siyasilere sert çıkmayın. Süreç lehimize işliyor" derken, bu zamanların altını mı yapıyordunuz ablalarım ve abilerim?

Helal olsun hepinize!

Devamı ...

19 Mayıs 2012

Sanat Sanat İçindir. Fenerbahçe Halk İçindir.



Sanatın ne için olduğu hususu "Geyik Top 10" listesindeki yerini siyasiler sayesinde daha bir sağlamlaştırırken, Fenerbahçe kongresi bugün Fenerbahçe'nin ne olduğunu ortaya koydu.

Büyük bir kısım yönetim kurulu üyesinin dut yemiş bülbüle dönmesine, Yüksek Divan Kurulu Başkanı Yüksel Günay'ın "mızrağa çuval dikme" uğraşına ve korkudan titreyen Divan Başkanı Talat Yılmaz'ın sisteme muhalefet eden insanları susturma çabasına rağmen Fenerbahçe kongresi ayağa kalktı ve "Fenerbahçe'nin karşısına cümbür cemaat de gelseniz fark etmez. Siz kimsiniz de bize zulmediyorsunuz?" dedi.

Bugün Fenerbahçe, bu savaşı mütarekeye falan gerek kalmadan, açık ve seçik kazanmıştır. Bütün cephe komutanlarına ve savaşçılara selam olsun.

"Ulan nasıl olsa bizi içeri almadılar. Bize dokunmasınlar da yüz bin yaşasınlar" diyen muhalefet.

"Şimdi yönetimdeyiz diye bizi de içeri almasınlar lan. Kaçabilirsem kaçayım, kaçamazsam da ses etmeyeyim" diyen yöneticiler.

"Ben aldığım paraya bakarım aga. Eski kaptanmışım falan gılırımda olmaz" diyen kolpadan efsaneler...

"Taksim'e çıkın. Yok yok, bizi emniyete çağırdılar. Sakın çıkmayın" diyen sürekli tornistan şuursuz kitle koordinatörleri (!)

"Siyasi süreç bizim lehimize işliyor. Fenerbahçeli dediğin sağduyulu davranır. Saçmalamayın sakın" diye racon kesen 3 Temmuz sonrasının meşhur ve kıtıpiyos kanaat önderleri.

Hiçbiri duruma uyanamadı. Uyansa da korktular, cepheye gelemediler. Oysa vakt erişti, Fenerbahçe camiası "Gayrık yeter" dedi. Bir kere dendiğine göre, İsrafil'in sûrunu urma, mahlûkatın yerinden durma zamanıdır. Artık toprağın nabzı başlayacak, hepimizin nabızlarında atmaya. Ne kendi nefsimizi koruyacağız, ne düşmanı kayıracağız! Dağları yırtıp ayıracağız! Kayalar kesip, yol eyleyeceğiz âb-ı hayat akıtmaya. Aynı o destandaki gibi.

Ve Gülbank'taki gibi... Adüvden korkmadık, korkmayız hiçbir zaman!

buraya sonuç kısmı Devamı ...

18 Mayıs 2012

Yasama, Yürütme, Yargı, Cemaat


Olması gereken, yasama yürütme ve yargı arasında güçler ayrılığı ilkesi çerçevesinde bir işbölümü olması, halkın iradesiyle seçilen vekillerin oluşturduğu parlamentonun millet adına çıkardığı yasaların, iktidar tarafından uygulanıp, bu yasalara aykırılıkların da yargı tarafından belirlenmesi. Böyle ideal bir durumda, yasamanın temelde milli çıkarları ve menfaatleri öne koyacağını, yürütmenin hukuk devleti ilkesine saygılı olarak, insan hak ve hürriyetlerini geliştirmek için çalışacağını, yargının da her türlü haksızlığa karşı etkin, hızlı, adil karar vereceğini varsayıyoruz. Gerçekte olan ne? Nanay.

Türkiye'de güçler ayrılığı, çarpımı, bölümü filan falan öyle bir şey yok. Bir güç var, o da bir kişide toplanmış durumda. İktidar partisinin genel başkanı, badem bıyıklı asabi şahsiyet.

Seçim sistemi ve siyasal partiler kanunu nedeniyle milletvekilli listelerini tek elden genel başkanlar düzenliyor. Parti teşkilatı / örgütü zaten bir tane adama, parti başkanına bağlı. Efendim kim belediye başkan adayı olacak, kim belediye meclis üyesi olacak, hepsi bu şahsın iki dudağı arasında.

Bu şekilde "seçilen" milletvekilleri TBMM'de bir araya gelir kendilerini seçen şahsı Başbakan olarak seçer. Kabine kurulur, güvenoyu verilir, orada da iş biter. Gidin bakın, kaç AKP milletvekilinin bir tane yasa teklifi var? Önceden emir verilenler, bir iş halletmek için gönderilenler hariç kaç tane AKP milletvekili herhangi bir yasa yapma faaliyeti içerisinde? Gidin bakın Şamil Tayyar 8 aydır milletvekili, 1 tane yasa teklifi hazırlamamış, bir tane sözlü / yazılı soru önergesi yok. 240 gündür faaliyette olan TBMM'de adamcağız bir kere, o da başkasının hazırladığı teklife imza atmış, hepsi bu. Gaziantep'in hiç mi sorunu yok kardeşim? Güllük gülistanlık mı Antep? Bu memlekette bir tane bile Şamil Tayyar'ın görüp, gündeme getirebileceği, değiştirilmesini istediği kural yok mu? Günde 16 saat çene kasına kuvvet sağda solda cadı avcılığı gibi ergenekoncu avcılığı yapan bu adam, memleket ile ilgili bir tane sorunu tespit edip de bir şey öneremiyor mu? Öneremez. Çünkü bunlar milletin vekili değil, parti başkanının vekili. Hepsi mensup oldukları, kendilerine bu makamı kazandıran odakların amaç ve istekleri doğrultusunda halis bir şekilde çalışmakla mükellefler. Dolayısıyla esasında işlerini yapıyorlar, esasında tam da kendilerini seçenin istediği gibi hareket ediyorlar, sadece o hareket ile beklenen, demokratik bir topluma yakışan hareket birbirini tutmuyor.

Şimdi yasama güya yürütmeyi denetleyecek. Gel külahıma anlat. Neyi denetleyecek? Dikkat etsin de kendi denetlenmesin. Zaten tam da böyle oluyor yürütme organının başı "şok" baskınlarla TBMM'yi basıp "vekiller çalışmalara devam ediyor mu" diye öğretmen edasıyla kontrol ediyor. Yasamanın bir manevi itibarı var, TBMM milli iradenin bir araya geldiği yer, bir ton sembolizm değil mi? Al işte adam basıyor, fırça çekiyor, vekiller de müdür görmüş çocuk gibi koştura koştura genel kurula koşuyor. Geçenlerde, bir tanesi yazık kapıya sıkıştı. Ambulansla kaldırdılar.

Yasamanın hali bu. Demek ki yasama gücü de tek bir kişinin elinde, badem bıyıklı asabi şahısta toplanmış.

Yargının ise hali, içler acısı bile değil. Adalet Bakanının hazırladığı listeyle HSYK üyeleri seçildikten sonra 22 üyenin 17 tanesi net olarak Adalet Bakanlığı ile Cumhurbaşkanı kooperatifi yani yürütme tarafından belirlenmiş durumda. Denizfeneri davasına bakan savcıyı şak diye görevden alıp, sanıkları emirle dışarı çıkartıyorlar, Hizbullah davasında "tesadüfen" bütün militanlar dışarı çıkıyor, bir bakmışsınız Mustafa Balbay 450 gündür tecritte yaşıyor. Ne yargısı? Özel yetkili mahkeme diye bir saçmalığın olduğu bir ülkede özgür, bağımsız, tarafsız yargıdan bahsedilebilir mi? Bu ülkenin adalet bakanlığı utanmadan özel yetkili mahkemelerle ilgili verileri açıkladı. Özel yetkili mahkemede ortalama bir dava 933 gün sürüyor. Soruşturma ve kovuşturma süresinin toplamı bu kadar. 933 gün sonunda başlayan her 10 soruşturmanın ancak 2 tanesinde mahkumiyet çıkıyor. 2010 yılında özel yetkili savcılar 68 bin 100 kişiye soruşturma açmış, bu soruşturmalar ortalama 648 gün sürmüş ve yarısına kamu davası bile açılmamış. Rejim bu. Sonra gel bana bağımsız, tarafsız yargıdan bahset. Adamları 10 seneye kadar tutuklu yargılama hakkı olan bir mahkeme mi olur? Karar vermeden ceza verebilen bu mahkemeler siyasetten bağımsız mı olacak şimdi?

Yani toplayalım, yasama, yürütme, yargı diye bir şey yok, güçler ayrılığı, çarpımı, bölümü, frenler dengeler mekanizması filan hiçbir şey yok. Ne var? Badem bıyıklı asabi şahsiyet var. O kadar. Yasama da o adam, yürütme de o adam, yargı da o adam. O yüzden kupa töreni yapabilmek için Abdürrahim bey gidip Başbakanı arıyor. Başka ülkede adama deli derler, burada bir de gerine gerine anlatıyor.

