27 Aralık 2012

Sir Bobby Charlton, BBC


Sir Bobby Charlton sadece Manchester United'ın değil, futbolun evrensel ikonu. Telegol programlarının bulunmadığı, spor yazarlarının iddianame, gazetelerin ise mahkeme ilamı olmadığı çağlarda, herhangi bir kulübü ele geçirmek için kamu - özel teşebbüsünün harekete geçmediği, başkan adayı olan muhalif grupların bir takım taraftar gruplarına hulüslar vermediği topraklarda futbolu ve onun insanlığa değen yönünü büyütmüş bir efsane. Hiç unutmamak lazım, iyiler sonunda mutlaka kazanır. Devamı ...

23 Aralık 2012

Devrim Hangi Baharın Çiçeğidir?


Ben sizin gibi biri değilim. Bunu bugün biraz daha net olarak görüyorum. Spora, futbola, taraftarlığa bakış açılarımız arasında kapanmaz uçurumlar var. Ben değişmeyeceğim, onu biliyorum. Aramızdaki o uçurumu kapatıp sizi bana yaklaştırabilecek bir güç de göremiyorum artık. Ben galiba fazla duygusal bakıyorum taraftarlık meselesine. Bir çeşit aitlik hissi bu. Bir bütünün parçası, bir ailenin ferdi olma hissi. Birlikte sevinip, birlikte üzülebilme lüksü. Lüks diyorum, çünkü belki de zamanın ve şartların getirdiği beklenmedik ve giderek artan bir yalnızlığı bertaraf edebilmenin bir yolu olarak gördüm Fenerbahçeliliği. Zamanla arttı bu his, genişledi ve başkalarının açtığı boşlukları –belki de üzerine vazife olmadığı halde- doldurdu. Galibiyeti, güzel futbolu, zaferleri sevdiğimi inkar edecek değilim. Beni de en az sizin kadar sarhoş ederler. Ama demek istediğim, benim için Fenerbahçelilik bu galibiyetlerin, zaferlerin ötesinde bir aile olma halidir. Ama bugün Aykut Hoca’yı istifaya çağırıp, “Şike” diye bağıranlarla aynı ailenin parçası olma fikrini aile olmanın doğasına aykırı buluyorum.

Hayır, Aykut Hoca ile ilgili methiyeler düzmeyeceğim. Her kelimesinde samimi olduğum çok şey yazdım Aykut Hoca için. Yine de az yazmışımdır. Zihnim, kalemim bu kadarına yetti. İstatistiklerle de konuşmak mümkün. Bu gece “bardağın dolu tarafına bakmak gerekirse” diye başlayan ve Aykut Hoca’nın Fenerbahçe’deki başarılarını özetleyen çok yorum dinledim, ne gariptir ki bu koroya geçmişte onu eleştirenler de dahil. “Aykut Hoca’nın devre arasında takımı bırakması daha çok zarar verir” topuna girecek kadar pragmatist de değilim. Bu gece onca laf kalabalığı içinde duyduğum en anlamlı sözü Cem Pamiroğlu söyledi: “Bu ülkede taraftarlar takımları mağlup olunca, o sevdikleri insanların canlarını acıtmak için ellerinden geleni yapıyorlar.” Benim derdim bu vasatla işte.

Bu ülkede taraftarın vasatı –ki ezici bir çoğunluğa tekabül ediyor- rakip takımların üzüntüsünden marazi bir mutluluk devşirmekte ne kadar mahirse, kendi takımının başarızlıklarında da o takımın hocasına, oyuncusuna karşı sadist, acımasız, abartılı bir tepki geliştirmekte o kadar mahir. Galip geldikçe alkış tuttukları, iltifata boğdukları o insanların canını acıtmadan, kalbini kırmadan kendi üzüntüsünü, sinirini bertaraf edemeyecek, huzur bulamayacak bir taraftar profili bu.

Benim kişisel Fenerbahçelilik tarihim – özellikle ilk yarısı- bolca mağlubiyet, hezimet barındırıyor. Fenerbahçe’nin dış mihraklara ihtiyaç duymadan kendi türbülansını kendi yaratabildiği dönemler. Dile kolay, 88-89 sezonundan sonra 2001 yılına kadar tek şampiyonluk görmüşüz. İlkokul, ortaokul derken lise bitmiş, bir şampiyonluk. Avrupa macerası ondan fena. Bu tablonun etkisiyle midir bilmiyorum, benim Fenerbahçe ile meselem galibiyet/mağlubiyet ikileminin hep ötesinde oldu. Bu beni mağlubiyetlere üzülmekten alıkoymamakla birlikte o mağlubiyeti de sahiplenme duygusu geliştirdi. Bir aile, bir cemaat olma hissi bu damardan büyüyüp gelişiyor.

Bu noktadan sonra taraftarlık kişisel tarihinin, alışkanlıklarının, rutininin bir parçası olmanın da ötesinde bir çeşit mesai halini alıyor. Antrenman nasıl geçti diye düşünüyorsun mesela. Takımda formsuz bir oyuncu varsa aklın onda oluyor, nasıl toparlar diye dertleniyorsun. Moralini yüksek tutsa bari. Maçta biri sakatlansa onunla birlikte acı duyuyorsun. Tam da yükselişe geçmişti. Deivid sakatlıktan döndüğü maçta gol atıp, göz yaşlarına boğulunca gözün onunla birlikte dolar. Galip gelmenin hazzı, onun yanında bir hiçtir. Aileye yeni katılanlar olur mesela. Stoch’la takımın buluşmasını hala hatırlıyorum. Boş olan takım otobüsüne binip önlerde bir koltuğa oturmuştu. Otobüse binen her oyuncu elini sıkıyor ya da kucaklıyordu. Stoch şaşkın ve çekingen, otobüse biri bindikçe kıpırdanıp, doğruluyor. Çabuk kaynaşsalar diyorsun. Sezer’le Emenike’ninki ise herkesin hatırındadır. Koca takım otelin önünde toplanıp karşılamış, kucaklamıştı. Emenike 1 maç oynamadan gitti ama aylar sonra hem de rakip takımın hocası olduğu halde oyundan çıkarken o ailenin babasının elini öptü, o günlerin hürmetiyle. Bir kere bu ailenin ferdi olunca ne kadar uzağa gidersen git kopamazsın diye düşündün.

Benim gibi bir taraftar için Göztepe maçı öenmlidir mesela. Galip geldiğimiz için değil. Yenilip elensek de dünyanın sonu değildi. 29 sene alamadığımız bir kupadan bahsediyoruz. Önemli olan takımın bir süredir bir profesyoneller ordusundan bir aileye dönüşme haliydi. Recep Niyaz gol atınca stadın güvenlik görevlileri bile kendi oğulları gol atmışcasına sevindi. O Recep, and içmiş ilk golümü atınca sevincimi hocama sarılıp yaşayacağım diye. O hocasına sarıldığında bir an için bir baba ya da bir evlat olduğunuzu anımsadıysanız o galibiyetten önemlidir. Ya da tüm takım Krasic’e moral bulsun, özgüveni yerine gelsin diye gol attırmaya çalışıp nihayet başarınca hakkı ödenmeyecek bir dostunuzu anımsayabiliyorsanız bu galibiyetten önemlidir. Futbol gerçek hayatı taklit edebildiği ya da dolaylı olarak da olsa onu yeniden üretebildiği ölçüde değerlidir. Galibiyet ya da mağlubiyet bunun ancak birer parçası olabilirler.

Aykut Hoca’ya bu takımın başına geçmeden önce de büyük hayranlığım vardı. Gol kralı olması, bu takımın efsane oyuncusu olması filan bir tarafa duruşu, karakteri, futbola bakışı ile Fenerbahçelilik kimliğini – şayet böyle tek bir kimlikten bahsetmek kabilse- üzerine inşaa edebileceğimiz bir figür olarak gördüm. Fenerbahçeliliğimin bir ölçütü oldu. Fenerbahçe’yi sadece başarıya endeksli yönetici ve taraftar profilinden, aldığı paraya bakan cilalı profesyoneller ordusundan bir aileye evrilmesini sağlayacak bir aktör olacaktı. O yapamazsa zaten kimse yapamazdı. 3 Temmuz süreci bütün yıpratıcılığa rağmen Aykut Hoca’ya bu fırsatı da sunmuş oldu bir bakıma. Bir süre için de olsa Fenerbahçe taraftarı şampiyonluğu ikinci plana atıp kenetlendiler, bir onur mücadelesinin neferi oldular.

Ben 3 Temmuz sürecinin verdiği bütün zararların yanında, etnik, dini ya da sınıfsal bir saikle bir araya gelmemiş Fenerbahçe taraftarını ortak bir mücadele alanı üzerinden örgütleme, kimliğini bu mücadele üzerinden yeniden tanımlama imkanı sunduğuna inandım. Bu kimlik üzerine inşaa edilecek Fenerbahçelilik olgusunun dayanışmacı, zalime direnen, mazlumun yanında bir cemaat, bir aile olmaya imkan vereceğini düşündüm. Aykut Kocaman bu olası dönüşümün sembolü olabilirdi pekala. Bunun önündeki en büyük engelin başta stadı dolduran “müşteriler” olmak üzere Fenerbahçeliliğini galibiyet/mağlubiyet matrisi üzerinden tanımlayan taraftarlar olduğunu berabere biten Marsilya maçından sonra yazmıştık:

“Belki çok daha önemli bir soru: eğer gelen beraberlik sonunda takınılan tavır arenada gladyatörün kellesini isteyen “müşteri”ninkinden daha anlamlı değilse nerede kaldı 3 Temmuz’dan bu yana sürdürülen mücadelenin o düzene meydan okuyan devrimciliği? Eğer bu takımın stada gelen taraftarı, son 2 senede yaşananları, bütün olumsuzluklara rağmen gelen başarıları ve uğruna soyadından ilhamla tezahüratlar ürettikleri bu başarının baş mimarını bir kalemde silip, kendini galibiyete – hadi gönül düşürüp en azından güzel oyuna- para ödeyen bir müşteriye indirgeyip, henüz 5 – 6 bilet önce parasını ödeyip geldiği maçta kendisine unutulmaz mutluluklar yaşatan adamı da istifaya davet edebiliyorsa, o sözümona futbolun kurulu düzenine meydan okuyanların da bu uğurda yaptıkları kadar yıktıklarını da konuşması gerekir. Fenerbahçe’de devrimin kendi çocuklarını yeme potansiyeli de bu tartışmadan hareketle başa bir yazının konusu olsun.”


O yazıyı yazmaya bile fırsat vermediler. Aykut Hoca nihayet istifa etti. Belki de Türkiye futbol tarihinde ilk defa yerlisi/yabancısı, kadroda olanı/olmayanıyla futbolcular tesislere gidip hocaya “sen yoksan biz de yokuz” dediler. Sahadaki oyunu kıyasıya eleştirebilirsiniz. Hocanın teknik/taktik bilgisini de. Malum bu ülke bilgisayar başında CM oynayarak sabahlayanın, o tecrübeyle hocaya yeteneksiz diyebilme cürretine sahip olduğu bir futbol atmosferine sahip. Elinizi korkak alıştırmayın. Ama hakkını da teslim edelim. Şu kısıtlı zamanda taraftarı dönüştürmek mümkün olamadı ama görünen o ki takım bir aile olmuş.

Yarın Aykut Hoca geri döner mi bilmiyorum. Bu saat itibariyle gelen haberlere göre dönme ihtimali yüksek görünüyor. Dönse bile, hatta dönüp de sezon sonunda takımı şampiyon yapsa bile artık bir devir bitmiş gibi geliyor bana. Bugün statta takım mağlup duruma düştüğünde Hoca’yı istifaya çağıranların, “şike” tezahüratı yapanların, Kuyt gol atınca yuhalayanların, hasılı takımları mağlup olunca, o sevdikleri insanların canlarını acıtmak için ellerinden geleni yapan “müşterilerin” futbol ikliminin vasatı oldukları, o vasatın da ezici bir coğunluğa tekabül ettği bir ülkede devrim bu baharın çiçeği değildir. Belki başka bahara. Kim bilir..
Devamı ...

21 Aralık 2012

Uslu durursan belki şeker yiyebilirsin


Dark Knight Rises, Batman'ın beli kırılmış, gözlerini açıyor. Yavaşça soruyor: "Neredeyim?"

- Evde, umutsuzluk hakkındaki gerçeği burada öğrendim. Sen de öğreneceksin. Bu hapishanenin dünyadaki en kötü cehennem olmasının bir tane sebebi var. "Umut." Yüzyıllar boyunca buraya gelen herkes, gökyüzüne bakıp özgürlüğe ulaşabileceğini hayal etti. Çok kolay.. Çok basit.. Ve bir çoğu, aynı batmış bir gemiden kurtulanların kontrol edemedikleri susuzluk yüzünden deniz suyunu içmesi gibi, bunu denerken öldüler. Burada öğrendim ki, umut olmadan gerçek bir umutsuzluk asla yaşanmaz."

Neredeyiz?

Türkiye..

İki gün önce Başbakan ODTÜ'ye 8 TOMA, 20 zırhlı araç, 105 koruma aracı ve 3600 çevik kuvvet ile girdi. Protesto etmek isteyen öğrenciler daha toplanmadan polis müdahale etti. Fakültelere, öğrencilerin ortak yaşam alanlarına biber gazı atıldı. Bir öğrenci yaralandı. Barışçıl gösteri yapmak isteyen öğrencilere yönelen bu orantısız şiddet ATV ekranlarından "uydu atılmasını protesto etmek isteyen grup olay çıkardı" diye yansıtıldı.

AKP Ankara İl Yöneticisi bu öğrencilere az bile yapıldığını söyledi. İktidar partisinin sözcüsü Hüseyin Çelik dayak yiyen öğrencileri "iflah olmaz ulusalcılar" diye tanımladı. İflah etme metodu olan biber gazlı, coplu dayak hakkında tek bir kelime etmedi.

Parasız eğitim istiyoruz pankartı açan Berna 8,5 yıl, Poşi takan Cihan Kırmızgül 11 yıl 3 ay hapis cezası aldı.

Telefonuna emniyette "sehven" 139 numara yüklenen Mehmet Ali Çelebi 32 ay tutuklu kaldı.

Denizaltıdayken word belgesi yazıp darbe planlandığı iddia edilen, müteveffa askerleri darbe yapılırsa görevlendiren, Office 2007 programını 2003 yılında kullanıp Microsoft'tan 4 yıl önce calibri fontu bulup bununla darbe planı yaptığı iddia edilen, ulusal ve uluslararası 23 bilirkişi raporu ile sahteliği kanıtlanan delillerle dolu bir davada 3 kişiye 20 yıl, 78 kişiye 18 yıl, 214 kişiye de 16 yıl hapis cezası verildi.

8 milletvekili hala tutuklu.

Fuhuş ve casusluk davasında fuhuş yapmakla itham edilen kadın bakire çıktı. Oda TV davasında Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın bilgisayarlarına trojan yüklenerek suç delilleri üretildiği ortaya çıktı, TÜBİTAK kullanılan bilgisayarların virüsle hedef alındığını ve belgelerde kullanıcılar tarafından işlem yapılmadığını belgeledi.

KCK davasında sanıkların tutuklanmasına gerekçe gösterilen kuantum fiziği, big bang ve evrim teorisi derslerine ilişkin bölümler dinlenirken mahkeme başkanı "bu bölümler çok ağır" diye isyan edip duruşmayı erken bitirdi.

Dilşat bir gösteri sırasında 22 çevik kuvvet tarafından sokak ortasında dövüldü vücuduna platin takıldı, Başbakan miting meydanından "kadın mıdır kız mıdır bilemem" diye bağırdı. Metin Lokumcu, Çayan Birben biber gazından öldü. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin gazların yüzde yüz doğal ve kaliteli olduğunu iddia etti. Çayan Birben'in ağlayan ve isyan eden ailesine de polis biber gazı sıktı.

34 Kişi F-16 ile vuruldu. Başbakan her kürtajı bir uludere ilan etti. İçişleri Bakanı özür dilenecek bir şey yok dedi, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik "İçişleri Bakanı'nın ifadeleri insani değil" dedi, Başbakan da "Özür diledik daha ne" diye çıkıştı. Olayın sorumluları hala bulunmadı.

Tekel işçileri Ankara'nın göbeğinde güvenpark havuzuna atıldı, üstlerine biber gazı ile saldırıldı, 12 Mayıs'ta Fenerbahçe taraftarı, Diyarbakır'da milletvekilleri, Ankara'da cumhuriyet bayramı kutlamasına giden insanlar ve CHP Genel Başkan Yardımcıları polis şiddetine maruz kaldı. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin olayları "helikopterden" izledi.

Başbakan ilk grup konuşmasında Cumhuriyet Bayramını kutlamaya gidenlerle, tenis maçında hükümeti protesto edenleri "terörist holigan" ilan etti.

İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı görevine işkenceci olduğu iddiaları basından taşan Selim Ay atandı. Kaymaklı Baklava ise Iğdır'a nasip oldu. Karakolda bulunan filistin askısı için "Emir versek kötü muameleyi önleriz ama o zaman da suç patlaması yaşanır" diyen Emniyet Müdür Yardımcısı Iğdır'a vali oldu. Hrant Dink davasında hüküm kararı veren ve bu iş için çok cevval çalışan Nihat Ömeroğlu AKP'nin blok oyları ile Kamu Başdenetçisi seçildi. Nihat Ömeroğlu'nun THY parası ile Washington'a gezmeye gittiği, Tayyip Erdoğan'ın oğlunun nikah şahidi olduğu ve Hrant Dink davasında sanığı "Hrant Dink" değil de "Fırat Dink" sandığı ortaya çıktı.. AKP'li vekillerin tam desteği ile yemin ederek görevine başladı.

Neredeyiz?

Türkiye..

Bu ülke eskiden bildiğiniz ülke değil. Yanından bile geçmiyor. Eskisi çok matah bir şey olduğu için değil, basbayağı bu yaşadığımız zifir karanlık olduğu için açıkça söyleyelim, bu ülke zannettiğiniz ülke değil.

Bu ülkenin yeni iktidar yapısı "ya bendensin ya ötekilerden" diyor.

Tam biat. Müthiş bir itaat istiyor.

Daha önce bildiğiniz her şeyi unutun.

Tarihiniz yeniden yazılıyor. Bir ideolojik okumanın tarih mefkuresi tekrar tekrar üretiliyor. Kanuni Sultan Süleyman 10 yıl değil 30 yıl sefere çıktı, bunun aksini gösteren bir dizi varsa hemen yola getiriliyor.

İnandığınız değerler geçersiz.

Bu rejim diyor ki "benden olanlar kazanacaklar"

Benden olanlar dava dosyasına bile bakmadan bir insan hakkında hüküm verenler olabilir, basbayağı sahte çıkan delillere dayanarak insanlara ceza veren bir hukuk sisteminin parlak yüzleri olabilirler hiç önemli değil. Benden olacaksın.

Hatta sadece onlardan olmanız da yetmiyor. Her zaman ve her koşulda onlardan olacaksınız.

Zamanında taraf olanlar bile bertaraf oluyor, Ahmet Altan bile görevi bırakmak zorunda kalıyor, Nuray Mert'ler "namert" diye miting meydanlarında aşağılanıyor, biraz gazetecilik yapmak isteyen kim varsa ekmeğinden ediliyor.

Her gün, her saniye, her an kendisinin ne kadar itaatkar ve hükümete bağlı olduğunu gösterenler ile bunu bir kere yapmadı mı özür kapılarında nedamet getirenler dışında kimsenin hiçbir hakka sahip olmadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Baskı rejimleri insan ahlakını önemsemez, itaatini önemser.

Baskı rejimleri için ahlakın, adaletin, hakikatin bir değeri yoktur. Fayda vardır. Rejimin faydasına mı zararına mı?

Birer müzik kutusu olun diye bağırıyorlar size, çalın dediğimiz zaman çalın ve susmanız gerektiğinde susun.

Bu rejimin ötekileri diye bir şey yok. Sadece düşmanları var. Bu rejimde muhalefet yok, farklı düşünenler yok, başka insanlar yok. Bu rejimde ötekilerin payına düşen darbecilik, ergenekonculuk, zerdüştlük, ezidilik, teröristlik..

Çünkü kaç çocuk yaptığınız bile ileride sizin hangi konumda olacağınızı belirleyecek. Nikah yüzüklerinizin altın olup olmadığı, yanaklarınızdaki tatlı pembelik, mimikleriniz ve internet kullanım alışkanlıklarınız dahi karşınıza çıkartılacak.

