29 Mart 2014

Kime oy vermediğimi herkes bilecek


Bülent Burgaç yazdı:

38 Yaşındayım. Yarın oy kullanmaya başladığım 18. Yılımı dolduruyorum, Ali İsmail’in bir sokakta kahpece sıkıştırılıp katledildiği yaşta bir kez daha oy kullanacağım.

Bu yaşıma kadar kimseye asla, a veya b partisine oy kullanın demedim. İnsanlar hür iradeleriyle daha da insanlar. Bizi doğada yaşayan saygı duyduğumuz diğer canlılardan ayıran en büyük özelliğimiz hür iradelerimizdir.

Yarın için kimseye şu partiye oy verin demedim , bundan sonra da demeyeceğim. Yarın sandığa yine hür irademle gideceğim, vicdanımla. Fenerbahçe formamla gideceğim!

Kabine girdiğimde gözlerimin önüne ilk olarak 3 Temmuz 2011 sabahı gümüşlük’te Nejat İşler tarafından sabah uyandırıldığım telefon görüşmesi gelecek. “Olm başkanı almışlar” başkanımızı almışlar olm!

Daha sonra aklıma Anadolu yakasından boğaz köprüsüne yürümeye çalıştığımız an gelecek, emniyet amirinin “gerekirse mermi kullanabilirsiniz” söylemi kulaklarımda çınlayacak. Aklıma çağlayan gelecek, sevgili renkdaşım Ebru Köksaldı ve adalet çay bahçesinde tanıştığım Fenerbahçe’liler gelecek. Önceden belli olan kararları beklerken çubuklu’ya ve yönetimine olan sadakatimiz nedeniyle gazlanmak pahasına orada durduğumuz anlar gelecek. Kararlar açıklandıktan sonra sıkılan ve kafamıza yememek/boğulmamak için çevre yoluna doğru bizi kaçmak zorunda bırakan gaz bombaları gelecek aklıma. Gülüp hatırlayacağım çünkü oraya giden on binlerin “Fenerbahçe söyleyecek son sözü, haklıyız kazanacağız” diye bağırdığı anlar kulaklarımda çınlayacak. Haklıyız kazanacağız, kazanıyoruz, kazanacağız! 12 Mayıs gelecek aklıma daha sonra. Maç bittiğinde şampiyon olan takımı alkışlamaya başladığında tüm ezberleri bozan, kaos’tan beslenen kişilere Fenerbahçe taraftarının attığı asrın tokatı gelecek. Beklenmedik bu olay karşısında 5 dakika içinde sergilenen bir tiyatro sonucu gazlanan tribünler gelecek. 1907 tribünün hemen aşağısında gazdan yere yığıldığım an yanıma bir şişe su ile koşup gelen 15 yaşındaki Deniz gelecek.

Daha sonra aklıma sabahın şafağında çadırları yakılan ve sivri sinek gibi gazlanan gezi parkı direnişçileri gelecek. Ankara’da başından vurulan Ethem Sarısülük gelecek, Çocukluğumun geçtiği Armutlu mahallesi sokaklarında öldürülen Abdullah Cömert gelecek. Ümraniye’de bir aracın ezdiği Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, polis memuru Mustafa Sarı, Ankara’daki temizlik işçisi irfan Tuna ve tekrar ediyorum, Eskişehir’de bir sokak arasında sıkıştırılıp kahpece katledilen Ali İsmail Korkmaz gelecek. Öldürülmesiydi yarın ilk kez oy kullanacaktı. Kıydılar delikanlı’ya. Ah Berkin Ah! Berkinim. Berkinimiz… Sen de kardeşimizdin Burak Can Karamanoğlu!

Yarın oy kullanmak için kabine girdiğimde sizi ve bu olayları unutan kalbim kurusun diyeceğim ve oyumu kullanacağım.

Kime oy verdiğimi sadece ben bileceğim ama kime oy vermediğimi herkes bilecek.
Devamı ...

Barbarlıktan çıkışa son 17 saat


Metin Lokumcu öldürüldükten sonra televizyon kanalına çıkıp “ben bilmem” dedi, yaptığı ilk mitingde adını ağzını aldı “bu arada da birisi kalp krizi geçirmiş ölmüş” diye geçiştirdi. Dilşat sokak ortasında 45 polis tarafından dayak yedi, sol bacağı 2 santim kısaldı, felç tehlikesi geçirdi, adını bir kere ağzına aldı, “kadın mıdır kız mıdır bilemem” diye bağırdı, saldırıyı gerçekleştiren polisler hala bulunamadı. 1 Mayıs’ta Dilan’ı vurdular, elindeki sirke şişesine Molotof kokteyli dediler, Başbakan’ın katıldığı bir toplantıda “parasız eğitim istiyoruz” pankartı açan Berna ve Ferhat terör örgütü üyeliğinden yargılandı, hapis cezası aldı, okullarından atıldı. Cihan Kırmızıgül bir poşi taktı, başka hiçbir delil yok, 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Lobna’yı başından vurdular hastaneye kaldırıldı, Toma’nın önünde duran adamın üstüne tazyikli su ile saldırdılar, havada 3 takla attı, yere düştüğünde baygındı. Abdullah Cömert, Ahmet Atakan biber gazı fişeği ile öldürüldü, Ethem Sarısülük 4 metreden 9mm kurşunla vuruldu, mobese kamerası tam o an ağaçları çekmeye başladı, Ali İsmail Korkmaz sokak ortasında saldırıya uğradı, beyin kanaması geçirdi, ilk gittiği doktor ağrı kesici verdi gönderdi. Vali “arkadaşları polisi zor durumda bırakmak için öldürmüş olabilir” dedi. 18 aylık Mehmet Uytun anasının kucağında vuruldu, Savcı’ya soruşturma izni bile verilmedi. 40 günlük Ayaz bebek fakirlikten Konya’da, 14 yaşındaki Berkin Elvan ise evden ekmek almaya giderken başına atılan biber gazı fişeği ile öldürüldü. Öldüğünde 16 kiloydu. Küçücük bir tabutla mezara gömdüler. Annesi oğlunun artık oynayamadığı bilyeleri çocuğunun üstüne attı. Ertesi gün Erdoğan Antep’e gitti annesini halka yuhalattı.

Hz. Muhammed “ölülerinizi hayırla yad ediniz” diyor. Ölülerimizin payına bile hakaret düşüyor. Öldürmek de yetmiyor bunlara, ölünün itibarını da katledene kadar doymuyorlar. Onu seven, onu sayan, en azından hatırasıyla yaşamak isteyen, hatta hadi diyelim ki bir anlık bir merhamet duygusuyla 14 yaşında bir çocuğun ölümüne ağlayabilecek, üzülebilecek insanların bu duygularını da öldürmek istiyorlar. Berkin Elvan terörist, Ali İsmail terörist, Ethem Sarısülük terörist, Lobna terörist, Gezi olaylarını haber yapan BBC muhabiri terörist, Taksim’de piyano çalan ajan. Bütün yaraladıkları insanlar düşman.

Afyon’da 25, Uludere’de 35, Reyhanlı’da 50, Van’daki çadırlarda yanarak öldü çocuklar, katilleri aramızda geziyor. Asla soruşturulmuyor, her şeyin üstü örtülüyor. Berkin Elvan cinayetinden sorumlu olabilecek polis memurlarını arayan Savcılık, Okmeydanı bölgesinde o gün, o saatte görevli olan polislerin listesini istedi. Emniyet Müdürlüğü tam 1065 polisin adını verdi, 275’inin sorumlu olabileceğini söyledi. Dalga geçiyorlar. Hrant Dink’in dosyasında bir türlü örgüt bulunamıyor, Mehmet Ağar derin ellerle korunup özel bir hapishanede 2 yıllık tutukluluğunu geçirip Bodrum’da sörf tahtasıyla gezerken, Gezi olaylarında tweet atan gençlerin payına örgüt davaları, 11 yılla başlayan hapis istemleri düşüyor. İnsafı, adaleti, vicdanı, yanı insanlığın uzun yürüyüşünde kazandığı bütün güzel değerleri kaybettik. Ortaçağ fütursuzluğu ile başlayan cadı avlarının sonu artık kent meydanında kurulan büyük ateşlerde değil, sonu gelmeyen yargılamalarda, içinde kolum kadar fare gezen F-Tipi zindanlarda sonlanıyor. Hücre cezaları işkencenin yerini aldı, dövmekten, vücudunu kesmekten daha derin bir işkenceye mahkum ediyorlar insanları. Sonu gelmez bir yalnızlık. Asla aydınlanmayacak bir karanlık. Hiç bitmeyecek bir “belki çıkabilirim” umudu. Sonra gene yalnızlık.