Bir de cemaat var. Neden cemaat? Çünkü bu güç merkezlerine sızmanın AKP dışındakli bir başka yolu da cemaatten geçiyor. Örgütlü sermayesi, formasyon sahibi kitlesi ve ulaşabildiği popülasyon ile cemaat zaten bir güç odağı. AKP iktidarı döneminde de devletin kritik kadrolarına cemaate mensup şahıslar yerleştirildi. Özellikle polis ve yargıda güçlü bir örgütlenme olduğunu biliyoruz. Ancak bu insanların kendi cemaatlerinin mi, hükümetin mi, hukukun mu çıkarlarını gözettiğini, hangi durumda hangisini hangisine tercih edeceklerini, iç hiyerarşilerini, kimin kime hesap verdiğini, o hesap verenlerin topladıkları hesapları kime sorduğunu bilmiyoruz. Cemaat, gerçekten de bilinmez, tutulmaz, görülmez bir yapı. Sivil toplum filan değil, normal şartlar altında "secret society" denecek bir örgütlenme.

Allah muvaffak etsin. Dördüncü erk olarak hayatımıza yerleştiler. Cemaat Fenerbahçe'yi niye eleştirsin tartışmasını izliyorum, bu kadar adamın işin en önemli yönünü bu kadar bilinçli bir şekilde atlamasına illet oluyorum. Ne o? Şu: cemaat dahi kendisinde böyle bir güç olduğunu kabul ediyor.

Yani cemaatçi yazarlar, Fehmi Koru, Ruşen Çakır gibi isimler ve ötekiler, hiçbiri cemaatin böyle bir gücü olmadığını, polis içerisindeki örgütlenmenin topladığı bulguları, cemaate yakın medya mensuplarına sızdırıp kamuoyu algısı üretme / yaratma operasyonu yapamayacağını, zaten kendilerine bağlı bir savcı / hakim ağı da olmadığını, bu hakim ve savcıların da bu amaçlar doğrultusunda hareket edemeyeceğini söylemiyor.

Hepsi alttan alta ama son derece belli bir üslupla diyor ki "Evet cemaatin böyle bir gücü var, bunu yapacak polisi, hakimi, savcısı, medyası var. Haksız olduğunu bile bile, ele geçirmek istediğimize operasyon yapabiliriz"

Sonra Fehmi Koru şöyle devam ediyor "Ama çalışma şekli bu değil, Fenerbahçe'yi ele geçireceğine patlıcanbahçe diye bir kulüp kurar" Ekrem Dumanlı "bundan cemaatin bir yararı yok diyor, Fenerbahçe'yi ele geçirecek de ne olacak". Bir başkasının yorumu daha ilginç "Fethullah Gülen Galatasaray'a sempati duyuyor o yüzden ele geçirmez"

Kardeşim siz deli misiniz? Devlet tarafından denetlenemeyen, üyelik bağları, nasıl üye olunduğu, üyelerin hakları belli olmayan, iç hiyerarşisi belirsiz, amaçları muğlak, finans kaynakları kapalı ve şeffaflıktan uzak, yönetim şekli, örgütlenme modeli bütünüyle görünmez, kamuoyu denetimine kapalı bir yapının elinde böyle bir güç olduğunu kabul etmek dahi bir demokrasi için çıldırmışlığın zirvesidir. Böyle bir demokrasi mi olur? Eğer böyle bir örgütlenme ve böyle bir güç varsa, bu adamlar bunu yapabilecek durumdadır.

Cemaat ne derse desin, İstanbul emniyetinde kendisine bağlı birimler tarafından örgütlenmiş, bu birimler tarafından yine kendisine bağlı medya mensupları ve organlarına servis edilmiş bir soruşturma, bu medya mensupları ve organlarının propagandası, suçlayıcı başlıkları ile devam eden bir dava süreci gördük. Eğer cemaat (ve kimse onun bu işlere bakan kişisi) kendisinin bu işin içerisinde olmadığını göstermek istiyorsa çok basit üç cümleyle bu işin dışında kalabilirdi: "masumiyet karinesi, adil yargılanma ve soruşturmanın gizliliği"

Adam gibi masumiyet karinesine yollama yapıp, hakkında yargı kararı olmayan insanları suçlamasalardı, adil yargılanmaya saygı gösterip suçlayıcı manşetlerle yargıyı baskı altına almaya ve toplumda da bir algı yaratmaya çalışmasalardı, soruşturmanın gizliliğine az biraz saygı gösterip milletin karısıyla yaptığı telefon konuşmalarını bile basmasalardı zaten bu işin içinde olmayacaklardı. Şimdi Ruşen ile Fehmi sabah akşam yazsınlar, bütün bu suçları işleyenler, ilgimiZ yok dese de artık ilgileri var.

Dahasını da söyleyelim Mit Müsteşarı'nın ifadeye çağrılması ile gördük ki, esasında bu örgütlenme kimi hareketleriyle iktidarın da kontrol / denetiminde değil. Bağımsız hareketler yaparak hükümeti de sıkıştırabiliyor.

Sıkıştırabiliyor da,

Nihayetinde kardeşim bu seçim sistemini ve siyasal partiler kanununu değiştirmeyen kim?

Nihayetinde yargı bağımsız, tarafsız hareket etmiyorsa, bunun sorumlusu herhalde armut ağaçları değil, badem bıyıklı asabi şahsiyet.

Eğer, özel yetkili mahkemelere verilen yetkileri özel amaçları için kullanan bir örgütlenme varsa, bununla esnflar ve sanatkarlar odası değil, bu hükümet uğraşmak zorunda. İçişleri Bakanlığı adamın elinde, Adalet Bakanlığı adamın elinde, Devlet Denetleme Kurulu adamın elinde. Açtırsın soruşturmaları? 6 Temmuz tarihinde 19 maçta şike ve teşvik primi tespit ettik diye açıklama yapan emniyet müdürüne ne oldu? Açıldı mı bir soruşturma? Var mı ceza alan bir tane polis memuru?

O zaman eğri oturup doğru konuşacağız. Nihayetinde bu soruşturmadan sorumlu olan, nihayetinde bu işlere müsaade eden, cevaz veren, nihayetinde hukukun doğru ve düzgün işlemesini engelleyen Ekrem Dumanlı değil, Recep Tayyip Erdoğan.

Sen 10 senedir memleketi yöneteceksin, ondan sonra daha hala her olayda o yaptı, bu yaptı diye bahane üreteceksin. Yok böyle bir saçmalık.

Yasama, yürütme ve yargının yanına dördüncü bir erk olarak cemaat eklendiyse bunun da sorumlusu, bu ülkede, bu şartlarda iktidardır ve bunun hesabını vermelidir. Hayaletlerle kavga edilmez, kasabanın şerifi sizi koruyacağı yerde tecavüz ediyorsa, onun yakasına yapışmak zorundasınız.
Devamı ...

Çarmıha Gerilen Fenerbahçe


3 Temmuz sıradan bir operasyon gibi başlayan ve tahakküm tarihinin nadide bir örneği olarak kayıtlara gecen bir sürecin başlangıç tarihi. Bu dönemde tanıştığımız iktidar araçları, Oda TV, KCK ya da Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi gazetecilerin davalarında görmeye aşina olduğumuz bir sulta biçimini andırıyor. Dezenformasyon ile yönlendirilen kamuoyu, önce tahrik edilip sonra bastırılmaya çalışılan taraftar, son kertede ise meczup ilan edilen bir camia.

Dezenformasyonun Koynunda Futbol

Dezenformasyon basit bir yalan değil. Hakikati perdeleyen politik bir iletişim stratejisi, kanaat mühendisliği ve daha çok bilinen adıyla kara propaganda. Dezenformasyon, seçtiği yollar kirli ve çetrefilli de olsa mutlak bir kanaati oluşturmaya yöneliktir. Mahkeme, hüküm vermeden Emniyet, 19 maçta şike tespit eder; İbrahim Akın’ın defaatle yalanladığı beyanı, ayet kabul edilir; Sekip Mosturoğlu önce itirafçı olur sonra intihar eder; Aziz Yıldırım, zaten silahlı bir çete reisidir.

Provokasyon ve Tasallut

Mülayim kitlelerin tahriki gayri-hukuki kararlar ile başladı. Bu süreçte CL'den men edilen, muktedir gazeteciler tarafından ‘küme düşürülen’ ve yöneticileri tutsak edilen bir camianın sevdalılarından bahsediyoruz. Provokasyon mefhumunu yasadışı bir yöntemden çok bir muktedir taktiği olarak okumamızı salık veririm. Alınan kararların zamanlaması ve uygulanma biçimleri, bu süreçte yaşanan olayları güdüleyen bir nizamin stratejisine ulaştıracaktır bizleri.
Tahrikin medya ayağı Telegol gibi programlar, muktedirlerin kendi ağızlarında komik duracak ithamları kuklaları vasıtasıyla telaffuz etme biçimi, bir halkla dalga geçme aracı ve sanal bir mahkemedir. Savunması alınmamış, söz hakkı olmayan insanlar her hafta insafsız bir infaza tabi tutuldu bu musalla taşında. Sokakta ve ya sanal ortamda Fenerbahçelilerin ortak isteği olan “adil yargılanma” talepleri ise kendilerine hâlihazırda tazyikli su, cop ve biber gazi olarak geri dönmekte. Buna ek olarak, ‘terör’ tanımlamasını kullanmakta beis görmeyen zihniyet, Fenerbahçeliyi, kendi memleketinde sürgün bir Öteki gibi kodlarken devletin diğer kurumları da bu yaftayı sistematik bir şekilde bize hatırlatılmakta.