İzleniyorsunuz. Kayıt altına alınıyorsunuz ve yarın sorgulanacaksınız.

Bu rejimin sizin için hayal ettiği geleceği mi bilmek istiyorsunuz? "Suratınızın üstüne sürekli basan bir postal" hayal edin. .

Bir de bu rejimin kazananları var. Onlar iyi çocuklar. Onlar "yeni Türkiye'nin mümtaz yüzleri"

Onların "kökü mazide gözleri atide"

Onlar bu ülkenin şeker yiyen çocukları. Pederşahi bir devletin elleriyle beslediği gürbüz yanaklı, mutlu veletler. Onlar TOKİ ihaleleri ile şişiyor, duble yollarla başları dönüyor.. Adam yedi ama çalıştı diye mutluluktan geberecek kadar heyecanlanıyor, hakkını verelim abiler diye seviniyor, bu ülkenin tarihinde kalmış zulüm örneklerini bir bir ve ballandıra ballandıra anlatıp hepsinin suçunu üstlerine yükledikleri bir büyük sepete atıyor, Tayyip Erdoğan'ı sevmek imandandır diye aşkla çoşuyorlar.

Onlar hayatın her alanında. Televizyonda onları izliyorsunuz. Bir anda genel yayın yönetmenliğine, milyonlarca dolarlık holdinglerin başına geçiyorlar. Arabaları yokken gemileri oluyor, oturacak evleri yokken toplu konut yapıyorlar.

Silik valilerden müsteşarlar, basit tüccarlardan finans şirketi patronları fırlıyor bir bir önümüze. Hülyalı klipleri TV'lerde dönüyor, filmleri sinema salonunda, yazdıkları kitaplar reyonlarda yerini alıyor.

"Yürü ya kulum" diyen bir büyük babanın açtığı yolda, gösterdiği hedefte, durmadan, dinlenmeden koşuyorlar.

"İşte" diyor bu müşfik baba parmağıyla göstererek "Onlar kazandı." Müşfik sesi yankılanıyor gökkubede: "İşte biz hep kazandık. Ve bizim düşmanlarımız ne kadar da zillet içerisindeler. Onların perişan hallerine bakıp da hala ders almıyor musunuz? Şüphesiz bizim karşımızda duran kim varsa biz onlar için büyük zulüm kuyuları hazırladık ve yanımızda duranları ihalelerle ödüllendirdik. İşte bakın seçtiğiniz o bedbahtların haline. Kendileri hapishanelerde sürünüyorlar şimdi. Onların belediyelerine baskınlar yapılıyor, bir bir ortaya çıkıyor yedikleri herzeler. Oysa bizimkiler ne kadar temiz! Hadi bırakın inadı. Bırakın bu gafleti. Siz de gelin. Bırakın inandıklarınızı, bırakın hayatınızı, bırakın bildiğinizi zannettiğiniz her şeyi. Çünkü bildikleriniz doğru olsa siz de kazanırdınız şimdi! Yoksa hala doğrunun ne olduğunu görmediniz mi? İşte sizler birer inatçı çocuk gibisiniz. İflah olmazsınız. Ama biz sizi iflah edeceğiz. Çünkü biz güçlüyüz ve bakın ne kadar güçsüz karşımızdakiler. Ne oldu o çok beğendiğiniz davaların avukatlarına? Çok bağırdılar ve şimdi çöktüler. Halbuki ne kadar kötü davalardı onlar. Şimdi burada bir "kervan" var. İleri doğru yürüyoruz. Bu zenginlikten siz de tadın biraz, bu güzel yemeklerden siz de yiyin. Sadece kendinizi bırakın. İnandıklarınızdan vazgeçin. O yollardan dönün.. Uslu birer çocuk olursanız siz de şeker yiyebilirsiniz"

Baskı rejiminin son ödülü umut. Dönebilme umudu. Dönersem kazanabilirim umudu. Herkesin kafasında aynı ses. "Belki beni de affederler, belki biraz uslu durursam, belki biraz sesim çıkmazsa, belki biraz daha boyun eğersem vurmazlar bana da. O kadar da kötü değiller aslında. O kadar da değil.."

Gerçek

"yeni ulkeler bulamayacaksin, bulamayacaksin yeni bir deniz
hep peşinde durmadan izleyecek seni bu kent"

Uslu bir çocuk olursanız "belki" siz de şeker yiyebilirsiniz

Yalan..

Yiyemeyeceksiniz.

Sadece tam olarak teslim olup, boylu boyunca yere uzanınca önünüze atacaklar kırıntıları.

"Tamam" diyecek teslim olduklarınız "şimdilik vurmayacağım sana ama asla kafanı kaldırma. Bir daha asla."

Her zaman izleyecekler. Asla güvenmeyecekler. Kinlerini her zaman içlerinde tutup sizin kendi umut prangalarınızla kendinizi zincirlemenizi izleyecekler.

Hapishaneyi bedeniniz yapacaklar.

Aklınızdan "kötü" bir düşünce geçmesine bile izin yok. Mimikleriniz bile önemli.

Üstünüzde hiç kalkmayacak koca bir soru işareti.

Parmağıyla gösterecekler sizi "o asilerdendi" diyecekler "şimdi teslim oldu, siz sakın böyle olmayın"

Heyecanlı heyecanlı onaylayacaksınız biraz daha yaranmak için.

Belki şeker gelir.. Belki..

Bir zaman sonra bir parmak bal çalacaklar ağzınıza. Sırf dışarıdakilere "onlar da teslim olursa bir gün bir şey kazanabileceklerini" göstermek için.

Nedamet kapılarında heder olacak, zillet gömleklerinden birini çıkarıp diğerini giyecek, kendinize lanet edip ödüllendirilmeyi bekleyeceksiniz.

Uslu birer çocuk olursanız, şeker yiyemeyeceksiniz..

Bir an bile bu ülkenin adalet istediğini düşünmeyin.

Bir saniye bile bu ülkede adaletin, hakikatin bir değeri olduğunu sanmayın.

Gözümüzün önünde nice adaletsizlikler oldu ve herkes sustu.

Evleri basılan, tecavüze uğrayan, çocukları katledilen, idam iplerine çocuk yaşta çıkanların hikayeleri ile dolu bir tarihin ortasında yaşıyoruz.

Bir an bile "bu kadar da olmaz" demeyin. Olur. Berna'nın başına geldiği gibi, Cihan Kırmızıgül'ün başına geldiği gibi olur.

Sabah 7'de evinizin önüne gelip, sizi içerden alırlar. Görüntülerinizi bir mafya babasının görüntüleri ile montajlayıp, silah kaçakçısı gibi davranırlar.

Bakarsınız ki bir çok insan susmuş. Kimi alkış tutuyor.

Manşet manşet yağarlar üstünüze. Hakim idamınızı ister, milletveilleri iki ellerini birden kaldırırlar TBMM görüşmelerinde.

Düşmanlarınız sevinir. Yaşadığınızın adaletsizlik olsa da "hak ettiğiniz" olduğuna inanırlar. "Oh az bile" diye bağırırlar. "Çoktan hak etmişti"

Üstünüzdeki formalar belirler akibetinizi. Sizin tarafta olanlar üzülür, isyan eder, bağırır çünkü bilirler ki o akibeti ileride kendileri de paylaşabilir.

Ötekiler ise en hafif tabiriyle kayıtsız kalırlar. Neyse ne, zaten "öteki" değil misiniz?

Çünkü bu ülkede yaşayanlar adaleti değil gücü gördüler. Haklıyı değil de kudretliyi bilirler.

Elinde kılıç olanın kuralları koymasına öyle alıştı ki herkes, aklına bile gelmez insanların kılıca hakim olması gerekenin kural olduğunu..

Ve ısırırlar.. Hazır kanarken bir diş de kendileri geçirir. Bir anda görürsünüz "gazetecilikten tutuklanmadılar" manşetini sayfanın tepesinde. "Savcı doksandan çaktı" gibi.

İnsanlar susar..

Çünkü bu ülkede insanlar adaletsizliğin ne olduğunu bilir.

Yaşamaktan korkar.

Ve bilir bu insanlar, başkasının başına gelen kendisinin de başına gelir.

Maliyeti vardır düşeni tutmanın. Bir bedeli vardır gözden düşmüşe kucak açmanın..

İnsanlar bilir...

Vaka

Konuşursan vururlar..

Konuştun vurdular.

İnce ince planladılar. Medya iletişimin stratejisini çıkardılar.

Anlaşmalı gruplardan haberleri yaydılar.

Top önlerine geldi, golü attılar.

Bağırdın..

Ama korktuğunu biliyorlar. Korkunun kokusunu alıyorlar. Nereye kadar konuşup, nereye kadar konuşamayacağını görüyorlar.

Cezayı çaktılar..

Gözünün içine baka baka..

Daha da bağırdın..

Umursamıyorlar.

Çünkü yalnızsın. Çünkü yoksun başka bir yerde. Çünkü kendi derdin, kendinin derdi seni ele geçirdi. Çünkü prensibi değil de otoritenin seni kayırmasını istiyorsun.

Bir kerecik sana adil davransa?

Davranmayacak.

Adaletsiz bir ülkede birine adil davranmak, onu kayırmak demek çünkü.

Sen de uslu çocuk değilsin. Hala başın çok dik. Hala duruyorsun ayakta. Bir kere özür dilemedin. Bir kere senden beklenileni yapmadın..

Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp tatlı tatlı yürümedin.

Eşit gibi oturdun masaya. Pazarlık yaptın..

Doğrusunu söyleyeyim, için için de ürküyorsun hala. Kafanın üstünde sallanan kılıçlar var. Boyun senin boynun, kimsenin değil.

Aşağıya baksan kaynıyor. Yukarı baksan köpürüyor..

Ne limanda durabildin, ne denize açılabildin, işte ortada sürüklüyor dalgalar..

Bir plan var elbet, ah bir gelse o fırsat.

Ama o gün gelene kadar da canını yakacaklar.

Strateji

Uslu çocuk olmak kazandırmayacak.

Fenerbahçe uslu çocuk olursa kazanmayacak.

Fenerbahçe uzun süre hiç kazanmayacak.

Hayır takım kötü olduğu için değil. Umutsuz da değiliz. Aykut Hoca'nın filan da günahı yok esasında.

Kazandığımız maçlar olacak elbette, akvaryumda yenilen yem gibi. Mutlaka boğazımızdan geçecek bir kaç lokma.

Hatta tüm darbelere rağmen de kazanabilir Fenerbahçe. Şampiyonluk uzak değil. Takımın aksayan bir kaç bölgesi var, transfer pansumanıyla geçiştirilir..

Ama Fenerbahçe kazanmayacak..

O kupayı gözümüzün önüne kadar getirip verecekler ama bir süre değil.

Biz hala temsil ettiğimiz şeyleri temsil etmeye devam ederken değil.

İyice burnumuz sürtülmeden, güzelce boyun eğmeden değil.

Sadece sirkte heyecan sürsün, rekabetin yarattığı o hırslar ile son haftaya kadar yarış biraz daha büyüsün de başkaları zarar etmesin diye güzel bir orta oyunu. O kadar..

Diğerleri hak etmediği halde kazanmayacak her şeyi. Hak edecekler. O da emek. Ama eşit şartlarda koşmayacağız bu yarışı. Onlar kendilerinin sahip olmadığı rüzgarlarla koşarken, biz suçlusu olmadığımız prangaları taşıyacağız arkamızda.

Eğer yalnız kalırsak.

Eğer akvaryumda oynamayı kabul edersek.

Bu oyun da devam edecek. Biraz aç kalacağız, turlayacağız akvaryumun içini, yukarı çıkıp aşağı ineceğiz hızla ve çember bittiğinde aynı yere döneceğiz.

Aynı oyunu aynı şekilde oynayıp farklı sonuç bekleyemezsiniz..

Bir başka şey öneriyorum ben. Oyunu bırakmayı değil, alanı genişletmeyi, hattı değil sathı müdafaa etmeyi, bir kulüp değil bir hareket olmayı, mevcudu korumayı değil bırakmayı, bu orta oyununda payımıza düşen repliği değil doğru olanı söylemeyi.

Ses çıkartmayı. Bİr şey yapmayarak değil, reddederek değil, küserek değil.

Maça çıkmayan hiçbir takım maçı kazanamaz. Daha iyi oynamamız lazım. Daha geniş oynamamız lazım. Hayatın her alanında pres yapmaktan bahsediyorum, ileri doğru koşmayı, planlamayı, küçük dokunuşları, mazlumların yanında görünmeyi, önce sessiz sessiz. Kimsenin ayağına basmadan, giderek genişleyerek..

Yukarıda gökyüzü görünüyor.. Yavaş yavaş çıkmak lazım tünelden. Adım adım. Hafif hafif. Bir bir.. İpi arkada bırakarak. Düşsem de ne olacak diye değil, korkarak, korkunun yarattığı güçle temkinli olarak. Her adımda, son adım gibi atlayarak.

Sonuç

Hayır beyler, digitürkleri iptal etmek işe yaramayacak. Hürriyet gazetesi okumamak, bir ton küfür etmek, ligden çekilmek filan. Hiçbiri değil.

Bırakamayız. Pasif agresyonun bize sağlayacağı bir fayda yok. Bir oyundan çekilirsek sadece kaybederiz. Başkaları da belki kaybeder.
Ama tarihi intihar bombacıları yazmaz.

Çünkü "Mesele ölmek değil, ölmeden başarmak"

Sahada kalmak ve başarmak zorundayız. Bu işi o götürecek. İçinde bulunduğumuz bu hayatın dinamiklerinden kaçmak değil tersine çevirmek, bir başka örnek olmak, en tahammül edemedikleri şeyi yapmak, onlara rağmen olmak lazım.

Umudu arttırmak, umutsuzluğu yok etmek, teslimiyet güdüsünü ezmek, başarılabileceğini göstermek.

Kibre karşı tevazu elbiselerini giyip, çile gömlekleriyle bu yolda yürümek. Ayağımız acısa da basmak, canımız yansa da durmamak. Biraz daha devam etmek.

Bu iş Fenerbahçe işi değil. Hepimizin bir iyi örneğe ihtiyacı var. Muhtaç olduğumuz bu örneğin banisi de olmak zorundayız.

Bu sefer de filmin sonunda iyi çocuklar kazansın.

Onun için düşünmek, konuşmak, daha fazla konuşmak, yazmak, söylemek zorundayız. Hiç bir şey yapamıyorsak içimizden reddedelim. Bırakmayalım..

Anlatın.. Gördüklerinizi anlatın. Bıkmadan anlatın. Yaşadıklarınızı anlatın. Tattığınız biber gazını anlatın. Çocukların üstüne sürülen TOMA'ları anlatın. Başkalarının hikayelerini anlatın. Nasıl bir ülkede olduğumuzu anlatın. Sevdiklerinize anlatın, arkadaşlarnıza anlatın, çocuklara anlatın. Anlatın..

Gerçek bu ya, aşağısı köpürmedikçe yukarısı daha da az köpürecek, aşağısı bağırmadıkça yukarısı daha da susacak. Kurşunun önünde olanlara cesaret veren cephenin gerisindeki binlerce insandır. Madem masadayız, ellerini güçlendirelim. Güçlendirelim ki "bakın orası nasıl kaynıyor daha azını yapamayız" diyebilsinler.

Gidin. orada görsünler. İzleyin. Orada olduğunuzu bilsinler.

"Alçakları övmek alçaklıktır. Bir topluluğun yaptığına razı olan kişi o işe katkısı olan kişidir."

Şimdi daha öfkeli, daha mutsuz olmanın zamanı.
Devamı ...

17 Aralık 2012

Galatasaray Maçı ve Aykut Kocaman Üzerine


Oyun olarak hiçbir şey oynamadığımız bir Galatasaray maçını daha geride bıraktık, bu sene Galatasaray’a karşı en az pozisyona girebilen ve bu kadar kötü oynayan bir rakibe karşı bile tehdit yaratamayan bir Fenerbahçe izledik dün.
Süper Kupa’daki Galatasaray maçından sonra da Aykut Kocaman’ın Alex polemik odaklı Lig Tv’deki açıklamaları sonrası da hocanın koşu mesafesi fetişizminin Fenerbahçe’yi koşan ama yetenek yoksunu bir takım durumuna getirebileceği endişesinden bahsettim. Fenerbahçe orta sahası ve kanatlarında oynayıp top tekniği 10 üzerinden 6 olabilecek bir tane oyuncu yok mevcut kadroda. Allahı var, hepsi koşuyorlar ama top bize geçtiği zaman akıl ve yeteneğiyle o topu kullanabilen bir tane oyuncumuz yok. İşin daha kötü tarafı Aykut Kocaman’ın bundan herhangi bir şikayeti de yok.

Sezon başından bu yana 16 maç geçmiş Mehmet Topal, Meireles ya da Christian’ın; Sow’un ya da Kuyt’un önüne rakip iki oyuncuyu geçen şöyle 20 metrelik bir ara pası attığını ve bu oyuncuların orta sahadan çıkan tek bir pasla kaleciyle karşı karşıya kaldığını gören oldu mu? Şifa niyetine böyle bir gol attık mı Allah aşkına bu sene? Tarihinin hiçbir döneminde ben bu kadar yetenek yoksunu bir Fenerbahçe orta sahası hatırlamıyorum. Osieck’in emek yoğun takım yarattığı 1993-94 kadrosunda Tayfur,İlker Cengiz,Mecnun, gibi adamların yanında bile Oğuz gibi bir oyuncu vardı. Aykut Kocaman diyor ya “teknik direktör Aykut Kocaman olsaydım futbolcu Aykut Kocaman’ı oynatmazdım” diye hakikaten ben de olsam böyle yeteneksiz orta sahadan kurulu bir takımda Aykut Kocaman’ı oynatmazdım, çünkü bir tane bile pas alamazdı.

Christian’ı Alex’in pozisyonunda oynatarak bir sezon planlaması yapmanın önünde sonunda duvara toslayacağı belli, Alex gitmişse ve senin elinde Alex’in bölgesinde oynayacak yetenekte bir tane oyuncun yoksa Alex’in pozisyonunu yok edecek bir sistemle oynatırsın takımı . Allah’ın emri mi tek forvet Sow’un arkasında Alex’in pozisyonunda Christian’ı oynatmak? Forvetin arkasında adam oynatmak yerine Sow’un yanına Kuyt’ı ya da Semih’i alarak bir düzen denersin performansı asla öngörülemeyecek Christian’dan medet ummak yerine. Tamam belki bu da tutmaz ama bir şeyi denemiş olursun yani göz göre göre hücum kısırlığı olan bir taktikle 20 maç devam etmezsin.

Aykut Kocaman koşu mesafesi, takım savunması diye diye sıradan vasat en ufak bir yetenek belirtisi olmayan oyunculardan kurulu bir takım yaratma yolunda hızla gidiyor. 10 metre ilerisine top atmaktan aciz üç tane orta sahayla Sow’u Allah’a emanet iki stoperin arasına bırakıp gol atmaya çalışan bir futbol düşüncesi olamaz. Fenerbahçe’nin bu yıl 16 maç sonunda topladığı 27 puan 1990-91 sezonunda Hiddink’le başlanan sezonda alınan 23 puandan sonra en kötü lig performansı . Kimse kusura bakmasın ama son 23 senenin en kötü lig performansını gösterip üstelik sanki işler aslında o kadar da kötü değilmiş gibi tuhaf tuhaf demeçler vermek Aykut Kocaman’a yakışmıyor.

Maç sonu açıklamalarındaki soğukkanlılığını da Hoca’nın gittikçe yitirdiğini düşünüyorum. Dünkü maçın sonunda “Pozisyona girme konusunda verimli olduğumuzu söylemek doğru olmaz ama daha verimsiz olan bugün maçı kazandı gibi tuhaf bir demeç vermiş. Ne demek daha verimsiz olan kazandı Allah aşkına Fenerbahçe kaç tane pozisyona girdi maçta ki Galatasaray daha az girmiş olsun. Yani bu kadar aciz bir oyundan rakip ceza sahasına girmeye çekinen bir takım performansından sonra hala yetersizliği görmemek bir sorun olduğunu dile getirmemek ancak kontrolü kaybetmekle açıklanabilir.

