31 Ocak 2012

Müjde !!! Size Kısmet Çıktı



Dün akşam, CAS’ta dava görmüş tek Türk hakimi olan Kısmet Erkiner’i mal bulmuş mağribi gibi ekranlara çıkarıp, söylediklerini dinlerken küçük dillerini yutarcasına hayretler içerisinde kalan değerli Türk medyası artık kendi yalanı dönüp dolaşıp kendi kulağına gelince o yalana inanan zavallı bir hale büründü.
Şimdi öncelikle Fenerbahçe'nin şampiyonlar liginden men ediliş tarihi 23 Ağustos. Yani bundan 5 ay kadar önce. Men kararının hemen ardından Fenerbahçe uluslar arası spor tahkim mahkemesine başvuracağını açıkladı. Bu konuda hazırlıklara hemen başladı. Yani, CAS’ta görülecek bir dava sözkonusu olduğunda medyanın görüşüne başvurması gereken belki de ilk kişi olan Kısmet Erkiner’i medyanın görmezden gelişinin üzerinden 5 ay geçti.

Fenerbahçe CAS’a başvurma hazırlıkları yaparken Türk medyası ne yaptı hatırlayalım.
3 Temmuzdan o güne yaptıklarını devam ettirdiler; hukuk kökenli olmayan, evrensel hukuk kurallarından bihaber onlarca tetikçinin kahve ağzıyla hukuki süreçleri ‘’savunma hakkıda nedir abicim’’ ağzıyla tartışmalarıyla gündem belirlemeye çalıştılar. Hatta ellerinde mühür olmadan karar vermeye çalışıp Fenerbahçe’nin CAS’a başvurmasının çok fena sonuçları olacağını, iyisimi UEFA’yı kızdırmadan verilen cezaya boynunu eğip kabul etmesi gerektiğini propoganda ettiler.
3 Temmuz sabahı, henüz evinden alınıp eminiyete götürülen A.Yıldırım’a niçin gözaltına alındığı yüzüne söylenmeden, onun yıllarca hapiste yatacağını ve yatması gerektiğini. Fenerbahçe’nin zaman kaybetmeden küme düşürülmesi ve alt ligde – 20 puanla lige başlayacağını ve başlaması gerektiğini propoganda ederken aslan kesilenler bir anda adaletten korkar oldular.
Hatırlayalım, Fenerbahçe CAS’ta dava açarsa Fenerbahçe’nin bir iki lig birden düşürüleceği, 8 yıl uluslar arası müsabakalardan men edileceği, UEFA tarafından kara listeye alınacağı, kulübün bir daha iki yakasının bir araya gelmeyeceği yazıldı çizildi.
Yazılıp çizilirken o shirli sözcük hep kullanıldı; ‘’iddia edildi’’. Peki ama iddia eden kimdi. İddia eden kişi ve kurumlar genel olarak hukuk özel olarak spor hukuku hakkında uzman kişiler miydi ? Bu iddiada bulunan kişiler bu yaptırımları uygulamaya yetkisi olan kişiler midir?
Yoksa nasılsa zihinlerine, vicdanına tecavüz ettiğimiz insanlar bu soruları nasılsa sormaz biz algıyı ‘’abi elin oğlu şikeyi affetmiyor bak’’ şeklinde yönetiriz diye mi düşündüler.
Konuyla ilgili konuşulanlar; masumiyet karinesi, savunma hakkı gibi hukuk normlarını duyduklarında bu ne diye afallayan insanlardı. Kuru gürültü yaratılırken bu ülkede spor hukuku üzerine uzmanlığı kabul edilen ender kişilerden ve söz konusu davanın görüleceği mahkeme olan CAS’ta dava görmüş tek hakim olan Kısmet Erkiner’in görüşünü almak zahmetine katlanmayanlar süren hukuksal bir süreçte kahvehane kültürüyle 100 yıllık bir camianın hakkını hukuksal bir zeminde aramaya çalışması sırasında zihinleri karartmaya çalıştılar.
Kirli bir propoganda yapılırken elbette o işin ehline, akla, vicdana hitap eden sözlere değil yalana ve riyakarlığa başvurulacaktı.
Şimdi denilebilir ki, UEFA o dönem Fenerbahçe’yi mahkemeyi gitmemesi için açıkca tehdit etti. Doğrudur ama medyanın görevi ne zamandan beri hakkını adalet önünde aramaya çalışana yapılan baskının destekçisi olmak olmuştur. Hak arayana karşı hakkını ararsan seni yakarlar kara propogandasını yapmak ancak vicdanı ve aklını satmış gazeteciliğin işidir.
Ama riyakarlık ve sahtekarlık medyanın karakteri olmuş. Kısmet Erkiner dün akşam dünyaya gelmedi, dün akşam spor hukukunda uzman olmadı. Fenerbahçe UEFA ve TFF aleyhine CAS’ta dava açtığı gün bu ülkede CAS’ta görülecek davalar hakkında ne düşündüğü en çok merak edilmesi gereken görüşüne ilk başvurulması gereken hukukçuydu.
O süreçte CAS hakimliğine yeni atanan ve CAS’ta hiç dava görmemiş Türker Aslan’ın ‘’Fenerbahçe boşuna dava açmasın CAS bu davayı kabul etmez ‘’ görüşü her kanalda her gazetede defalarca yer bulurken, Fenerbahçe’nin davasının arkasında olması gerektiğini söyleyen Kısmet Erkiner’in görüşlerinin aynı platformlarda yayınlanmaması bile medyanın 3 Temmuzdan bu yana gösterdiği riyakar ve taraflı tutumun açık bir göstergesidir. Ki, dün bir anda Kısmet Erkiner bir anda spor hukukçusu olmuş gibi adama fazla mesai yaptırarak kanal kanal programlara çıkartarak, aylardır Fenerbahçe avukatlarının söylediği gerçekleri yeni duymuş gibi hayretler içerinde kalarak programlar yaparak riyakarlıklarını kutsadılar.
Dün akşam birden bire Kısmet Erkiner’in keşfedilmesinin, aylardır Fenerbahçe’nin dile getirdiği hatta UEFA’nın resmi internet sitesine astığı Fenerbahçe’yi Şampiyonlar liginden TFF’nin ihraç ettiği gerçeğinin günışığına yeni çıkan bir gerçek gibi afişe edilmesinin sebebi nedir bilemiyorum. Ama bildiğim bir gerçek var 3 Temmuzdan bu yana medya sistemli biçimde yaptığı kara propogandayla Fenerbahçe’liyi aldatamadı, Fenerbahçe’yi bölemedi, Fenerbahçe’liyi kulübüne darbe yapmaya çalışan güçlere biat ettirtmeyi başaramadı ama kendi kara propogandası artık kendi aklını iğfal etmiş durumda.
Riyakarlık vicdanı olduğu kadar gözleri de kör eden bir hastalıktır. Artık kendi yarattıkları yalan dünyasına yavaş yavaş kendilerinden başka inanan kalmıyor ama etrafa bakıp görebilecek durumda değiller.
Ama Fenerbahçe hala aynı yolda yürüyor; bu aklı ve vicdanı esirlerin kara propogandasına rağmen adalet ve özgürlük arayışında yol alıyor.
Devamı ...