Meczup Fenerli

12 Mayıs, Arendt’in, ‘vahşetin sıradanlaşması’ diye tanımladığı ve nefret söylemine maruz kalan insan ve ya kitlelere yöneltilen gayri insani muamelenin meşrulaştırılmasının ürünüdür. Tarihinin en önemli finalini kaybetmesine rağmen hudutlarının farkında olan ve kendi takımını alkışlayan bir taraftar vardı Saraçoğlu’nda. Bu sebeple, ceberut bir kurumun tahriki ile başlayan olayların faturasını, 55 bin kadın, çocuk, yaşlı ve genç insana çıkarmak ancak bilinçli bir körlük ile mümkün olabilir.

Ezcümle, 3 Temmuz topyekûn bir darbe idi. Dezenformatif propaganda denizinde hakikati boğmaya çalışanların şimdilerdeki lalüebkem halleri sizi yanıltmasın. İsyan gürültüsünde duyulmaz oldu sesleri. Hâlbuki onlar hala oradalar ve ric'at süsü verdikleri operasyonu tamamına erdirememiş olmalarından mürekkep bir gözü dönmüşlükle bakıyorlar Fenerbahçelilere.

Yazar: @gurbetname, @seytamcik
Devamı ...

15 Mayıs 2012

Ruşen Çakır'la Hasbihal


Ruşen Çakır, 1990'lı yılların başından itibaren siyasal islamı ve bunun içerisinde bulunan hareketleri inceleyen, bu konuda da eserleri bulunan önemli bir gazeteci. Yukarıdaki fotoğraf ise, bu yükselişin sonunda otoriter eğilimleri artık damarlarında kan niyetine dolaşmaya başlayan ulu yöneticinin karşısındaki mazlum halimizi gösteriyor. Ruşen Çakır'ın yüzünde iktidarın nobran, kaba saba, ödünsüz ve insanlık dışı dilinin yarattığı sıkıntıyı görebiliyoruz. "Ama efendim o öldü" derken, bir Allah rahmet eylesin bile dedirtememenin, devlet erkinin o soğuk düşmanlaştırmasının da şahidi oluyor.

Bu deneyimin ışığında, Ruşen Çakır'ın Fethullah Gülen grubu ve Fenerbahçe ilişkisi üzerine yazı yazması ayrı bir anlam taşıyor.

Hakkını vermek lazım, 3 Temmuz sürecinin başından beri, medyadaki özgürlükçü grupların hepsi bu soruşturmaya bigane kaldı. Aziz Yıldırım gibi yanyana gelmek istemedikleri, ağız tatlarına uymayan bir kişi ve futbol gibi temelde "ikincil" bir meselede yaşananlara girerek "steril" muhalif ortamlarını bozmak, durup dururken fanatik, holigan kitlelerin saldırısına uğramak istemediler, hatta bu konuya enerji sarfedeceklerse "nasılsa Türkiye'de şike var, şikeci de Fenerbahçe, temiz futbol" üçgeninde / korunaklı pozisyonunda kalmayı tercih ettiler. (Bu konuda yine de şükran duymalıyız. Rıdvan Akar konuya bulaşır bulaşmaz engizisyon mahkemesinden apartma "aklan da gel" sloganını dünyamıza taşıdı. Halbuki Baransu bile o tarihte bunu söylemiyor, en azından "yargı başlayacak, göreceğiz" gibi bir şeyler söylüyordu)

Dosyayı inceleyen herkesin bildiği gibi ortada çok büyük hak ihlalleri var. Dava süresinde yaşananlar, diğer bir çok davaya göre daha fazla kamuoyu gündeminde yer aldı, çok geniş bir kitle, özel yetkili mahkemeler, emniyet ve onların operasyon düzeni hakkında bilgi sahibi oldu. Bugün özel yetkili mahkemelere karşı toplumsal bir muhalefet varsa, hiç değilse Fenerbahçe'nin yaşadıklarının bu duruma önemli bir katkı sunduğunu kabul etmek zorundayız.

Dolayısıyla özgürlükçü bir düşünür güruhu varsa, bugün önlerinden geçip gitmekte olan bir fırsata bakmaktadır. Orantısız polis şiddeti, özel yetkili mahkemeler, delil üreten, montajlayan emniyet ve bütün bunları pompalayan bir medyanın yarattığı hak ihlalleri çizgisinde söylenebilecek onca şey varken, bunca suskunluk ne yazık ki bu insanların çiftestandartçı olduğundan başka bir sonuca bizleri ulaştırmıyor.

Ruşen Çakır bu konuya el atmasıyla çok önemli bir adım atmış durumda. Ancak bu adımı nedense yetersiz - ama belki de umut dolu- bir soruyla sürdürüyor.

"Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirmek istediğine inananlar, “dar bir zümre”, yani büyükşehirlerde yaşayan, zaten Gülen cemaatine karşı hasmane duygulara sahip bir avuç “Beyaz Türk” müdür, yoksa, örneğin Anadolu’da yaşayan ve/veya normal şartlarda Gülen cemaatine sempatiyle bakan Fenerbahçeliler arasında da böyle düşünenler var mıdır?"

Bunu bilemiyoruz. Buna ilişkin elimizde bir veri de yok. Ancak bu soru şu şekilde de sorulabilir. "Cemaat'in Ahmet Şık'ın tutuklanmasında payı olduğunu düşünenler "dar bir zümre" mi yoksa Anadolu'da yaşayan, normal şartlar altında cemaate sempatiyle bakanlar arasında da böyle düşünenler var mı?"

Bu soru bu haliyle sorulduğu zaman, bunun ilk sonucu Ahmet Şık'ın dahi marjinalize olmasıdır. Neden? Çünkü Anadoluda yaşayan insanların cemaat hakkında farklı bir bilgi, sevgi, inanış veya düşünceye sahip olduklarına, onların Ahmet Şık'ı umursamadıklarına yönelik bir "düşünce"miz var. Bu zan, hiçbir veriye dayanmıyor, gerçekte böyle olup olmadığını da bilmiyoruz, ama öyle olduğuna inanmaya devam ediyoruz. Dolayısıyla diyoruz ki çoğunluk öyle düşünmüyor, azınlık böyle düşünüyor, onlar da belirleyici değil, marjinaller.

Ruşen Çakır'ın soruyu neden böyle sorduğunu anlamakta zorlanıyorum. Gerçekler parmak hesabıyla belirlenmiyor. En çok oy alan en çok gerçeğe hakim olmuyor. Metin Lokumcu'nun bir eşkiya olduğunan inanan insan sayısı, polisin orantısız şiddetiyle vefat etmiş bir insan olduğuna inananlardan daha fazla olabilir, ancak gerçek değişmez.

Dolayısıyla kimseye yararı olmayacak, kimsenin de pozitif bir veri ile ispat gücünün olmadığı bir soru yerine, Ruşen Çakır hepimizin önünde duran esas meseleye dair bazı sorular sorabilir. Mesela:

1- 3 Temmuz günü ilk soruşturma başladıktan sonra neden bütün bilgi ve bulgular bir anda belirli medya gruplarına servis edildi?

2- 6 Temmuz günü emniyet birimleri neden 19 maçta şike ve teşvik primi tespit ettik gibi kamuoyunu yönlendirmeye yönelik bir açıklama yaptılar?

3- 3 Temmuz ile 10 Temmuz arasında, henüz iddianame ortaya çıkmadan, kişilerin savunması bile alınmadan "Fenerbahçe kümeye düşürülmelidir" kampanyası neden başlatıldı? Neden TFF'ye baskı uygulandı?

4- 2 Temmuz 2011 günü Başbakan'a savcı ve emniyet mensupları neden brifing verdi? 3 Saat süren brifing de neler anlattılar?

5- Dava neden özel yetkili mahkemede görülüyor? 6222 sk örgütlü olarak şike ve teşvik suçlarının işlenmesi halinde dahi yetkili mahkemenin HSYK tarafından belirlenecek mahkeme olduğunu, HSYK ise ikiden fazla asliye ceza mahkemesi olan yerlerde üçüncü asliye ceza mahkemesinin yetkili olduğunu ilan etmişken, davanın "fiili irtibat var" gibi bir gerekçeyle ÖYM'de tutulması normal mi? Üstelik savcı bile Olgun Peker grubuyla Aziz Yıldırım grubunun birbirinden ayrı olduğunu kabul ediyor.

6- Dava sırasında neden belirli bir gruba mensup gazeteler ve gazetecilere yine emniyet tarafından sürekli bilgi akışı var? Bu şahıslar neden doğrudan davanın savcısı gibi hareket ediyor? 3 Temmuz öncesinde futbol hakkında tek bir yazı yazmamış bazı isimler neden Allah günü spor programına çıkıyor?

7- 6222 sayılı kanunun değişmesine neden cemaat bağlantılı AKP'li milletvekilleri ve cemaat yayın organları bu kadar karşı çıktı? Yasa değişikliğinin Aziz Yıldırım'ı kurtarmak için yapıldığını, bunun Ergenekon'un dışarı çıkışına kadar yolu olduğunu söylemeye varan inanılmaz bir propagandanın sebebi neydi?