Geçen seneden beri devam eden deplasmanda hayalet gibi oynama, maça felaket başlama gibi sorunlarda en ufak bir ilerleme yok, bu mesele antrenöre sorulduğunda bu sorunun farkında olduğu ve düzeltmek için bir şeyler yaptığına dair en ufak bir ima da yok. Aykut Kocaman’ın koşu mesafesinde Avrupa düzeyine çıkaracağım diye başlattığı devrimde geldiği nokta yetenek ve mental olarak deplasmanda önce beraberliği düşünen sıkıştırırsam bir tane atarım diyen Anadolu takımı seviyesinde bir takım yaratmak oldu

Devre arasında Sow’a alternatif ya da tamamlayıcı bir forvet ve orta sahada yaratıcı ve Mehmet Topal-Meireles-Christian üçlüsünün sahada yarattığı oyun zekası açığını kapatabilecek bir oyuncu bulamazsa Fenerbahçe puan olarak lig tarihindeki en berbat sezonlarından birine imza atabilir.

Yönetime yönelikte söylenecek çok şey var o ayrı bir yazı konusu olsun ama ben taraftarla ilgili bir duruma dikkat çekmek istiyorum. Fenerbahçe taraftarı artık şu sahada oynayan oyuncuları mazlumların temsilcisi, 3 Temmuz’un acısını yüreğinde hissedenlerin sahadaki tecessümü olarak görmekten vazgeçsin. İstisnasız bütün oyuncular için söylüyorum, bu oyuncular kendilerine biçilen bu rolü ve değeri hak etmiyorlar. Galatasaray’a yenilmişsin, silik bir futbol oynamışsın maç sonunda bir tane oyuncunun yüz ifadesinde gerçek bir üzüntü, samimi bir hayal kırıklığı ifadesi yok, birisi gitmiş Melo’yla sarmaş dolaş, öteki gitmiş Fatih Terim’e sarılmış, sorsan ilk olarak mağlubiyetlere en çok biz üzülüyoruz derler külahıma anlatsınlar. Galatasaray mağlubiyeti yüzünden okula gidemeyen 8 yaşında çocuğa, intihar girişiminde bulunan Kırşehirli Fenerbahçeli’ye Gökhan Gönül’ün Terim’le kucaklaştığı anı gösterip soralım bakalım “Gökhan çok üzülmüş Galatasaray yenilgisine” diye neler diyecek ?

Bir de Meireles meselesi var, çıkarken armayı öptü diye berbat oynadığı bir maçın sonunda adama kahraman muamelesi yapanların , haksızlığa karşı başkaldıran bir figür yaratmaya çalışanların acıklı halini görünce taraftarın mağduriyeti bir ideoloji olarak sahiplenmesinin ne kadar tuhaf sonuçlara yol açabileceğini düşünüyor insan.
Meireles armayı öptü diye kahraman falan olmaz, geçen sene Emre örneğindekine benzer Trabzon’da suikast timi gibi etrafında dolaşan 11 adama ve seni linç etmek isteyen 30.000 kişiye karşı müthiş bir top oynarsın, çıkarken de armayı öpersin ya da 100. Yılda Ahmet Cömert’de Galatasaray’ı 36 sayıyla yenip takım kaptanı olarak İbrahim Kutluay gibi armayı öpersin o zaman kahraman deriz. Meireles gibi 3 ay önce kulübün ismini bilmeyen bir adam maçta hiçbir şey oynamayıp gördüğü kırmızı karttan sonra şirinlik kazanayım diye armayı öperse kahraman falan değil şovmen olur.

Mağduriyeti ideoloji haline getirmek dedim,( siyasal olarak Türk sağının (AKP diye okuyalım)gelenek haline getirdiğişeyin futboldaki yansıması gibi bir şeyi kastediyorum aslında daha uzun bir analoji kurmak mümkün ama girmeyeyim), Fenerbahçe taraftarının 3 Temmuz’u unutmaması ve bunu yapanlardan hesap sormayı istemesi takdir edilecek bir durum her ne kadar mevcut yönetimin kurulunun (suskunlar kurulu demek daha doğru) umurunda olmasa da ama 3 Temmuz’u unutmamak sürekli bir mağdur edebiyatıyla işini iyi yapmayan antrenörü, başkanı ya da oyuncuyu mağduriyet söylemine binaen eleştiriden münezzeh kılmak değildir. Açıkçası başkana da Aykut Kocaman’a da oyunculara da nasıl olsa her zaman sığınılacak ve taraftarın tepkisini sıfıra indirecek bir 3 Temmuz “mağduriyet ikonunun” kenarda köşede bir yerlerde beklemesinin negatif anlamda bir rahatlık sağladığını düşünüyorum. Saha içinde üstüne düşeni yapmayan insanları artık saha dışındaki bir takım gerekçelerle mazur görmeye/göstermeye ne zaman son vereceğiz.
Fenerbahçe’nin 90-91 den bu yana 16. hafta itibariyle ligde topladığı puanlar
2013:27
2012:34
2011: 30
2010:30
2009:32
2008:34
2007:34
2006:42
2005:40
2004:34
2003:31
2002:34
2001:33
2000:28
1999:35
1998:39
1997:36
1996:39
1995:30
1994:35
1993:33
1992:38
1991:23
Devamı ...

16 Aralık 2012

Son Sözümüz Fenerbahçe


Tam da bugün, 3 Temmuz'u ve bir darbe döneminde kimin hangi ahlakla davrandığını hatırlamanın zamanı. "Biz nasıl bir cehennemden çıktık" ve başkaları nasıl bir cennet bahçesine kavuştu.

7. Bölüm aşağıda.

FBTV - 3 Temmuz 2012 Son Sozumuz FENERBAHCE Belgeseli Bolum 7/7 from mika on Vimeo.

Devamı ...

14 Aralık 2012

Çöl Sürgünü: İktidarın Kıskacında Futbol ve Aykut Kocaman


yazar: Gurbetname, Seytamcik

“Futbolu göz ardı eden diktatör az bulunur” [Simon Kuper]

Şiddetin bin bir şekli hükmediyor artık dilimize ve fiziki hayatımıza. Görsel ve işitsel medyanın tuali kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir zulüm ile boyalı. Biber gazı kokan bir gündemimiz, lalüebkem muhaliflerimiz ve işinden, sevdiklerinden ve hayatından sürülen on binlerce mağdurumuz var. Tutuklu olan sadece içerideki gazeteciler, öğrenciler, subaylar ya da Kürtler değil, dışarıda tutuklu bir halk var; tecrit edilen hakikatler ve dile gelmeyen bilumum ruhsal ve bedensel işkenceler mevcut.

Muhalefet, artık yasaklı bir dil. Konuşulması engelli konu, kişi ve kurumlar var. Dile getirilmesini geçin, işaret edilmesi bile muktedirlerin infiali ile karşılanan hadiseler mevcut ve hâkim rejim kendini averaj değerler ve kibirli bir pervasızlık olarak dayatmakta. Ülke lideri, ana muhalefeti 'bahtsız bedevi' ilan ediyor, muhalefet lideri kalkıp çöldeki kutup ayılarından dem vurabiliyor. Her alanda baş gösteren bir zihin kuraklığı dayatıyor kendisini. Bağımsız akıl ve vicdanın cenaze namazına buyurun. En önde saf tutanlar, siyasi ve sosyal iklimimizi esir alan haset, iftira, kibir ve hamaset.

Totaliter Rejimlerin Reklam Panosu

Müesses nizamın yeni sahipleri, kendi rol modellerini de yaratma pesinde. Kendi iktidarlarının vitrinini süsleyen kukla aktörler. Bu aktörlerin basarisi nizamin bekası için elzem. Çünkü sunduğunuz modelin cazibesi ve sürdürülebilirliği olmalı ve bunu kitlelere yayabilmek adına da stadyumlardan büyük ve futboldan güçlü bir reklam alanı bulunmamakta. Her müstebit rejim, sporu, ideolojik bir alana dönüştürmeye meyillidir. Kendi şubelerini, kendi elçilerini tayin edip desteklerler. Kitlelerin afyonu değildir futbol, fakat totaliter rejimler için ideal bir reklam panosudur. Kendi destekledikleri takımların, insanların ya da kliklerin başarısı iktidarın logosu ile sunulur. Rol modelleri ordusuna aday bulmak zor değildir. 3 Temmuz sürecinde, iftira ile itibarsızlaştırma gibi muktedir stratejilerini benimseyen, geliştiren ve uygulayan kurum ve insanlara bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Düşene tekme yapıştırmak için kuytu köşelerde bekleyen o karanlık suretlerden bahsediyorum; karşınızda önünü ilikleyip, arkanızdan hakaretler savuranlardan. Nihayetinde, Türkiye’de futbol, siyasi iktidarın kölesi, stadyumlar ise arenası.

Bu sözlerin altını doldurmak adına İspanya’daki Faşist Franco rejiminin açıktan destek verdiği Real Madrid ve sabote etmeye çalıştığı Barcelona kulüpleri ile ilişkisine bakmakta fayda var. 1939’da işgal ettiği Barcelona şehrinin güzide kulübünü kapatamayacağını anlayan Franco, kulübün yönetimine kukla idareciler getirerek kontrol altına almaya çalışır. Buna rağmen, anti-faşist İspanyollar ve Katalan Halkı, kulübü, Franco rejimine karşı direnişin sembolü olarak görüp desteklerler. Aynı dönemlerde, Franco rejiminin Dış İsleri Bakanı Fernando Maria Castiella "Real Madrid, bizim bugüne kadar sahip olduğumuz en iyi elçiliktir' der.[1] Real Madrid'in, sadece kendi dönemlerinde kazandığı Avrupa zaferlerinden değil, La Liga’daki Katalan ve Bask takımlarına karşı elde edilen galibiyetlerden de dem vurmaktadır. Barcelona’yı işgal eden komutanlardan aşırı sağcı Bernabeu'yu Real Madrid’in başkanı olarak atayan, Di Stefano gibi önemli oyuncuları Barcelona ile kontrat imzalamış olmasına rağmen takıma kazandıran bu rejim önderliğindeki Madrid kulübü, tarihindeki 32 şampiyonluğun 14'ünü kazanır. Ayni dönemde (1939-75) Barcelona ve diğer takımlar aleyhine yapılan hakem hataları keyfi ve aleni bir hal alır ve hakemlerin, rejimin subayları tarafından tehdit ve teşvik edildiği dedikoduları ayyuka çıkar. Hâlihazırda, Türkiye’de de benzer bir senaryonun birebir tekrarlandığını söylemek için henüz erken, fakat bu hikâyedeki ögelerin birçoğumuza tanıdık geldiğine eminim.

Spor Adamları: Rejimin yeni teknokratları

Ahmet Hakan, Fatih Terim için “onun öfkesi, Tayyip Erdoğan’ın öfkesinin sütkardeşidir” diyor. [2] Rastgele bir benzetme değil bu, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde rejimin ideolojik aygıtlarının izdüşümünden bahsediyor. Ayni yazıda ‘onun öfkesi, … çalışılmış bir öfkedir … [ve] kameralar tarafından acayip sevilir” diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Ahmet Hakan’ın övgüler düzdüğü, iktidar şiddetinin sureti olan sahsın otoriter, buyurgan ve korkulan kişiliğidir. Dolayısıyla, muktedirler tarafından gözetilen ve kollanan bir kulüp ve onun iktidar tescilli bir rol modelidir karşımızdaki. Vasatın hayatımızı tahakküm altına aldığı bir rejimde, yeniden üretilen şiddet kültürünü benimseyen, uygulayan ve temsil eden bireylere dönüşür rol modelleri.

Hegemonya alanının genişlediği ve demokratik alanın daralıp kuraklaştığı bir mevsimde farklı yaşam sahaları ve biçimleri de baskı altında. Bu iklimin toprağı artık Fatih Terim ve türevlerini besliyor, Aykut Kocaman gibiler ise birer öteki. İşte bu sebeple, rakibe saygı, meslek ahlakına hürmet ve profesyonel hoşgörü ile işleyen bir organizmanın yaşam sahası da istilaya açık hale geliyor.

Kocaman bir Bahçe

3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe kulübünün seyircisi ve teknik direktörü sadece bir direniş alanı yaratmadı, aynı zamanda da iftira, biber gazı ve bilumum riya ile kurulan yeni düzene de alternatif oluşturuyorlar. Futbolun, sadece bir rejim aracı değil ayni zamanda da bir mücadele alanı olduğunu gösterdiler ve örgütlü mücadelenin nadir örneklerinden birini sergiliyorlar.

Müesses nizam için şaşırtıcı olan otorite abidesi bir spor adamının ve çeşitli borsa oyunları ile şaibeli kazanç sağlayan bir kulübün yaptıkları değildir. Şaşırtıcı olan dezenformasyon ve zorba yöntemlerle yıkmaya çalıştıkları bir yaşam alanının halen ayakta olması. Kibrin işgal ettiği basın toplantıları, riyanın hâkim olduğu yeşil saha değildir şaşırtıcı olan. Kafaları karıştıran, taraftarının önünde eğilmesini bilen, rakip taraftarların bile kadirşinas sıfatlarla nitelediği, haksızlık karşısında gerekirse futbolu bırakacağını söyleyen bir teknik direktör modelidir. Haset ve kibirden medet ummayan, hakareti zül gören bir haysiyet timsalidir kimsenin aklının almadığı. Kamuoyunu katatonik bırakan da budur: Sesini yükseltmeden sadece kelimelere ve hakikate yaslanarak konuşmasını bilen bir dimağ. Mehmet Baransu ve Mehmet Ağar’la yan yana durmakta bir beis görmeyenler için Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet ile aynı karede yer almayı tercih eden bir insan ölesiye korkutucudur, çünkü kökünü toprağın derinliklerine salmış çınarlardan feyz alıyordur.

Aykut Kocaman’ın sevinç şekline bile saldırmanın küstah hafifliği ile malul yazarların anlamayacağı bazı konular var. Saygı ve haysiyeti düstur edinmiş bir insanın yapabileceği en büyük iltifattır sahadakileri alkışlamak. İnsanoğlunun en eski takdir biçimidir. Antik Yunan ve Roma’daki kamuya açık gösterilerden bu yana beğeninin en üst noktasını simgeleyen bir performansa saygı şeklidir. Mübalağadan, şaşaadan uzak yaşayan bir insanın üstüne yakışan sevinç budur. Totaliter ilahlara tapan zihniyetin bunu görememesi doğal ve bizce buraya kadar herkes kendi rolünü oynamakta.

Başarısız bir Hephaestus

Bu yazı yazıldığı sırada Aykut Kocaman’ın görev süresi 2,5 seneyi doldurmak üzere. Bu süre zarfında Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzon gibi rakiplerinden daha çok gol atmış, daha çok puan toplamış ve daha çok galibiyet almış bir teknik direktördür kendisi. 20 derbi mücadelesinde kaybettiği sadece 3 maç olması da güzide karnesine eklenmeli.[3] Ligdeki istatistiklerine ilaveten Avrupa Ligi’nde grubundan lider olarak çıkan bir takımın teknik direktörünün başarısız olarak kodlanması ise kanaat mühendislerinin başarısı olarak ele alınmalı.

Aykut Kocaman’ı katıksız sevenler, güzel insanlara duydukları hasretten mustarip oldukları için seviyorlar kendisini. Çoğumuz “çalışkan ama başarısız” diyoruz onun için, istatistikleri dahi yalancılıkla suçlayarak. Durduğu yeri ve varoluş mücadelesini göz ardı etmeye teşneyiz. Çünkü Galatasaray karşısında kötü oynanmış tek bir maçın, sevdiği takım uğruna evini kaybetmiş olmasından daha önemli olduğunu düşünüyoruz. [4] Sükûnetini, cehalet; nezaketini ise budalalık olarak okumak için yırtınıyoruz, futbolun artık yeşil sahalarda oynanmadığını unutarak.

Tekrar etmekte bir beis görmüyorum, Aykut Kocaman, müesses nizamın ötekileştirmeye çalıştığı bir spor adamı ve tabana yaymaya çalıştıkları rövanşist şiddet kültürünün önündeki simgelerden biridir. Hakaret karşısında saygıyı, iftira karşısında hakikati, kibir karşısında tevazuu, şiddet karşısında mücadeleyi temsil eder. Alternatif ve dolayısıyla rahatsız edici bir rol modelidir.

Nihayetinde, hamaset ve riyanın çölünde Aykut Kocaman bir vaha değildir. Eski yaşam alanları kurutuldu ve iktidar tüm vahaları ateşe verdi. Aykut Hoca, en güzelinden bir sürgündür bu dünyada. Belki de bir hakikat sürgünü; kendi toprağından, kendi renklerinden onuru uğruna uzak kalmayı göze alabilecek olan bir mülteci. Aykut Kocaman, bir boşluğu doldurmuyor, namevcut bir dünyanın küçük prensi. O yüzden Aykut Kocaman’ın dili birçoğu için yabancı. Çünkü çığırtkan ve nadan monologların ülkesinde, futbolun has seyircileri ile kurulan sessiz bir diyalogdur o. Pirkei Avot’ta yazan ‘nihai hakikatin kelimeleri yoktur, sükût içindeki sükûttur’ [5] sözünün tecessüm etmiş hali ve Tüz efsanesinde anlatılan, göl kıyısında yaşayıp porselen bedenlere ruh nakşeden elleri yaşlı kendisi genç bir tin mühendisidir.

Dilimizi zapturapt altına alan iktidar kodlarının, hamasi simgelerin, çığırtkanlığın, hakaretin ve şiddetin dışında bir üsluba sahip her insanın kaderine hapsedilmiş yalnızlığı var Aykut Kocaman’da. Hocayı bu çölde yalnızlığa hapsedenler sadece iktidar tribünü değil, kendi taraftarı da ondan ziyadesiyle şüphe duyuyor. Gramsci 'açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır futbol' diyor.[6] Bu sadakatin ait olduğu insanları bulması ve kendi alanlarını var edebilmesi artık biz futbol dilencilerinin elinde.

[1] Gabriel Kuhn. Soccer vs. The State: Tackling Football and Radical Politics, (2011) PM Press.
[2] Ahmet Hakan. “Fatih Terim öfkesi hakkında yedi şey”, Hurriyet (22 Kasim 2012)
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21984186.asp?yazarid=10&hid=21985054
[3] Ahmet Ercanlar. “Aykut Kocaman’ın Gerçeği”. Hurriyet (1 Kasim 2012)
http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/21825640.asp
[4] Ahmet Ercanlar. “Malum Tarafin Saldirisi”. Hurriyet (17 Agustos, 2012)
http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/21246451.asp
[5] Pirkei Avot. Ethics of the Fathers. (2009) Lulu. (Aslen M.O. 300’lerde yaşamış olan Hahamların sözleri ve öğretilerinden oluşan Musevilerin kutsal kitabı)
[6] Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol. (1998). Can Yayınları.

*Bu yazı için bize gönderdikleri kitaplar ile katkıda bulunan iki güzel insana teşekkürü borç biliriz: Fatih Yıldız ve Seval Çağlar. Ayrıca fikirleri ve olumlu eleştirileri ile katkıda bulunan Gözde Özen’i de burada anmak istiyoruz. Sizlersiz bu yazı asla yazılamazdı. Sağ olun, var olun.

Devamı ...

29 Kasım 2012

Kadın Voleybol Takımı: Avrupa Şampiyonluğundan Enkaza


Fenerbahçe kadın voleybol şubesi geçtiğimiz sezon kulüp tarihinin ilk Avrupa Şampiyonluğu kupasını müzeye getirdiğinden bu yana sadece 7 ay geçmesine rağmen yönetim marifetiyle şubeyi bir enkaza çevirmeyi becerdik. Geçen yıl bırak maç vermeyi bir set bile zar zor veren bir takımdan bu yıl sezon başından beri rakip kim olursa olsun doğru düzgün oyun oynamayan, Vakıfbank’a, Eczacı’ya , Galatasaray’a diş geçirmeyi bırak, Kolejliler’i İlbank’ı zar zor yenebilen bir takıma evrildik.
Geçen yıl sonunda önce oyuncular fazla para istiyor diye taraftar önüne atıldı, sonra Voleybol Federasyonu’nun ayak oyunlarıyla Şampiyonlar Ligi wild card’ını Galatasaray’a vermesine karşı “dostlar alışverişte görsünler” misali bir protesto tavrı sergilenip hiçbir sonuç alınamadı. Koçun kim olacağı, yabancıların kim olacağı , şubeye sponsor bulunup bulunmayacağı belli bile değildi.