Müyesser Yıldız ile ilk tanışmam, Silivri’nin önündeyiz, hapisten yeni çıkmış… Küçücük bir kadın diyorlar. Küçücük derken aklınız başınızdan gider. Gerçekten küçücük, incecik, insanın böyle bir kadına zarar verebilmesi için aklını kaçırmış olması lazım. Toprak yok, ot yok, gökyüzü yok, bir tane insan yok. Yapayalnız. 16 ay geçiriyor. 16 ay bir insan, bir diğer insanın sesini duymadan nasıl yaşar? Bir insanla konuşamadan, hadi diyelim bir derdini, bir sıkıntısını, öfkesini, heyecanını anlatamadan. Kelimeleri unutur insan. Kelimelerden bir tabutun içerisinde zihnini bırakır. İlk kez sıcak yemeği hapisten çıktıktan sonra yiyor. İnsanın midesini bile kendisine düşman ediyorlar.

İnsanları betonlara gömdüler, sadece bedenlerini değil, ruhlarını, akıllarını, kalplerini, umutlarını, heyecanlarını, insanlık hakkında bildikleri güzel şeyleri. Nedim Şener’in 9 yaşındaki kızı, ayda bir kez babasını açık görüşte görüyor, annesiyle birlikte Silivri’ye gidiyorlar, kız babasını görecek diye süslenmiş, kendisine güzel bir etek seçmiş, eteğinin üstünde de bir tane düğme var. Detektörden bir kere geçiyor, Allah’ın belası detektör ötüyor. Bir daha geçiriyorlar, bir daha, bir daha.. Detektör ciyak ciyak bağırıyor. 9 Yaşındaki bir kızı çırılçıplak soyuyorlar, eteğini çıkartıyorlar, detektörden öyle geçiriyorlar. Babasına beline sarılmış bir kazakla sarılıyor.

Yer Avrupa Parlamentosu. Bir tane Fransız parlamenter Ahmet Şık ve Nedim Şener’i soruyor. Tayyip Erdoğan cevap veriyor: “Fransız parlamenter anlaşılan Türkiye’ye de Fransız kalmış.. Öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tehlikelidir.” Kurumla, gülerek, büyük bir heyecanla bu cevapları sanki insanlığın en bilge, en güzel, en şerefli cümleleriymiş gibi manşetlerine taşıyorlar. “Tayyip Erdoğan’dan Fransız Parlamentere Fırça” keyiften dört dönüyorlar. Sigaralarını, purolarını yakıp, ellerini kuruyemişlerine atıp zevkle bu kabalığa alkış tutuyorlar. Markarlar, Yıldıraylar, Ceren Kenarlar, Kurtuluş Tayizler boktan yapılmış putların önünde tapınan bordro kulları, bize günde 5 rekat nobranlığın, kabalığın, alçaklığın insanlığın en püripak göstergesi olduğunu anlatmak için dillerini kullanıyor, her tür alçaklığı insan ahlakına kilitlenmiş kelimelerden havaifişekler atarak kutluyorlar.

Barbarlık. Barbarlık diyorum ve bu kelimenin tam olarak ifade ettiği şeyi söylüyorum. Medeniyet dışılık. Medeniyet düşmanlığı. Ahlak, merhamet, sevgi, insaf, vicdan, adalet, hakşinaslık, nezaket, hakikate saygı. Hiçbirinin önemi yok. Bütün değerleri yok ediyorlar. Bunlar yerine Erdoğan’ın çıkarları var ve sadece o var. Erdoğan’ın çıkarları için savunmayacakları kepazelik, göğüslemeyecekleri rezillik yok. Hiçbir değerleri yok. Her şeyi yıkmaya, her şeyi yok etmeye adanmış bir kabile liderinin etrafında toplanmış bir sürü gibi kendilerinden ne istenirse onu yapıyorlar. Bunlara göre kabalık samimiyet, hakaret içi dışı bir olmak, nobranlık ödün vermezlik, hodbinlik cesaret, tahammülsüzlük başarı, merhametsizlik liderlik karizması, gerçekleri çarpıtmak iyi siyasetçilik, işine gelen her yola gelmek stratejik zeka.

İnsanlık tarihini açın bakın. Totaliter ideolojiler bile yöneticilerine asla aşılmaz, geçilmez bazı sınırlar koyar. Hukukun koyduğu bu sınırlar o toplumun medeniyet ölçüsünü de gösterir. Biz bu noktaya bir günde erişmedik. Eşit haklara sahip insanların temel hak ve hürriyetlerinin hukuk devleti garantisi ile korunduğu, halkın kendi kendini yönettiği ve yöneticilerin halka hesap verdiği demokratik devletler medeniyetin uzun yürüyüşü sırasında bulunmuş değerleri de ifade ederler. Nedir bu değerler? İşte insanlar vardır. Bu insanların doğuştan belli hakları vardır. Devlet dediğimiz şey bu insanlar tarafından, insanlar için kurulmuş, yine o insanlara ait olan toplumun örgütlü ifadesidir. Devlet kutsal değildir, devlet gökyüzünde değildir, devlet dediğimiz içinde o topluma mensup insanların görev aldığı, finansmanı da yine toplum tarafından yapılan bürokratik bir örgütlenme biçimidir. Bu örgütün cebri şiddet uygulama yetkisi vardır ama uymak zorunda olduğu kurallar da vardır. Görevi de insanın temel hak ve hürriyetlerini korumak, insanı sınırlayan maddi ve manevi engelleri ortadan kaldırmaktır.

Bundan başka ideolojiler de vardır. Devletleri farklı yorumlar, devletlere farklı görevler ve yükümlülükler verir. Aydınlanmadan doğan liberalizm ve sosyalizm gibi iki ideoloji dışında aydınlanma karşıtı ideolojiler de vardır, Nazizm bunlardan biridir. Ama bu ideolojiler bile bazı değerler üstüne kurulur. Bu açıdan “barbarlık ötesi”dir. İşte bu ideolojilerin de bir hukuku vardır, bu hukuk teorisine göre kanunları vardır, devlet yöneticileri de bu kanunlara uymak zorundadır. Diyelim Humeyni İran’da bir teokrasi kurdu, kendisini de bu rejimle bağlı hissetti. İnsanlara cennet vaad etti ama salma salarak basın kuruluşu alma gibi işlerin peşine düşmedi. Hitler toplama kamplarında insanları yaktı, kara para aklama suçuna aracılık etmek için kendi bakanlarını görevlendirmedi, Stalin Ukrayna’da milyonlarca insanı açlığa mahkum etti, politik bir cinayettir, ancak Stalin bile adi suçlara tenezzül etmez, verdiği ihalelerden komisyon almaya çalışmaz. Pol pot ülkesinde okuma yazma bilen insanları katletti, gidip de 10 milyon dolar paranın peşine düşmedi. İdeoloji sahibi herhangi bir yaratık, bu ideoloji demokratik olsun olmasın, ideolojisinin değerlerine uygun davranmayı da önemser, kendisini o değerlerle bağlı hisseder. Barbarlık, her tür değerden yoksun kalma durumudur. Her şeyi yapma hakkını kendinde görmektir. Şimdi soruyorum, bunların yaptıklarına cevaz veren bir tane ideoloji, bir tane hukuk sistemi, bir tane şeriat, herhangi bir din var mı? Pagan dinleri bile buna müsaade etmiyor. Zeus’a insansan şunları yapamazsın. Stalin oturur anlatır der ki, benim ideolojime göre sınıflar arasında bir savaş var, bu savaşta işçi sınıfının kazanması için burjuva sınıfının yok edilmesi gerekiyor, ben de yok ediyorum. Haksızdır. İnsanlık dışıdır. Ama kendi ideolojisine uygundur. Allah Muhammed aşkına, ihale verip, oğlunun kurduğu vakfa rüşvet bedelinin yatırılmasını istemek hangi ideolojiye, hangi dine sığıyor?

