Şampiyonluğa doğru
Seri öncesi Fenerbahçe cenahında sıklıkla duyduğumuz tahminler serinin 4-1 bitmesi üzerineydi. Abdi İpekçi'de 1 mağlubiyet, sert deplasman atmosferlerinde kendini kaybetme potansiyeline sahip takım için olasıydı, öyle de oldu...
Neyse ki, final serisinin boyunca yazdığımız gibi iki takım arasındaki kalite farkı Galatasaray açısından daha fazlasını yapmasına müsade etmeyecek ölçüde derin.
Galatasaray'ın takım olarak alışık olmadığı bir düzeye; final serisine ne mental ne de teknik olarak yeteri kadar hazırlanamadan çıkmadığını gördük. Seri boyunca hep en kısır oldukları alanda, hücumda yenilikler denediler, en iyi yapabildikleri şeyin, rakibe baskı yaparak ve çok sert oynayarak rakibin hücumda seti kurmadan önce topu elinde çok fazla tutmasını dolayısıyla kötü top kullanmasını sağlamanın Fenerbahçe gibi önemli bir Euroleague tedrisatından geçmiş bir takım karşısında üst üste bir kaç maçta işe yaramayacağı belliydi. Buna rağmen 3. maçta hem Fenerbahçe'yi bozabildiler hem de kendileri için sıradışı bir şekilde yüksek tempoda oynayarak ve çok atarak kazanmayı başardılar. Aslında seri öncesi Galatasaray cephesinde, 50-60 yıl öncesinin kadrosuna referansla yaratılan "yenilmez armada" temalı motivasyon bugünkü takımın final serisi için yetersiz olan kalite ve deneyim açığını kapatabilecek bir moral etki yaratamazdı. Yine de, Galatasaray'ın Oktay Mahmudi klasiğiyle yaratılan kolay kolay teslim olmayan karakteri Fenerbahçe tarafının dikkat etmesi gerekli en önemli meseleydi.
Galatasaray cephesinin artıları eksileri bi yana serinin kaderini Fenerbahçe tarafı belirliyor. 3. maçtaki dağınıklık, rakibe öldürücü darbenin vurulabileceği anlardaki ürkeklik 4. maçta yaşanmadı. Bu kez oyuncular kader anlarını hem soğukkanlı biçimde hem de yeteneklerine güvenerek oynadılar. 5. maçta bu kez maçı kazandıran soğukkanlılık değil, tamamen kendine güven ve rakibine üstünlüğünü hem tempoyu yükselterek hem her pozisyonda fiziksel temaslarda sertliğe sertlikle karşılık vermekten kaçınmadan hissettiren bir oyun olacaktır. Yüksek tempoda yetenekleri, oyun zekası ve saha görüşü daha iyi olan, daha çabuk düşünüp, rakibin dengesini bozup pozisyon yaratma becerisi daha yüksek olan takım kazanacaktır.
Seri öncesinde ve seri boyunca bazen maçlar sırasında da bol bol Spahija'yı ve özellikle de Ukiç'i eleştirdik ama tüm takımın hakkını da verelim, sezon başından bu yana yaşanan sakatlıklara rağmen verdikleri mücadeleye saygı duyalım. Önce Spahija'dan başlamalı. O elinde taktik tahtasıyla her pozisyonda adeta takımın oyun kurucusu gibi eli sahada olan bir hoca değil ondan bir Pini Gershon veya Pesiç performansı beklemek anlamsız. Takım 2 pozisyonda istediklerini yapamadığında takıma müdahale edip, tüm insiyatifi eline alarak istediği seti takıma mutlaka oynatacak bir hoca değil. Klasik Yugoslav disiplinine sahip ama çok kez sert olmasına rağmen her an müdahaleci değil. Molalarının bir çoğunda taktik tahtasını eline bile almaz, özellikle savunmada gevşemeye ya da rakip savunmanın dengesi bozulmadan atılan şutlara kızar ama kriz anlarında çok kez oyuncularına güvenir, takıma krize siz soktunuz siz çıkarın gibi bir tavırla yaklaşır takıma. Sezon başından bu yana takıma aşıladığı kendine güven önemli, bu takım Barcelona, Olimpiakos deplasmanlarında hiç paniklemeden kazanırken Spahija'nın takım üzerinde yarattığı pozitif etkilerin rolü büyüktü. Ama bizler maçları seyrederken eğer işler kötüye gidiyorsa örneğin bir Pini Gershon görmek istiyoruz. Örneğin takım üst üste 5 hücumdan boş döndüğünde koç molayı aldığında sazı eline alsın, öyle bir hücum çizsinki mola sonrası ilk hücum sayıya dönsün, rahat bir nefes alalım diye düşünüyor oysa Spahija'nın tarzı bu değil onun müdahalesi daha çok oyuncularını kendine getirip, yenilemek ve maçı çevirecek iradeyi onların göstermesini beklemek oluyor. Koçun tarzı bu, alışmak lazım.