Kulübün voleybol şubesi yöneticisi “Kim’den haber alamıyoruz nerede olduğunu bilmiyoruz” diye açıklama yaptığı sırada Kim Twitter’dan resim paylaşıyordu, Ali Koç devreye giremese muhtemelen Kim de takımda olmayacaktı. Takımı dağıttıktan sonra Şampiyonlar Ligi’ne katılmama meselesi ortaya çıktığında zevahiri kurtarmak için “geçen seneden daha iyi takım kuracağız” diyenleri ise uzun zamandır ortada göremiyoruz.

Adını koyalım Fenerbahçe kadın voleybol takımı şu an enkaz halinde. Ligde sondan ikinci sırada olan galibiyetsiz İba Kimya Ted Kolejliler maçında salondaydım. Müthiş bir taraftar desteğine, son derece zayıf bir rakibe rağmen takımın ve kenar yönetimin halinden bir Fenerbahçeli olarak utanç demeyeyim hadi ama büyük bir mahcubiyet duydum.Saha içindeki oyuncuların da kenar yönetimindkilerin de yetersizlikleri her hallerinden o kadar belliydi ki bu takım için bu seneye dair en ufak bir umut olmayacağını 10 Kasım akşamı itibariyle artık kendime kabul ettirdim.

Fenerbahçe’de Kim ve Eda dışında birinci sınıf oyuncu yok ,Seda’nın zaten uzun zamandır başının sakatlıktan kurtulmadığını düşünürsek onun performansına dayalı bir sezon başı planlaması yapmak başlı başına bir hata. Mari’nin nerde olduğu belli değil, Paula tam anlamıyla bitmiş,pasörlerimiz çok kötü ve libero performansı felaket. Nihan zaten geçen 3 yılda da bu takımın en zayıf halkasıydı, aynı manşet performansına devam ediyor, Galatasaray maçında aldığı mükemmel manşet oranı sadece %19 . Evet yanlış görmediniz bir de yazıyla yazalım “ on dokuz “ Biraz daha bilmeyenler için açıklayalım bu şaka gibi bir oranı, manşet alsın diye oynattığınız oyuncu gelen her 5 toptan 1’ini üç metre çizgisinin içindeki pasöre atabilmiş diğerlerini ya açık almış ya üç metre çizgisinin dışında pasöre ulaştırmış ya da doğrudan hata yapmış. Böyle bir manşet performansı gösteren liberonuz varsa zaten hücum gücünüz daha ilk adımda yarı yarıya azalıyor.

Liberodan gelen topları iyi kullanmada Nilay’ın da pek yetenekli olduğunu söyleyemeyiz. Doğru pas tercihini geçtim ben bu kadar faullü pas veren bir pasör hayatımda görmedim. 3-2 kaybettiğimiz Vakıfbank maçında 6-7 kez faullü pas verdiği için sayı kaybettik. Bu kadar temel iki pozisyonda bu kadar handikaplı olursanız diğer mevkilerdeki oyuncular ağzıyla kuş tutsa da bir şey olmuyor. Paula’nın zaten hücumda top öldürmesi mucize gibi bir şey, kafa olarak da fizik olarak da voleybolu bitirmiş bir halde. Sayı almak için topun illa Kim’i bulmasını bekliyoruz öyle ki salonda izlediğim İba Kimya Ted Kolej maçı sırasında oyun ilerledikçe hücumda topa Kim dışında birisi vurduğunda taraftar heyecanlanmıyordu bile. Her ne kadar Hakan Dinçay geçen seneden daha iyi kadromuz var gibi fantastik cümleler kursa da bu kadronun son derece zayıf bir kadro olduğu gerçeği ayan beyan ortada.
Koç olarak Kamil Söz’ün bu sezonu tamamlayamayacağı da ortada, takım da kimsenin kenar yönetimi salladığı yok, molalarda o kadar rezil oyuna rağmen lay lay lom edasında takılıyorlar. Koçun birikimine de oyun bilgisine de oyuncuların pek saygı duyduklarını sanmıyorum.

Avrupa Şampiyonu bir takım bir senede nasıl bu hale getirilir, hakikaten tebrik etmek lazım yönetimi. Geçen sene CEV’le yaşanılan sıkıntıların bizim taraftaki bir numaralı sorumlusu Violet Duca’nın görevini koruduğu bir şubeden bahsediyoruz. Avrupa Şampiyonu bir takıma sponsor bulamayan, saçma sapan ikinci sınıf oyuncuları müthiş kadro kuruyoruz diye taraftarı kandırarak transfer eden bir voleybol yönetimiyle Fenerbahçe kadın voleybol takımı daha sezon ortası gelmeden duvara çarptı.
CEV ve Türkiye Voleybol Federasyonu’nu Şampiyonlar Ligi’ne Fenerbahçe’yi almadığı için yerin dibine soktuk ama valla düşünmeden de edemiyorum Fenerbahçe yönetimi zaten küçülmeyi istediği için bu karardan önceden haberdar olmasına rağmen bile bile bir şey yapmamayı mı seçti diye.

Aziz Yıldırım takımın durumu iyiyken amatör şubelerdeki başarıdan haklı olarak bahsediyor iyi güzel de bu kadın voleybol takımını şu halde görmekten hiç mi canı sıkılmıyor. Fenerbahçe yarıştığı hiçbir branşta rakipler tarafından bir teferruat olarak görülemez, yarıştığı her branşta da şampiyonluk için kadro kurar. Böyle ikinci sınıf oyuncularla şampiyonluk için kadro kurduk diye bizi kandırmasınlar sponsor bulamıyorlarsa da çıksınlar doğru düzgün “valla biz daha iyi bir takım yapacaktık ama sponsor bulamıyoruz” desinler taraftar olarak biz bir organizasyon yapalım.
Ben Fenerbahçe’nin hiçbir branşını bu kadar aciz ve kaderine teslim olmuş olarak görmek istemiyorum arkadaş. Kimse bizden kadın voleybol şubesinin çöküşüne sessiz kalmamızı beklemesin. Bu branşın Avrupa şampiyonluğuyla sevinen her Fenerbahçeli bu takımın göz göre göre enkaz haline getirilmesine de sessiz kalmamalı. Kadın voleybol şubesi teferruat değil bu kulübün ana branşlarından biridir. Umarım artık uyuyanlar uyanır ve meleklerin düşüşü sona erer.
Devamı ...

28 Kasım 2012

İma Etme Hocam, Dobra Ol


Biliyorsunuz Aykut Kocaman Gençlerbirliği maçından sonra basının kendisine sorduğu bir soruya karşılık olarak “Başka yerlerde de aynı sorulara muhatap bulursunuz umarım'' diyerek cevap verdi. “İmparator”un bu konu ile ilgili demecine geçmeden önce şunu adını bir koyalım:

1. “Başka Yerler” genel olarak her yerleri değil spesifik olarak bir yerleri işaret ediyordu, yani “ima” içeriyordu.
2. İma etmek birilerini haksız yere zan altında bırakmadığı sürece ne ayıp ne de suç.

Buna karşılık Fatih Terim ima edilen kişinin kendisi mi olduğu sorularına “evet ben olabilirim” ya da “hayır ben olduğumu zannetmiyorum” demek yerine Aykut Kocaman’ın yerine konuşup onun imada bulunmadığını, hatta bir şey söyleyecekse direkt söyleyecek “kalite” ve “kişilikte” olduğunu buyurdu. Metni aynen Eurosport sitesinden aldım: ''Benim tanıdığım, bildiğim Aykut Kocaman, birine bir şey söyleyecekse, direkt söyleyecek kalitede ve kişiliktedir. Bugün son kez bu konuyu konuşmayı umuyorum. Sizden ricam, futbolu çatışma ortamına sokmamanız. Hatta, çarpışma ortamına sokmamanız. Biz çatışma ortamlarından ne kadar zarar görüldüğünü maalesef yaşayarak öğrendik. Beni iyi tanıyorsunuz. Eğer bir konu hakkında konuşacaksam, gönderme yapmam, ima etmem. Söyleyeceğimi olduğu gibi söylerim. Arka sokaklardan dolanmam, yan sokaklara girmem, direkt söylerim.” Aykut Kocaman alenen imada bulunduğu halde onun için “imada bulunmayacak kalitededir” demek ve hemen akabinde o bildik külhanbeyi jargonuyla “öyle yan yollara girmem adamın yüzüne şak diye söylerim” demek bir başka ima sanatıdır aslında. Muhatabınızı ve kendinizi över gibi yaparken aynı zamanda örtük olarak “eğer ima ediyorsa bu kalite ve kişilikte değildir” demiş de oluyorsunuz. Aykut Kocaman bu tarz bir “dobralığa” sahip olamamanın acısını hem kendi çekiyor hem de bize çektiriyor. Üşenmedik kendisine örnek vakalar üzerinden bir dobralık rehberi hazırladık.



1. Aykut Hocam “dobra” olmak demek her zaman şeffaf olmak, eleştiriye açık olmak hatta basın önünde özeleştiri yapmaktan kaçınmamak demek değildir. Şansal Bey LİGTV’de katıldığınız programda “Sportif Direktör Aykut Kocaman T.D. Aykut Kocaman’ı değerlendirse” diye bir soru ortaya attığında afedersiniz ama kabak gibi yaptığınız hataları ve bunlardan çıkardığınız dersleri anlatırsanız ya da bir maçta çıkardığınız kadro için “benim hatamdı” derseniz bunu adı dobralık olmaz medyanın eline malzeme vermek olur. Bir daha böyle bir soru sorarlarsa lütfen bağrınızı gere gere “Ben ders almam, ders veririm” deyin ve bir es verip ekleyin “hesap vermem, hesap sorarım”. Öyle yan yollara girmeden, şak diye Şansal Bey'in yüzüne söyleyin. Daha önce denendi, yüzde yüz çalışıyor.

2. Şimdi malum Avrupa Ligi sebebiyle yurt dışında yabancı rakiplerle maçlar da başladı. Söylememe gerek yok ama malumunuz bu maçlar nihayetinde milli meseledir. Siz takımı toplayıp sefere gidince sadece düşmanla değil “içimizdeki İralandalılar”la da mücadele etmek zorundasınız. Burada da yeri geldi mi lafı şak diye söyleyebilmek lazım. Mesela böyle bir sefer neticesinde dobraca ama isim vermeden içimizdeki müzmin İrlandalı, kökten Dublin’li Türk medyasını karşınıza alıp “Bazıları fırsattan istifade işi hakarete vardırıyor. Onlarla İstanbul’da hesaplaşacağız” diyebilmelisiniz. En azından bu Dublin Muhipleri memlekete döndüğünde sizin onlarla tam olarak nerede hesaplaşacağınızı bilsin. Bu asgari dobralığa sahip olmak gerek.


3. Aykut Hocam bu madde kısa ama sizin için uygulaması zor olabilir. Ancak pratikle aşılmayacak şey değil. Şimdi siz inatla medya mensupları ile sizli/bizli konuşmaya dikkat sarfediyorsunuz. Bir açıdan bakınca saygı gereği olarak görülebilir ama bir başka açıdan senli/benli olmanın verdiği içtenliği bulamıyoruz. Spor medyasında sizinle ilgili haber yaparken asker arkadaşı gibi sadece “Aykut” yazan da var artık. İş tek taraflı da olsa bu samimiyete vardı. Siz mesela bir basın mensubuna telefon açıp olanca içtenliğiniz ve dobralığınızla “senin bıyığını .ikerim” diyebiliyormusunuz? Ama demek gerek. Dağarcığınız bu kadar yaratıcı ve geniş olmayabilir ama bunun daha basit versiyonları da mevcut. Burada önemli olan medya mensupları ile muhabbeti senli/benli içtenliğe ve dobralığa ulaştırabilmek.

4. İş bu denli senli/benli samimiyete ulaştığında kendinizi basın mensubu arkadaşlara emanet etmekte müsterih olun. Velev ki mesela bu arkadaşlar sizin kendilerine emanet edilmiş olduğunuzu unutur, bir anlık gafletle kutsal basın odası topraklarına basın kartı sahibi olmayanların sızmasına sebep oldular. Dobralığınızdan ödün vermeyin. Kendinizi emanet etmiş olduğunuz her bir kameraya ve fotoğraf makinasına “çekilmeye” değer olanın ne olduğunu teklifsiz bir samimiyetle gösterin. Bu dobralığınız karşılıksız kalmaz inanın, onlar da ne gösteriyorsanız onu çekecektir.


5. Mesele sadece medyaya karşı dobra olmak değil. Kendi takımınıza karşı da aynı tutumu gösterebilmeniz lazım. Sevinirken de üzülürken de, kızınca da takdir edince de aynı içtenlikle duyguyu dışa vurabilmek gerek. Siz öyle saha kenarında put gibi maça konsantre olursanız, spor medyası yemez içmez günlerce Aykut Kocaman gollere neden sevinmiyor diye kafa patlatır. Salın kendinizi, rahat olun. Mesela bir oyuncunuz hatalı bir hareket yaptığında olanca içtenliğiniz ve şefkatinizle “afferin oğlum, … kodumun p…i” diyerek moral verebilmeli, anlamsızca kırmızı kart görüp atılırsa eğer oyundan çıkarken şak diye tokatı patlatabilmelisiniz. Tokatı atanın dobra bir baba figürü olduğu yerde, size de su şişesini yemek düşer aynı oyuncudan. Ne dedik, her şeyin başı içtenlik, samimiyet.

6. Hocam daha önce de değindim, tekrarlamakta sakınca görmüyorum. Futbol nihayetinde milli bir meseledir. Futbolda bildik dizilişlerin hakim olduğu bir hatt-ı müdafa yoktur, bilakis sath-ı müdafa söz konusudur, ve belirtmeme gerek yok ama o satıh geçiniz futbol sahasını bütün bir vatandır. Gerek içeride gerekse dışarıda öyle imalara girmeden, kelime oyunu yapmadan rakibe dobraca haddini bildirmek gerek. İsviçre maçını hatırlayın. Saha içinde başlayıp, koridorlara, soyunma odalarına genişleyen bir mücadele vardı. Böyle bir karmaşanın içinde Hoca icabında insiyatif alıp, yan yollara filan sapmadan doğruca hangi rakip oyuncuya “basılması” gerektiğini söyleyebilmeli.


7. Hazır milli meselelerden söz açılmışken, bu ülkenin ekmeğinden suyundan faydalanıp, sonra yediği kaba pisleyen yabancılar vardır ki, bunlarla münasebette de dobra olmak gerekir. Ben sizin de şahit olduğunuz örnek bir vaka ile bu rehberimi bitireyim. Hatırlarsınız, 1996-1997 sezonunda sizin de oyuncusu olduğunuz İstanbulspor 26. Haftada Galatasaray ile karşılaşmış, rakip Galatasaray uzatmalarda Vahap Beyaz’ın verdiği penaltıyla sahadan 3-2 galip ayrılmıştı. İstanbulspor teknik direktörü Saffet Susiç bu topraklarda bir yabancı olduğuna aldırış etmeden Galatasaray teknik direktörünün yanına gidip serzenişte bulunmuştu. Ortam kızışınca ikilinin arasına giren sizdiniz, Galatasaray teknik direktörünün Saffet Susiç'in serzenişi için söylediği o meşhur çıkışı hatırlarsınız: “hele bir Yugoslavdan hiç haketmedim”. Lafın ne olduğuna değil de edenin milliyetine odaklanan bu yakarıştaki dobralık, arka sokaklardan dolanmama, yan yollara sapmama o gün sizi de sarsmış olmalıydı. O gün feyz almış olsaydınız, bugün bu imalı konuşmalara filan hiç gerek kalmazdı.

Kusura bakmayın ama küfürlü konuşacağım: “Yazık, çok yazık…”
Devamı ...

19 Kasım 2012

Teşekkürler Fırat Aydınus



Yazar: Onur Kütük

Fenerbahçe adına kendimi en çok tekrarladığım konu 'Acaba biz gerçekten paranoyak mıyız?' sorusudur. Bu soruyu kendime defalarca sordum ve her defasında birileri çıkıp bunun doğru olmadığını bana kanıtladı. Öncelikle bunun için birkez daha Fırat Aydınus'a teşekkür ediyorum.

Kendini futbolsever ve de objektik olarak tanımlamaya çalışan bazı Fenerbahçeliler için komplo teorileri ile yaşayan Fenerbahçeliler var, bunlar herşeyi liselimedya ya da birilerinin lobi çalışmasına bağlayarak Fenerbahçe'ye zarar veriyorlar. Yaşananların zaman zaman insanlara bunu düşündürecek kadar fazla ve karışık olması en büyük etkenlerden tabi, lakin; bu haftasonu yaşananlar gibi beceriksizce yapılan bazı hamleler, açıklanamayacan eylemler onların da zihinlerini bulandırıp bazı soruları sordurması açısından önemli.

Eskişehirspor maçında yaşananlar, kırmızı kart, penaltı, es geçilen faul ve kartlar, 3 metre önünde elle kontrol edilen toplar, Ersun Yanal'ın yıllardır oynattığı darbeli, sert, yıldıran ve rakibi sinir krizine sokan dirsekli, çekmeli, vurmalı futbola tanınan taviz artık herkesin malumu. Öyle k,i konu Fenerbahçe olduğunda gözleri kör olan kimi medya mensupları da bu maç için üretecek argüman bulmakta zorlandılar. ,

Benim asıl söylemek istediğim ise Aykut Kocaman'ın çıldırışı ve maç sonu haykırışı. Hepimiz yıllardır tanıyoruz, futbolculuğunu da, idareciliğini de, antrenörlüğünü de bildiğimiz ve çoğu zaman 'fazla sakin' diye eleştirdiğimiz Aykut Kocaman'ı olay anında bu kadar sinirlendiren şey nedir? Bir kırmızı kart çıkması değil elbette. Bu sorunun cevabını da maç sonunda yine kendisi verdi.

Röportajı aynen yazıya döküyorum;

'' Değerlendirme yapmayacağım. Değerlendirmeyi MHK ve Fırat Aydınus yapmalı. Böyle birşey yok. Fenerbahçe'nin cezası sanki bitmedi. 3 Temmuz'dan beri yapılmayanlar kalmadı, bugün artık bardağı taşıran son damla. Ben biraz evvel gördüm stadı terkedip gidecektim orada. Böyle birşey olamaz yani. Bu kadar işkence olamaz yani. Haftalardır hep içimize atıyoruz, herşeyi içimize atıyoruz hep eziliyoruz. Bütün Fenerbahçeliler de bunu dinlesin artık yeter. Söylenecek birşey yok, ne maçı değerlendirmesi? Ne sezonu değerlendirmesi? Ceza bitmedi yani, bir ceza var, kim verdi bu cezayı bilmiyoum ama bir ceza var yani, çok net gözüken o. İnanın bana maçı terkedip gidecektim orada. Sadece maçı değil, futbolu terkedip gitmek istiyor insan. Yazıklar olsun ya. Söylenecek hiçbirşey yok. Fırat Aydınus'un da ben ön yargılı olduğunu düşünüıyorum, iyi bir hakem olabilir ama ön yargılı, ön yargılı da iyi hakem olunmuyor maalesef. Böyle birşey olamaz, bir takımın hele büyük bir takımın kaderiyle böyle oynanamaz. Ayıp, ayıp. Yazıklar olsun! ''

Röportaj baştan sona bir isyan ve haykırış ama içerisinde çok önemli bir bilgi de barındırıyor. Nedir bu Fenerbahçelilerin artık bilmesi ve duyması gereken şey? Haftalardır içimize atıp hep ezildiğimiz şey? Aykut Kocaman'ın söylediklerinden çıkan sonuç;

Malum 3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe'yi düşürmeye ya da ceza vermeye cesareti olmayanların yaptığı gizli anlaşma ile aslında verdikleri bir ceza var. Bu ceza kağıt üstünde olmasa da arka planda sinsice işlemeye devam ediyor. Medya, TFF, kurullar, borsa, bankalar ve rakipler kullanılarak sinsice ve ince ince verilen bu cezanın uygulaması devam ediyor. Medya ile yıprat, karıştır, fikstür ile ez, hakem ile doğra, kurullar ile ceza yağdır, rakiplerinin cezalarını affet, amatör branşlarına sponsor buldurma, iç muhalefeti kulan ki kafasını kaldırmasına fırsat bulamasın. Belli ki birileri de bunun garantisini almış olmanın rahatlığıyla seslerini soluklarını çıkarmıyor. Trabzonspor kendi insiyatifi ile safdışı, Beşiktaş'ın hali ortada, Fenerbahçe'ye verlen gizli ceza uygulanırken geriye kim kalıyor? Fenerbahçe batarsa futbol batar düşüncesinden yola çıkarak kendi aralarında yaptıkları bu gizli anlaşma ile Fenerbahçe'yi 3-5 sene şampiyon yapmayıp birilerinin önünü açacak bu düzeni haykıra haykıra anlattı Aykut kocaman, daha açık nasıl ifade edilebilirdi bilmiyorum.