29 Ocak 2012

Ekrem



Ekrem,

Bu yazıyı nasıl yazacağımı bilmiyorum. Bu yazı burada yer alacak ama Allah'ın her günü bu yazının hep eksik olduğunu hissederek bu yazıya bakmaya devam edeceğim. On bin yazı yazdım, eşşek yüküyle fikrim var, bir tanesi bile şu an içinde bulunduğum tek bir hissi kelame sokmama sebep olmuyor. Deliriyorum, köpürüyorum, üzüntüden, acıdan kendimi mahfediyorum.

Sen yalnız insanlardansın abi. Yalnız insanlar. Herkesin iyi insanlar, şöyle olsun, böyle olsun derken, tam öyle olanlardan.

Senin örneğin yok be oğlum? Kimse seni benzemetez, o yüzden sevenin deli gibi, herkes peşinde.

Yok abi, sen Hrant'ın yanında öyle durduğun için değil, Ahmet'in yanında olduğun için değil, kendine, partine, sevdiklerine karşı dimdik durabildiğin için filan değil,

Bütün kızların hasta olduğu yeşil gözlerin filan, Amenna!

Ama bunlar değil.

Sen doğru bir insan olmaya bu kadar mesai harcadığın ve her adımında bunu tekrar kontrol ettiğin için istisnasın.

Tartıştık, kavga ettik, sabahlara kadar konuştuk, olmaz dediğimiz yerden olura çevrilip, olmayacağına mutlaka kanaat getirdik sonra oldurduk ya,

Şu ülkede formanın tanımlayamayacağı, formasına mahkum olmamış insanlardansın.

Bir CHP'li, bir Galatasaraylı, bir etiket değil, o etiketleri dahi gözümüze güzel gösteren bir adamsın.

Hepimiz hasta oluruz be oğlum?

Senin öyle elini sallayışın, heyecanlı heyecanlı Gramsciler parçalıyışın gibi hasta oluruz. Bir gün mutlaka olacak diye iddia edip, gülsek de inanmamıza sebep olduğun gibi,

Ne afilli bir adamsın lan. Her yete yetişir, herkese koşar, her şey tam vaktinde!

Ama sonra güleriz hep birlikte, çünkü becersek de beceremesek de adamın dediğine döner her iş:

"Her yere yetişilir, hiçbir şeye geç kalınmaz ama, Ahmet abi beni bağışla"

Böyle bağıra bağıra, hepimiz bir şiirin sonunda sorarız, bu gemi ne zamandır burada?

Abi sen, colossus gibi bir adamsın. Bu dünya dokunamaz sana. Sen yapar, üretir, başarır, bir rakı kadehinin en beyazına atarsın ismini.

Herkes sırtını sana dayar, sen de durursun.

Bizim çocuklardansın.

Çok özledik be oğlum?

Fransa'da bir hastane odasına kim sığdırabilir seni?

Senin bedenin orada dursa, hastane taşıyamaz aklını.

Herkesin John Wayne'ler beklediği bir çağda, tam da öyle afilli durdun ya hepimizin yanında,

Çok özledik be oğlum.

Bir gel. Bir güzel sohbet borcumuz var sana.

http://www.ipetitions.com/petition/ekremkeremoktay/
Devamı ...

27 Ocak 2012

Vefakâr Abidelere Teşekkürler



Kimisi sporculuğuyla abide, bazısı yöneticiliğiyle ama hepsi birden insanlığıyla aslında... Kendim ve benim gibi düşünen ağabeylerim ile kardeşlerim adına, Fenerbahçe'den çok adam çıkacağı konusunda rahmetli Halit Çapın'ı haklı çıkartan herkese; eski sporcusundan eski yöneticisine, Divan Kurulu mensubundan, Yönetim Kurulu üyesine kadar bütün büyüklerimize teşekkür ediyorum.

Aşağıda vesileyi arz edeyim.

Geçenlerde bir yazıda, yeni yapılan spor kompleksinin içerisinde yer alan bir spor salonuna, Fenerbahçe'nin efsane sporcusu Ayten Salih'in adının verilmesini önermiştik.

"Blogda yazdığımızla kalmayalım" diyerek, fikrimizce bu konuda bize destek vermesi muhtemel insanları haberdar ettik.

Çok sevinenler oldu ki bunlar aslında tahmin ettiğimiz kişilerin, tahmin ettiğimiz mutluluğuydu.

Ancak üzerinde durmaya artık çok da değmeyecek üzücü bir parantezi "tahmin etmediğimiz tepkileri veren" insanlar için açmak gerek.