Karşımızda ne olduğunu anlamak için uzun uzun düşünmeye gerek yok. Karşımızda hiçbir değer yok. Karşımızdaki anlayışa göre güce sahip olan, o gücün imkan verdiği her şeyi yapma hakkını da kendinde görüyor. Mutlak monarşileri ele alalım, diyelim 14. Louis adam çıktı “devlet benim” dedi, onun bile bir sınırı vardır. Der ki “ben egemenlik yetkimi tanrıdan alıyorum, dolayısıyla benim topraklarımda yaşayan insanların bedenleri bana aittir. Ancak ruhları Allah’a aittir.” Adamın bir sınırı vardır. Gidip de Papa’ya örgüt üyeliği davası açıp tutuklamaya kalkmaz. Bunlarda öyle bir sınır da yok. Her şey konjüktürel, her şey bugün, dün söyledikleri her şey bugün değişebilir, dün inandıklarının tam aksini bugün yapıp büyük alkışarla bunu kutlayabilir. 12 yıl boyunca Fethullah Gülen’e söylemedikleri tek bir övgü cümlesi kalmadı. Adamın adını besmelesiz ağızlarına almadılar. Fethullah Gülen hocaefendi oldu, AKP’ye yol gösteren ışık oldu, alim oldu, muteber din adamı oldu, “ne istedilerse verdiler”, her taşın altında cemaat arayanlara güldüler, sivil toplum hareketi ilan ettiler, hasretten bağırları yandı, “bitsin artık hasret” diye gözyaşlarıyla ülkeye davet ettiler. Bunların yazar taifesi Fethullah Gülen halife olur mu diye tartışıyordu, şak diye bir günde adam Haşhaşi oldu, kanser oldu, ur oldu, virüs oldu, alim müsveddesi oldu, ceketine kadar saydılar, oturduğu koltuktaki bizon postunu da gazetelerinin manşetine bastılar.

Gidelim Hüseyin Çelik’e, Tayyip Erdoğan’a, Bülent Arınç’a soralım, ideolojileri nedir. Neye inanıyorlar? Kendilerini nasıl tarif ediyorlar. Bugüne kadar yaptıklarının çelişmediği bir tane kavram söyleyebilecekler mi? Bunun adı muhafazakarlık mıdır, İslamcılık mıdır, demokratlık mıdır? Hadi biz demokrasi istiyoruz desinler, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bulunmadığı, yasama organının bütünüyle yürütme organına bağlı olduğu, yargı kararlarına yürütme organının uymadığı bir demokrasi mi var? Hadi biz bir islam devleti istiyoruz desinler, Allah’tan korkun, Hz. Ebu Bekir geçinmek için bir Yahudi kadının keçisinin sütünü sağardı, komisyon, rüşvet, kupon arazi peşinde koşmak İslam’ın neresine denk düşüyor?

Zamanında “milli görüş gömleğini çıkardık” dediler, biz bir gömlek giyecek zannetmiştik, hayır hiçbir gömlekleri yok, çırılçıplak, anadan üryan aramızda dolaşıyor, edep yerlerini sallaya sallaya geziyor, bunda da görülmedik hikmetler buluyorlar. İdeolojilerinin adı –eğer bunu ideoloji diye tanımlayacak kadar kelimeyi alçaltmayı içinize sindirirseniz- reisçilik. Dürüst oldukları bir konu arayın, bulabileceğiniz tek şey bu.. Reisçiler. Bir kabile gibi reislerinin etrafında toplanıyor, ağzından çıkan cümleleri emir telakki edip, hayata geçirmek için birbirlerinin üstüne basıyor, reislerine ne kadar biat ettiklerini ve bağlı olduklarını göstermek için alçaldıkça alçalıyor, Reis’e hediyeler sunuyor, ayaklarına kapanıyor, önünde hazırolda duruyor, Reis’in kulaklarının hoşuna gideceğini düşündükleri cümleler kuruyor, şarkılar söylüyor, “beraber yürüdük biz bu yollarda” marşıyla ayinlerini tamamlayıp, toplu halde yeni kurbanlarının peşine düşüyorlar.

Hayatımızın ortasına düşmüş çılgın bir kabile. İnşaatlar yapıyor, yollar açıyor, paraları reislerine sunuyor, gazeteler açıyor, televizyonlar açıyor, reislerini övmek için menkıbeler anlatıyor, şamanları Reis’in hoşuna gidecek fetvalar veriyor, kabilenin önde gelenlerinin de payına kurumlarını adak olarak Reislerine adamak düşüyor. Alo Fatih bir hat değil, bir kabile reisine sunulan kurbanlık. Erdoğan Demirören Reis’ine karşı görevini tam olarak yerine getirmediği için gözyaşları içinde kalıp, korku ve huşu dolu bir sesle “ben ne için bu işlere girdim” diye ağlıyor. Herkes düşmanları, her şey düşmanları, insanlık adına biraz sesini çıkartın, biraz bir değerden bahsedin, birkaç gerçeği bunlardan izin almadan söyleyin, gözlerini kısıyor, size nefretle doluyor, olmadık hakaretlerle üstünüze saldırıyor, çektiğiniz acılardan haz almaya başlıyorlar. Bugün Ertem Şener, bir insanın gözaltına alınmasını “Ankara’dan gol sesi var” diye, Reis’inin yasakladığı twittera kaçak girerek paylaştı. Ötekiler, diğer kabileden olanların başına gelen her talihsizlik, bir şempanzenin bile yaşamadığı türden bir zevk veriyor vücutlarına.

Şimdi 3 Temmuz’u yaşadık. Gördük. Yargı margı öyle şeyler yok. Bir kabilenin hukuku olmaz, mahkemeleri olmaz, yargıçları, avukatları olmaz. Kabilenin reisi olur. Reis ne derse de o olur. Aldılar, tutukladılar, sopalı adamlar geldi, bu insanları evlerinden çocuklarından ayırdı. Kabilenin yardakçıları, yalakaları, cambazları ortaya çıkıp türlü gösteri düzenledi, kurbanın etrafında dans ede ede, kurbanı nasıl asacaklarını ve bunun da ne kadar haklı bir şey olduğunu anlattılar. Yürüdük, biber gazı yedik, kavga ettik, mücadele ettik, vücutlarımız lime lime oldu ama en azından kulübü bu yamyamlara yedirmedik. Sahamızı kapattılar, kadınlarımız sahayı doldurdu, sesimizi kıstılar, sosyal medya sesimiz oldu, saha içinde bizi cezalandırmaya kalktılar, formamızı giyenler onur mücadelesi verdi yıkılmadık. 12 Mayıs’ı yaşadık, çoluk, çocuk, genç yaşlı bunların bize reva gördüğü tek atmosfer olan biber gazını ciğerimize çektik, kalkıp terörist dediler unutmadık. Kongreye müdahale ettiler, seçilmiş bir başkanı indirmek için türlü çeşit yol denediler, Reisleri kendi adamının kulağına sufleler verdi, para etmedi. İşte el ile, diş ile, tırnak ile mücadele ettik, buraya kadar geldik.

3 Temmuz’un üstünden 1000 gün geçti. Yarın 1001. gün.. Çocuklarımızı kaybettik, Ali İsmail’i kaybettik, Berkin’i kaybettik, Ahmet’i kaybettik. Berna hapiste. Metin Lokumcu’nun oğlu bir köşede gözümüzün içine bakıyor, babasının katilleri ortaya çıksın diye. Ayaz Bebek’in annesi Maviş’in hatrını soran yok. Van’da çadırlarda ölen çocukların isimlerini unuttuk. Çalınmış paralarımız, vurulmuş çocuklarımız, miting meydanlarında yuhalanan analarımız, hapse atılan babalarımızla bir başımıza duruyor, bu çılgınlığın ortasından bir çıkış yolu arıyoruz.