Şimdi üzerimize düşeni hep beraber düşünme zamanı; Yönetim, teknik ekip, sporcular ve taraftar ile söz konusunun ''Fenerbahçe'' olduğunu birkez daha, tam bir birlik ile hatırlama zamanı. Herkes yine üzerine düşeni yapmak zorunda. Yönetimin ve başkanın üzerinde sallanan yargıtay kılıcı ve farklı yerlerden gelen baskılar sonucu etkin rol alamadığı ortamda, Aykut Kocaman'ın ön plana çıkması ve bu mücadeleyi sergilemesi normal gibi görünse de başarıya giden yolda alacağı duygusal ve zihinsel yorgunluğu kaldıramayabilir. İş dönüp dolaşıp her zaman olduğu gibi taraftar da bitiyor. Herkes de bir yorgunluk, bir yıpranmışlık söz konusu olsa bile elimizi yüzümüzü yıkayıp kendimize gelmemiz için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Aykut Kocaman üzerinde oluşabilecek bu zihinsel ve duygusal yorgunluğu paylaşacak ve hafifletecek olan yine Fenerbahçe taraftarı. Ve iki gündür gördüğüm kadarıyla Fenerbahçe'nin kalbi olan o mekanizma harekete geçmiş durumda.

Bu haftasonu yaşananlar ve bu haykırış yaşanmamış olsaydı düzen ince ince çalışmaya devam edecek bunu yazmaya çalışanlar da komplo teorisyeni olacaklardı. Hiçbir zaman bilemeyeceğiz, Fırat Aydınus hata mı yaptı, sadece Caner'e mi ön yargılıydı, birilerinin talimatı ya da ters esen rüzgarın etkisinde mi kaldı? Fakat; bu haykırış ile tüm Fenerbahçelilerin bu gizli cezayı bilmesini, bu kurulu düzeni bozmak için hareket etmesini ve geleceği ile oynayan bu gizli anlaşmanın bozulması için olup bitene farklı bir gözle bakılmasını sağladığı için Fırat Aydınus'a ne kadar teşekkür etsek az.
Devamı ...

Fırat Aydınus: Bir Algı Zehirlenmesi Örneği


Üç gündür Fırat Aydınus üzerinden kimbilir kaçıncı kez bir hakem kararını ülkece tartışıyoruz. Tartışılması gereken şeyin öznelerin kararlarından ziyade bir sistemin işleyişi olduğunu görmek lazım. Bu ülkenin spor kamuoyunda yaratılan algıyla beslenen, medyanın defalarca yeniden ürettiği, 3 Temmuz’la taçlanan bu algı var oldukça bu “hata olmayan hataların” sonu gelmeyecek. Buna dair bir şey söylemeden önce benim için Eskişehir maçında kırmız kart pozisyonundan bile daha enteresan bir pozisyonu hatırlatmak istiyorum. Bilindiği gibi FİFA bir yeri kanayan bir oyuncunun tedavisinin yapılmasını, tedavisinin yapılmaya gerek olmadığı durumlardaysa oyunun hemen durdurulup oyun cunun saha dışına çıkarılmasını şart koşuyor. Fırat Aydınus onca rezil kararının yanında bir dakika önce faul bile çalmadığı kırmızı kartlık bir dirsek yemiş Sezer Öztürk’ün kafasındaki kanı gösterip oyunun durmasını isteğini yerine getirmedi. Bir hakemin ruhuyla fiziğiyle o sahada olmadığının, bir hakemin kontrol kaybettiğinde ne kadar acizleşebileceğinin en veciz örneklerinden biriydi o sahne.

Şüphesiz Fırat Aydınus Fenerbahçe’ye kötülük yapmak için şer güçler tarafından laboratuarlarda yaratılmış bir hakem değil, çünkü memlekette Fenerbahçe’nin her türlü kötülüğe uğraması konusunda birini ikna etmek için öyle bilimsel laboratuarlara falan ihtiyaç yok. O kadar şirazesinden çıkmış rasyonellikle bağını kesmiş bir Fenerbahçe düşmanlığı yayan ortam var ki bırak maçı yöneten hakemi sahadaki top toplayıcıyı bile Fenerbahçe aleyhine bir şey yapmaya sevk ediyor.
Fenerbahçe’nin mütehakkim güç olduğu ve asla mağdur olamayacağı her türlü hile ve desisenin merkezi olduğu ve her türlü kötülüğü hak ettiği yönünde 3 Temmuz’dan önce başlayan 3 Temmuz’la birlikte bütün utanma sınırlarını da aşarak adeta bir heyula haline gelen bir algı var.
Bu algı ortamında futbol ortamındaki bütün özneler saygın bir yer edinmek,yerlerini korumak ya da mesleki ikballeri için bir şekilde Fenerbahçe’yle bir yakınlıkları olmadığını ispat etmek için yarışıyorlar.
Federasyon mu seçiliyor, hemen ilk haftası Fenerasyon deyip, adamları Fenerli ilan ediyorsun ve sonra o federasyon Fenerli olmadığını ispat etmek için Fenerbahçe hakkında akla mantığa sığmayacak kararlar veriyor.

“Hakemler Fenerbahçe’den korkuyor” diye bir şehir efsanesi yaratıyorsun, hakemler Fenerbahçe lehine düdük çalarken on kere düşünüyor. Son on yılda ligin en çok puan toplayan ve en çok gol atan takımı olmasına rağmen nasıl olup da bu takımın Galatasaray, Beşiktaş Trabzon ve G.Antep’den daha az penaltı atabildiğini sormamıza rağmen utanmadan hala hakemler Fenerbahçe’den korkuyor diye bir kamuoyu algısını üretmeye devam ediyorlar. Hakemler futbol ortamından kopuk yetişmiyorlar. Kimin lehine hatanın kabul edilebilir kimin lehine hatanın kariyer bitirici etkisi olduğunu en iyi koklayan da bizzat onlar.

Şimdi yakın geçmişten birkaç örnek verelim. 2005-2006 sezonunda Konyaspor-Fenerbahçe maçında Anelka’nın faullü meşhur golünün hakemini hatırlayalım. Özgüç Türkalp Fenerbahçe lehine yaptığı bu hatanın bedelini federasyonun en gözde hakemlerden biri olma yolundayken 1. Ligde ayda yılda maç yöneten bir hakeme dönüşmesiyle ödedi. Aynı yıl Samsun deplasmanında Nobre’nin düşüşüne penaltı verip Kerem’i oyundan atan ve Fenerbahçe’nin 5-0 kazandığı bir maçın sonunda lince maruz kalan Serdar Tatlı o sene sonunda sakatlığını öne sürerek hakemliği bıraktı.

Oysa aynı sene Fenerbahçe’nin hem kupadaki hem ligdeki Denizli maçlarını katleden Selçuk Dereli üst düzey maçları yönetmeye devam etti, Fenerbahçe nefretini bir şampiyonluk kaybı bile törpüleyemediği için 2006-2007 sezonundaki Türkiye Kupası yarı finali ikinci maçı olan Fenerbahçe-Beşiktaş maçında benim ömrümde gördüğüm en bilinçli ve kötü niyetli hakem yönetimini gösterip bir de Türkiye Kupasını kaybettirdi. O maçı Baki Mercimek’in nasıl olup da kırmızı kartsız tamamlayabildiği geçen yıl play-offdaki Trabzon maçında Zokora’nın Emre’ye öldürmeye yönelik tekmesine rağmen maçı nasıl tamamlayabildiği sorusuna kadar İsviçreli bilim adamlarını meşgul ediyordu. Söz Selçuk Dereli’den açılmışken yine 2004-2005 sezonunda Trabzon deplasmanında seke seke tedaviye giden Nobre’ye gösterdiği kırmızı kartı da unutmak mümkün değil.


Aynı sezon içinde Fenerbahçe lehine hata yapan iki hakemin kariyerine bakın bir de Fenerbahçe aleyhine antoloji yazacak kadar hata yapan hakemin kariyerine bakın. Biraz daha ilerleyelim Cüneyt Çakır’ın Ali Sami Yen’de bize 9 kişi tamamlattığı maçtan sonra kariyer çizgisine bakalım,Hüseyin Göçek’in iki sene önceki üç penaltı vermediği Fenerbahçe- Antep maçındaki rezil performansına, Galatasaray lehine yaptığı 50 hatayı ekleyip nasıl Fifa kokartını koruduğunu da bakalım. Ve en bariz örnek geçen sene Karabük maçında Muslera’yı haklı biçimde attıktan sonra M.H.K’nin kendisini yalnız bıraktığını söyleyip hakemliği bırakan Bünyamin Gezer’i hatırlayalım. Hakemlerin kendisinden korktuğu iddia edilen Fenerbahçe aleyhine hata yapan hakemleri yerinden oynatamazken, Ali Aydın’a düdük astıran “centilmen kulüp” Galatasaray’ın hangi görünmeyen ellerle Bünyamin Gezer’in başını yediğini de soralım .
Tabii ki her takımın lehine ya da aleyhine hata yapılıyor bu işin doğası gereği böyle. Mesele hangi takımın lehine ya da aleyhine hata yaptığınızda önünüzün açılacağının ya da kapanacağının bilincinde olmanız gerektiği. Fırat Aydınus aptal bir adam değil, Cüneyt Çakır’ın misak-ı milli içinde hangi görevleri layıkıyla yerine getirerek uluslararasılaştığını en yakından bilen hakem. Dolayısıyla Fenerbahçe aleyhine bu kadar fütursuzca karar verebilmesini bu ülkedeki hakemlerin son 10 -15 yılda nasıl önlerinin açıldığını çok iyi bilmesine bağlamamız lazım.
Galatasaray’ın 96-00 arası uluslar arası alandaki başarısı bu ülke içinde yaptıkları her şeyin üzerini örttü, aynı dönemde Ahmet Çakar da Avrupa’da en çok sayılan, görev alan hakemimiz etiketiyle Galatasaray maçlarında ülke içi çırakları (Vahap Beyaz)ile beraber kolaylaştırıcı rolünü rahatlıkla oynayabiliyordu. Bu konuda yapılan her eleştiri “adam Avrupa’da maç yönetiyor beyler” argümanıyla, hakem hatalarının Galatasaray lehine yapılması eleştirisi de “adamlar Uefa Kupasını ’da mı hakemle alıyor beyler” argümanı gibi veciz argümanlarla susturuluyordu.

Galatasaray’ın 20’nin üzerinde penaltı attığı, Burak Yılmaz’dan daha iyi kendini atan tek futbolcu Arif Erdem’in tek başına Fenerbahçe’den daha fazla penaltı kazandığı sezonları, 80 metreden penaltı çalan Vahap Beyaz’ları , Kocaeli’yle Cumhurbaşkanlığı maçının uzatmasının son dakikasında korner atmaya gidecekken dönüp hakemin penaltı verdiğini gören maçtan sonra da utanmadan penaltıydı diyen şimdinin vekili Hakan Şükür’ü, her iki maçta bir hakeme itiraz etti diye atılan Kemalettin’e rağmen hakemin anne baba ve yakın sülalesine her maç el kol marifetiyle küfredip ne hikmetse atılamayan cesur yürek Bülent Korkmaz’ı , Erol Ersoy’un ayağına basıp küfür ettiği için mahkemeye verdiği ama Haluk Ulusoy federasyonun sadece 6 maç ceza verip Fenerbahçe maçına yetişmesi sağlanan Hagi’yi görmüş birileri olarak bugün yine benzer bir senaryonun figüranlarını mı izliyoruz düşüncesini taşımayan Fenerbahçeli yoktur sanırım.

15 sene sonra hakemler açısından yine benzer bir senaryoyla yüz yüzeyiz. Bu sefer de Cüneyt Çakır ve Fırat Aydınus uluslar arası maç yönetmeleri kalkan yapılarak Türkiye içinde birtakım dengeleri değiştirmek için kullanılıyorlar. Gelebilecek her eleştiri bu adam Avrupa’da şu maçı yönetiyor diye püskürtülecek. Haluk Ulusoy bir yerlerden gülümseyip “biz iktidarda değiliz ama fikirlerimiz iktidarda” diyordur herhalde.

Bu düzen iki hakemin 5 hafta maç yönetmemesiyle, iki hafta sonra Fenerbahçe lehine bir karar verilmesiyle falan bitmez, bu ülkede söylediklerinizin ciddiye alınmasını isteyen karikatürleştirilmeyen bir gazeteci olmak istiyorsanız Fenerbahçeli olduğunuzu nasıl saklamanız gerekiyorsa, eski Fenerbahçeli bir futboluysanız şikeci olmadığınızı ispatlamak için Fenerbahçe’ye karşı iki kat koşmanız gerekiyorsa, satılmamış kaleci olmak için Fenerbahçe’den asla ve kat’a gol yememek gerekiyorsa ikbal vadeden bir hakem olmak için de Fenerbahçe lehine hata yapmayan bir hakem olmanız gerekiyor. Fırat Aydınus da bu görevi yerine getirdi, artık en az meslektaşı Cüneyt Çakır kadar önü açık.

Devamı ...

4 Kasım 2012

Acil İhtiyaç Listesi: Akıl ve Hüner


Fenerbahçe ligdeki 10. maçını geride bıraktı, puan açısından pek iç açıcı bir durumda olmadığımız net oyun açısından durum ise puanın gösterdiğinden daha kötü. Aykut Kocaman sezon başında 1.5 aylık bir zaman diliminden sonra takımın oturmaya başlayacağından söz etmişti oysa Fenerbahçe her maç üzerine koymak yerine her maç bir önceki maçtan daha beter bir oyun sergilemeye devam ediyor.
Fenerbahçe’nin mevcut kadrosunun çok derin bir yaratıcılık sorunu var, Post-Alex sonrası bu zaten beklenen bir şeydi ama bu kadar yakıcı bir sorun olacağını herhalde teknik heyet de düşünmüyordu. Aykut Kocaman’ın Alex gitmeden de kafasında olan Alex gittikten sonra artık iyice hayata geçen takımın hücum koordinasyonunu Christian’ın üzerine yıkma taktiği şu ana kadar hiçbir işe yaramadığı gibi bundan sonra da pek işe yarayacağa benzemiyor. Christian bir iki maç müthiş oynayıp yararlı işler falan yapabilir ama Fenerbahçe kadrosunda sezon boyunca oyun içi liderlik verilip, sonuca gidecek hareketleri kendisinden bekleyeceğiniz bir adam olamaz. Mental olarak da fiziksel olarak da teknik olarak da yapabileceğinden fazla bir rolü istiyor Aykut Kocaman Christian’dan. Yani iyi bir yardımcı oyuncu rolünden başrol performansı bekliyor ve Fenerbahçe’nin oyununun tıkandığı nokta da burası.

Aynı sorun geçen sene erkek basketbol takımında da yaşanmıştı, aslında fena bir oyuncu olmayan ama mental olarak oyun liderliğini ve sorumluluğunu kaldıramayan Ukiç’e liderlik rolü yükleyerek bir sezonu heba etmişti Spahija. Korkarım futbol takımının gidişi de ona benzeyecek.

İki hafta önce Fenerbahçe Bursa deplasmanında oynuyor maçtan önce bu maçtaki en becerikli ,oyun zekası yüksek oyuncu kim desek Bataglia’yı söyleriz, geçen hafta Fenerbahçe kendi sahasında Antalya ile oynuyor aynı soruyu sorsak Tita ve Assiati’yi söyleriz ama Fenerbahçe’den bir Allahın kulu için de bu adam iki kişiyi geçip bir ara pası atabilir, ya da oyun zekasıyla arkadaşlarını bir anda pozisyona sokabilir diyemiyoruz. Yıllardır Fenerbahçe’yi takip ederim bu kadar beceriden yoksun ve oyun zekası eksik bir kadro görmedim. İşin ilginç tarafı yetenek ve oyun zekası olarak eksik bir takımdan hiç değilse takım savunmasını iyi yapmasını beklersiniz ancak o da yok. Fenerbahçe rakip kim olursa olsun çatır çatır pozisyon veriyor.

Aykut Kocaman’ın vücut dili de söyledikleri de bana Marsilya maçından bu yana pek ümit vermiyor. Marsilya maçının ardından hocayı ilk kez bu şekilde abandone olmuş ve paniklemiş vaziyette gördüğümü yazmıştım ,açıkcası o maçtan sonra hocayla takım arasında bağların koptuğunu da düşünmüştüm. O maçın üstüne büyük bir Alex krizi de atlattı Aykut Kocaman ve ciddi bir şekilde yıprandı. Dünkü maçın maç sonu basın toplantısında söyledikleri de tuhaftı. İkinci yarı Fenerbahçe’nin çok defansif oynamadığını son 3-4 dakika öyle gözüktüğünü, son paslarda hata yaptığımız için pozisyona giremediğimizi söylüyor Hoca.

Takımın kötü oynamasından çok Akhisar gibi bir takıma karşı Fenerbahçe gibi bir takımın teknik direktörünün ikinci yarı oynanan felaket futbolu normalleştirmesi bana daha vahim geliyor. Aykut Kocaman’a göre ikinci yarının yarım saati önde olduğu bir maçta Akhisar kalesine şut atamayan,pas yapmayla topu eveleyip gevelemeyi birbirine karıştıran bir takımın performansında bir sorun yok. Daha kötüsü ise “son pasları yapamadığımız için pozisyona giremedik” açıklaması, hak verelim bu tespit doğru ama sormazlar mı adama Hocam zaten bu kadroda son pasları verebilecek hangi oyuncu var diye?

Hatırlayacaksınız Aykut Kocaman Lig Tv’de katıldığı programda futbolcu Aykut’u o zamanki haliyle teknik direktörü olduğu şu takımda oynatmayacağını söylemişti. Bunu kendiyle barışık bir teknik adam yorumu olarak okumak mümkün ancak oyunculuğu ve golcülüğü bir hüner ve zeka alaşımı olan (şair burada Aykut Kocaman’ın oyunculuğundan bahsediyor)bir oyuncuyu bile koşu eksikliği var diye silip atabilecek bir futbol düşüncesinin dışavurumu olarak okumak da mümkün bu yorumu.
Fenerbahçe kaç kilometre koşuyor bilmiyorum hala koşu eksikliği var mı onu da bilmiyorum ama sahada sarı lacivert forma giyen bir takımın bu kadar akıldan ve hünerden yoksun bir takım olmasını içime sindiremiyorum.

Sakatlar düzelince her şey düzelecek düşüncesi de açıkcası biraz Polyannacılık, savunma belki daha dirençli olur ancak hücumda takımı bir nebze sürükleme potansiyeli olan Krasic ile Stoch bu haldeyken Fenerbahçe’nin üretememe sorunu devam eder. Aykut Kocaman transfere pek olumlu bakmıyor ama bu takım devre arasında bir yerlerden “120 ıq falan bir saha içi aklı” transfer etmezse şampiyonluk yarışından çok erken kopar.

Son söz de bu Selçuk mevzusuna dair edeyim. Birileri bir oyuncuyu aşağılayıp eleştiriyorsa onu ayıplayalım eyvallah ama performansa dayalı eleştirilere karşı birisinin iyiniyetinden, aslında çok iyi bir insan olduğundan falan bahisle karşı eleştiri yapmak çok komik oluyor. Selçuk felakaet oynuyor, yada yetersiz diyen birine karşı ama o Topuk Yaylasında ağlamıştı, ya da o emekçileri temsil ediyor falan gibi kontra savunmaların son derece saçma sapan yorumlar olduğunu düşünüyorum. Aman düşmanlara koz vermeyelim aman 3 Temmuz devam ediyor diye eleştiriden kaçınıp her türlü vasatlığı bu bahaneyle örtmeye çalışma eğilimi de son derece tehlikeli bir eğilim.
Devamı ...