"Mütefekkir" sıfatını haiz olup fikren kendimize yakın sandığımız bazı kişilerin, yapılmış anlaşmalardan dem vurması ve benzeri önerilere başkanın daha önce kızdığını söylemesi, fetva kesinliğinde, doğrudan bir "Olmaz" şerhini beraberinde getirdi.

Oysa biz en azından bir "Deneyelim bakalım. Attığımız taş kolumuzu yormaz" gayreti veyahut da hiç yoktan "Öyle olmaz ama bir de şunu zorlayalım" yol göstermesi bekliyorduk. Olmadı.

Ama bu "olmadı"nın bir faydası oldu. "Her işte bir hayır vardır" kabilinden bizim aklımız aydınlandı. Bir kez daha "Ne varsa, tanıdığın, bildiğin, omuz omuza durduğun insanda vardır" fikrinin sağlamasını yapmış olduk.

Gelelim sadede.

Geçtiğimiz hafta yapılan Yüksek Divan Kurulu toplantısından bir gün önce Dereağzı'na gittim. Halit Deringör'ü görünce, Ayten Salih hakkındaki fikrimizi kendisine ilettim. Allah razı olsun, çok alakadar oldu ve "Bunun Divan Kurulu'nda gündeme getirilmesi iyi olur" dedikten sonra "Köksal Özbek ile bir konuşalım. İlgilenecektir" diye ekledi.

Şansımıza Köksal Bey de oradaydı. Fenerbahçe'yi şimdi bile salonlarda hiç yalnız bırakmayan değerli bir yönetici olduğu için sevinerek yanına gittik. Vaziyeti izah ettik. Yazının bir nüshasını takdim ettim. Önerimizi çok beğendi. "Ertesi gün muhakkak kürsüde değineceğini" söyledi.

Ve dediğini yaptı.

Karşılaştığı tepki çok olumluydu. Yönetim Kurulu tarafından, bahse konu salon olmasa bile, başka bir tesise Ayten Salih ismi verilebileceği söylendi ki bizim istediğimiz de tam olarak işte buydu. Yani hassasiyeti uyandırmak. O salon olur, başka bir yer olur. Yeter ki olsun. Fenerbahçe bir ilki daha yaşatsın.

Velhasıl...

Tanımaktan, elini öpmekten, aynı sofrada oturup Fenerbahçe konuşmaktan onur duyduğum Halit Deringör'e,

Günümüz yönetici profilinin çok uzağında bir mütevazilik ve feraset göstererek bizlerin fikrine değer veren Köksal Özbek'e,

Kerameti kendinden menkul ön yargılı kişilerin aksine "Çok güzel bir fikir" diyerek "Neden olmasın?" ışığı yakan Yönetim Kurulu'na,

Ve Ayten Salih adını alkışlayan Divan Kurulu üyelerine tekrar tekrar teşekkürler.

"Nasılsa olmayacak dua. Bir de 'âmin' deyip kendimi mi yorayım?" demek yerine, öneriye değer ve bizlere omuz verenler Fenerbahçe tarihinin vefa abidesidir.
Devamı ...

26 Ocak 2012

Spahija İle Tükenişi İzlemek




Öncelikle şunu belirtelim basketbol her ne kadar sonuç odaklı olsa da ben bir takımı değerlendirirken maç sonundaki skorborda bakarak eleştirmenin biraz insafsız olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla kazanıp kaybetmekten ziyade sahaya konulan strateji akıl ya da taktik hamleleri eleştirmenin daha öncelikli olması lazım. Dün akşam ve aslında bu senenin önemli bir bölümünde Fenerbahçe basketbol takımı basketbol falan oynamıyor, bizim oynadığımız oyun oyuncuların o anki form durumuna göre yaptığı doğaçlamalar bütünü şeklinde yorumlanabilir. Bırakın bir Euroleague takımını üst üste iki tane antrenman yapan bir takımın bile bir hücum seti olur. Dün koskoca ilk yarıda Fenerbahçe’nin asist sayısının 1 olmasının akılla mantıkla izahı mümkün değil.

Ben bir takımın koçu olsam iki senedir o takımla minumum 70 maça, 300 civarı antrenmana çıkmış bir koç olarak böyle bir performansa tanıklık etsem maç sonunu falan beklemeden devre arası istifa ederdim. Şimdi bu bir maç iki maçtır olan bir şey değil, Fenerbahçe Euroleague’in en az asist yapan takımı, Euroleague’ i geçtim Beko Basketbol Ligi’nde bile en az asist yapan takımlardan biri. Bir takımın koskoca maçı 6-7 asistle bitirip iyi oynaması mümkün olabilir mi?.


Şöyle bir kadronuz var, bir numara oynayan iki oyuncunuz da penetreyi ve topu elinde tutmayı seven oyuncular, ikisi de yanındaki oyuncuları oyuna katma konusunda sorunlu. Buna rağmen asiste en yatkın bir numaranızı yedek guardınız Engin’i Jerrels sahaya girdiği her an dökülürken bile kullanmıyorsunuz

İki ve üç numara oynayan oyuncularınızdan asiste yatkın, arkadaşlarına pozisyon yaratabilecek tek oyuncu Emir. Emir daha çok pick and roll sonrası asist yapmayı tercih ettiği için şutörlerden ziyade uzunlara pas vermeyi seçiyor. Ancak Gist-Kaya-Vidmar’ın ortalamanın çok altında bir bitiriciliğe sahip olması nedeniyle sadece Oğuz’la bunu verimli yapabiliyor. Emir’in sahada olduğu bölümde bu bağlamda Oğuz’un sahada olması daha mantıklı ancak hem Emir hem Oğuz sahadayken ikisi de ortalamanın altında savunmacı olduğu için savunma zaafa uğruyor, Oğuz iyi bir ribauntçu olmadığı için rakibe ekstra hücum şansları da doğuyor.
Gelelim dört numara meselesine.