Bu manyaklığa, bu çılgınlığa izin verecek miyiz? İçimize böyle kabile gibi yönetilmeyi sindirip, biat etmek, susmak, Reislerini övmek, üç kuruşumuzu da Reislerinin ayağına sermekten başka bir seçenek sunmayan insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan rejimin devam etmesine müsaade edecek miyiz? İnsanlık ile barbarlık karşı karşıya kaldığında kimse tarafsız kalamaz, “gülüyorsun ya gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir”, bütün bir halk ağlarken kimse kahkaha atamaz.

Bu manyaklığın, bu çılgınlığın bize izin verdiği, müsaade ettiği, bir tek “medeni” şey kaldı. O da sandık. Gidiyorsun oyunu kullanıyorsun. Başka bir çıkışı, alternatifi yok. Yoksa bunlar kazanırsa, sizi iyi günlerin beklediğini mi düşünüyorsunuz? Yoksa bir an bütün yaptıklarından vazgeçip, bir anda bir demokrasi ve özgürlük savaşçısına mı dönüşecek? Hayır, bugüne kadar yaptıkları neyse onları daha da güçlü yapmaya devam edecek. Sizi istiyor, hayatlarınızı, fikirlerinizi, ahlakınızı, önünde eğilip, itaatkar bir köpek gibi etrafında dolaşmanızı.

Ben öldürdüm diyecek, ben çaldım, çırptım, kendime hak gördüğüm her şeyi yaptım, tinerci dedim, çapulcu dedim, terörist dedim, ayyaş dedim, Zerdüşt dedim, bunlar hayvanlarıyla gezer diye aşağıladım, gazetecilere köpek dedim, doktorlara marjinal dedim, avukatları çağlayan adliyesinin ortasında yerlerde süründürdüm, hapse attım, sürdüm, tokatladım, dövdüm, dövenlere destan yazdı dedim, daha fazla yasak vaat ettim, daha fazla tutuklama, gözaltı, muhaliflerin tamamen yok olmasını… Bütün bunları bilerek gittiniz sandığa, hepiniz biliyordunuz ve işte memnun oldunuz bu olanlardan. Kazandım. İşte şimdi vaatlerimi gerçekleştireceğim. İşte şimdi her şeyi yapacağım.

Reislerinin etrafında toplanacak, gözlerini kısacak, yaşadığınız acılardan zevk ala ala, daha fazla acılar yaşamanız için dua edecekler. Eğer bir Fenerbahçe kalacak sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Arkadaşlarınızı tutuklayacaklar, yöneticilerinizi hapse atacaklar, kendi imgelerine uygun bir Fenerbahçe kuracaklar. Ve bu yapacaklarının en hafifi olacak.

Size, sizin geleceğinize ve sizden doğacak olanlara da talipler. Onlar da bu kabile ahlakı içerisinde yaşasın, Reis’e biat etsin, onun dediği dışında bir şey hayal dahi edemesin istiyorlar. Bugün sesinizi duyurduğunuz tüm aralıkları kapatacaklar, sokakları biber gazı ile dolduracak, üstünüze Tomalar sürecek, kafanızı kaldırdığınız anda plastik mermiyle ateş edecekler. Gençsiniz, üniversiteden mezunsunuz, bir kere özgürlük deyin, hukuk devleti deyin, gerçeğin yarısını söyleme cesareti gösterin, sizi asla kamuda memuriyete almayacaklar. Yeşil, mavi, kırmızı listeler hazırlayacak, isimlerinizi o listelere yazacak “bize karşı olumsuz” diyecek, yasaklayacaklar. Hayat boyu gözleri üstünüzde olacak. Size iş yok. Sizin para kazanma şansınız yok. Üstünüze vergi müfettişleri gönderecek, fahiş cezalar kesecek, ümüğünüze çökecekler. İş adamıyım, kurtarırım diyorsunuz, yoksa siz kendinizi Boydak’tan daha üstün, Koç’tan daha güçlü mü hissediyorsunuz? Mehmet Cengiz gibi olmadıkça su bile alamayacağınızı göremiyor musunuz? İşçiyim, devam ederim diyorsunuz, payınıza düşen “800 lira iyi para” daha fazlası değil, karşınıza geçip “sana iş vermişim daha ne istiyorsun” diye soracaklar. YouTube’u kaybetmeyeceksiniz, hayatınızı kaybedeceksiniz. Kendi değerleri olan, kendine ait inançları olan, bu değerler çerçevesinde özgürce yaşamak isteyen onurlu bir insan olma hakkınızı “engelleyecekler.” Bunun DNS ayarı yok. Kabilenin köpeği olana kadar peşinizi bırakmayacaklar.

Sizden tek bir şey istiyorlar. Kendileri gibi olmanızı. Her gün gazeteleri açacak, onların neyi demenizi istediğini öğrenecek ve o cümleleri kuracaksınız. Yiğit Bulut gibi konuşacak, Nihal Bengisu Karaca gibi övgüler düzecek, Kurtuluş Tayiz gibi düşünecek, Markar gibi gülecek, Yıldıray gibi diliniz dışarıda Reis’inizi izleyeceksiniz. Bunun dışında ağzınızdan çıkan her cümle bir suç olacak, ayıplayacak, kınayacak, sandığı hatırlatacak, Kabilenin nasıl kazandığından dem vurup, sizin azınlık olduğunuzu, çoğunluğa uymanız gerektiğini, bundan başka da bir hakkınız olmadığını söyleyecekler. Hakaret edecekler, aşağılayacaklar, tahkir edecekler, değerlerinizi gözünüzün önünde ayaklar altına alıp, yüzlerine pis bir gülümseme yapıştırıp, bunun ne kadar haklı olduğunu söyleyecekler.

Şimdiden kızlarınızı ciyaklatmayı söylüyor televizyonlarda onur konuğu yaptıkları Fatih Tezcan, hakkınızda açılacak davalarda nasıl sürüm sürüm sürüneceğinizi anlatıyor Ahmet Bayekoğlu, trolleri gün sayıyor Berkin’e ağız tadıyla terörist demek için. Bu gelecek sizin elinizde. Bunları yaşayıp yaşamamak sizin elinizde. Erdoğan kaybederse, siz kazanacaksınız. Erdoğan kazanırsa siz kaybedeceksiniz.

Hangi değere, hangi inanca, hangi siyasal görüşe sahip olursanız olun, şu yaşadıklarımızı normal bulacak bir tane ideoloji, inanç, siyasal görüş yok. Bunlara cevaz veren, bu olanları içinize sindirebileceğiniz bir tane fikri akım arayın, bulamazsınız. Bugün alternatifler de bu kadar kısıtlı. O yüzden hayalperest senaryolar içerisinde yaşama, olmadık varsayımlarda bulunma gibi bir şansımız yok. Her şey 31 Mart günü başlayacak. Zaman kalmadı.

Sandıkta görüşürüz dedik. Sandık önümüze geldi. Gidin ve gerekeni yapın. Yarın atacağınız her oy, Türkiye’nin barbarlıktan kurtulmak için bir işaret fişeği olacak. Yaşadıklarınızın hesabını sormak için başka bir yer kalmadı, ya siz bir çığlık olacaksınız, ya da çığlık atacaksınız. Bu kadar basit. Daha özgür, daha adil, daha eşitlikçi bir Türkiye kurma fırsatı hala var. Barbarlıktan çıktıktan sonra birbirimizi yiyebilir, denetleyebilir, bu güce sahip olmayanlardan medeni bir Türkiye talep edebiliriz. Bu duvarda açacağımız bir yarık yeni bir duvar kurmamızın da fırsatını verecek. Ancak eğer Erdoğan kazanırsa “dava taşını gediğine koyacak”, bu duvar tamamlanacak, hepimiz içinde mahpus kalacağız.