8- Özellikle cemaate yakınlığı bilinen Hakan Şükür ve Şamil Tayyar'ın yine cemaate ait televizyon kanallarında Fenerbahçe'yi Ergenekon'a bağlamak için bunca çaba harcamalarının sebebi ne?

9- Neden dava başladıktan aylar sonra bir gizli tanık aniden Savcı Cihan Kansız'ın kapısını çalıp "Aziz Yıldırım'ın esasında ergenekon'un finans ayağı" olduğunu söyledi?

10- Nasıl oluyor da Nedim Şener ile Ahmet Şık'ı gözaltına alınan polislerle Aziz Yıldırım'ı gözaltına alanlar aynı polisler?

11- Nasıl oluyor da iki operasyonu da yönetenler, kurgulayanlar ve 8 ay boyunca takip edenler de İstanbul Emniyeti içerisinde bulunan belli bir grup?

12- Hükümete veya cemaate yakın bir kişinin bile bu işlerin içerisinde olmaması normal mi? Daha açık olarak, örneğin Fenerbahçe Spor Kulübü Mali İşler Müdürü Tamer Yelkovan'ın dosyada bir çok konuşması bulunurken, yönetim kurulunda hükümete yakın olduğu bilinen bazı şahıslar hakkında tek bir kayıt bile olmaması anlaşılabilir mi? 8 ay boyunca Fenerbahçe Başkanı bazı başka yöneticiler ile hiç konuşmamış mı?

Ruşen bey çok akıllı bir adamdır. Elbette o da bizim gördüğümüzü görüyor, bizim bildiğimizi biliyor, bizim duyduklarımızı duyuyor. Eğer o da bizim gibi hissediyorsa, eğer o da bizim gibi özel yetkili mahkemeler ile emniyette oluşan bir grubun, ellerindeki devlet yetkileriyle bazı suçlar işlediklerini ve belirli medya araçlarının bunun üstünü kapattığını, kamuoyu propaganda aracı olarak çalıştığını biliyorsa, eğer o da kendisine yönelik baskının arkasında paralel iktidar yapısının gittikçe genişleyen alanının olduğunu düşünüyorsa, yukarıdaki sorular onun için zaten yeteri kadar berrak bir gerçeği ortaya koyacaktır.

Susabiliriz ama gerçeği biliyoruz. Nasılsa herkesin konuşacağı zaman da gelecek.
Devamı ...

14 Mayıs 2012

Pınar Doğan & Dani Rodrik: "Cadı avında bile avlanacak cadının evine delil yerleştirilmez"


Neden Pınar Doğan ve Dani Rodrik?
Çünkü damdan düşenin halinden damdan düşen anlar. Üstelik damdan düşenler Dani Rodrik ve Pınar Doğan gibi iki önemli zihin olduğu zaman damın ve zeminin halini bizden çok daha iyi bir şekilde izah edebiliyorlar. Özel Yetkili Mahkemeleri, bu mahkemelerde görülmekte olan davaları ve Türkiye'nin hallerini konuştuk.

Öncelikle ikinize de teşekkür ederiz. Türkiye’de oluşan yeni rejim üzerine biraz geniş bir sohbet yapmanın da faydalı olduğuna inanıyoruz. Bu rejimin tekil örnekleri bakımından değil ama kurgusu bakımından, araçları bakımından ele alınması, Türkiye demokratikleşmesi açısından da çok önemli. Dolayısıyla soruların genişliği esasında konuyu bu çerçevede tutmak için geçerli.

Mesela Özel Yetkili Mahkemeler, eski DGM’leri ikame eden, yeni rejimin simge mahkemeleri olmuş durumda. Buna karşın, ÖYM’lerin özellikle örgütlü suçlarla mücadelede önemli bir ihtisas mahkemesi olduğu da ifade ediliyor. Şöyle bir bakarsak, dünyada bu tip mahkemelerin bildiğiniz örnekleriyle Türkiye’deki ÖYM’lerin yapısı arasındaki temel fark ne? ÖYM’ler bir reform ile ehlileştirilerek sisteme entegre edilebilecek bir yapıda mı yoksa varoluşları ile rejim sahiplerinin kullanacağı uygun bir araç mı? Yani biz bu mahkemeler demokratik bir toplumda varlıklarını sürdürebilir mi yoksa demokratikleşme açısından kaldırılmaları gerekir mi?

PD: Bu mahkemelerin özel yetkilerinden bağımsız olarak, esas problem Ergenekon, Balyoz, KCK ve Futbolda şike ve benzeri soruşturmalarında işlenen suçlar. ÖYM’lerin olmadığını varsayalım. Şu anda olduğu gibi Emniyet ve yargı içinde, adalete hizmet etmek dışında başka bir ajanda ile hareket eden ve amaçları doğrultusunda suç işlemekte sakınca görmeyen kadrolar var oldukça, sorun ortadan kalkmayacak. Adını değiştirin, özel yetkilerini kaldırın, fark etmez. Emniyet görevlilerinin delil yerleştirmesi ya da suç üretmesi, tespit raporlarında gerçekleri saptırması, savcıların lehte olan delilleri saklamaları, yine lehte olan raporları yok etmeleri, iddianamede gerçekleri çarpıtmaları suç. Yasa dışı hareket eden bu grubun adalete hizmet etmesini beklemek abes. Bu davaların görüldüğü mahkemelerin gerçek mahkeme olmadığını anlamak için tek bir duruşma izlemek yeterli. Bana göre adı, ya da yasanın bu mahkemelere verdiği yetkiler hiç de mühim değil. Çünkü problem yasa dışı hareket etmeleri.

Balyoz davasından örnek vereyim; burada sorun bir çetenin—üstelik yüzüne gözüne bulaştırarak—delil üretmiş olması değil sadece. Normal işleyen bir adalet mekanizması olsaydı soruşturma aşamasında emniyet ve savcılar görevlerini yapar, gerçekler ortaya çıkardı. Oysa sahteciliği ortaya çıkarmayı bir kenara bırakın, bu süreçte emniyet ve savcılar sahteciliklerin üstünü ört bas ettiler. Delil üretenlerle emniyet ve yargı içindeki grubun ortak hareket ettiği çok bariz.

Güncel davalara baktığınız zaman McCarthy komisyonuna benzer bir nitelik görüyor musunuz? Bu davalar hukuki bir zeminde mi yükseliyor yoksa bir zihniyetin tasfiyesi için ortaya çıkan siyasi davalar mı?

PD: Bu davalarla tam olarak neyin hedeflediklerini ben kesin olarak bilmiyorum. Amaçları ne olursa olsun, hukuk sistemini suç aracı haline geldi ve bunun orta/uzun vadede kimseye bir faydası olmaz.

DR: Bu davaların McCarthy dönemine benzer cadı avı tarafı kesinlikle var tabi. Ama cadı avlarında dahi “cadı” addedilenlerin evlerine suç delilleri yerleştirilmezdi herhalde... Şimdi biz böyle bir dönemden geçiyoruz.

Balyoz davasında sürecin nasıl gideceğini öngörüyorsunuz? Darbe planlandığı iddia edilen seminere katılanların ancak yüzde 14’ü tutuklu. Darbe iddiasına temel teşkil eden dijital verilerin tamamında sahtekarlıklar ortaya çıktı. 2002 yılında yazıldığı iddia edilen bir dökümanda calibri font bulunuyor. Bütün bu somut, objektif verilere rağmen, dava sürecinin gittiği yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?

PD: Bu dava bir hukuk davası olmadığı için, mahkeme adı altında toplanan kişilerin adil bir karar vermesi söz konusu değil. Delillerin sahte olduğunu bilmelerine rağmen 250 kişiyi hapiste tutuyorlar. Son kaydı 2003’de yapılmış görünen ve hiç ekleme çıkarma yapılmamış Balyoz CD’sindeki belgelerin Office 2007 ile hazırlandığı teknik olarak ispat edildi. Balyoz davasına adını veren Balyoz Harekat Planı adlı belgede Office 2007 ile kullanılmaya başlanan Calibri fontuna referans var. Sözde son kaydı 2002’de yapılmış! Cami bombalama planları öyle. Cami krokilerinde 2007’den önce mevcut olmayan XML şemalar kullanılmış.

Peki bu tespitlerin yapılması neden bu kadar gecikti? Mahkeme bütün Balyoz planlarının toplandığı CD’nin adli imajını vermeyi defalarca reddetti de ondan. İlk tutuklamaların üzerinden neredeyse iki sene geçtikten sonra verdiler. Şimdi de bu delillerin hukuka uygunluğunu incelemeden karar vermek istiyorlar. Savcının mütalaasını dinlediler bile. Savcı CD 2003’de oluşturulmuştur, ekleme çıkarma olmamıştır diyor; şaka gibi. Herkes için 15-20 sene ceza talep etti. Mahkeme dosyadaki Emniyet ve TÜBİTAK raporundan memnun, ‘başka bilirkişi incelemesine gerek yoktur, sanıkların hukuki durumuna katkı sağlamayacaktır’ diyor, bilirkişi atamayı kesinlikle istemiyor. Neden? Bu mahkeme mi adalet dağıtacak? Bu mahkeme mi maddi gerçeğin ortaya çımasını sağlayacak? Aksine, gerçek ortaya çıkmasın diye çabalıyorlar en başından beri. Bir de ironik olarak, saygı görmediğinden şikayet ediyor mahkeme başkanı. Duruşma tutanaklarından okudum, sanıklara hitaben “kıçınızı dönerek oturdunuz” diye veryansın ediyor.