Geçenlerde Ntvspor’daki Euroleague programında bir istatistik verdiler. Eskiden he r on “dört numara “ pozisyonunda oynayan dört oyuncunun şut yeteneği varken yani bu oran %40 ken bu yıl bu oran %64’e çıkmış. Ayrıca Euroleague de geçen yılın en değerli oyuncu sıralamasında 4 numaraların ağırlığının arttığını belirtelim. Şimdi son yıllarda modern basketbolda önemi bu denli artmış bir pozisyonda bizim hiçbir ağırlığımız yok. Dört numara oynayan oyuncunun hem içerde hem dışarda topla buluşabilmesi nedeniyle opsiyonlarının daha fazla olması, oyun görüşü ve basketbol fundemantalinin ortalamanın üstünde olması bir takıma çok büyük bir hücum zenginliği katıyor. Gist bu özelliklerin hiçbirisine sahip olmadığı için normalde tüm takımların en verimli olduğu pozisyon bizim en verimsiz olduğumuz pozisyon oluyor.

Beş numara da zaten Vidmar’a pek top verdiğimiz yok, dolayısıyla o pozisyonu o oynarken sadece Ukiç perde yapsın diye kullanıyoruz. Oğuz girdiğinde biraz beş numara pozisyonunu hatırlıyoruz ama yukarıda da belirttiğim gibi uzunu oynatacak tek kısamız Emir olduğu için bu pozisyonu da verimli kullanmıyoruz.
Hücum opsiyonları bu kadar tıkanık , birbiriyle bu kadar koordinasyonu olmayan bir takımın asist yapması da dolayısıyla çok mümkün olmuyor. Dünkü maçı bir gözünüzün önüne getirin, Ukiç’in Bogdonaviç’in Jerrels’in hücum süresinin bitmesine beş altı saniye kala hiçbir set oynanmadan tepede savunmacısıyla kaldığı ve bir şekilde topu potaya atmak zorunda kaldıkları pozisyon sayısının haddi hesabı yok.

Pick and roll oynayamıyoruz, set hücumunda tempomuz çok yavaş ve bir numara oynayan oyuncular topu 15 saniye elinde tutuyor savunma kaynaklı fast-break de bu seviyelerde her takım iyi savunma yaptığı için kolay bulunmuyor. Spahija’nın kendisine şu soruyu sorması gerekmiyor mu bu takım geçen sene Euroleague’in en iyi üçlük atan takımıyken, bu sene nasıl oldu da Türkiye Ligi’nde Banvit Kırmızı’dan sonra en kötü üçlük yüzdesi olan bir takıma dönüştü? Üstelik takımın genel yüzdesine oranla felaket şut yüzdesi olan Lavrinoviç’in yerine ondan daha yüzdeli olan Gist ve daha kötü yüzdeli şut atan Kinsey yerine safkan şutör Bogdanoviç gelmişken.

Gelelim maç sonlarına bu konuda da yine bir flash back yapalım. Geçen seneki İstanbul’daki Valencia maçını hatırlayalım Son iki dakikaya 8 sayı önde girip Emir üst üste iki blok yapmasa kaybedeceğimizi maçını. 15 sayılardan verdiğimiz maçlara artık değinme gereği duymuyorum. Bu seneki Cantu maçını hatırlayalım yine 6 sayı önde girip 10 saniye kala geri koşarken adamlarımızı bulamadığımız ve köşeden üçlükle uzatmaya giden maçı. Bu seneki Mersin deplasmanını hatırlayalım aynı adamdan defalarca aynı üçlüğü yiyerek zorla berabere hale getirdiğimiz ve Ukiç’in son saniye basketiyle yenebildiğimiz ligin en kötü ikinci takımını, iki hafta önceki Tofaş maçını hatırlayalım son bir buçuk dakika 4 üçlük yiyip, son 12 saniye mola dönüşü çember altından turnike yediğimiz maçı, ve Kazan maçını hatırlayalım fark üç sayıyken maçın en kritik hücumunda Oğuz’un yanından yürüyerek geçen Veremenko’nun bomboş turnike atışını. Fenerbahçe maçın son anlarını o kadar kötü oynuyor ki maçı kazanma niyeti olmayan bir takım bile maçı kazanacağına inanıyor.

Düne dönelim maçın bitimine 28 saniye kala top bize geçmiş 24 saniye hücum süresi var rakip koç en az Spahija kadar tuhaf tercihler yapan bir koç olduğu için faul yapmayı seçmemiş, bu durumda yapılacak şey eğer iyi hücum edememişsen 23. saniye de topu elinden çıkarmak ribaunt mücadelesi sırasında geçecek 1-2 saniye sonrası eğer rakibin bulabilirse orta sahadan bir şut atmasını beklemek.

Biz ne yaptık? Bir basketbol takımının en yapmaması gereken şeyi; 24 saniyeyi doldurup saati durdurduk. Üstelik kalan 3.5 saniye için uygun durumda istedikleri pozisyonu da verdik, tıpkı Galatasaray maçında son hücumda bomboş üçlük pozisyonu verdiğimiz gibi. Bu hatalar tek maçlık tek anlık hatalar değil artık kalıcılaşmış kronikleşmiş bir durum. Spahija coaching olarak bu sene resmen iflas etmiş vaziyette. Hadi geçen sene Oktay Mahmudi’ye coaching olarak yenildin Mahmudi iyi koç bunu kabul edelim de bu sene maç sonunda kötü yönetimiyle meşhur Orhun Ene ve Nihat İziç’e bile yenilmenin izahı olabilir mi? Sene başındaki kadro planlamasından, oyun içindeki düzene, maç sonu yönetiminden , rotasyona bu sene gösterilen performans tam anlamıyla felaket. Maç sonunda kazanırsın kaybedersin doğruları yapıp ortaya bir plan,sistem koyarsan kimse seni eleştirmez, dün kazanmamıza rağmen sahada bir strateji, oyun aklı görebilen oldu mu?

Artık Spahija’yla gidilebilecek bir yol yok Fenerbahçe bu gruptan çıksa bile bir iki oyuncunun bir maçlık kahramanlığıyla bir basketbol mucizesiyle falan çıkabilir. Sene başında yapılan planlar iflas etmiş halde ve bu takım düzeninde başarı çok mümkün gözükmüyor.