Sahip olduğunuz her şey, inandığınız her şey yarına bağlı. Daha büyük bedeller ödememek için, daha fazla kayıp olmasın diye, daha çok çocuk cenazesi kaldırılmasın diye, bu ülkede yaşayan hiç kimse aşağılanmasın, hiç kimse kendi yurdunda garip, kendi yurdunda parya olmasın diye gerekeni yapmak için sadece 17 saat kaldı. Yarın, 5 yıldır ilk kez, güç bizde. Bu hesabı soralım. Bu duvarı yıkalım. Bu sefer bu ülkede “kötüler” kaybetsin.
Devamı ...

20 Mart 2014

Ulan hepiniz ordaydınız!



İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü'nden sorumlu eski Emniyet Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer'in katıldığı televizyon programında 3 Temmuz operasyonu ile ilgili söylediklerinin deşifresi aşağıda, benim notum sadece; ''Yemezler, Ulan hepiniz ordaydınız be'' olur.

Ali Fuat Yılmazer : Şike operasyonu sürecinde istihbarattaydım. Ancak istihbaratın bu şike operasyonu ile ilgili bir çalışması olmamıştır. Istihbarat kaynaklı bir operasyon değildir.
Şike, organize şubenin örgütlü suçlar kapsamında yürüttüğü bir adli çalışma kapsamında, karşılarına çıkan bir konunun, savcılık makamına arz edilmesi üzerine tefrik edilmesi ile yeni bir yasal mevzuata bağlı olarak tefrik edilmesi ile oluşmuştur.

Yani bir nevi tesadüfi delilin ortaya çıkması ile savcılık makamı bu soruşturmayı doğrudan başlatmıştır. Ve organize şube de direkt hiç bir istihbarat ön çalışması olmadan yürütülmüş bir soruşturma şeklidir.


Şimdi bu şu anlama geliyor: Demek ki biz şikeyi özellikle mercek altına almışız, baştan sistemli bir çalışma başlatarak buna yoğunlaşmışız diye bir şey yok. öyle olsa diyorum ya örgütlü, hedefli, hedef aldığımız yapılarak karşı istihbarat şubeleri mutlaka çalışır. Tesadüfi bir delille başlamış.

Savcılık makamına da arz edilince, sonuçta bir delil gitmiş, yeni yasası çıkmış, suç olarak tarif edilmiş bir faaliyet. Bunu hiç bir savcı yırtın çöpe atın demez, mecbur çalışın delillendirin diyecek.


SUNUCU: Orada polisin çok iyi teknik fiziki takibi var. Videolu, kameralı bir polis dedektifliği var.

Ali Fuat Yılmazer: Bakın öyle de değil, baştan polis bu işe gönülsüzdü. Bakın bunu çok iyi biliyorum. Niye gönülsüzdü? Bir kere yeni bir mevzuat nasıl işleteceğinizi bilmiyorsunuz. 2-Delillendirmesi kolay bir süreç değil. Ve zaten şubeler çok yoğun çalışıyor şubeler, terör şubesi de organize şubesi de çok yoğun çalışıyor. Ve buradan ne çıkıp çıkmayacağı da belli değil. yani bir delil var ama arkasının gelip gelmeyeceğini de çok bilmiyorsunuz.
Yani nispeten gönülsüz başlamış bir çalışma. Yani öngörülemiyor, bu operasyondan bir şey çıkar mı çıkmaz mı?

Yani şikeyi delillendirebilir miyiz, delillendiremez miyiz? Ne anlam ifade eder? Yani öncesi de yok bu işin. Polis çalışmalarında bir örneği de yok. şimdi bir süre o öyle durdu, zamanla öyle tahmin ediyorum ki benim de o aşamadan sonra bilgim oldu, bunun biraz alt yapısı oluştu. Yani çalışma başlattıktan sonra baktılar ki delillenme potansiyeli var o zaman arkadaşlar ben çok iyi biliyorum, belli bir kıvama geldikten sonra o günlerde bu adetti, başbakana arz ettiler bunu.

Ben yokum ama arkadaşlardan biliyorum. Ve Başbakanımızın da çok memnun olduğu söylendi. Aman buna sağlam çalışın, iyi çalışın.

Herhalde seçim öncesine denk geliyordu, hatta  başbakan neden bekledi falan deniyor, seçim sonrasına bırakalım gibi de birşeyler oldu.  
SUNUCU: Kim bıraktı?

Ali Fuat Yılmazer: Başbakan! Ondan gelen talimat üzerine o şekilde planlama yapıldı. Ama sağlam çalışın, dendi.

SUNUCU: Sayın Başbakan şike operasyonu ile ilgili bütün safahati biliyor muydu?

Ali Fuat Yılmazer: Biliyordu.

SUNUCU: Soruşturmada kimlerin suçlandığını, hangi takımların zan altında olduğunu biliyor muydu? Aziz Yıldırım'ın bir numaralı sanık olduğunu biliyor muydu?

Ali Fuat Yılmazer: Biliyordu. Diyorum ya kapsamlı bir dosya hazırlandı. (Gülüyor) Şimdi ben dosya arz edilmiş bütün safahati de başbakanın önüne konmuş, diyorum siz de hala soruyorsunuz….

SUNUCU: Ben de açık açık soruyorum.

Ali Fuat Yılmazer: Soruyorsunuz da yani daha sözün fazlasını da söyletmeyin bana. (gülerek)

SUNUCU: Şimdi o tarihe gidelim, 2011, 3 sene önce, Nisan ayında sporda şiddet yasası çıktı ve şike soruşturması bu kapsamda yürütüldü. Sonrasında Haziran 2011 seçimi var. Şike operasyonu da tam 3 Temmuz da başladı. Yani seçimlerden 3 hafta sonra. Ve bunun seçim sonrasına özellikle atıldığı söylendi. Şike operasyonundan günler önce de TFF başkanı, yönetimi değişti ve MA Aydınlar başkanlığa geldi. Tüm bu hadiseler kronolojik olarak tesadüfi değil miydi?


Ali Fuat Yılmazer: Ben öyle bir yorum yapmayayım. Ben sadece teknik bilgi arz ettim. Benim söylediğim bu gerçekler üzerinden bu yorumlar yapılabilir.

SUNUCU: Ama anlatımlarınızdan bu çıkıyor. Şike soruşturması başladığında aslında bunu nasıl delillendiririz gibi bir tereddüt vardı.

Ali Fuat Yılmazer: Bakın şu yoktu. Cemaatten bir perspektif gelmemiş. Oradaki polisler biz böyle birşeyi nasıl yaparız diye uğraşmış.

SUNUCU: Başbakan'ın tüm soruşturmadan, şüphelilerden bilgisi vardı, kimlerin hangi takımların suçlandığını, zan altında olduğunu, hangi maçlarda şike yapıldığına dair iddiaların soruşturma içerisinde olduğu konusuna dair de malumatı vardı ve soruşturmanın 12 Haziran seçimlerinden sonraya bırakılması onun talimatıyla mı oldu?

Ali Fuat Yılmazer: Evet. Tabi. Operasyonun sınırlaması böyle bir kanun hükmü ile hazırlanmış bir şey değil, esnek bir konu.

Siz bir operasyonu bugün de yapabilirsiniz, 3 ay sonra da , 6 ay sonra da. Bu operasyonun şekline göre değişir. Yani Başbakan'dan böyle bir hassasiyet geldi. Arkadaşlar aslında operasyona hazır şekilde dosyayı vermişlerdi, beklemesi yönünde bir şey oldu.

Ama seçim sonrasında başlatılmak üzere o dosyanın beklediğini, Başbakan'ın dosyadan çok memnun olduğunu, 'aman sağlam çalışılsın' dediğini ve seçim sonrası bu operasyonun bütün hedefleri ile başlatılmasının söylendiği bir konudur.  
Bakın cemaatle net söylüyorum ki uzaktan yakından ilgisi yoktur. Aziz Yıldırım'ın o gün yaptığı açıklamaları ben hayretle izledim. Yani doğrudur değildir bilemem, kamuoyuna yansıyan bazı açıklamaları oldu, hayretle izledim. Aziz Yıldırım'ın buna nasıl ikna edildiğini, nasıl inandırıldığını da kabullenmekte güçlük çekiyorum. Aziz Yıldırım'ın önüne çok somut dosya konmalı ki bu kadar net inansın bu işi cemaatin yaptığına.
Devamı ...