3 Kasım 2012

Aziz Yıldırım Buluşması


Yaklaşık 1 hafta önce ofiste otururken, telefon çaldı, Fenerbahçe kurumsal iletişim departmanından bir hanımefendi Aziz Yıldırım'ın 1 kasım tarihinde bazı sosyal medya yazarları ile bir tanışma toplantısı düzenlemek istediğini, arkasından da Pana maçının izleneceğini söyledi. Biz de davete bu sebeple icabet ettik. Maçtan önce Aziz Yıldırım ile tanışıldı, gündelik hayat, Fenerbahçe hakkında bir sohbet edildi. Daha sonra da Pana maçını izlemek üzere Arena'ya geçtik. Orada da davet ettiler, misafir olarak da uygun bulunan yere oturduk.

Elbette olan olay ve olguları pos cihazı - kredi kartı ilişkisi içerisinde algılamaya meyyal insanlar var. Alenen papazınçayırının kulüple bir organik bağı olduğunu, büyük paralar götürdüğünü, cüzdanı doldurduğunu filan yazdılar. Baştan başlayayım kimsenin ihsanıyla cüzdan doldurmaya ihtiyacımız yok. Allah'a şükür. Kendi emeği ile çalışıp, kendi geçimini sağlayan insanlarız. Mesleğimizden paramızı kazanıyoruz.

Ancak diğer insanlarla ilişkisini bu şahsi menfaat, cüzdan, banka hesabı üçgeninde görerek, buradan bir şeyler çıkartmaya çalışmak bazıları için daha kolay oluyor. Akli melekelerini "BDP'linin hakkını savunuyorsa PKK'lı, 29 Ekim bayramındaki göstericilerin haklarından bahsediyorsa ulusalcı, türbanlıların haklarından bahsediyorsa cemaatçi / akpli" gibi bir düzleme teslim etmiş, bu düzlem içerisinde yaşayanlar için her şey çok "net."

Hatta daha normal şartlar altında böyle bir şekilde durumu izah etmeyecek insanlar da konu kendi nefret ettikler, ötekileri olduğunda bu yola gayet rahat girebiliyorlar. Örneğin Fikret Orman'ın Beşiktaşlı blog yazarlarını çağırıp onlarla sohbet etmesi güzel bir olaydır. Galatasaray'ın kurumsal hesaplarını yönetenler "bağımsız blogger, serbest gazeteci" olarak arz-ı endam edebilir. Buralarda sorun yok. Fenerbahçe başkanı iki kişiyle yanyana gelse, büyük bir nefret söylemi / dalgası bir anda ortaya çıkıyor, yönlendirilmiş bir kampanya ile birleşen bu nefret de insanlara haksızlık olarak kendisini gösteriyor.

Başkasının hakkının savunulmasını veya nefret ettiği birine haksızlık yapılmasına karşı koyulmasını ancak menfaat üzerinden algılayabilecek bir ahlakla da birlikte yaşıyoruz. Bu zihniyete göre artık kendisinin ötekisi kimse, onun hakkı savunulamaz. O zaten "pkklı, bölücü, zerdüşt, ulusalcı, darbeci, ermeni, afedersin rum, komprador burjuva" olduğu için hakkının savunulmasını hak etmez. Böyle bir hak yoktur. Onun hakkını savunan da ondan çeşit çeşit menfaat buluyordur.

Elbette bu mantığın doğal arazları var, o arazları da görmek için dahi filan olmak gerekmiyor. Bir hakkın varlığını, ötekinin bizzatihi kimliğine ve kendisinin öteki ile kurduğu duygusal bağa bağlayan adam esasında hak bilincine filan da sahip değildir. Bizimkilerin hakkı olsun, ötekilere de ne yapılırsa müstehak algısında hayatını devam ettiriyordur. Böyle bir düşmanlık kültünün artık normalleştiği topraklardayız.

Ama bir es verip kısa kısa geçeyim,

Galatasaray başkanı blog yazarları ile yemek yiyemez mi? Yer? Yemek hakkıdır. Galatasaray Başkanı davet ederse sosyal medyadaki arkadaşlar oraya giderler, hiç sorun sıkıntı yok.

Hatta geçtim blog yazarlarını örneğin Galatasaray Başkanı şampiyonluk kutlamasını medyanın mümtaz simaları olan, 3 Temmuz sürecinde her tür manipülatif haberi yapmış insanlarla da birlikte olabilir. Daha da ilerisinde bizzatihi sahtekarlık, dolandırıcılık suçundan hüküm giymiş adamlarla el sıkışabilir. Siz bu adamları "paralı askerleeer, ne oldu adam beee" derken gördünüz mü? Mesela 12 Numara'ya yönelik söylenenlerin onda biri bu adamlara söylendi mi? Hayır. Neden? Çünkü bu adamların böyle bir derdi yok. Rasim Ozan Kütahyalı, Mehmet Baransu gibi adamların yazılarını keyifle paylaşıp, Mehmet Berk'in yüzde 90'ını yalan ilan ettiği haberlerle kamuoyu algısı yaratmaya çalışanlar için ağızlarını açmazlar. Kendisine yarıyorsa eyvallah, kendisinin ötekisi ise her tür iftira, yalan, dolan, spekülasyon bunlara mübah. Vaka bu.

Mehmet Ali Birand'ı biliyorsunuz. Kendisi fanatik Galatasaraylı, bizzatihi Galatasaray'ın yöneticilerinden. E kardeşim Mehmet Ali Birand aynı zamanda bir yayın organının da yöneticiliğini yapıyor. O yayın organı da olmadık haberler yapabiliyor. Siz bu "hassas" kantarların hiç o tarafı tarttığını gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü bunlar için bu mübahtır, yeter ki düşman olduklarının lehine bir şey söylenmesin, edilmesin.

Bakın baştan söylüyorum, spor kulüpleri yöneticileri taraftarlarla, yazarlarla, çizerlerle, gazetecilerle bir araya gelebilir. Onlarla oturur, yemek yer, düşüncelerini paylaşır. Bu durum da doğaldır. Hatta yapılması gerekir, geç kalmış bir adımdır.

Galatasaray başkanı yazarlarla, çizerlerle, tribüncülerle herkesle oturur, kalkar. Kimse kimseye paralı asker demez, şahsına yönelmez. Niye yönelsin? Elbette bunu yapacaklar. Ama bahis konusu Fenerbahçe başkanı olunca, hakaretin iftiranın bini bir para. Komprador burjuva diyen çıktı, sanki spor kulüplerini bu amana kadar Subcommandante Marcos yönetiyordu da, bir Aziz Yıldırım burjuva. Şu nokta önemli, Fenerbahçe ne yapsa bir telin, karalama bombardımanından geçiyor, bu da böyle yansıtılıyor.

Böyle bir nezaket buluşmasından bir banka kartı hikayesi çıkartmak, bir kulübün başkanını herkesi satın almaya çalışan, birilerini satın almadıkça kimsenin yüzüne bakmayacağı bir kredi kartı, yanındaki herkesi de pos cihazı olarak görmek sapıtmış bir kafa yapısıdır. Biz bu blogda 3 temmuz sürecinde ne söylediysek doğru olduğuna inandığımız için söyledik, yetmedi uyguladık. Bugün bu sözlerin doğru olduğu, dava sürecinde bir çok manipülasyonun döndüğü, davanın şikeyle mikeyle değil siyasi saiklerle açıldığı, dava sürecinde adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, davanın hukuk mantığından uzak yürüdüğünü herkes kabul ediyor.

Bu itirazları zamanında yapanlar, sadece biz değil, gittikçe genişleyen ve bir çok insanı barındıran bir büyük fikir birlikteliğinin parçaları, bu süreçte her tür ötekileştirmeye de maruz kaldılar. Hakkımızda yalanlar da söylendi, iftiralar da atıldı, nefret söyleminin her çeşidini gördük. Arkadaşlarımız alenen tehdit edildi. Belli medya gruplarının yayın organlarında insanlar belirli davalarla ilişkilendirilmeye çalışıldı. Bazı yerlerden mesajlar gönderildi, susulması, konuşlmaması istendi. Bedel ödemedik mi, ödedik, ödüyoruz. Pişman mıyız? Asla. Çünkü bu fikirler, bu fikirleri savunan insanlar, bu kocaman kitle, yerleşik medyayı, medya üzerinden manipülasyon yapanları, kendisini elinde tuttuğu medya ve diğer iktidar organları ile herşeyi yapabilecek bir güç odağı olarak görenlerin hayallerini söndürdü. Yendik. Ellerindeki manipüle edilmiş veriler, türlü çeşit iftira, yalan yanlış bilgi ile bir koca halkın algısını değiştirip, insanların boynuna idam ipi geçirmeye çalışanlar bunu başaramadı. Kalbine, fikrine inanan, bunun için sokağa çıkan, yazı yazan, haykıran yüzbinlerce insan kazandı. Biz o insanlardan daha önde de değiliz. Aylarca çalışan, okulunu işini bırakıp sabahlayan, bir pankartla armanın peşinde kilometreler kateden tribün emekçilerinden, hayatında ilk kez, biber gazı yiyeeceğini bile bile sokağa çıkıp kalbindeki haykırmak isteyen münferit vatandaşlara kadar büyük bedeller ödeyen herkes de bizden çok alkışı, tebriği hak ediyor.

Bu büyük bir lokmaydı. Boğazlarına oturdu. Birilerinden çıkarmak istiyorlar. Biliyoruz ki yazdığımız yazılara, ilkelere itiraz edemeyenler, kişiliğimize saldırarak, bu kişiliği tahrip ederek sözün gücünün azalması için çalıştılar, çalışıyorlar. Elbette bunu yapacaklar. Fikre cevap veremeyen insanlar o fikri seslendiren ağızları susturmaya çalışırlar. Şiddetin bir çok yolu var. Bu bizzatihi hiyerarşik sansürle olur, "bunlar darbeci, bunlar ezidi!!" diye gürlemek ile olur, tenis maçındaki adamı "terörist holigan" ilan etmekle veya buna alkış tutmakla da olur. Bu bazen, diğer insanlar hakkında iftiralar atarak, onların yaşam alanlarına yönelerek gerçekleşir bazen de bizzatihi ona saldırarak hayat bulur.

Bu bu ülkede bir şey söylemek isteyen herkesin şu veya bu şekilde karşılaştığı bir somut durum. Bunu bir boyutta bir yerlerde fikir ifade etmiş, o fikri de kamusallaşmış, geniş kesimlere ulaşmış herkes yaşıyor. Yaşayacak. İdeal zeminde, fikirlerin tartışıldığı, spekülasyon yapmadan önce insanların diğerlerine hüsnüniyet ile soru sorduğu, fikrini gene bu iyi niyet temelinde ifade ettiği bir dünyada yaşamıyoruz. Tersine insanların kamplara bölündüğü, öteki kampın düşman unsur olarak görüldüğü, düşman unsurdan nefret etmenin ve ona her yolla zarar vermenin de geçer akçe olduğu bir zeminimiz var.

Bunu bilinçli olarak, bir araç olarak yapan, bu zemini kullananları biliyoruz. Adam tam da karşıdakine zarar vermek için rasyonel olarak hesaplayarak bu tekniği uyguluyor. Ona yapacak bir şey yok. Bir de düşmanlıktan gözü dönmüş, spekülasyonu, yalanı, iftirayı kendine liman bellemiş, bir maddi çıkar olmadıkça kimsenin yanyana gelmeyeceğine inanan, öteki gördüğü insanların ancak maddi çıkar ve diğer olaylarla savunulabileceğine biat etmiş zihniyet var. Onları da tatmin etmek kolay değil ama söyleyelim evet como gölünde villa, yelkenli.

Buraya kadarını da şundan yazdım, biliyorum ki iyiniyetli, meraklı arkadaşlar var. Onlar da bu sesleri duyuyor, şaşırıyor, olayı öğrenmek istiyorlar. Yaşadığımız durum öyle kozmik bir olay değil. Yukarıda anlattığım şekilde geçen 3 Temmuz sürecinde yaşananların neden olduğu, teşekkür, tanışma, görüşme ziyareti. Bu haliyle de ince, zarif bir şey. Çok takılmaya gerek yok ama, madem takıldık, olayın aslı astarı budur diyelim, geçelim. Konuşacak daha önemli şeyler var.

Devamı ...

30 Ekim 2012

Tanıl Bora Şöyleşisi


Fotoğraf Ümit Bektaştarafından çekilmiştir.

NEDEN:
Şike meselesindeki Etik Kurul kararı sonrası Tanıl Bora Süper Lig yazılarını bırakmış, ben de bu kararı ve daha geniş haliyle genel olarak şike meselesindeki tavrını eleştiren bir yazı yazmıştım. Daha sonra da gerek ben gerek blogdaki diğer arkadaşlar şike meselesi konusunda entelektüel cenahın tavrını son derece problemli bulduğumuzu dile getiren ufak çaplı bir külliyat yazdık. Hazır Ankara’ya gelmişken futbol yazmaya başlamadan önce de yazıp çizdiklerini çok severek okuduğum Tanıl Bora ile bu şike meselesi üstüne duyduğum hayal kırıklığını belirtip bir söyleşi talep ettim. Kendisi de hayal kırıklıklarımızın karşılıklı olduğunu söyleyip söyleşi talebimizi kabul etti. Şike meselesinden, Balyoz’a, Gençlerbirliği hikayesinden,medyanın haline, Aziz Yıldırım’dan Fatih Terim’e daldan dala atlayarak serbest vezin üslubunda bir söyleşi yaptık. Bu vesileyle kendisine göstermiş olduğu ilgi ve söyleşinin kağıda dökülmesi sırasında harcadığı “fazla editoryal mesai” için bir kez daha buradan teşekkür ederim. Epey uzun bir söyleşi oldu. Buyurun okuyun.


F: İstersiniz futbola dair bir şeyleri konuşmaya sizin Gençlerbirikli olma hikayenizle başlayalım. Benim kafamda çok bir yere oturtulamayan bir durum açıkçası, insanın tuttuğu takımı değiştirmesini pek kafamda bir yere koyamıyorum. Yani eskiye dair bir şeylerin, bir gönül sızısının kalacağını düşünürüm. Sizdeki kopuş 180 derecelik bir kopuş mu oldu?

T.B: Burdaki kopuş iki yönlü bir kopuş oldu, Bir Gençlerbirliği'nin çekimi bir de Galatasaray'ın itişiyle.
F: "Nasıl Gençlerli Oldum" makalenizde de bu iki yönlü değişimden bahsediyorsunuz

T.B: Ben İstanbul'da yaşarken Galatasaray'ın her maçına giderdim,İstanbul'dan ayrılıp Ankara'ya gelince tuttuğum takımı canlı görme imkanı kalmaması o bağı gevşetti. Ankara'ya gelince Gençlerbirliği'ni önceleri öylesine, maça gitmiş olmak için izlemeye başladım,sonra giderek ısındım,çok içine girdim, çok bağlandım, o makalede de bahsettim bir Gençlerbirliği -Galatasaray maçında tarafsız tribüne oturarak kendimi denedim.
Galatasaray'ın kaybedip şampiyonluğunun tehlikeye girdiği bir maçtı. O maçta Galatasaray'ın şampiyonluğu tehlikeye girmesine rağmen Gençler'in galibiyetinin bana mutluluk verdiğini hissettim. Bu değişim pat diye olmadı, 10 yıla yayılan bir şeydi, Tabii bir de Galatasaray'ın o dönemde artan kibri, mesela Bülent Korkmaz'ın bahsettiğim Gençler maçında hakemi rahatça azarlayıp küfür etmesi, rakip takımı ayağa dolanan bir lüzumsuz teferruat, bir piyon gözüyle görmeleri, iyice soğuttu beni. Galatasaray’a özgü olmayan, bütün oligarşik takımlara özgü olan o tavır… Galatasaray'ın Avrupa başarılarının bir milli dava olarak sahiplenilmesi ve dönemin şovenist havasına malzeme edilmesini de ekleyelim. O 8-0 lık Ankaragücü maçını da kopuş nedenleri arasında sayabilirim.

F: 8-0 lık maçta Ankara'daydınız galiba gitmiş miydiniz maça?

T.B: O maç için sabah 10'da girdim stada. İlk girenlerden birisiyim.Şampiyon oldu Galatasaray ama sası bir zevkti, kötü bir tat hissettim,

F: O maça dair kişisel olarak hissiyatınız neydi, maçta bir gariplik olduğunu hissettiniz mi tribünden?

T.B: Hissettim, çünkü hakikaten o gün Ankaragücü pek topla falan ilgilenmiyordu, Zalad birdenbire yere oturuveriyordu, pek olacak gibi değildi. Dediğim gibi, bütün bunlar, yani hem Galatasaray'dan soğumam hem Gençlerbirliği'ne ısınmam 10 yıla yayıldı. Kolay bir şey değildi çünkü ben Galatasaraylıyken de gayet ateşli bir taraftardım, heyecanlanırdım, maneviyatım bozulurdu. Çok normal bir şey değildi yani bu takım değiştirme tecrübesi. Bir çoklarına palavraymış, sentetik bir şey gibi gelebilir ama öyle değildi, sancılı oldu. Taraftarlık duygusal bir şey zaten, malum. Ama duygular da tecrübeyle değişebiliyor biliyorsunuz, ayrıca sevginin de neticede bir emek süreci yanı var.
Bu sürecin sonunda da İstanbul oligarşi üçlüsünden Beşiktaş sempatik gelmeye başladı bana. Biraz daha itilmiş kakılmış olduğu için! Gerçi Beşiktaş'ın da çok çirkin zamanlarını gördük. Ama Galatasaray’dan gönlüm tamamen koptu, o kadar ki, Galatasaray -Fenerbahçe çekişmesinin olduğu bazı sezonlarda “Fenerbahçe olsun” dediğim bile oldu ki hiç olacağını düşünmezdim.

F: Yakın çevreniz bu değişimi nasıl karşıladı,yani sizi ateşli Galatasaraylılığınız döneminde tanıyanlar bu dönüşüme ne dedi?

T.B: Yadırgayanlar, yapay bulanlar, bir tür ukalalık sayanlar oldu ama üzerinden epey zaman geçti artık, onlar da kanıksadılar.
F:Tabii Türkiye'de böyle güçlüden güçsüze yönelik bir geçiş pek de alışık olunmayan bir şey.

T.B: Tekrarlayayım, taraftarlık sonuçta duygusal bir bağ. Buradaki en önemli faktör de Gençlerbirlikli olmanın çekimi, muhabbeti. Gençlerbirliği tribün cemaatinin bir parçası olarak tanıştığım, bir şeyler paylaştığım bir çok insan oldu, o paylaşım bu bağlılığı artıran bir şey. İyi ve güzel hatıralar ve bunları paylaştığın bir cemaatin varlığı, bağlıyor insanı.

F: Bir de Gençler'in yalnız kulüp imgesi, daha az kişiyle daha sıkı bir bağ kurma imkanı da galiba biraz çekici değil mi?

T.B: Hem o çekici hem futbola bakış tarzını paylaştığım bir grup var tribünde. Orada kendimi iyi hissediyorum. Bu da zamanla gelişti, onun gelişim sürecinin içinde olmak da güzeldi. Ben ilk Gençler tribününe başladığımda çok tenhaydı, Ankaragücü maçlarında bayrak bile açılmıyordu sonra azar azar gelişti.

F: Bu taraftarlık seansından sonra isterseniz sohbetin ana ekseni olan şike meselesine gelelim, İlk olarak geçen sene 3 Temmuz operasyonu olduktan sonra 4 Temmuz'da ne düşünüyordunuz?

T.B: Öncelikle ben Türkiye'de şampiyonluğa ya da düşmeye oynayan takımların pek çoğunun teşvik primi verme, hakem bağlama gibi manipülatif işlere giriştiğini düşünüyorum. Her sezon olmayabilir, ha bire olmayabilir ama istisnai de değil. Dolayısıyla bu mesele patladığında yadırgamadım, “olur mu öyle şey!” falan demedim,"Hah" dedim! İlk kez bunun üzerine gidilecek, dedim. Tabii bir yandan “Neden şimdi?” diye de düşündüm Zaten olaydan bir sene sonra falan yazdığım bir yazıda da, Fenerbahçe taraftarının yerine kendimi koyduğum zaman “Neden şimdi?” sorusunu anladığımı belirtmiştim. İki sene önce olsa Galatasaray yakalanacaktı, yüzüncü yılında olsa Beşiktaş yakalanacaktı, onun için “neden Fenerbahçe?” ve “neden bu sene sorusu?” yersiz bir soru değil. Ama cevabı da çok zor değil: şampiyonluğa o oynadığı için o yakalandı diye düşündüm.