Salon içinde bir şeyler söyleyeyim seyircinin maça etkisinin olmadığı hiçbir salon ne kadar modern olursa olsun o takıma bire şey katmaz. Bilet fiyatlarına göre maça etki edilebilecek yerlerde oturacakların orta-üst gelir sınıfına mensup olduğunu düşünürsek bu sınıftan insanların da pek tribün ve maça etki etme konusunda ehil olmadıklarını varsayarsak kısa vadede bu salon rakiplerin ve hakemlerin üstüne baskı kurma imkanı falan sağlamayacak . Zaten bence İstanbul deplasmanı hakemlerin en rahat ettiği deplasmandır, ev sahibi takım aleyhine bir tartışmalı steps kararı versen Yunanistan’da İtalya’da İspanya’da sahayı cehenneme çeviren bir seyirci varken burada seyirci marş söylemeye devam eder. 90’lardaki Türk seyiricisinin maça etki gücü sanırım 2010’ dakinden çok daha iyiydi. Yine de bu salonu kazandıran herkese teşekkür etmek lazım. Yazının tümü çok karamsar oldu farkındayım ama hissiyatım iyimser olmamı engelliyor.
>
Devamı ...

21 Ocak 2012

Şimdi Kalpten Gidicem



Voleybol takımının "Hapçı, ilaççı, .... Eczacı"yı evire çevire yendiği voleybol maçından eve doğru dönerken "Futbol maçı ne oldu acaba?" merakıyla Twitter'a bir göz atıyordum ki...

Şu sıralarda Turan illerinden Bakü'de bulunmasına rağmen, aklını, fikrini ve kalbinin büyük bölümünü "Bağdat Caddesi - Fenerbahçe Stadyumu" güzergahında bırakmış olan bir kardeşimin televizyonda şahit olup, aktardığı sahneyi okudum.

O andan itibaren, Kayseri maçı, goller, puan ya da puanlar, iddianame, 58. madde falan çıktı, gitti aklımdan. "Fenerbahçe budur, gerisi hikayedir" dedim.

Van'dan stada gelen çocukcağızla röportaj yapıyorlar, şunu söyledi:
"Hayatımda gördüğüm en güzel yer, şimdi kalpten gidicem..."


Fenerbahçe taraftarları Topuk Yaylası'na doğru giderken, defterinin sayfasını sarı laciverde boyamış bir kız çocuğu çıkmıştı karşılarına. Şimdi de bu yukarıdaki görüntü... Ve daha milyonlarca var bunlardan.

"Fenerbahçe Halktır" derken söylemek istediğimiz buydu işte. Bu çocuğun yüreğindeki Fenerbahçe sevgisi dışarı atılamaz artık. Geçtim onu, zayıflatılamaz bile. Yeter ki Fenerbahçesinden mahrum bırakılmasın.

"Fenerbahçe nedir?" diye sorana, bu sahneyi izlet, başka bir şey söyleme.

"Fenerbahçe bu süreçte nasıl yıkılmadı?" diye tavuk gibi düşünene, bu enstantaneyi göster, dön arkanı, yürü.

"Fenerbahçe Türkiye'dir" cümlesiyle dalga geçenin kafasına bu görüntünün kaydını geçir, olsun, bitsin.

Şüphesiz "Ne var bunda? O yaşta hangi çocuğu, hangi stadyuma götürsen aynı şeyi hisseder, aynı şeyi söyler" diyen tipler olacaktır.

Bir tanesi "iki direk arası" bir avuçlardan bugüne gelen aristokrasi meftunu, diğeri bir zamanlar Türkiye'nin ikinci kalabalık kitlesi iken şimdilerde semtinden dışarı çıkamayan, sonuncusu ise kendini hamsi gibi nimetten sanan takım mensuplarının böyle şeyler söylemesi normal olur. Zaten "Fenerbahçe bu süreçte nasıl yıkılmadı?" sorusuna kafası basmayanlar da bunlar. Ve bunlar var ya bunlar, Yeşilçam filmlerinin de neden hep Fenerbahçe üzerinden çekildiğini bilmezler. Aslında eşşek gibi bilirler de "Yönetmen Fenerliydi" deyip, geçerler.

Neyse, konumuz onlar değil. Maruzatım şudur asıl.

Muhterem yönetim kurulumuza sesleniyorum.

Bu çocukları stadyuma daha fazla getirin lütfen.

Tamam, bilet fiyatlarını düşürmeyeceksiniz, onu anladık. Ama bir güzellik yapın da şu stadyumun küçük bir bölümünü "bedelsiz" olacak şekilde çocuklara ayırın bari, istirham ediyoruz.

Sonra... Bir departman kurun mesela. Dernekler aracılığıyla, illerdeki okullardan getirilecek çocukların o bölümde maç izlemesi sağlansın. Çocuk Esirgeme Yurtları'ndan çocukların gelmesi organize edilsin.

Fenerbahçe sadece para kazanmasın, insan da kazansın.

Nazım Hikmet'in "Sporda da olsa, halka dayanalım vatandaşlar!. Halka, kapılarımızı geniş açalım iki gözüm!" cümlelerini orada burada paylaşırken güzel ama bunun hakkını vermek ve "halk" denen şeyin de ağaçta yetişmediğini anlamak gerek artık. Çocuklar olmazsa, Fenerbahçe olmaz.
Devamı ...

20 Ocak 2012

58. Maddenin Değiştirilmesi Şikedir, Şikeci de Kulüpler Birliğidir.



Kulüpler Birliği'nin aldığı karar 3 Temmuz tarihinden beri yürüyen, haksız, adaletsiz ve izansız sürecin en çirkin adımlarından biridir. Bu karara karşı net ve açık tek bir tutum alınabilir, red, bütünüyle, tümüyle, her açıdan red.