5 Mart 2014

Hürriyet Pazar Röportajının Tamamı - 30 Mart'tan sonra Fenerbahçe'ye bir operasyon beklenebilir


Geçtiğimiz hafta Hürriyet Pazar'da bir röportaj yayınlandı. O röportaj için sorulan soruların ve cevaplarımızın tamamını buradan da sizlerle paylaşmak istedik.

-Fenerbahçe taraftarı için kırılma anı 3 Temmuz mudur yoksa Play Off finali sonrası çıkan 12 Mayıs olayları mı?

12 Mayıs, 3 Temmuz zihniyetinin 24 saate sıkıştırılmış halidir. Esas mesele 3 Temmuz’dur. Bugün Fenerbahçe’yi takip eden, biraz olsun izleyen, fanatik değil ama “sempatizan” seviyesinde olan bir taraftarın bile 3 Temmuz sabahını unutması mümkün değil. İnsanlarla konuştuğumuzda görüyoruz, herkesin kendine ait bir 3 Temmuz sabahı anısı var. Dakika dakika o ilk günü insanlar hatırlıyor, örneğin nasıl kahve içtiğini, bilgisayarın – televizyonun başına nasıl geçtiğini, Aziz Yıldırım’ın gözaltına alındığı haberini ilk nasıl aldığını, “şike görüntüleri” haberlerini nasıl izlediğini çok canlı bir şekilde anlatabiliyor. Neden? Çünkü insanların kulüpleriyle kurduğu ilişki bir müşteri - işletme ilişkisi değil.

Bir futbol kulübü bir fast food restaurantından başka bir şeydir. Kimse hamburger satın aldığı şirketin başına gelen acı olaylar için ağlamaz, günü gününe borsadaki durumunu takip etmez, yeni bir dükkan açınca sevinçten deliye dönmez. Biz bunları futbol kulüpleri için yaşıyoruz çünkü Futbol kulüpleri “işletme” değil, sosyal hareketler. İçinde yaşadığımız kültürün parçası ve üreticisi olan kurumlar. Futbol taraftarlığı da genellikle aileden gelen, babadan çocuğa geçen bir kimlik. Biz bir futbol kulübünü küçücük yaşlardan itibaren izliyor, onun kahramanlarının hikayelerini takip ediyor, sokaklarda onların isimlerini haykırıyor, yıllarca binbir müsabaka ve mücadele ile geçen bu hikayenin de parçası oluyoruz.

Biz o sezonu izledik. O maçları, nasıl bir mücadele verildiğini gördük. Hem de böyle bir sinema seyircisinin film izlemesi gibi izlemedik, bu hikayenin parçası olan insanlar olarak, bir açıdan o maçları yaşayarak buna şahitlik ettik. 3 Temmuz günü bir uyandık “şike” suçlaması var, kulübün başkanı gözaltına alınıyor, televizyon kanallarında bir çok iddia. Bu durumun yaratacağı travmanın ve reflekslerin bu operasyonun sahipleri tarafından iyi hesaplanılmadığını düşünüyorum. Bu hesap hatası zaten “Balyoz, Ergenekon gibi 3 ayda unutulur sanmıştık” denilerek itiraf da edildi. Yaratılacak olan travma sonucunda oluşacak olan refleksin Türkiye’deki geniş halk kitlelerine nasıl bir etki yapacağının da öngörülemediğine inanıyorum. Fenerbahçe’ye yapılan bu operasyon, bir çok Fenerbahçelinin Türkiye’deki hukuk sistemini sorgulamasına neden oldu, daha çok sol ve muhalif grupların tartıştığı – eleştirdiği ancak bu açıdan da merkez kitleler açısından marjinal bir konuya dönüşen özel yetkili mahkemeleri Türkiye’de herkesin anlayabileceği ve üstünde konuşabileceği bir zemine çekti. İnsanlar Ahmet Şık tutuklandığında televizyondan izleyip geçebiliyordu ama tutuklanan Aziz Yıldırım olunca Muş’un Varto İlçesi’nden Burdur’un Gölhisar’ına kadar her kahvehanede bu konu konuşuldu. Bu durumun siyasal bir maliyeti de oldu. Özellikle oy davranışlarını etkiledi, sokak hareketlerini tetikledi, adalet talebi ve isyan duygusunu merkezileştirdi. Bütün bu etkiler hesaplanabilseydi, siyasal amaçlarla başlayan bu operasyonun yine siyasal sebeplerle hiç başlatılmayacağını düşünüyorum. Herhalde bu operasyonun sahipleri bugün böyle bir adım attıkları için pişmandırlar. Ancak iş işten geçti.

-Yürüyen gruplar tam olarak ne istiyor,neye tepkili?

İnsanlar şu an Türkiye’de olmayan bir şeyi talep ediyorlar, adaleti. Bu esasında insan gibi yaşama arayışı. Bu insanlar sokaklara sadece Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe için çıkmıyorlar, bu insanlar sokaklara kendi hayatları için çıkıyorlar. İşin bu boyutu çoğu zaman atlanıyor. Kolaycı manşetlerle “Fenerbahçe taraftarı Aziz Yıldırım için yürüdü” denilerek geçiliyor. Başörtülülerden başı açıklara, muhafazakarlardan ulusalcılara, sosyalist gruplardan milliyetçilere, 15 yaşındaki gençlerden 75 yaşındaki ninelere kadar yüzbinlerce insan yürüyorsa bunu böyle bu kadar küçük bir manşetin içerisine sığdıramayız. Hayır insanlar sadece bir kişi için yürümüyor. İnsanlar kendilerinin de hayatını etkileyecek bir şey için yürüyor. Bu insanlar 10 Temmuz’da, 16 Şubat’ta sokaklara çıkıyor, hayatı boyunca en ufak eyleme katılmamış insanlar plastik mermi yiyeceklerini bile bile köprüye doğru gidiyor. Neden? Çünkü bu insanlar korkuyorlar. Türkiye’de hukukun kaybolduğunu, herkesin her türlü muameleye uğrayabileceğini, kendilerinin de birilerinin iftirasına maruz kalarak haklarından mahrum bırakılabileceğini görüyorlar. İnsanlar inanışları, kimlikleri yüzünden ayrımcılığa uğrayabileceklerini ve bu adaletsizliğe karşı kendilerini savunabilecek hiçbir yol kalmadığını biliyorlar. Bunu öğrendiler. Bu haklarını yeniden talep ediyorlar.

Bir kısmı diyor ki “efendim bu insanlar bunu yeni mi gördüler?” Evet bu insanlar bunu yeni gördüler. “Bilinçlenme” süreci zaten kendi içinde yaşadığın gerçekliği bir olay vesilesiyle fark etmen ile başlar. Bu biri olabilir, ideolojik bir anlatım olabilir, yaşadığın travmatik bir vaka olabilir. Yeni bir şey olur ve insanlar değişirler. Bu olaya bu kadar “garip” veya “nadir” görülen bir olay olarak bakmak da bir tek buralarda görülen türden bir hastalık. Efendim “Neden dün değil de bugün?” Çünkü bir çok insan dün kendisine sunulan verileri kontrol etme ihtiyacı hissedecek, devlet otoritesiyle ve onun tarafından söylenenlerle ilişkisini gözden geçirecek bir yaraya sahip değildi. Bugün bu yara var. Gezi olaylarında da aynısı söyleniyor. Bu saçma sapan sorgulamadan kendimizi kurtarmamız lazım. Kimse kusura bakmasın ama bir insanın kafasına biber gazı yemesi onun dünyaya bakış açısını değiştirir. Bu ağır yarayı yaşayan bir insan eve gelip de televizyonu açtığında bir yemek programı görüyorsa medyaya karşı bakış açısı, devlet yöneticilerinin de kendisine çapulcu dediğini duyuyorsa otoriteyle olan ilişkisi değişir. O zaman da oturur “yahu İstanbul’un göbeğinde bunu bize yapabiliyorsa bu insanlar şurada burada şu insanlara neler yapmıştır, bu medya nasıl yansıtmıştır” diye sorgulamaya başlar. Bu insanları “dün niye bunu demedin” diye öteleyemeyiz. Söyledikleri ve talepleri doğrudur.