Kusura bakmayın, bu konuda konuşmaya başlayınca durmakta güçlük çekiyorum. Ama...

Bir de tabii Balyoz davasında şöyle bir konu var; ‘neden darbe olmadı?’ Yani bütün korkunç planlar yapılmış, 2003’de bir CD’ye kaydedilmiş, peki sonra ne olmuş? İddianameye göre Balyoz darbesini dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman engellemiş. Tabii savcılar neden darbe olmadı, açıklamak zorunda; akıllarına böyle bir çözüm gelmiş. İyi ama, neden Yalman’ın ifadesine tek bir kere bile başvurmadılar? Ne soruşturma ne de kovuşturma aşamasında. Şimdi sanıklar mahkemeden Yalman’ı tanık olarak çağırmasını istiyor, mahkeme kabul etmiyor. Neden? Savcıların iddia ettiği gibi Yalman darbeye engel olduysa mahkemenin Yalman’ı dinleyerek bunu teyit etmesi gerekmez mi?

Bilirkişi incelemesi yaptırmadan, tanık dinlemeden karar vermek yani ceza kesmek niyetinde olan bu insanlar, duruşmalara girmeyen avukatlar hakkında da suç duyurusunda bulundu. Oysa avukatların tek talebi, davanın esası olan dijital verilerin bilirkişi tarafından incelenmesi ve de tanıkların dinlenmesi. Artık mahkemecilik oynamaktan yoruldu avukatlar da. Bu göstermelik toplantılardan herkes yoruldu ve fena halde sıkıldı.

Ben bu davada görev yapanların akşam evlerine dönünce, çoluk çocuğunun yüzüne nasıl bakabildiğini merak ediyorum doğrusu. Adalet dağıtmak adı altında suç işlemek çok ağır bir durum olmalı.

Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna gözaltındayken “sehven” 139 adet numara yükleniyor, bu numaralar yüzünden kendisi 33 ay tutuklu kalıp tahliye ediliyor. 78 yaşındaki Kurmay Albay Hüseyin Vural’a yine sehven 858 numara yükleniyor kendisi 3 yılı aşan süredir yargılanıyor. Balyoz davasında Eskişehir’de bir eve yapılan baskında elde edilen bir taşınabilir belleğe ait imaj görüntüsünün, baskından 7 gün önce polis tarafından yazıldığı ortaya çıkıyor. Yani polis baskından 7 gün önce bu taşınabilir belleğe sahip.. Şike davasında 21 Nisan tarihinde dinleme yapmak isteyen polis gerekçe olarak 24 nisan tarihinde yapılmış bir telefon konuşmasını gösteriyor. Polisimizin elinde zaman makinesi mi var? Yanlışlıkla yüzlerce numara yüklemek mümkün müdür? Sizde evde eliniz kayınca Dani’nin telefonuna yüzlerce numara yükleyebiliyor musunuz? Bu sehvenlerin yapısı, yoğunluğu size ne gösteriyor?

PD: Sehven değil elbette. Bakın, Kafes planı denen şeyi, daha ortaya çıkmadan bir hafta önce savcı bir şüpheliye planın adıyla sanıyla soruyor. Bir ofiste el konulan DVD, daha bilirkişiye verilecek, bilirkişi DVD’ye gizlenmiş Kafes planını özel bir programla ortaya çıkaracak, çıkan dosyanın şifresini kıracak vesaire. Daha DVD bilirkişiye bile verilmemiş, içinden ne çıkacağı biliniyor. Bu soruları emniyet hazırlıyor tabii. İnsanlar biraz ilgilenseler, bu davalarda neler görecekler. Askeri casusluk-fuhuş diye inanılmaz bir dava var. İsimsiz bir ihbar mektubu “Falanca Fişmanca”nın evine gidin, deliller bulacaksınız diyor. Ancak polis, isim benzerliği yüzünden yanlışlıkla “Falanca Soyadıbaşka”nın evini basıyor, ama yanlış evde de olsa aradığı CD’yi “buluyor” polis. Tekrar edeyim; ihbar Fişmanca için yapılıyor, zaten “bulunan” CD’de Fişmanca’nın adı geçiyor, ama polis bu CD’yi, yanlışlıkla aradığı Soyadıbaşka’nın evinde buluyor. Belki merak edersiniz, söyleyeyim; Soyadıbaşka evinden CD çıktığı için tutuklanıyor ve aylarca tutuklu kalıyor.

Anlayacağınız, gırtlağına kadar suça batmış bir grup var ve işin fenası emniyet ve yargı içinde yuvalanmışlar.

Zaman gazetesi gibi gazeteler de bu işlenen suçları örtbas etmek için sürekli dezenformasyon üretiyor. Açıktan yalan yazabiliyor bu insanlar. Örneğin Ekrem Dumanlı, Teğmen Çelebi olayı için resmen ‘telefona yükleme filan yok, tutanak tutulurken hata yapıldı’ diye yazdı. Bilirkişi raporunda telefonun yüklenen numaralarla çekilmiş ekran fotoğrafları olmasa Dumanlı’ya inanacağım. Neden yalan söylüyor? Kimleri ve ne neden kolluyor? Üstelik ‘Emniyet kendi hatasını fark edip bildirmese bu durum ortaya çıkmayacaktı’ diye de eklemiş. Gerçekten insaf yani. Zaman gazetesi bu davalarda sistematik olarak yalan ya da çarpıtılmış haber yayımlıyor. Balyoz için ‘TÜBİTAK imzaların gerçek olduğunu tespit etti” diye haber yapmışlardı mesela. Halbuki imza filan olmadığı için, olmayan imzayı TÜBİTAK’ın incelemesi söz konusu değil.

DR: Diyebilirsiniz ki Zaman gazetesi belli bir zihniyete hizmet ediyor. Ya liberal değerleri taşıdığını iddia eden Taraf gazetesine ne demeli? Bu gazeteyi yönetenler bir sahte delil çetesinin aracı haline geldiklerini görmüyor olabilirler mi? Çarşaf çarşaf yayınladıkları belgelerin sahteliği aşikâr iken Baransu gibilerinin arkasına saklanarak hala Balyoz gerçekmiş gibi yayın yapabilmeleri nasıl izah edilebilir?

Nedim Şener Aziz Yıldırım’ı gözaltına alan polislerle kendisini gözaltına alan kişilerin aynı kişiler olduğunu ifade etti. Bu işleri belli bir ekip mi götürüyor?

PD: Evet. Aynı Emniyet ekibi ve Besiktaş adliyesindeki aynı ekip. Balyoz davasında CD’nin 2003’de oluşturulmadığını gösteren yazışmaları adli emanete saklayan savcılardan Mehmet Berk, aynı zamanda șike soruşturmasının da savcısı. Yöntemler aynı. Soruşturma sırasında basına çarpıtılmış ifade/bilgi sızdırmalar, sorgusu yapılanlara suçu itiraf ettiği durumda tutuklanmayacağı imaları –ki bunlar hem Balyoz hem de șike soruşturmasında var.

Hanefi Avcı ve Ahmet Şık’ın emniyet üzerine bir kitap hazırlarken tutuklanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Tesadüf mü? Meğerse ikisi de hükümeti yıpratmaya çalışan bir terör örgütünün mensubu muymuş?

PD: Elbette tesadüf değil. Bu kişilerde ortak olan da bize göre hükümet aleyhtarlığı değil. Cemaatin kirli işlerini ortaya serdikleri için inanılmaz iddialarla tutuklandılar.

Aslında benzer başka örnekler var. Kayseri’de Cemaat ağabeylerinin isteği üzerine kendilerine verilen flash bellekteki belgeleri askeri bilgisayar sistemine yüklediklerini, bütün detayları ile birlikte ile itiraf eden astsubaylarla ilgili soruşturmayı yürüten Zeki Üçok, bu kişilerin ifadesini hipnoz ile almakla suçlandı. Adli Tıp, ifadelerin alınmasından bir-bir buçuk sene sonra ‘eğer mahkeme hipnoz olduğu sonucuna varırsa, bulgular bu sonuçla uyumludur’ gibilerinden akıllara ziyan bir rapor verdi. Geçtiğimiz günlerde mahkeme, Üçok’a hipnoz ile ifade aldığı iddiasıyla ceza verdi. Üstelik, hipnoz yaptığı iddia edilen kişinin ifade alındığı saatte Kayseri’de olmadığı belgelerle sabit olduğu halde. Bu da yetmedi, her ihtimale karşılık Üçok’un adı bir dijital belge marifeti ile Balyoz’a da dahil edildi!

Tabii, bu gibi örnekler, Ahmet Şık ya da Nedim Şener’in başına gelenler kadar ilgi çekmiyor. Bahsettiğim Kayseri davasında astsubayların ifadesine göre Cemaat ağabeyleri sahte belge içeren için flash belleği verirken ‘askerde temizlik gerekiyor’ gibilerinden telkinde bulunmuş. Yaptıklarını zannettikleri tam da bu belki de. Temizlik yapıyorlar. Kirli yöntemleri ile suç işleyerek kendilerince temizlik yapıyorlar.