1- Adil yargılanmanın ve bağımsız yargının olduğu hiçbir ülkede, yargı mensupları bir suça karşı mücadele etmeden önce yürütme organından müsaade almazlar. Böyle yapmayacakları gibi bir takım siyasi hesapları gözeterek soruşturmayı "seçim sonrasına bırakma" gibi bir tutum içerisinde de yer almazlar.

2- "Şike soruşturması" adıyla bilinen soruşturmanın 2 Temmuz 2011 günü Başbakan'a verilen 3 saatlik bir brifing ile başladığı, 6 Temmuz'da yine İçişleri Bakanlığı'na bağlı ve sorumlu olan İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından yapılan "19 maçta şike ve teşvik primi tespit edildi" açıklamasıyla devam ettiği, Erdoğan Bayraktar'ın "ince ayarlar yapıyoruz" açıklaması ile de ifşa ettiği şekilde siyasallaştığı bugün artık ortadadır.

3- Şu veya bu kulübün şike yapıp yapmadığı bir tartışma konusu olsa da bugün üzerinde tartışma yapılamayacak tek konu süreç boyunca insan haklarının çiğnendiğidir. Soruşturma süreci başladıktan sonra masumiyet karinesi bütünüyle ihlal edilmiş, medyaya sızdırılan bilgi ve bir takım bulgularla bir kamuoyu algısı oluşturulmuş, soruşturmanın gizliliği ilkesi bu yolla ihlal edilmiş, televizyon programlarından gazete sayfalarına kadar normalde iddianamede yer almaması gereken ve özel hayatı ilgilendiren teknik takip dökümanları ile şüphelilerin manevi hayatları da tahrip edilmiş, her tür hukuksuzluk somut olarak uygulanmış, adil yargılanma ilkesi defalarca tahrip edilmiştir.

4- Süreç boyunca gerek emniyet, gerek yargı, gerekse medya tarafından insan haklarına yönelik bu saldırılar devam ettirilmiş, şüphelilere yönelik bir çok suç işlenmiş, bütün bunlar da bazı kesimler tarafından aktif bir şekilde desteklenmiştir.

5- Bu sürecin adaleti sağlamayacağı, adil yargılanma ilkesiyle bağdaşmadığı ortadadır. Adil yargılanmanın olmadığı bir yerde yargılamanın sonucu sadece siyasidir. Türk yargısı bunu sayısız mümtaz örnekle onaylamaktadır. En güncel örneği Hrant Dink davası olan liste, Berna, Ferhat, Cihan, Nedim, Ahmet, Mustafa, Mehmet Ali diye giden, gazetecilerden öğrencilere, köylülerden işçilere kadar uzanan bir çok isme sahiptir. Yargımız bir kitaptan bomba yaratacak maharete sahip olduğu gibi bir katili örgütünden soyarak tek başına bırakacak hikmete de haizdir.

6- Böyle bir ortamda, şike suçunun işlenip işlenmediğini belirtecek tek müessesese spor disiplin yargılamasıdır. Ancak TFF Başkanının seçim süreci ve sonrasında yaşananlar göz önüne alındığıdna TFF'nin de bağımsız bir iradesi olmadığı, belirli dengeleri göz önüne almak zorunda olduğu ortaya çıkmıştır.

7- Spor disiplin yargılaması ve spor ahlakı açısından şike suçunun cezası küme düşmektir ve bundan daha azı ancak şike suçunun işlenmesini teşvik ile bunun onaylanması anlamına gelecektir.

8- Küme düşme cezasının olduğu bir ortamda spor disiplini de bu ağır ceza sebebiyle daha adil karar verecek, daha büyük bir sorumluluk alacak, içtihat oluşturacak bu kararı daha ince eleyip sık dokuyacak ve en azından daha "adil" bir karar alma şansı artacaktır. Bu kararın olmadığı herhangi bir durumda, ceza hafif olduğu için TFF daha kolay etki altına alınabilecek, kamuoyu algısı, operasyonun biçimi ve derinliği çerçevesinde kendine biçilen rolü oynayabilecektir.

9- Bugün, Kulüpler Birliği adil bir yargılanmanın olmadığı bir ortamda, belirli dengeleri gözetmek zorunda olan TFF'den küme düşme cezasının kaldırılmasını istemiş, bunun yerine puan silme, avrupa kupalarına katılımın engellenmesi, puan silme cezasının play-off'tan önce açıklanması gibi bir paket önermiştir.

11- Bu paket sadece ve sadece Fenerbahçe için hazırlanmamıştır. Paketin amacı iddianamede adı geçen takımları bütünüyle kurtarmak, 3 Temmuz'dan beri oluşturulan algı çerçevesinde bütün günahları Fenerbahçe'ye yüklemek, Fenerbahçe'nin dahil olduğu bir ligin ekonomik avantajlarından istifade etmek ve bu arada Fenerbahçe'ye karşı da marj kazanmaktır.

13- Ancak TFF'nin vereceği herhangi bir karar uzman görüşü sayılacak, mahkeme delillerde bulamadığı "şike yapılmıştır" gerekçesini en nihayetinde bulacak, şu anda tutuklu yargılaması devam eden yöneticilere yönelik ağır yaptırımlar bahis konusu olacaktır. Adil bir yargılamanın olmadığı, delillerin sızdırıldığı, kamuoyu algısı yaratmak için medya eliyle sistemli bir operasyonun sürdürüldüğü süreç en nihayetinde delillere bakılmaksızın, savunmaların önemi kaybettirilerek, ceza verme noktasına gelecektir.

Bütün bu şartlar altında,

Fenerbahçe yönetimi, başkanı ve taraftarları defalarca 58. maddenin kaldırılmasını istemediklerini beyan etmiş, şike suçunun cezasının küme düşme olduğunu belirtmiş, adil bir yargılamadan başka bir şey talep etmemiştir.

Bu süreçte nefret güdüleriyle veya sadece fırsatçılıktan sürece kanalize olup, adil yargılanma hakkını hatta savunma yapılmasını bile gözetmeden karar verilmesini isteyenlerin son diktiği idam gömleğini Fenerbahçe taraftarı reddetmelidir.