İlk başta üzerine o kadar düşünmediğim “Neden şimdi?” sorusuyla ilgili bazı manipülasyonlar olduğunu düşünüyorum şimdi, o konuda yapılan eleştirilerde de haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Bu meseleye dair öyle iddialı komplo teorilerim yok. Bu operasyon Aziz Yıldırım'a yönelik miydi, Aziz Yıldırım'ın ekonomik gücüne mi yönelikti, bilmiyoruz. Ama Gülen cemaatiyle alakalı manipülatif bir boyutu olduğuna dair kuvvetli emareler görüyoruz. İlk başta böyle bir sezgim yoktu ama şöyle bir sezgim vardı: Bir nedeni olmalı, bir çıkar mücadelesi sonucunda bu operasyon başlamış olmalı. Saiki, vesilesi ne olursa olsun, diye düşündüm. Ayrıca, -birçok sezonda olduğu gibi-, o sezona dair ortaya atılan iddiaların da bir kısmı inandırıcı geliyordu.

F: Mesela hangileri ?

T.B: Bizim Gençler kalecisi Serdar Kulbilge'nin Fener maçı için prim aldığı iddiası bana güçlü bir kuşku gibi geliyor. Eskişehir -Fenerbahçe ve Eskişehir-Trabzon maçlarında bir manipülasyon olduğu iddiası inandırıcı geliyor. Eskişehir'in Fener'e kolaylık gösterdiği ve de Trabzon'a can pahasına direndiği izlenimine sahibim.


F: O seneye dair diğer maçlarda yani Antep'in Fenerbahçe'ye kahramanca Antep direnişi sergilemesi ama Trabzon'a çok kolay yenilmesi, ya da Bursa'nın Fener'e gösterdiği mücadeleyi Trabzon'a göstermemesi gibi izlenimleriniz de olmadı mı? Yani şunu merak ediyorum. O seneye dair Fenerbahçe'ye oynadıkları gibi rakiplerin Trabzon'a zinhar oynamadığı gibi bir yaygın kanaat var Fenerbahçe tarafında. Benim de hissiyatım bu yönde

T.B: Onu tartamam, yanlıyor da olabilirim, ayrıca her ikisi de olabilir, hani Trabzonspor için söyleniyor ya "çabaladılar ama yapamadılar", belki de yaptılar, bilmiyorum. Şu veya bu vakada hepimiz yanılabiliriz. Ama beni o sırada esas kızdıran, hiç bir şey yapılmamasıydı. Biliyorsunuz bir etik kurul toplandı.

F: İlk etik kurulundan mı söz ediyorsunuz?

T.B: Evet. Raporu açıklanmadı. Ama benim gazeteci arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla şike olduğuna dair bir kanaat sahibi olmuşlardı. Ona rağmen hiç bir şey yapılmaması beni çileden çıkardı. Bir şey yapılmasıyla kastettiğim, belirli bir şey değil, belki hafif sayılabilecek bir şey de olabilirdi. Ama ligin hiç bir şey yokmuş gibi devam ettirilmesi beni isyan ettirdi ve bu yüzden lig yazmayı bıraktım,ligin ilk yarısı maça gitmedim, ilk kez kombine bilet almadım.

F: Peki o dönemde çıkabilecek nasıl bir karar sizin lig yazmanızı devam ettirirdi?

T.B: Görüyoruz ki bir şeyler olmuş, bir problem var, bunla ilgili bir şeyler yapacağız denmesi bile yeterli olurdu. Sadece kararlarıyla değil futbol bürokrasisi haliyle tavrıyla da bir şey olmamış gibi davrandı ya. Futbol Federasyonu'nın o geçiştirme, meseleyi halının altına süpürme tavrı beni nefret ettirdi.

F: Türkiye'de son zamanlardaki büyük çaplı davalar hakkında ne düşünüyorsunuz. Şike davası bunlardan bağımsız değil sonuçta. Balyoz, Ergenekon davalarının genel işleyişini nasıl buluyorsunuz?

T.B: Ergenekon davasının özü açısından, Türkiye'de devletin kontrgerilla aracılığıyla bir takım operasyonlar yaptığına inanıyorum. Balyoz meselesinde de orduda her daim hükümeti manipüle etmeye ve icabında devirmeye dönük bir hazırlıkların olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu davaların açılmasını haklı buluyorum ancak bu davaların işleyişinde, kanıt toplanmasında, delillendirmede ve hukuki temel inşa edilmesinde çürüklükler olduğu da aşikar. Temel meseleleri doğru ama davaların hukuken uygunsuz, siyasi olarak da çürük bir temelde yürütüldüğünü düşünüyorum. Bu yüzden siyasi bir fırsatın heba edildiğini de görmek lazım. Gerçekten mahkum edilmesi gereken bir yapı bu çürüklükler yüzünden mahkum edilmiyor endişesini taşıyorum.

F: Hatta mağdur ve mazlum oluyor

T.B: Nerdeyse öyle ve bu çok korkutucu bir şey. Futboldaki meselenin de bu diğer meselelerle temeli ortak. Ama futbolda ben şöyle bir fark olduğunu düşünüyorum. Futbolla ilgili verilecek karar ceza yargısının vereceği bir karar değil. Ceza verecek makam ve mevki futbolun kendi hukuku, kendi karar mercileriydi.

F: Orda araya girip şunu sormam lazım. Bu düzende federasyon seçimlerinin doğrudan siyasi inisiyatifle belirlendiği bir alanda bizim şikayet ettiğimiz genel hukuktan çok farklı bir futbol hukuku alanı beklemek mümkün mü? Yani genel olarak bu davaları bu hale getirenlerin futbol hukukunu temiz bir şekilde yönetmeleri mümkün mü bu biraz fazla iyimserlik değil mi sizce?

T.B: Doğru, iyimserlik. Ama göreli bir özerklikten söz ediyorum. Bu göreli özerklik %0,5 olabilir. Benim iyimserliğim o küçücük özerkliğin kullanılarak futbolun kendi kararını vermesi yönündeydi. İtalya'da Almanya'da da ceza yargısı ölçütleriyle karar verilmiyor bu işlere.

F: Ama orda spor mahkemeleri diye de bir şey var,

T.B: Spor mahkemesi ya da bir futbol kurulu kendisi karar veriyor sonuçta – ve dikkat, kanaatle karar veriyor.

F: Bu kanaat dediğimiz şey de Türkiye'de çok manipüle edildi, yani kanaat dediğimiz şey 2-1 lik hiç bir anormalliğin olmadığı hakem gözlemci raporlarının temiz olduğu bir maçta nasıl uygulanabilir ki?

T .B: Doğru, şunu sormakta da haklı olursunuz: Türkiye'de bağımsız kanaatine güvenebileceğimiz bir kurul nasıl olabilir ki? Bu da haklı bir soru ama o zaman ne yapacağız biz, topyekun bir politik devrim olmasını mı bekleyeceğiz? Şunu da tekrarlamak istiyorum: Ben hiç bir zaman şu takıma şu ceza verilsin derdinde olmadım. Federasyonun yokmuş gibi davranmasına tepki gösterdim. Kanaate dayalı karara güvenmek tabii bir iyimserlik ama bu da sonuçta bir nevi politik tercih. Olması gerektiğini düşündüğüm yönde bir iyimserlik göstererek futbolun kendi karar organının inisiyatifi almasını istedim. Öyle olmayınca, politik inisiyatifin olaya müdahalesi korkunç bir seyir izledi. Anlaşılan o ki Başbakan devreye girip Trabzonluları "sizin kupanızı vereceğiz" diye yatıştırdı sonra çeşitli nedenlerle bundan vazgeçtiler, Trabzon da kendini feci şekilde aldatılmış hissetti. Erdoğan Bayraktar'ın ağzından kaçırdığı laf da bununla ilgiliydi bence.

F: Başbakan'ın 3 Temmuz operasyonundan haberi olduğunu düşünüyor musunuz, icazet verdi mi?

T .B: Kestiremiyorum. Tabii Türkiye'de Tayyip Erdoğan'dan tamamen bağımsız bir iş yapılması zor görünüyor. Ama o dönem Gülen cemaatinin özgüveninin, özerk hareket kabiliyetinin dorukta olduğu bir dönemdi. Yani görece özerk de hareket etmiş olabilirler.

F: Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nden çıkarılıp Trabzon'un gönderilmesi kararını nasıl değerlendirdiniz?

T.B: Uluslararası turnuvaya katılımı engellenecek derecede zanlı görülen bir kulübün iç piyasada lige aynen devam ettirilmesi tabii büyük tutarsızlıktı. Ben UEFA hakkında da bir miktar iyimser olmaya çalışıyordum ama süreç içinde UEFA’nın da Türkiye hükümetinin ya da federasyonunun yetkililerince kibarca söylersem “etki altına alındığını” düşünüyorum.

F: Ne için peki ceza almayalım diye mi ?

T.B: İdare edin vaziyeti, diye.

F: Milan şike cezası nedeniyle ceza aldığı yıl Şampiyonlar Ligi'ne katılıp şampiyon oldu, Porto şike nedeniyle ceza aldığı sene Şampiyonlar Ligi'ne katıldı. Fenerbahçe hakkında söz konusu dönemde kesinleşmiş herhangi bir ceza yokken Uefa'nın 8 yıl ceza öcüsü Türkiye'de kampanya olarak kullanıldı

T.B: Bence Uefa adına da temelsiz bir adımdı o, sanırım birtakım pazarlıklara dayalı ucube bir ara karardı Yani geçici bir statüko.Tutarsız olduğunu düşünüyorum.

F: Zaten Trabzon'la Fenerbahçe arasındaki bu husumet duygusunu en güçlendiren şey de bu Şampiyonlar Ligi kararı oldu.

T.B: Şike davası sırasındaki oluşan husumet kültürü bu meseleyi konuşmayı başlı başına zorlaştırıyor. Mesela o süreçte sizin blogda o yazılar çıktı, Emre Belözoğlu vesilesiyle yazdığım ırkçılık temalı bir yazı nedeniyle bir okurum kendisindeki bütün kitaplarımı bana geri gönderdi.

F: Niye?

T.B: Protesto amacıyla, al başına çal anlamında! Sonra şike operasyonunun yürütülme sürecinin ve kararların, Fenerbahçe'nin "Neden şimdi" ve "neden biz" sorusunu haklı çıkartan yönüne işaret edince bu sefer Trabzon ve Galatasaraylılar kızdılar.

F: Bizim blogda da Emre meselesi üzerine eleştirel bir şeyler yazdığımız için bizi iki gün önce Fenerbahçe neferi olarak görenler, meğer siz de hainmissiniz diye eleştirdi bir Türkiye klasiği bu.

T.B: Bu ortam tartışmayı çok zorlaştırıyor. Taraftarlığın öznelliği, duygusallığı da girince iyice zorlaştırıyor. Bir yandan bu manipülasyonlarla ilgili bir adım atılmasını istemek ama bunu yapma meşruiyetine veya “temizliğine” sahip bir organ olmadığını bilmek çaresiz bir çelişki. O zaman ister istemez yönünüzü bir yana çeviriyorsunuz, o yönde iyimserlik gösterip yutkunuyorsunuz. Kimse mutlak tutarlılık iddiası öne süremez bu konuda. Ben sizin blogda yazdığınız yazılardaki -ton ve üslup meselesi tartışılır sonuçta, hakaret etmediniz ama insafsızlık ettiniz- eleştirilerde haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Ama sizin bakış açınızdan da şu görülmeli: “Hiç bir şey yapılamaz, bu düzen böyle devam etsin”e varır sizin tutumunuz da.

F: Yanlış hayat doğru yaşanmaz gibi. Şike operasyonu sırasında gerçekten olayın başında bu bir temizlik operasyonuysa sonuna kadar gidilsin inancı bizde de vardı, ama dava ilerleyip iddianame ortaya çıkınca Türkiye'deki hukuk sisteminin nasıl büyük bir garabet olduğunu ilk kez görmedik tabi ama ilk kez bu kadar yakıcı hissettik.Ben mesela bu iddianameyi okuduktan sonra Türkiye'deki hakim ve savcıların temel Türkçe anlama ve yazma dersi görmesi gerektiğini düşünüyorum.

T.B: O bakımdan korkunç. Akıl yürütmeler, telefon konuşmalarına yorumlar falan.
F: Aziz Yıldırım'ın nasıl gidiyor sorusuna savcının şike faaliyetlerinin gidişatını soruyor yorumu var mesela

T.B: Ceza davası düzleminde nelerin döndüğünü bilmiyoruz. Orada skandal bir durum var. Ama her şeye rağmen o ilk Etik Kurulu bir karar verebilirdi. Vermeliydi. Daha doğrusu verdiği karar doğrultusunda bir uygulama yapılmalıydı. Biliyorsunuz bütün dünyada bu kararlar taze taze veriliyor.

F: Ama ilk başta Federasyona bilgi belge gönderilmemişti sonra savcı kendi seçtiği klasörleri gönderdi, yani bu durumda verilecek bir karar da başka bir müdahale biçiminin önünü açmaz mıydı, yani Fenerbahçe'yi bu seçilmiş belgelere istinaden diyelim Etik Kurulu küme düşürdü ertesi yıl da başka bir takım hakkında yine seçilmiş dosyalarla böyle bir karar alınabilir başka türlü bir siyasi müdahalenin önü açılabilirdi bu örnekte de.

T.B: Böyle bir risk olabilirdi, kötü bir yol açılıp “kanaatle” İskenderun Demir Çelik'in şu lige terfiine… falan gibi şeyler de olabilirdi. Türkiye'de böyle langur lungur işlerin olma ihtimalinden korkmakta haklıyız. Ama işte mevcut durumda da bir işler döndüğünü biliyoruz, ne edeceğiz? Mevcut düzene razı mı olacağız. “Bir yerden başlamak”, bir emsal yaratmak iyi olmaz mıydı? Burada temiz bir çözüm yok. Geçiştirme, idare-i maslahat ve sinizmin öfkelendirdiği kadar hiç bir şey öfkelendirmiyor beni.

F: Fenerbahçeli taraftarlarının da o sezona dair şöyle bir hissiyatı var, yani benim 20-22 senedir Fenerbahçe'yi takip ettiğimden bu yana diyelim en stresli en zorlu sezondu o sezon. Tırnaklarımızı yiye yiye, gergin ve sıkıntılı kazanılmış maçların ardından gelen bir şampiyonluğun tartışılması pek çok Fenerbahçeli'de nasıl olur sorusuna ve isyanına dönüştü aslında.

T.B: Benim pek çok Fenerbahçeli olmayan arkadaşım da Fenerbahçe'nin bu işi manipülasyonla götürdüğünü ve aslında şu anki durumdan da gayet memnun olduklarını, öyle gerginlik filan da yaşamadıklarını düşünüyor, dahası öyle “hissediyor”. Ben de biliyorum, Fenerbahçelilerin bu süreci gayet gergin bir şekilde yaşadığını. Şu var bir de… bilmiyorum Alex'in o dönemki açıklamalarını izlediniz mi?

F: Hangisi?

T.B: Alex'in, birtakım adamlar bizim dışımızda bu işlerle uğraşmış olabilirler ama buna gerek yoktu, zaten biz kendi işimizi sahada hallettik anlamına gelebilecek bir şeyler söylediğini düşünüyorum. Ki Alex kendini ifade ederken çok özen gösteren bir adam.
F: Ben pek öyle algılamadım hatta “bu mesele hakkında konuşursam beni başkanın yanına koyabilirler” gibi bir sözü de oldu Alex'in, ayrıca iddianame de şüpheli olarak adı geçmişti
İşin medya boyutuna dönmek istiyorum tekrar. Medyanın şike operasyonun ilk haftasında birdenbire daha öne hiç tanımadığımız insanları kanal kanal dolaştırmasını, neredeyse tek çatlak ses çıkmadan bir linç korosu oluşturmasını neye bağlıyorsunuz. Fenerbahçe güçlü lokma olduğu için mi bu kadar bariz bir propagandaya ihtiyaç duyuldu?

T.B:Böyle bir yanı vardır ama hiç çatlak ses çıkmadı diyebilir misiniz?

F: Yani ilk iki hafta itibariyle hiç bir çatlak sese izin verilmedi bence özellikle 10 Temmuzdaki yürüyüşe kadar akıl almaz haberler gördük medyada.

T.B: İlk operasyon başlarken meselenin cazip ve taze olması gazeteci milletinin bayıla bayıla üzerine atlamasını getirdi. Her zaman bunu yaparlar, hapishane operasyonunda da yaptılar, her meselede yaparlar. Şimdi tabii arşiv dökecek halim yok ama ben de hemen ertesi gün Fenerbahçe’yi savunan bir karşı cephenin kurulduğunu hatırlıyorum. Fenerbahçeli yazarlar çok geçmeden konuşmaya başladılar.

F: Ben de 10 Temmuz'daki yürüyüşten sonra Fenerbahçe'nin sesinin çıkmaya başladığını düşünüyorum hatta biraz önce bahsettiğiniz Trabzon'a kupa verilmesi olayından vazgeçilmesi operasyona Trabzon ve Beşiktaş'ın eklemlenmesini de o taraftar yürüyüşüne bağlıyorum.

T.B: Olabilir, tabii Fenerbahçe büyük güç, siyasi erk de buradan büyük bir ses çıktığında bundan etkilenir.

F: Fenerli medya diye bir şey var mı sizce?

T.B: Bence var, spor medyasında baskın gücün Fenerbahçe olduğunu düşünüyorum.

F: Bu konuda mesela Hıncal Uluç'la aynı mı düşünüyorsunuz?

T.B:Hıncal Uluç her konuda olduğu gibi abartıp saçmalaştırıyor iddiasını.

F: Fenerli medya örneğini bana somut olarak bir durum ya da örnekle anlatabilir misiniz?

T.B: Fenerbahçe ile ilgili konu ne olsa üç misli büyüyor, gayet açık. Fenerbahçe'nin mayasında da popülerlik var, popüler olana yönelik bir istidat var, Fenerbahçe konuşmak her zaman daha tansiyonlu bir şey, bu da insanları oraya çekiyor. Bunu bilen medya erbabının da katkısıyla medyada daha çok yer kaplıyor Fenerbahçe, bizzat bu durum da onun popülerliğini tetikliyor. Çocukluğumdan beri gözlerim, diyelim 20 dakika boyunca Beliktaş ya da Galatasaray çok baskılı oynar, Fenerbahçe sahada yoktur, sonra bir anda Fenerbahçe bir taç kazanır ya da basit bir ikili mücadele… birden bütün tribün ayağa kalkar, bir acayip silkinme olur, bir kalkışma olur, Fenerbahçe gaza gelir. Elbette Fener’e özgü eğil ama sembolik olarak düşünüyorum bunu, Fener’de müthiş bir ajite olma, kendini ajite etme ve bunu güce dönüştürme özelliği var. Karalamadan, yüceltmeden, nötr bir gözlem gibi düşünün. Bunun medyaya da yansıdığını düşünüyorum. Medyada da Fenerbahçe sempatisiyle hareket edenlerin böyle bir “katlayan” etkisi var.
Neticede futbol medyasında Fenerbahçe’nin ağırlığına dair sarsılmaz bir kanaate sahibim!

F: Valla ben de bunun gerçekle ilgisi olmayan çok kötü bir medya algısı olduğunu düşünüyorum “Fenerasyon” diye bir kelime var mesela, hadi futbolu bırakıp basketboldan örnek verelim bir öneki seçimde iki eski Galatasaray kaptanı Turgay Demirel ve Lüti Arıboğan adaydı. Böyle bir şey Fenerbahçe açısından olsa yani iki Fenerbahçe kaptanı Federasyon başkanlığı için yarışsa çok ses getirmez miydi?

T.B: Basketbolda o kadar çok tantana çıkmıyor ama futbolda olsa tabii getirirdi.

F: O seçimde Turgay Demirel seçildi ve Fener'in adamı oldu, muhtemelen Arıboğan seçilseydi o da Fener'in adamı olacaktı. Yani ben de Galatasaray kaptanlığı yapmış birilerinin bile hemen ertesi gün Fener'in adamı ya da Aziz Yıldırım'ın adamı olarak görmesini çok garipsiyorum.Mesela Voleybol federasyonundaki sürekli Fenerbahçe aleyhine cereyan eden olaylar başka takımın aleyhine olsa "Fenerasyon" lafından geçilmezdi.

T.B: Ben onun seçilememesine çok şaşırdım

F: Ben çok sevindim.