DR: Bir de “bakın Cemaat aleyhine yazan çizen o kadar kişi var, onlara birşeyler olmuyor” deniyor. Yani ortada bir gariplik olduğunu görmek için kaç kişinin yanması gerekiyor? Son muhalif içeri atılana kadar “bakın hala sesini çıkaran muhalif var” mı denilecek?

Bütün davalarda medyanın rolü çok tartışılıyor. Gördüğümüz bir operasyon biçimi var. Örneğin balyoz ve şike davasında bu manzara çok daha net. Öncelikle belirli medya mensuplarına bazı bilgiler “sızdırılıyor” sonra bu bilgiler ile oluşan kamuoyu üzerinden de şahıslara karşı davalar açılıyor.

DR: Aynen öyle. Tabii Turkiye’de medya daima biraz böyle işlemiş, güçlü grupların yönlendirilmesine açık olmuş. Ama son yıllarda bu durum tavan yaptı. Simdi içeri attıracağınız insanları belirliyorsunuz, sahte belgeleri düzenleyip, yerleştiriyorsunuz, sonra Taraf, Zaman ve diğerleri sizin için kamuoyunu oluşturuyor.

Davadaki sahtelikleri ortaya koyduğunuz zaman aynı gazeteler sizi dezenformasyon ile suçluyor.



Medya gerçekten de bir ajandanın uygulanmasında aktif bir araçsallığa sahip mi? Burada görünen gerçekliğe uygunluk, kamuoyunu bilgilendirme gibi medyanın özgürlük alanını aşan bir fazladan görevlendirme var mı?

PD: Ben kimilerinin bu kategoriye girdiğini düşünüyorum. Kamuoyunu sistematik olarak yanlış bilgilendirenlerin niyetinden kuşkulanmamak mümkün değil. Zaman ve Today’s Zaman’ın yayınlarını takip ediyoruz; bu dönemde yaptıkları yayıncılık tam bir tez konusu. Yazılacaktır da.

Ahmet Şık da, Aziz Yıldırım da kendi başlarına gelen olayların temel sebebi olarak hükümetin cevaz verdiği bir alanda devlet içerisinde örgütlenen, kendi ajandası, yönelimi olan cemaati gösteriyorlar. Bu görüşe göre emniyet ve yargı içerisinde örgütlenmiş bir grup, bu makamlardan elde ettikleri güç ile muhalif veya öteki gördükleri unsurları türlü sebeple bastırıyor. Bu manzara doğru mu yoksa büsbütün bir komplo teorisi mi? Türkiye gerçekten de halk tarafından görevlendirilmiş ve meşru yetkilere sahip belirli kurumlar içerisinde örgütlenmiş bir grubun, kendi ajandasını elde ettiği güçle dikte ettiği bir ülke konumunda mı? Yeni bir vesayet ve baskı rejimi türü ile mi karşı karşıyayız?

DR: Emniyet ve yargı içinde örgütlenip suç işleyen bir grup olduğu kesin. Cemaatin görünen tarafı diyebileceğimiz medyasının bu çeteyi kayıtsız şartsız desteklediği de kesin.

PD: Bu grubun operasyonları başta hükümet tarafından desteklenmiş olsa da şu anki durumdan hükümetin memnun olduğunu sanmıyorum. Öte yandan Emniyet İçişleri Bakanlığı’na bağlı, Beşiktaş Adliyesi de Adalet Bakanlığı’na. Bu kirli işlerin, sahte delillerle karartılan hayatların nihai sorumluluğu hükümete aittir.

Şike, Balyoz, Oda TV ve KCK davalarında gördüğünüz ortak noktalar var mı? Bu davaları hukuki bir davadan çıkartarak, siyasal bir sürecin parçası olarak gösterecek bir pattern tanımlayabiliyor muyuz?

PD: Elbette. Maalesef her dava hakkında yeterli bilgi alabilmek mümkün değil. Örnegin KCK davası hakkında haber yok denecek kadar az. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu tutuklanıncaya kadar yüzlerce insan tutuklandı ama haber bile olmadı. Zaten kendi yaşadıklarımızdan sonra birinci kaynağa inmeden yazılanlara inanmama eğilimindeyim. KCK’da delil olarak ileri sürülenlerin şike soruşturmasında öne sürülen “döner muhabbetinden şike” tarzı delillerinden farklı olduğunu sanmıyorum.

Bu zamana kadar Türkiye’de gayri Müslimler, İslamcılar, ülkücüler, merkez sağ hareketler, sosyal demokrat hareketler, sosyalistler, komünistler, Kürtler, aleviler ve bir çırpıda akla gelebilecek bir çok sosyal, dini, etnik kimlik çeşitli şekillerde haksızlığa uğradı. Bugün geldiğimiz noktada biz, yeni egemen rejimin kendi ötekilerine aynı zulmü yaptığını görüyoruz. Her egemen olanın kendi ötekisini baskı altına aldığı bu kısır döngüden çıkış için bir umut var mı? Türkiye gerçekten de dünyalılaşabilir mi? Şöyle iç ve dış dinamiklere baktığınızda, Türkiye bu devri de atlatır diyor musunuz?

PD: Biz bu konuda karamsarız.

DR: Yargının bu derece rayından çıktığı bir ortamda, özellikle cemaat ile AKP arasında çekişmeyi de gözönunde bulundurursak ilerisi için umutlu olamıyoruz.

Balyoz ve Şike davaları bittikten sonra beraber Fenerbahçe maçı izleyecek miyiz? Şimdiden sözü alalım, o günler de gelecek nasılsa.

DR: Ben Galatasaray’lıyım ama bu sene şampiyonluktan hiçbir keyif almadığımı söyleyebilirim.

PD: Ben şimdi maç izlemek için söz vermeyeyim ama Fenerbahçe’nin özgürlük ve şampiyonluk kutlamalarına içtenlikle katılırım.

Çok teşekkürler,

DR & PD: Biz teşekkür ederiz.

Devamı ...

12 Mayıs, Operasyon ve Şiddet



Maçın bitimiyle, Galatasaray'lı futbolcular - herhalde önceden polisle anlaştıkları için- sahanın ortasına doğru koştu. Polis körükten çıkarak son derece nizami bir şekilde orta sahayı çembere aldı. Körüğe kadar uzanan bir koridor açarak futbolcuları o hattın içerisinde tuttu. Bayraklar çıktı, Galatasaraylılar sevinmeye başladı. Sabri filan havaya atılıyordu. Hani bizim basket maçında, şampiyon olmamızla soyunma odasına doğru koşmamızın bir olması gibi değil, Fenerbahçe taraftarı sahaya çakmak bile atmadı. Kimsenin umrunda değildi. "Fenerbahçeli olmanın gururu bizlere yeter" diye tezahürat yapılıyor, takım tribünlere çağrılıyordu. Yukarıdaki videoda göreceksiniz, her şey bir anda başladı ve biz nasıl bir operasyona maruz kaldığımızı da o saniyede anladık.


Türk telekom tribünün köşesine, bir grup polis yerleşti. Taraftarların bir kısmı sahadan çıkmaya çalışıyor, çocuğuyla, karısıyla, kalabalığa karışmadan, stadı terk etmek için aşağı iniyorlardı. O noktada bulunan polislerle bir gerginlik yaşandı. Kim önce küfür etti, önemi yok. Polis bilerek ve isteyerek sessiz kalmadı. Trabzon'da Fenerbahçe'ye ateşler açılırken, devre arasında olaylar çıkarken elini uzatmayan polis, bir anda konuya müdahil oldu. Uzaktan izledik, 4 polis vardı, biri birden staddan çıkmaya çalışan kalabalığa biber gazı sıktı. Bu gereksiz, anlamsız saldırı, tribünleri kışkırttı.



Tribündekiler ellerine ne geçirdilerse polise atmaya başladılar. Beyaz plastik tabureler, meşaleler, kırılmış koltuklar.. O esnada bir çocuk sahaya atladı, koştu, sahanın ortasındaki polislere kadar ulaştı. Polisler sert bir şekilde çocuğa saldırdılar, hepimizin gözü önünde, bir polis elindeki copla, yere düşmüş bir çocuğun beline vuruyor, büyük bir hınçla saldırıyordu. Çocuk hareketsiz kaldı. Arkadaşları yanına geldiğinde ölüyor diye isyan etmeye başladılar. Vahşet, gözümüzün önünde yaşanıyor, bizler tribünde seyirci kalmak zorunda kalıyorduk.


Taraftar polisin kışkırttığı telekom tribünü civarında sahaya atlamaya başladı. Polisin üstüne atılmış beyaz tabureler ve kırık koltukları yerden alıp çevik kuvvetin üstüne doğru koştular. Polisler bir anda şaşkınlıkla kaçmaya başladı. Kalkanlarını yere bırakanlar, biber gazı mermilerini düşürenler, arkalarına bakmadan taraftarın önünde çılgınlar gibi koşuyordu. En sonunda polis körüğe kadar kaçtı ve oraya sıkıştı.