Bu organize zulüm bataryası, kendi iradesi dışında başlayan bir operasyondan maksimum faydayı sağlamak, Türk sporunda yıllardır kaybettiği pozisyonu tekrar kazanmak için yeni yeni yöntemler bulup, gözünün önünde gerçekleşen adaletsizliklere bile ses çıkaramazken,

Siyasallaşmış bir yargının, iradesi elinden alınmış bir TFF yönetiminin, intikamcı ve fırsatçı kulüplerin kaybettiği ahlakı ve hukuk kurallarını korumak,

Adalet, hukuk, insan hakları gibi temel değerleri ifade etmek gerekmektedir.

Bugün 58. maddedeki küme düşme cezası, suçu olmayan kimsenin korkacağı bir ceza değildir. Suçu olanların da spor ahlakı gereği bu cezayı kabul etmesi gerekir.

Bugün, 58. madde sadece suçlunun hak ettiği bir cezayı değil, spor yargılamasının adil olmasının da garantisidir. Bu garanti ortadan kaybolursa, baskı altına alınmış bir iradeye sahip şahıslar, ne şiş yansın ne kebap mantığı ile eyyamcı bir karar verecek, bunu da hukuk adı altında pazarlayacaktır.

58. maddenin kaldırıldığı bir ortamda TFF'nin iradesi de, etkinliği de, yargılaması da geçersizdir.

58. maddenin kaldırıldığı bir ortamda, TFF şike var da dese yok da dese bunun hiçbir anlamı bulunmamaktadır.

Bugün Fenerbahçeli futbolcuların alınteri ile kazandıkları kupaları ince ayarlarla almak gibi aşağılık pozisyonlara düşenlerin, kozmik odalara sızıp fotokopilerle karar çıkartmaya çalışanların, henüz yargılaması devam eden insanları peşinen suçlu kabul edip aklanmasını bekleyenlerin sahip olduğu ahlak da buz gibi ortaya çıkmıştır.

Fenerbahçe'nin uğradığı iftiranın ve haksızlığın teyidi, er geç ortaya çıkacaktır.

Adalet istiyoruz. Bu kadar adaletsiz bir düzenin parçası olmayı da reddediyoruz.

Canlı yayında, verdiği oyu gösterme cesareti olmayan, hem her suçu Fenerbahçe üstüne yükleyip hem onun üstünden kesesini doldurmaya çalışan, ahlak, hukuk, insaniyet gibi kelimeleri ancak akçeli işlerin yanında durunca algılayabilen, siyasetle yaşadıkları çok boyutlu ilişkiler sebebiyle eğriye eğri, doğruya doğru deme imkanını kaybeden, iradesi elinden alınmış insanların vereceği her kararı da reddediyoruz.

58. maddenin değiştirilmesi teklifi ile Türk sporuna karşı bir şike yapılmıştır, şikeciler kulüpler birliğidir ve bugün Fenerbahçe bütün bunların uzağında, hakkını aramaya devam etmektedir.

Adalet gelene kadar da bu pozisyondan bir milim geri adım atmayacağız. Lefter'in çubuklu formasına elini bile süremeyeceklerle, Lefter'in formasını giyenler arasındaki fark işte bu kadar basittir.
Devamı ...

19 Ocak 2012

İşte O Komplo Teorisyeni, Fanatik Avrupalı



Ekip olarak uzun süredir devam ettirdiğimiz dış temaslar sonunda bir netice verdi. Bildiğiniz gibi 3 Temmuz sürecinin başından beri -her ne kadar yazdığımız 1300 yazıda buna dair tek bir örnek olmasa bile- esasında cemaatin Fenerbahçe'ye komplo kurduğunu söylüyor, fanatik olduğumuz için de bu MÜKKKKEMMMEL delilleri göremiyorduk. En sonunda bizim gibi düşünen, objektif olamayan, fanatik bir Avrupalı bulduk.

Kendisi elbette necip medyamızın neredeyse Hz. İsa statüsü verdiği Cornu kadar önemli olmasa da bir avrupalı ve altı üstü Avrupa İnsan Hakları Komiseri. Avrupa Konseyinin bağımsız bir parçası olarak, konseye üye devletlerdeki insan hakları ihlallerini araştırmak ve bu hak ihlallerine karşı Avrupa kamuoyunu bilgilendirmekten mesul. BM ve AB ile birlikte çalışıyor. (yukarıda fotosu var)

Peki Thomas Hammarberg bugün neden burada? Çünkü geçenlerde bir rapor yayınladı ve Türkiye'deki insan hakları uygulamalarını analiz etti. Raporunda sanat eseri soruşturmalar yaratan, 10 üzerinde 10 alan, dünyanın gıpta ile baktığı, turbo takmış, her tür delili bulan yargı sistemimiz ve emniyet güçlerimiz de elbette yer alıyor. Biz de o rapordan belli başlı bölümleri burada paylaşalım dedik. Bakın ne diyor Hammarberg

Adalette aşırı gecikmeler, özellikle hukukun üstünlüğü ilkesine saygı duyulması ve adalete erişim bakımından büyük tehlike oluşturmaktadır.

Yargılama öncesi soruşturmanın niteliğinin ve savcıların rolünün ceza davalarının süresi üzerinde güçlü bir etkisi olduğu düşünülmektedir.

Soruşturmalar, adli konularda uzmanlığı yeterli olmayabilen kolluk kuvvetleri tarafından yürütülmekte ve kanıtları genellikle aşırı miktarlarda gizli dinleme kayıtlarından oluşmaktadır.

Türk savcıların, öncelikle sağlam şüpheler oluşturmak üzere delil toplamak yerine, şüpheli kişilerin yakalanmasından delillere doğru ilerlemek gibi köklü bir alışkanlıkları olduğu gözlenmekte.