Şimdi sokaklarda yürüyen yüzbinlerce insan bir irade ortaya koydu. Sadece kendileri için değil Türkiye’deki herkes için adalet istiyorlar. Ayrılma, kayrılma da demiyorlar. Bu sadece soyut bir adalet talebi de değil, somut bir tarafı da var. Özel Yetkili Mahkemelerin kapatılması ve bu mahkemede yargılanan insanlara adil mahkemelerde yeniden yargılama yolunun açılması. Bu kadar net. Yani bu talep bir pankart açtığı için terörist suçlamasıyla yargılanan Berna için de, poşi taktığı için 11 yıl 3 ay hapis cezası alan Cihan Kırmızıgül için de geçerli. Bu talebin kapsama alanında Ahmet Şık da var, Büşra Ersanlı da var, Mustafa Balbay da Tuncay Özkan da var. Dolayısıyla bu kimlikleri aşan bir talep. Şu kimliğe sahip olanlar ayrımcılığa uğrasın denmiyor. Şu haksızlığa uğrayan tüm insanların hakları geri verilsin diyor. Bu kadar meşru bir talep de mutlaka desteklenmeli.

-Tribün ve taraftarın çok gruplu yapısı süreç öncesinde çok politik bir hava sergilemiyordu. En azından Beşiktaş tribününe atfedilen politiklik anlamında bir pozisyon almadan bahsetmiyorduk. Şimdiyse kitleler halinde hızla politize olmuş bir taraftar profili var. Ne değişti? İşler nasıl buraya geldi?

Fenerbahçe açısından yaklaşık 2,5 yıldır yaşanılan olaylar zaman içerisinde taraftarı politize etti. Bundan doğal bir şey de olamaz. Eğer siyaset bir kimlik grubuna meşru alanın dışında bir taarruzda bulunursa, ona maruz kalanın dili de siyasileşir. Burada Fenerbahçe taraftarı çok temelde şunu gördü, siyasetin açtığı yolda kamu yetkilerini kullanan bir grup insan Fenerbahçe’ye karşı operasyon yaptı. Bu operasyon aynı Balyoz, Oda TV, KCK ve diğer davalarda olduğu gibi icra edildi. Artık ezberden söylüyoruz önce dinlenildi, daha sonra soruşturma kapsamında gözaltılar başladı, soruşturma dosyası belirli medya gruplarına sızdırılarak bir kamuoyu algısı yaratıldı ve neticede de bir hüküm çıktı.

Bu operasyon yürütülürken de çok temel ilkeler ihlal edildi. Örneğin masumiyet karinesi yok edildi. Bir emniyet müdür açık açık çıkıp 19 maçta şike ve teşvik primi saptadık diye açıklama yaptı. Yani açık açık “saptadık” diyor. Halbuki polis adli kolluk olarak bulguları toplar, bunu savcılığa verir, savcılık iddianamesini yazar, mahkeme değerlendirir hüküm verir. Bu işi saptayacak olan emniyet memurları değil mahkemedir. Bu temel mantık bile propaganda iştahı ile atlandı. 3 Temmuz’da gözaltına aldılar 5 Temmuz’da suçu saptadılar. Bu yetmedi sanıklar daha kendilerinin neyle suçlandığını bilmezken, polis fezlekeleri medyaya sızdırıldı. Gözaltındaki sanıklar kendilerini savunma araçlarından mahrumken, medyada türlü çeşit iddia vizesiz bir şekilde dolaştı. Bu insanların itibarları katledildi. Yetmedi, davaya bakması gereken mahkeme de davaya bakamadı. 6222 sayılı kanuna göre davaya bakmaya yetkili Asliye Ceza Mahkemesi’yken, davaya özel yetkili mahkeme baktı. Bu da yetmedi, mahkemeler ve karar verici organlar da baskı altına alındı. TFF’nin savunma almadan Fenerbahçe hakkında karar vermesi istendi. Yani açık açık “yargısız infaz” talebinde bulunuldu. Şimdi bunları yaşayan bir taraftar grubu derdini siyaset dışında hangi terminolojiyle anlatabilir? “Adil yargılanma hakkı istiyoruz” mecburi olarak siyasi bir slogandır. Çünkü bir adaletsizlik olduğunu, bu adaletsizliğin bir sahibi olduğunu, bu adaletsizliğe maruz kalan bir mazlum olduğunu haykırır. Eğer bu sloganı atan insanlara tam olarak düşman gözüyle bakıp, aktif bir şekilde ötekileştirmeye maruz bırakırsanız, saha içinde veya saha dışında bir çok haksızlığa uğratırsanız o kimlik de ister belirginleşir. İktidar yapısı Fenerbahçe taraftarına o kadar çok haksızlık yaptı ki, normal şartlar altında hayatı boyunca siyasetle ilgilenmemiş insanlar bile politize oldular. Bu da böyle giderse gittikçe yaygınlaşacak.


-Başbakanın "Paralel Yapı" söylemi uzun süredir cemaatden şikayetçi olan pek çok gruptan bazılarını onun yanına savrulmasına sebep oldu, eskiden cemaate yönelik her türlü eleştiriyi islamofobi olarak yaftalayanlar şimdi "cemaat örgütlenmesi"nden şikayet ediyor. Siz bu yapıya ilk itiraz edenlerden olarak bugünkü hükümet-cemaat kavgasının neresinde duruyorsunuz ya da bir yerinde duruyor musunuz? Başka bir deyişle Fenerbahçe taraftarı hükümete mi, cemaate mi kızgın?

Fenerbahçe taraftarının bu konudaki duruşu çeşitlilik arz edebilir ama “ne cemaat ne AKP tam bağımsız Fenerbahçe” sloganı herhalde baskın rengi oluşturacaktır. Benim şahsi görüşüm şu, bu aktörlere eşit sorumluluk atfetmek yanlış. Ahmet Şık’ın tahliye olduğu gün bu konuda yaptığı çok güzel bir açıklama vardı, “Hükümetin açtığı alanda, hükümetin izin ve desteğiyle operasyon düzenleyen örgüt” Dolayısıyla burada asli sorumlu, bu hukuksuzluklar siyasal olarak işlevsel olduğu için bunların yapılmasına müsaade eden, buna göz yuman siyasi otoritedir.

-GFB, Anadolu GFB, Vamos Bien, CK, 1907 ve daha bir sürü birbiriyle ideolojik olarak anlaşması kolay olmayan taraftar grubu var. Sorun oluyor mu? Yoksa bütün grupların hemfikir olduğu ortak bir mücadele mi var?

Dünyaya birbirinden farklı pencerelerden bakan insanların sorun tespiti de çözüm önerileri de farklı oluyor. Bu durumun yarattığı doğal bir gerilim var ancak ciddi bir sorun olmuyor. Farklı düşüncelerle, ortak bir tribünü gruplar paylaşabiliyor.

Esasında bütün grupların ve herkesin de aynı konuda hemfikir olması da gerekmiyor. Birileri de farklı düşünebilmeli ve bu hakları korunmalı. Onların haklarına saygı duymakla birlikte gördüğümüz bir şey daha var, Fenerbahçe’nin ekseri çoğunluğu sorunun ne olduğu konusunda uzlaşmış durumda. Bu sorunla nasıl mücadele edileceği sorusuna farklı stratejilerle cevap veren gruplar bulunsa da, en nihayetinde adalet talebi ve bunun herkesi kapsaması gerektiği konusunda da bir uzlaşma olduğu görülüyor. Bu da memnuniyet verici.

-Aziz Yıldırım için en son 'istifa da bir hizmettir' yazmıştınız. Hâlâ görevi bırakması gerektiğini düşünüyor musunuz?