Ancak sonra, polis onlarca biber gazı atarak sahaya saldırmaya başladı.



Bu dakikadan sonra, saldırı çok boyutlu devam etti. Sadece saha içerisine değil, tribünlere ve koridorlara da biber gazı atıldı. Çıkış merdivenlerine ve hatta stadın çıkışına da biber gazı atılıyor, böylece biber gazı nedeniyle sahadan kaçmak isteyenler, koridorlarda ve çıkışta da biber gazı ile karşılaşıyordu.

Biber gazı nihayetinde bir önleme aracıdır. Bu aracın yoğun ve fazla kullanımı, "önleme" amacını aşarak "eza" verme olarak tezahür eder. Yani biber gazı da diğer tüm silahlar gibi bir şiddet aracı ve orantısız şekilde bireylere yöneldiğinde polis eliyle gerçekleştirilen bir işkence, bir şiddet eylemi olur.

Bütün stadın etrafı sarılmış, maraton tribününden inenlere tomayla su sıkılıyor, kuyubaşı yönüne doğru 50 metre arayla biber gazı sallanıyor, yoğurtçu parkı polis tarafından basılıyor, metrobüs yoluna doğru bütün gidişler biber gazı ile bombalanıyordu. Şimdi böyle bir durumda, polisin sıradan vatandaşa karşı uyguladığı bu fiilin "önleme", "reaksiyon" değil bizzatihi öfkeden kaynaklanan ve sıradan halka yönelen bir şiddet eylemi olduğunu kabul etmemiz lazım. Bu gözü dönmüşlük duygusu daha sonra Facebook'a da taşacak, "devrem yetişemedin keşke sen de bir tekme atsaydın" muhabbeti, polisin nasıl bir anlayışla olaya müdahale ettiğini, olayda esas amacın tam da "rejim muhalifi" olan, o noktada "isyancı" konumundaki "ötekilere" eza çektirmek olduğunu da gösterecekti.

Nitekim bu durumu bir "müdahaleden" operasyona taşıyan bu duygu başka bir bilgiyle daha muştalandı. İlk biber gazı olayların başlamasıyla atılmamıştı. Maçın bitimiyle birlikte stad dışına zaten biber gazı atılmış, hatta helikopterden de biber gazı püskürtülmüştü. Yani polis, maçın bitimiyle birlikte "tam yetki" alarak, taraftara müdahale etmiş, hiçbir olayın çıkmasını da beklememişti.

Bu duyguyu daha önce Çağlayan'da da gördük. Polis, tahliye kararından dakikalar önce biber gazı atma anını tahayyül ediyor, kendisine "biber gazı nasıl atılır" diye soran yabancı basın mensuplarına gevrek gevrek "saat 9'da burada ol görürsün" diyor, atacağı dayağın hazzı ve heyecanıyla o kutlu saati bekliyordu.

Polisin, kendi halkını bu derece dışsallaştırması bilmediğimiz tanımadığımız bir olay değil. Hopa'da halay çekmekte olan bir kalabalığa aniden biber gazıyla saldırıp, Metin Lokumcu'nun ölümüne neden olan olayları başlatan da aynı polisti. Aynı Fenerbahçe stadında olduğu gibi, Hopa'da da polis orantısız şiddetiyle halkı kışkırtmış, provoke etmiş, çıkan olaylar sonucunda da Başbakan iki grubu da "eşkiya", "terörist" olmakla itham etmişti. Hopa'da müesses nizamın şanlı iktidarının ağzından çıkan söz "Eşkiya hopa'ya inmiş" olurken, Fenerbahçe'de "bu nedir ya, biz bunları terör olaylarında görüyoruz" benzetmesi oldu. Aynı zihnin, benzer olaylara, polisin anti demokratik, orantısız şiddetine aynı biçimde sahip çıkması da elbette kimse için şaşırtıcı olmadı. Bu anti demokratik tutarlılık ve faşizan zihin, polis vatandaşı dövse de sövse de vatandaşa susma, kabullenme, ağzını kapatma görevini biçen mütehakkim lisan da kendi tutarlılığı içinde devam ediyor.

Ancak Fenerbahçe taraftarı "uysal koyun" olmadığını da gösterdi. Bu insafsız saldırının karşısında insanların isyan ve öfke duygusu arttı. Ailelerin statta mahsur kaldığını, küçücük çocukların duvar diplerinde nefessiz kaldığını, sevdiği insanların yerlerde yattığını gören onurlu insanlar, isyan ederler. Bu duruma, bu manzaraya, bu insafsızlığa karşı isyan duygusu barındırmayanlar insanlığa dair hasletlerden de bahsetme hakkını kaybederler.



Olaylar devam etti. 50 metre arayla, bütün kaçış güzergahlarına biber gazı atılmış, polis tarafından üstüne saldırılan, helikopter ile takip edilen, havadan biber gazı ve sis bombalarına maruz kalan insanlar bir yandan kaçmaya bir yandan da polise karşı direnmeye başladılar.

Bugün ülkede "direnen" veya farklı düşünen herkesin "terörist" olmakla itham edildiği yepyeni bir "güvenlik psikozu"ndan geçiyoruz. Ülkedeki paralel iktidar yapısı kendisini eleştiren her grubu bir şekilde bir terör örgütü veya uzantısı olmakla itham edip, bu "eleştiri" veya "direnişin" temelde "hükümeti devirmek" maksadıyla olduğu yönünde yeni bir kurgu yaratıyor.

Devrilen polis araçlarına bakıp büyük bir üzüntü geçiren ve bunu terör olaylarıyla eşitleyen dil, aynı hassasiyeti biber gazına maruz kalan, coplanan, üstüne ateş açılan çocuklara, kadınlara, gençlere, insanlara göstermiyor. Bir engellinin üstüne biber gazı atılmasında bir sorun göremeyen iktidar yapısı, bir polise saldırılması ile adeta öfke krizleri geçiriyor.

Devletin görevi, halkı ve özgürlük ortamını değil de bizzatihi iktidarı korumak olduğunda, iktidarın araçları da kutsallaşır. Dokunulmaz, eleştirilemez, tapılması ve biat edilmesi gereken birer kurum haline dönüşür. Bugün eğer bir polis aracı nihayetinde bir çocuktan daha değerli ise, kalkanlı, korumalı bir polise atılan beyaz plastik bir tabure, polisin havadan ve karadan attığı biber gazlarından, cafeleri basıp içeriye biber gazı atmasından, toma ile yollarda gezip insanların üstüne basınçlı su sıkmasından, apartmanlara sığınan insanlara bile saldırmasından daha "büyük bir şiddet eylemi" olarak gözüküyorsa, polis şiddetini normalleştiren, savunmayı ise bir terörist saldırıya evrilten zihniyle demokratik bir toplum hayali dahi kurgulayamaz.

12 Mayıs dört dörtlük bir polis operasyonudur. Maç biter bitmez başlamış, stattaki taraftar kışkırtılarak sürdürülmüş ve tüm Kadıköy bölgesine yayılmıştır.



Türkiye'de değişik bir zihni iklimden geçiyoruz. Bu zihni iklimin ilk görüntüsü ise gerçekten şizofrenik bir algılamaya dayanıyor. Rasim Ozan Kütahyalı ile kristalize olan bu algıya göre, askeri vesayetin aracı kurumu olarak derin devlet diye bir şey var, bu derin devlet çeşitli operasyonlar yapıyor, bu operasyonlar ile sivil iktidarı zor durumda bırakıyor, darbe için elverişli koşullar yaratıyor, kendi vatandaşlarına karşı devlet terörü uyguluyor ve nihayetinde anti demokratik bir ortam yaratıyor.

Bu kurgu, büyük ölçüde doğru. Gerçekten de Türkiye'de derin devlet menşeili operasyonlar yürütüldü, bu operasyonlar ile belirli siyasal amaçlar hedeflendi ve bunun mağdurları da oldu. 6-7 Eylül pogramı, Maraş katliamı bu neviden klasik örnekler.

Ancak bu devletin çalışma sistemi içerisinde bu hareketleri doğal ve olağan bulan, Gazi olaylarında polisin rolünü bilen, özel harekatçılardan, Mehmet Ağar'lara uzanan geniş bir ağda, kendi vatandaşlarına karşı son derece organize şiddet olayları içerisine girebilmiş bir başka güvenlik gücünü, yalnızca sivil iktidar ile kurduğu yeni tip ilişki üzerinden demokratik toplumun sağlam koruyucusu olarak görmek de akıl almaz bir mantık hatası.

Evet, gerçekten de kendi açık olmayan ajandası çerçevesinde emniyet ve yargı içerisinde örgütlenmiş, buradan elde ettiği devlet yetkilerini çift yönlü olarak kullanan bir grup var. Evet bu grup MİT krizinde olduğu gibi kimi zaman hükümeti de sıkıştırabiliyor. Evet emniyet içerisindeki insanlar demokratik toplumun temel değerleri üzerinden değil, güvenlik, güvenliğin de iktidar - devletin güvenliği çıkarı üzerinden hayata bakıyorlar. Evet bu örgütün doğal bir ötekisi var, bu ötekiler solcular, kürt hareketi veya zamana göre değişen diğer tanımlanmış kimlikler olabiliyor ve evet polis de, polisin içerisindeki güçler de operasyon yapabiliyor.