Takımın koçuyla birlikte beklentilerin en fazla yoğunlaştığı elemanı kuşkusuz 1. guardıdır. Transferiyle ilgili girişimi duyduğumuzda "doğru iş" yapılıyor demiştik. Hala da öyle düşünüyoruz. EL seviyesinde TOP 8'ler de oynayacak guard sayısı çok fazla değil, olanları da kadroya katabilmek eğer oyuncunun hocasıyla, takımla bir sorunu yoksa veya takımı bütçe kısıtlamasına gitmezse pek olanaklı olmuyor. Ukiç'ten daha yeteneklisini bulabilmek zor ama Ukiç'in bu seviyede bir takımın 1. guardı olmak konusundaki sıkıntıları yetenekleri değil. Onun en belirgin defosu, takım kötü giderken moralini, inancını yitiriyor oluşu. Ellerini iki yana açıp Spahija'ya dert yanmaya, sahada olup biteni şikayet etmeye başlıyorsa eğer tehlike var demektir. Oysa çok kez gördük ki, en zor maçlarda bile hem kendini hem de takımını tamir etme yeteneğine sahip, yeter ki iradesini sahaya koyabilsin. Haksızlık etmek istemem guard biraz da kışlada asker için söylendiği gibi olmalıdır, hani asker üşümez, yorulmaz, acıkmaz falan denir ya point guard için maç içerisinde bozulmaz, başı öne eğilmez, morali düşmez demek istemiyorum ama Ukiç çok kez zor zamanlarda, takım dağılmışken gözlerinden ateş fışkıran bir guard dolayısıyla bir lider olamıyor. Oysa, sezon boyunca bazı maçlarda bileğindeki sakatlık yüzünden maç boyunca acıdan dişlerini sıkarak oynamak zorunda kalışına şahitlik ettik, savaşçı ve fedakar ruhunu biliyoruz. Belki de ne geçen sezon ne de bu sezon arkasında onu gerçek anlamda dinlendirecek bir yedeğinin olmaması da Roko'yu olumsuz yönde etkiliyor. Kader anlarında fiziksel anlamda yorgun ve tükenmiş halde sahada oluyor.
Şimdi 1. guarda laflar söyleyip Saras'ı es geçmek olmaz. Olmuyor, ne yapsa olmuyor, kariyeri boyunca hep en zor işleri yaptı ama artık yorulan vücut kafasındaki delice işleri yapmasına izin vermiyor. Neyse ki hem Ukiç hem de Saras kötüyken sahada takımın aklı olabilen ve takım arkadaşlarının bir kaç salise sonra yapacağı hareketi önceden sezip topu rakip savunmanın ölü bölgesine indirme becerisine sahip Emir git gide gelişiyor, o sahadayken takım sete set hücumda boş yere paslaşmak yerine rakip savunmanın dengesini bozacak penetreleri, ikili oyunları oynayabiliyor.
Toplu değerlendirmeyi şampiyonluk sonrası yaparız ama takım savunması açısından bir noktayı es geçmemek lazım. Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi yenebilmesi ancak sıradışı işlerin olduğu bir maçta gerçekleşebiliyor, 3. maçta böyle oldu. Galatasaray bu sezon ilk kez 80 küsür sayı yemesine rağmen galip geldi. Oysa 4. maçta Galatasaray'ın 48. sayısını bulduktan sonra ki 5 dakikaya bakın, rakip sadece faul çzigisinden 1 sayı buluyor. 3. maçın aksine Galatasaray kısaları bire birde rakibini geçince boş pozisyon bulamıyor, Fenerbahçe takım savunmasının farkına varmış halde. Uzunlar ortayı kapatabiliyor, bire bir değil takım olarak hücum etmek zorunda kalan Galatasaray alışık olmadığı zorlukta bir savunma yardımlaşması karşısında hiç bir şey üretemiyor.
Fenerbahçe'yi bu sezon başarılı kılan en önemli taktik etken devreye giriyor, savunmada yardımlaşma üst düzeye çıkıyor ve savunmada sinir bozucu sayılar yemeyen Fenerbahçe hücumda saçmalamadan, doğru şutu yaratarak oynayıp kazanıyor. Sezon boyunca bu takımın dengesi defalarca bozuldu, sakatlıklar sezon boyunca hocanın kafasındaki planları alt üst etti. Sezonun belki de en kritik dönemi olan, EL TOP 16'sındaki son 3 maçın oynandığı dönemde takım kadrosundaki 3-4 oyuncu kadrodaki gençler ve altyapı oyuncularıyla antrenman yaparak maçlara hazırlandı. Sezonun önemli bölümünde takımın yarıya yakını sakatlıklar sebebiyle doğru dürüst antrenman yapamadı. Tüm bunlara rağmen bu takım yarın lig şampiyonluğunu kazanmak üzere sahada olacak.
14 Haziran 2011 02:43
yoldaş, daha fazla yaz... bizi mahrum etme...