Bugün artık bunu söylemenin bir faydası yok. Yargıtay zaten bir karar verdi ve eğer bir değişiklik olmazsa da o karar infaz edilecek. Böyle bir dönemde istifa etsin – etmesin tartışması en başta bu haksızlığa uğrayan insana yönelik bir haksızlık, bir tür de ahlaksızlık olur.

Şunu söylemek lazım, Aziz Yıldırım Fenerbahçe taraftarı için artık kültleşmiş bir figür. Eskiden “herhangi bir başkan” hanesinde sayılabilirdi ancak 3 senedir yaşadıklarımız onu başka bir noktaya taşıdı. İkincisi, Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe icraatleri de Fenerbahçe’ye bir seviye kazandırmıştır.

Bu altyapı üstüne Fenerbahçe’nin yeni bir seviyeye çıkması lazım. Bu seviye nedir? Kurumsal ilişkileri olan, karar alma süreçlerinin ve denetim mekanizmalarının işlediği, alternatif finans kaynakları üretebilen, kamu bürokrasisi, halk ve uluslararası paydaşlar bazında profesyonel iletişim tekniklerini kullanan, Fenerbahçe’nin sosyal hayattaki gücünü ve topluma karşı kurumsal sorumluluğunu yerine getirmeyi hedefleyen bir yönetim anlayışı. Bu bakımdan belirli adımlar atıldı, atılmaya da devam edecek.

-Hükümet kendisine yönelik, hoşuna gitmeyen eleştirilere karşı tolerans göstermiyor. Ancak bütün çabalara rağmen ülkenin önde gelen tribünlerinden birinin "Katil devlet hesap verecek" diye bağırmasını, Ali İsmail Korkmaz marşı söylemesini engelleyemiyor. Tribüne veya taraftara başka türlü müdahaleler bekliyor musunuz? İşin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Neler yaşanacak? Ne yapmayı ve ne kazanmayı hedefliyorsunuz?

Bugün pratik olarak hükümet bunu yapabilme gücüne sahip değil. Gücünü tek bir çatışmaya konsolide etmek zorunda çünkü önümüzde yerel seçimler var. Hükümetin İstanbul ve Türkiye’de başarılı olmak için bir de Fenerbahçe ile açık çatışmaya girmesi, öngörülemeyen etkilere neden olabilir. Bir diğer taraftan da yerel seçim dinamikleri nedeniyle siyasal maliyeti olacak belirli adımlar atılamıyor. Dolayısıyla 31 Mart’a kadar bu konuda yapısal bir değişim beklemiyorum.

Ancak 31 Mart’tan sonra eğer hükümet güçlü bir şekilde oy oranını koruyarak, özellikle İstanbul ve Ankara’yı yeniden kazanmak gibi bir başarı yakalarsa, yepyeni bir tür müdahale ile karşı karşıya geleceğimize inanıyorum. Nedir bu? Bu zamana kadar hükümet kendisine yönelik eleştiriler getiren tüm sosyal ve siyasal grupları kriminalize etti. Yani bir “suçlu” haline dönüştürdü. Hatta kriminalize edilen kişinin hükümete doğrudan bir eleştiri getirmesi bile gerekmiyor, bir olayın içinde olması bile yetiyor. Örneğin Dilan’ın 1 Mayıs olaylarında başından vurulması toplumda hükümete yönelik bir infial yarattı. Ne yaptılar? Dilan’ın elinde molotof olduğunu ve Dilan’ın bir suçlu olduğunu ilan ettiler. Gerçekte Dilan’ın elinde sirke olduğu sonradan görüldü ama bu dönemdeki algı bu şekilde yönetildi. Yine Berkin Elvan’ın, Ethem Sarısülük’ün terörist olduğu, Ali İsmail Korkmaz’ın da arkadaşları tarafından polisimizi zor durumda bırakmak için öldürüldüğü söylendi. Dolayısıyla karşımızda birilerine hiç rahatsız olmadan suç atfetmekten çekinmeyecek tersine bunu alışkanlık haline getirmiş bir zihin var.

Dolayısıyla Ankara’nın bir yerlerinde Fenerbahçe’nin taraftarına ve yöneticilerine yönelik bir suç örgütü davası hazırlanıyor olabilir. Bu dava muhtelemen Ergenekon gibi bir yapılanmaya bağlanır. İddia “Fenerbahçe adıyla bilinen spor kulübünün içine yerleşerek, hükümet aleyhine propaganda yapmak suretiyle, Ergenekon terör örgütünün hedef ve amaçları doğrultusunda hükümeti yıkmak veya görevlerini kısmen yapmayı engellemeye çalışmak” olabilir. Bu kapsamda bazı taraftar grubu liderleri ve belirli yöneticiler cımbızla seçilerek gözaltına alınabilir, tutuklanabilir, o arada Fenerbahçe yönetim kurulu da değiştirilerek Ali İsmail Korkmaz marşının söylenemeyeceği bir Fenerbahçe stadı dizayn edilebilir.

Çünkü Türkiye’de ip koptu. Artık ne iddia edildiği değil kimin iddia ettiği önemli. Artık bir şeyin doğru olup olmadığına deliller değil, yönetici erkin iradesi karar veriyor. Yaşanmamış bir olay Başbakan emrederse yaşanmış sayılabilir veya bizatihi yaşanmış bir olay hiç olmamış olarak tanımlanabilir. Biz hepimiz Dilan’a baktığımızda elinde sirke şişesiyle sokağa çıkan bir çocuk görüyoruz. Biri de aynı Dilan’a bakıyor Molotof kokteylli bir saldırgan görüyor. Üstelik bunu söylediği andan itibaren 10 gazete, 20 televizyon kanalı, yüzlerce adam da Dilan’ın elinde Molotof kokteyli olduğuna yemin billah ediyor.

Şimdi mesela yanımızda bir fil dursa. Biz de o file “fil” desek işte hortumu bellidir, kulağı bellidir, kuyruğu bellidir, boyu bellidir bu konuda uzlaşabiliriz. Ama mesela muhtar yanımıza gelip o filin fil değil bir kaplumbağa olduğunu söylesin. O zaman buna itiraz ederiz. Peki muhtar buna kaplumbağa dediği anda bütün köy onun kaplumbağa olduğuna yemin billah ediyor, vallahi de kaplumbağa diye ayağımıza kapanıyor, efendim bu hayvancağıza kaplumbağa demeyenlerin köye yabancı birer öteki köylü olduğunu, bunların maksatlı olarak içimize sızdığını, esas amaçlarının köyün dirliği ve düzenini bozmak olduğunu söylüyorsa, iş fiili saldırıya kadar gidiyorsa, bizi tutuklayıp ahıra atmaya çalışıyorlarsa o zaman ne yapacağız? Gerçeği söylemeye devam mı edeceğiz yoksa gerçeği söylemekten korkacak mıyız?

1984 romanı bize özgürlüğün temelde 2+2’nin dört ettiğini söyleyebilmekten geçtiğini öğretir. Hakikati korkmadan söyleyemiyorsanız özgür bir ülkede yaşayamıyorsunuz demektir. Düşünceleriniz, sözleriniz ve vicdanınız baskı altındaysa, inançlarınızdan, düşüncelerinizden ve sözlerinizden dolayı korkuyorsanız o zaman artık kendinizde özgür bir insan diye bahsedemezsiniz.

Böyle bir ortamda, gerçeği söylemek bir cesaret işidir ve bu tasmayı atmanın en temel yoludur. Gerçeği söyleyelim, “bu ülkede yanlış giden bir şeyler var” ve bu yanlış şeyleri düzeltmenin tek bir yolu var, korkmamak, gerçeği söylemek ve haklarınızı talep etmek.

Kazanmayı beklediğimiz tek şey de bu. İnsan özgürlüğünün korunduğu, temel hak ve hürriyetlerin garanti altında olduğu, herkesin kendi mutluluk ve refahını bu haklar çerçevesinde arayabildiği bir hukuk devletinde yaşamak.
Devamı ...