Fenerbahçe, bu tip bir operasyona maruz kalmış bir kulüp. 3 Temmuz darbesi, aynı Ahmet Şık ve Nedim Şener'in karşılaştığı eylemlerle yürütüldü. Fenerbahçeli yöneticileri tutuklayan polislerle Nedim Şener'i gözaltına götüren polisler bile aynı. Aynı emniyet yapısı, aynı tip bir soruşturma safhasından sonra, benzer delillerle, yine bir özel yetkili savcı ile özel yetkili mahkemede davayı açtı. Fenerbahçe taraftarı, aynı solcular gibi çevik kuvvetle karşılaştı ve aynı neviden bir şiddeti gördü. Hopa'da veya Ankara'da olduğu gibi sakin kitle kışkırtıldı ve sonra geniş çerçeveli bir müdahale hayata geçirildi.

Birikim Dergisi emniyet - yargı etrafında kristalize olmuş yeni güvenlik rejimini, bu rejimin sahiplerini ve ideolojisini üç sayıdır inceliyor. (bkz: islamcı entelijensiya ve aydınlar, yeni hukuk rejimi, eyvah polis! olağanüstü yargı rejimi) Ortaya çıkan sonuç, yargı ve emniyet içerisinde son derece örgütlenmiş, olağanüstü yetki ve imkanlarla donatılmış bir iktidar rejiminin, kendi ideolojisi çerçevesinde bütün hayatı hegemonik olarak kuşatması, hayatın tüm açılarını da yeniden belirlemesi, bu belirleme içerisine sığmayacak unsurları da dönüştürmesi veya yok etmesi yönünde bir iradeye sahip olduğudur. Bu iktidar yapısının nihai hedefi insan haklarının korunduğu, özgür demokratik bir ülke filan değil, kendi iktidar yapısının yapısına uygun, peron rejimine benzer, otoriter bir kapitalist atmosfer yaratmak, bu atmosferde de kendi değerlerini topluma dikte etmek ve farklı yaşama biçimlerini marjinalize etmektir.

Spor da elbette hayatın alanlarından biridir. Spor da elbette sanat gibi, medya gibi toplumu etkileyebilir, toplumla iletişim kurabilir ve toplumdaki algıları yönetebilir. Spor, finans olanakları açısından değil, etkileşime geçtiği kitle bakımından kritiktir. Nitekim tam da bu sebeple hükümet bütün spor kulüplerine el atmış, kimi zaman stat ihaleleri ile, kimi zaman kendisine yakın aynı mizaçtan insanları yönetim kurullarına taşıyarak, kimi zaman örtülü ödenekten para göndererek bu kulüplerle ilişkilerini geliştirmiş ve kendi belirleyicilik alanına almıştır. Bugün TFF seçimlerinin siyasetten bağışık olduğunu düşünmek için, keskin bir cahil veya tumturaklı bir aptal olmak gerekir.

12 Mayıs operasyonunun anlamı da burada kendini göstermektedir. Operasyon, 3 Temmuz sürecinden sonra "iktidara tehdit" olarak konumlanmış bir gruba karşı yapılmıştır, polis müdahalede aşırı ve orantısız bir şiddet uygulamış, insanları "taraftar, insan" grubundan çıkartarak adeta 5 yaşındaki çocukları bile "öteki" olarak tanımlamış ve şiddetin dozunu bu öfkeyle arttırmıştır, polis operasyonu bütün kadıköye doğru genişletmiş, cafelere bile biber gazı atacak kadar fütursuzlaşmış çünkü iktidarın temsilcisi olduğunu, ne yaparsa yapsın arkasında durulacağını bilmektedir, operasyona maruz kalanların sesi ve gerçekler medyada yer almamış, iktidar kontrolündeki medya tarafından yeni bir gerçeklik üretilmiş ve halka servis edilmiştir, iktidar erki de olayların sorumluluğunu şiddete maruz kalanlara yüklemiş, polisin hareketlerini hızla normalleştirmiştir.

Burada daha ilginci Ünal Aysal ile İstanbul Valisi'nin aynı mütehakkim dili kullanması, taraftarı "hastalıklı bir grup" olarak nitelemiş, Başbakan'la başlayan terörist ilan etme şenliklerinde iktidarın yanında açık bir duruş sergileyerek göstermiştir.



Abdürrahim Albayrak'ın "Love you Hocam" tshirtü çok büyük ihtimalle Fatih Terim'i kast ediyor. Ancak bu tshirtten daha vahimi "Başbakan'ı arayarak talimat almaya" doğru giden, şiddete maruz kalan taraftarı "hastalıklı grup" ilan eden mütehakkim lisanının Galatasaray damarlarında hızla akmaya başlamasıdır. Radikal'in "Fetih 2012" manşetiyle ifade ettiği bu iktidar kültürüyle özdeşleşme, 2000'li yıllardaki Mehmet Ağar - Fatih Terim bileşkesinden bile daha tehlikeli bir alan açıyor Galatasaray'a. Bu özdeşleşme devam ettikçe, Galatasaray'ın da -aynı herhangi bir başka sivil toplum örgütü gibi- kurumsallaşmaktan araçsallaşmaya doğru evrilmesi mümkün gözüküyor. Bugün bunu, çevik kuvvet tarafından korunarak saha ortasında kutlama yapmak, Cüneyt Çakır yönetimi ile uyumlu bir futbolla sahada puan almak, hatta başarı sahibi olmak ile kompanse edebilirler ancak yarın susmak zorunda kaldıklarında da konuşma haklarını kaybederler.

12 Mayıs nihayetinde iktidar için en elverişli şekilde sonuçlandı

1- Fenerbahçe şampiyon olsaydı Galatasaray taraftarı bunu hükümete bağlayacaktı. Aynı şartlarda Fenerbahçe taraftarı da şampiyonluk halinde kimseye minnettar olmayacaktı. Dolayısıyla hükümet burada zarardan kar etti, tepki çekebileceği bir aralığı boşalttı. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatı ile kupa töreninin yapılması, hükümet - Galatasaray gerginliği açısından bir zemin varsa da yok etti.

2- Fenerbahçeliler Abdürrahim Albayrak'ın tek telefonla Başbakan'a ulaşabildiğini gördü. Ancak bunu sadece Fenerbahçeliler görmedi, bütün Türkiye gördü. Bu da hükümetin yarattığı güç algılamasını pekiştirdi.

3- Fenerbahçe taraftarı, kışkırtıldı, yaşanılan olaylar sonucunda da taraftar marjinalize bir grup olarak gösterildi. Böylelikle Çağlayan'da, Silivri'de yaratılan psikolojik atmosfer, hükümet sözcüsü Şamil Tayyar'ın diliyle açıkladığı "o taraftarların sadece azınlık bir grup olduğu" yönündeki algı lehine kırıldı.

4- Yine Türkiye'nin gözünün içine baka baka, iktidar, insanlara şiddet uygulayabileceğini, bu şiddet sonucunda da kendisine hiçbir şeyin olmayacağını göstermiş oldu. Medya organlarının suskunluğu, yönetimin suskunluğu ile karşılaşırken, herkes mahallenin kabadayısından dayak yemiş genç bir çocuğu görmüş ancak kabadayının hışmını üstüne çekmek istemediğinden susan mahalle halkı kimliğine dönüş yaptı.

Ancak biz 12 Mayıs'ı unutmayacağız. 3 Temmuz darbecilerinin yarattığı bu psikolojik tahrip operasyonunu ve bu operasyona maruz kalanların yaşadığı acıları hafızamızdan çıkartmayacağız.

Bugün bu operasyonu yapan bir polis değil bir rejimdir. Bu rejimin polisleri teknik takip dökümanları toplar, bunları medyaya veya kamuoyuna servis eder, bu rejimin başka araçları elde edilen bu dökümanlar ve bulgular üzerinden rejimin mahkemelerinde dava açar, bitmeyecek bir dava ve tutukluluk sürecine sokulan insanları görüp haksızlığa isyan edenler ise, rejimin sahadaki unsurları tarafından biber gazına, dayağa maruz bırakılır, kameralarla çekilir, çeşitli suçlardan gözaltına alınır ve rejimin tepesindeki hünkar da bütün bu olaylara bakarak "tıkır tıkır" işleyen bu rejimi korumak, kendi iktidarını tahkim etmek için her şeyi normalleştirir.

Biz buna maruz kalan ve yaşayan bir kitle olarak, sorunun poliste değil, rejimde olduğunu biliyor ve bu zalimlerle aynı safta durmamanın gururunu yaşıyoruz. Biz bu çağda, bir istibdat rejiminin baskısı altında hala daha özgürlükten ve adaletten bahseden ötekilerin yanındayız.


NOT: RESİMLER http://12mayis.tumblr.com/ adresinden alındı. 12 Mayıs'ı "terörist fenerbahçeli holiganların terör eylemi" olarak yeniden üreten, mütehakkim ve zalim dile karşı elimizdeki tek güç gerçek. 12 Mayıs'ın ortak hafızası ve bu vahşetin kataloğunu yaratmak için, sahip olduğumuz tüm resimleri toplamak çok önemli. Onlar da onikimayis@yandex.com 'a bu resimleri göndermenizi istiyorlar. Elinizde ne varsa, lütfen yollayın.




Devamı ...