T.B: Ben üzüldüm çünkü başarılı buluyordum. Çok güçlü olduğunu da düşünüyorum, seçilmemesine şaşırdım,Hükümetin artık her gediğe hakim olduğunun göstergesi oldu biraz. Peki siz de düşünmüyor musunuz, Fenerbahçe neden bu kadar sevilmiyor - bir nevi Bayern gibi?

F: Evet Bayern gibi Real gibi

T.B: Hem gerçekten güçlü etkili büyük hem de onun bir kaç misli nefret yaratıyor, sizce neden?

F: Sizinde dediğiniz gibi Almanya'da statlarda taraftar kendi takımı gol attığında ve diğer statda Bayern gol yediğinde sevinir. Türkiye'de böyle bir durum Fenerbahçe için geçerli. Tabi Fenerbahçe'nin algı yönetme, iletişim gibi konularda da felaket olduğunu söylemek lazım. Ayrıca Aziz Yıldırım'ın kişisel yönetim üslubunun Fenerbahçe'yi sevimsizleştirdiğini de kabul ediyorum ve bundan rahatsızım.Ama daha önceden de yazmıştım blogda bunlar gerekçe olabilir ama Gandhi Fenerbahçe başkanı olsa da Fenerbahçe sempatik gelmez insanlara.

T.B: Ama Gandhi Fenerbahçeli olamaz.

F: Hadi o zaman Mandela olsun

T.B: Mümkün değil, yani sonuçta kulüp imgesiyle bağlantılı bir şey bu. Bana sorarsanız pek çok Fenerbahçeli de bu nefret edilme halinden hoşlanıyor. O "dünya bir yana biz bir yana" duygusunu besleyen bir şey.

F: Evet öyle bir durum var bence de taraftar açısından ama pek sağlıklı bir durum değil

T.B: Galatasaray'ın 1990’lardaki parlak döneminde de onlarla ilgili hayranlık kadar nefret vardı ve onlar da bundan çok mutluydu.

F: Nefret edilmek biraz güçlülük işareti olarak algılanıyor taraftar açısından

T.B: Bu algı yerleşti mi de somut vakalarda körleştirici oluyor tabii. Bir kayırma varsa kesin Fenerbahçe lehinedir yargısı oluşuyor.

F: Fenerbahçe'nin mağdur ya da mazlum olma ihtimali ontolojisine aykırı gibi görülüyor.

T.B: Kimi somut vakalarda tam tersi bir durum olabilir ama "olur mu canım Fenerbahçe mağdur olamaz" algısı yerleşiktir. E, o sözü bilirsiniz: Paranoyak olmamanız takip edilmediğiniz anlamına da gelmez tabii!

F: Bizim en çok şikayet ettiğimiz durumlardan biri mesela bu, bir türlü mağdur olduğumuz bir durumu insanlara kabul ettirememe. Bu tür şeylerin masum kalması kabul edilebilir ama artık gittikçe bir nefret söyleminin bahanesi olarak kullanılmaya başlandı bu çok rahatsız edici benim açımdan. Geçen yaz Atatürk Havaalanında Galatasaray formalı bir adam Fenerbahçe formasıyla beni görüp "çıkar o formayı hala nasıl giyiyorsun" diye polisin gözü önünde bana bağırarak bir şeyler söyledi mesela. Sonuçta Fenerbahçelilik benim için kimliğimin önemli bir parçası. Bugüne kadar hasbelkader Türk-Sünni-erkek kalabalığına dahil olduğum için çok ayrımcılığa uğrama tecrübesi hissetmemiştim ama o an çok kötü hissettim.

T.B: Genel husumet kültürünün bir parçası tabii bu da. Bir de futbolda nefret söylemi çok daha rahat yeniden üretilebiliyor. Bence durumları, düzeyleri tefrik edememek çok büyük bir problem. Mesela Uğur Vardan’ın yolda selam verdiği bir Fenerbahçeli ahbabından selamına karşılık almadığını biliyorum; oysa Uğur’un bunca yıldır yazdığı çizdiği belli, bu konuda hemfikir olmasanız, kızsanız bile onu nasıl selam vermeyecek kadar “silebilirsiniz”? Sonuçta “sadece” futbol bu. Taraftarlık. İçinde çok duygusallık barındırıyor, tamam kızıp darılabiliriz ama bir insanı bu konudaki tercihiyle, tavrıyla tüketmek, ona indirgemek yanlış.

F:Radikal'e ve Uğur Vardan'a yönelik eleştiride de üst üste 4-5 tane Fenerbahçe aleyhine tuhaf şeyler çıkması sonucunda oldu. “Alma Hacettepe'nin ahını” ya da Ediz'in ölüm haberi falan gibi.

T.B: Radikal'in esprili başlık bulma alışkanlığı var, bunun beraberinde getirdiği risklerle ilgili bu. Ama zerre kötü niyet içermediğinden eminim.

F: Eurosport da yaptı aynısını Preko'nun Gana'daki bir şike itirafını 1999'da Aziz Yıldırım'la yan yana bir resmini koyarak verdi, yani bütün bunlar da birikince insanlar çok ciddi tepki gösteriyorlar. Bir de tabii Fenerbahçe taraftarının bu süreç nedeniyle ekstra hassaslaştığını da söylemek lazım. Belki diğer takım taraftarları da kendi takımları aleyhine şunlar şunlar yapıldı diyordur bilmiyorum ama bize biraz fazla geldi son zamanlarda.

T.B: Hassaslık yeni yeni gevşiyor galiba. Şu sıralar Fenerbahçe taraftarı hüzünle haz arasında salınıyor Alex meselesi dolayısıyla. O kaostan beslenen havasına geri döndü, bundan da memnun sanki! Bu hassasiyetlerin “normalleşmesi” gerek. Siz nasıl hayal kırıklığına uğradıysanız, Radikal'e yönelik dediğim gibi bence insafsız eleştirileriniz de Erkan Goloğlu'nu ve oradaki herkesi hayal kırıklığına uğrattı.

F: Erkan Bey'e e yönelik en büyük eleştiri ve hayalkırıklığı o yazıda geçen “Fenerbahçe mağdur olmadı” sözünden kaynaklanıyor bence. Şahsen beni en çok üzen şey o oldu. Hadi Fenerbahçe'nin kurumsal kimliğini başkanı yöneticilerini falan geçtim ama binlerce kulübünü seven Fenerbahçelinin 3 Temmuz'dan bu yana yaşadığı ayrımcılığa linç duygusuna, ve bunun taraftar olarak bizde yarattığı mağduriyete biraz anlayış göstermesini beklerdim.Ben o sene müthiş keyifliydim, 5 te 5 in kutlamasını yaparken birdenbire sosyal çevremde de Fenerbahçeli kimliğim çok belirgin olduğu için bizzat bu soruşturma sonunda kulübün temsilcisi olarak görüldüğümden dolayı pek çok sataşmaya tacize maruz kaldım. En azından binlerce insanın bireysel mağduriyet durumlarına karşı bir anlayış beklerdik

T.B: Can Kozanoğlu'nun dediği gibi taraftar kulübünün dar bölge temsilcisidir.

F: Aynen öyle

T.B: Bunu Erkan Goloğlu’yla konuşabilirsiniz pekala, Bence bu süreçte Fenerbahçelilerin en önemli problemlerinden biri Aziz Yıldırım. Fenerbahçeli olmayanların Fenerbahçelilerin tepkilerine en içerledikleri mesele onların Aziz Yıldırım'la özdeşleşme halleri.

F: Ama başkan olduğu için yani özne o

T.B: Kuşkusuz ama bir imge meselesi var. Aziz Yıldırım imgesi diğer taraftarların gözünde nasıl bir imge?

F: Diğer taraftarların gözünde "şeytan" figürü diyebiliriz.

T.B: Tayyip Erdoğan imgesine benziyor aslında. Kulüpteki bir hademeyi bile azarlayabilecek birisi.

F: Aynen öyle Fenerbahçe taraftarının ikilemi de burda başlıyor bence. Bir yandan Tayyip Erdoğan'ın yönetim üslubunu tek adamlığını hoyratlığını falan eleştirip Aziz Yıldırım'ın tek adamlığına ses çıkarmayan biri sürü insan var. Ben Aziz Yıldırım'ın ve onun temsil ettiği tek adamlı üslubun Fenerbahçe'ye yakışmadığını 3 Temmuz öncesi pek çok kez yazdım, ama 3 Temmuz süresince bunun dışarıdan bir manipülasyon olduğunu düşündüğüm için başkana destek verdim. Kongrede oy kullansaydım da o süreçte Aziz Yıldırım'a oy verirdim. Şimdi süreç normale döndükten sonra yine aynı görüşteyim. Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe başkanlığına yakışmadığı görüşüm baki

T.B: Tabii sahip çıkmanın bu anlamını Fenerbahçeli olmayanların görmesi zor oluyor. “Böyle birine nasıl sahip çıkılır?” fikri var.

F:Şu da var Aziz Yıldırım'ın bu kadar şeytanlaştırılması diğer kulüp başkanlarını biraz melekleştiriyor Fenerbahçe taraftarı biraz buna da isyan ediyor.

T.B: Futbol ortamının en kötü tarafı yönetim yapısı zaten

F: Kulüp yönetim yapılarının demokratikleşebileceğini düşünüyor musunuz?

T.B: İmkansız diyemem ama çok zor. Kulüp yapılarının demokratikleşmesinin yanında tribün gruplarının demokratikleşmesi de çok önemli. Taraftar gruplarının özerk olması, farklı taraftar gruplarının varlığının normalleşmesi… Taraftarların ve taraftar gruplarının emniyet ve kulüp nezdinde tanınan, saygın muamele gören yapılar haline gelmesi lazım. Şu an taraftara ergen oğlan çocuk muamelesi yapılıyor.

F: Size yönelik eleştirilerden biri de daha önce Diyarbakır-Elazığ maçında Diyarbakır'ın maçı kazanmasının ayan beyan kolaylaştırıldığı ve kümede bırakıldığı sezon ya da Bursa'nın düştüğü sezon Beşiktaş-Rize maçına dair ses kayıtları çıktığı zaman neden lig yazmayı bırakmadınız da şimdi bıraktınız eleştirisi. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

T.B: Belki bir birikmenin, birikme sonucu bıkkınlığın etkisi vardır. Ayrıca bu seferki olay çok büyüktü, büyük bir patlamayla ortaya saçıldı. Eleştirenler manipülasyona kurban gittiğimi ya da kapıldığımı düşünüyorlar muhtemelen. Manipülasyon boyutu yok değildir, kabul, ama dedim ya, “ortada bir şey yok ki!” denmesini içinize sindirebiliyor misiniz? “Bu işler böyle devam etsin”e rıza göstermek istemedim, istemiyorum.

F: Şike meselesi ilk patladığında bu olaya kuşkuyla bakmanın ya da Fenerbahçe tarafına dair bir haklılık belirten bir şey ima edildiğinde "nasıl yani şikecileri mi savunuyorsun" şeklinde dönüşen bir mahalle baskısı var mıydı sizce entelektüel cepheden olup futbol yazan insanlarda.

T.B: Hayır öyle bir şey düşünmüyorum.

F: Lige dair yazmaya başlayacak mısınız tekrar?

T.B: Artık lig yazmayı canım istemiyor, serbest yazmak hoşuma gitti. Tavır, zevke dönüştü!

F: Siz bu müesses nizamdan şikayetçi biri olarak bu müesses nizamın bekçilerinden biri olan, taraftarı olduğunuz kulübün başkanı İlhan Cavcav'ı bu düzende nereye koyuyorsunuz?

T.B: Bir kere kulübü batmaktan kurtarmış birisi olarak sevgiyle bakıyorum. Ama onun da “statükoya hiç bir şey olmasın” ve “büyükleri kızdırırsak bizi mahvederler” kaygısıyla futbol düzeniyle ilgili gayet muhafazakar bir tutum izlediğini düşünüyorum.
Gençlerbirliği'nin yokluk yıllarına tanıklık etmiş olmasının bu olağanüstü ihtiyatlı tavrında pay sahibi olduğunu düşünüyorum.

F: Aynı değerlendirme Fenerbahçe taraftarı için de geçerli aslında bir yandan Aziz Yıldırım'ın kulübü imar, tesis amatör branş ve ekonomik açıdan getirdiği noktaya takdir ve minnet diğer yandan da tek adamlı, otoriter, hoyrat yönetim üslubuna isyan.

F: Son iki senedir Fenerbahçe Bursa ve Trabzon'la çekişirken siyasi otoritenin Bursa ve Trabzon lehine dilek ve temennilerini bolca gördük. AKP döneminde güçlenen Anadolu burjuvazisinin Bursaspor'un şampiyonluğunda etkili olduğunu düşünüyor musunuz?

T.B: Levent Kızıl'ın Federasyon'da olması daha belirgin bir etkendi sanıyorum. Tabii o yarışa girecek bir gücünüzün de olması lazım. Bursaspor'un da biraz şanslı bir şekilde şampiyon olduğunu biliyoruz. Ben de başka bir şampiyon çıkmasını her zaman istedim ama Bursa olduğunda "bunlar mı" diye düşünmüştüm

F: Diyarbakır olayları yüzünden mi?

T.B: Evet, bayıldığım bir “beşinci şampiyon” seçeneği değildi ama sonuçta St. Pauli Almanya'dan gelip şampiyon olmayacağına göre bunlardan biri olacak!

F: Gündemin bir numaralı meselesi olduğu için sormadan geçmeyeyim. Artık bir drama haline gelen Alex-Aykut Kocaman meselesinde ne düşünüyorsunuz.Bu arada sizin Alex'e dair bir yazınız vardı orda da "kibir tahakkümü" vurgusu eleştirilmişti Fenerbahçe taraftarı pek Alex de öyle bir şey görmediği için bize tuhaf gelmişti.

T.B: Fiziki bir şey değil ki bu, kimse ispatlayamaz. Ama en azından ben öyle görüyorum işte, benim gözüme öyle görünüyor. Ayrılmasına gelince, “resmen” daha sevilerek sayılarak ayrılması tabii daha iyi olurdu. Alex'in de ayrılışın bu şekilde gerçekleşmesinde payı var mı, o da sinir harbi yaparak tırmandırdı mı, sorusunu sormamız lazım. O kuşkuyu taşıyorum. Aykut Kocaman meselesine gelince bir yandan lafını sözünü bilen, düşünen birisi olarak biliyoruz onu ama bir yandan da bir şeffaflık eksikliği hissediyorum. Medyadan haklı olarak çok korkuyor, söylediklerimi lime lime ederler diye düşünüyor; belki de öyle bir sakınma duygusu nedeniyle böyledir.

F: Medyanın Aykut Kocaman'a sorulan soruları Fatih Terim'e sorabileceğini düşünüyor musunuz?

T.B: Türkiye'de Fatih Terim karşısında en çok korkulanlardan biri, sadece futbolu kastederek söylemiyorum, emniyet müdürüne denk bir rütbede.

F: Terim bu niteliklere sahipken pek çok aklı selim sahibi Galatasaraylı gözünde bile niye hala imparator ?

T.B: Galatasaraylılar arasında da Terim'i sevmeyen ciddi bir kitle var

F: Hatırı sayılı bir kitle mi sizce?

T.B: Oran veremem ama en azından marjinal olmadıklarını düşünüyorum. Neden çoğunluk seviyor diye sorarsak bu tür “karizma” çeşidini halkımız seviyor, bir de tabii başarılarını seviyor. Maço ve müstekbir karizma stili bu topraklarda seviliyor.

F: Sizin Ronaldo'ya dair yazınızda kullanılan bazı tabirler de eleştirildi "bir apaçi masalı" ve "it suratlı bek" tabirleri

T.B: İt suratlı bek tabiri mizahi bir tabir. Futbol edebiyatında dünyanın her yerinde argo ya da ergen oğlan çocuğu dilini mizahi bir üslup içinde kullanırlar. Bu da o mizahi üslup içinde kullanılmış bir söz, buna gösterilen tepkiyi anlayışsızlık olarak görüyorum."Bir Apaçi Masalı" diye Ekşisözlük’te yayınlanmış bir roman var, bir “apaçinin” fantezilerindeki gibi bir hayata erişmesini anlatan bir metindir, bu ibare doğrudan ona göndermeydi.

F: Birikim'in de son sayısında işlenen bir meseleye değinelim. Türkiye'de yargı düzeninde ve özellikle Ö.Y. M ler bağlamında siz cemaati nereye konumlandırıyorsunuz?

T.B: Gülen Cemaatinin adalet ve polis içindeki yapılanması hakkında daha önce bir makalede de yazmıştım; Cemaatin o devletçi güvenlikçi ideolojisiyle polisin ve yargının mesleki ideolojilerinin çok uyumlu olduğunu ve aralarında bir simbiyoz oluştuğunu düşünüyorum. Bütün yargı ya da polis camiası ya da büyük bir bölümünün cemaate mensup olması gerekmez, ama zaten meslekleri gereği her şeyi kriminalize eden bakışlarıyla Gülenci ideolojinin mükemmel örtüştüğünü ve birbirini beslediğini düşünüyorum. Telefon dinleme tutkusu, izleme teknolojilerine tutkunlukları hakikaten Orwell'yen bir gözetleme evreni yaratıyor. Son derece ürkütücü buluyorum. ÖYM' ler kalkabilir ama zihniyet değişmedikçe…

F: 12 Mayıs'daki olaylar için ne düşünüyorsunuz?

T.B: Orda da siz Papazın Çayırında "Bolivya da olsa ballandıra ballandıra anlatırdınız” diye tekdir ettiniz Radikal futbol yazarlarını ama Radikal'de epey geniş bir şekilde işlendi. Neden öyle yorumladınız ki?

F: Açıkçası bire bir yaşadığım için ve orda polis şiddetine ilk kez bu kadar doğrudan ve orantısız bir şekilde muhatap olduğum için bunun çok daha ciddi bir şekilde ses getirmesi gerektiğini düşündüm. Çünkü orda yapılanın bir Hillsborough provası olduğunu düşünüyorum. Maç sonunda muhtemelen daha önce cemaatle polisle pek derdi olmamış elinde 10 yaşında çocuğunun eli olan bir babanın bile delirip panzere elindeki su şişesiyle vurduğunu gördüm.

T.B: Anlıyorum da o konu kesinlikle geçiştirilmedi. Dozu tabii yetersiz bulabilirsiniz, hükümetin her konudaki basıncı nedeniyle yetersiz kalmış olabilir ama bence toplamda "bu kadar da olmaz artık, yuh” sesleri çıktı bu olayların ardından. Yetersiz bulmakta haklı olabilirsiniz ama başka konularda da yetersiz zaten. KCK konusunu düşünün, o konuda da birileri ısrarla konuşuyor ama yeterli mi? Yetersiz.

F: KCK meselesine değinmişken bu davalarda ortak mağduriyet yaşayan ama siyasi olarak birbirini sevmeyen insanların biraraya gelememesi de büyük sorun değil mi. Balyoz'un muhataplarıyla KCK'nın muhataplarının yaşadıkları ortak mağduriyeti bir arada anlatmaları çok etkili olmaz mı ?

T.B: Ortak mağduriyet temelinde bir şey olması için insan hakları bilincinin güçlü olması lazım. “Hiç kimse idam edilemez ya da işkenceye uğratılamaz” gibi temel değerleri bile Türkiye'de kaç kişi paylaşır?

F: Soyut olarak paylaşır da somut örneklere gelince ama o başka falan diye dönüşür hemen

T.B: "Bu başka” kanaati imal edilir.

F: Son olarak yazan çizen birisi olarak bir korku hissediyor musunuz ?

T.B: Zaman zaman, evet.

F: Şöyle sorayım o zaman son 4-5 yılda bu korku arttı mı?

T.B: Evet

F: Politik iklim nereye gidiyor sizce?

T.B: İddialı bir analiz yapacak durumda değilim. Gerçekten, öyle büyük büyük konuşamam. Türkiye'de temel problemler hiç bir zaman varabileceği en kötü uç noktaya kadar gitmiyor ama çözüme de varmıyor. Sürekli bir uçurumun kıyısında patinaj hali. Aktif sürünceme politikası, diyorum. 50 yaşıma geliyorum, “artık dibe vurduk” dediğimiz 4-5 süreç geçirdik. Bu aktif sürünceme politikasının öncelikle Kürt meselesiyle ilgili olarak sona ermesi gerekiyor, bu en önemli problemimiz. Ama “şuraya varır” da diyemiyorum işte. Bir yandan böyle süremez diyorum, bir yandan 20 sene sonra aynı temel soruları sormamızdan korkuyorum
Devamı ...