Delil toplama işinin iddianame hazırlandıktan sonra bile devam etmesi, davaların ve tutukluluğun uzun sürmesini doğrudan etkilemektedir.

Özellikle terör ve organize suç davalarında iddianamelerin aşırı uzunluğu endişe vericidir. Bu dinlenen telefon görüşmelerinin tasnif edilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Yargılama sona ermeden, davaların uzun sürmesine itiraz etme imkanı tanıyan etkili bir hukuk yoluna ihtiyaç vardır.

Masumiyet karinesi ilkesini korumak son derece önemlidir. Daha az kısıtlayıcı alternatif önlemler (Adli kontrol, kefaletle salıverme, yurt dışına çıkış yasağı gibi) tutuklama yerine kullanılmalıdır.

Tutukluluk sürelerinin Avrupa Konseyi standartlarında öngörülen asgari süreyle sınırlanması konusunda usule ve uygulamaya ilişkin eksiklikler adli sistemin çalışmasıyla ilgili olumsuz bir algı yaratmakta.

Mahkemelerin, tutukluluk süresini uzatma kararı verirken yeterli bir neden göstermeyip “ suçun niteliğine, kanıtların durumuna ve dosyanın içeriğine istinaden” şeklinde basmakalıp ifadeler kullanmasını AİHM'si defalarca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulmuştur.

Özellikle devlet güvenliğine karşı işlenen suçlarda tutukluluk süre sınırı aşırı uzundur.

Türk makamları sağlık koşulları tutukluluk için uygun olmayan kişilerin tutuklanması ya da tekrar cezaevine gönderilmesi nedeniyle AİHS nin 3. Maddesini ihlal etmekte.

Polis memurunun elinde kötü muamele maruz kalan başvuru sahibinin uğradığı hasar için bir hukuk yolu bulunmamaktadır.

Özellikle işkence ve kötü muameleyle bağlantılı olarak sorunlardan biri bağımsız tıbbi delillerin mahkemeler tarafından nadiren kabul edilmesidir.

TCK ve Terörle Mücadele Kanunda sıralanan hükümlerdeki suçların tanımı ve kurucu unsurları konusunda, mahkemelerin geniş yorumu endişe vericidir

Türk savcıları ve mahkemeleri, TCK nın 220 maddesinin 8. Fıkrasını şiddet unsuru içermediği halde bir terör örgütünün herhangi bir amacıyla çakıştığını düşündükleri açıklamaları da kapsayacak şekilde kullanmaktadır.

Yapılan bir açıklamanın içeriğinin gerçekten şiddete teşvik ya da terörizm propagandası oluşturup oluşturmadığı ya da hangi bağlamda yayımlandığı değerlendirilmeden yayımcı mahkum edilebilmektedir.

Türkiye’deki ceza yargılamaları, çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkesi bakımından kaygı uyandırmakta ve savunma hakkına getirilen temel kısıtlamalar olarak görülebilecek unsurlar içermektedir.

Tutuklu olarak yargılanma durumunda, kendisine yöneltilen suçlamaların dayanağına etkili bir biçimde itiraz etmesi için tutukluya fırsat tanınması gerekir.

Gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın durumunda, iddianame, gazeteciler tutuklandıktan 6 ay sonra yetkili mahkeme tarafından kabul edilene kadar Şener ve Şık’a herhangi bir kanıtın ifşa edilmemiş olması, onları tutuklanmalarının hukuka uygunluğuna itiraz etme imkanından fiilen mahrum bırakmıştır.

Mevcut mevzuat özel yetkili savcıları, basit suç ortaklığı olduğu durumlarda bile, ortada bir suç örgütü olduğunu iddia eden suçlamalar yapmaya teşvik etmektedir.


Adalet Bakanı hala HSYK’nın başkanı, müsteşar doğal üye ve 4 üye Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Venedik Komisyonu, Türk yargısının temsilcisi olmayan üyelerin seçiminin yürütme değil, Meclis tarafından yapılması görüşünde.

Yürütmenin, HSYK nın seçimi sürecine belli bir etkide bulunmaya çalıştığı ve kurula çoğu durumda Adalet Bakanlığının tercih ettiği adayların seçildiği yönündeki iddialar endişe verici.

HSYK tarafından üst mahkemelere yeni atanan hakimlerin birbirine benzer oylama şekilleri, yürütmenin yargı üzerinde artan etkisi olarak değerlendirilmektedir.

Ergenekon, Balyoz ve Deniz Feneri gibi bazı önemli davaların hakim ve savcılarına karşı başlatılan disiplin yaptırımları medyada kayda değer bir dikkatle karşılanmış ve kamu oyunun yargı bağımsızlığı algısını önemli ölçüde etkilemiştir.

Savcılar ve hakimlerin ifade özgürlüğüne ilişkin yasa maddelerini yorumlamalarında orantısızlık var.

AİHM’sinin içtihadına uygun olarak, terörizm ya da örgüt üyeliği suçları ile düşünce, ifade, toplantı ve dernek kurma özgürlüğü kapsamına giren eylemler arasındaki sınır konusunda savcılar ve hakimler eğitilmelidir.

TCK nun 153. Maddesi ve Terörle Mücadele Kanunun 10. Maddesine dayanarak, duruşma öncesi kanıtların ifşa edilmesine getirilen kısıtlamaların aşırı kullanımı frenlenmelidir.



fanatik işte!
Devamı ...

18 Ocak 2012

Spahija İçin Kazan Kaynıyor mu?




Bu maçı tekil bir maç olarak değerlendirmemek gerek, iki senedir süren bir geleneğin son halkası olarak görmek daha sağlıklı bir değerlendirme yapmamızı sağlayabilir. Spahija ile Türkiye'de çıktığımız ilk maça gidelim. Efes'le Cumhurbaşkanlığı maçında 17 sayı öne geçip, birbirinin kopyasi Kerem Gönlüm-Kerem Tunceri ikili oyunlarıyla maçı vermiştik. Geçen sene Türkiye Kupası'ndaki Galatasaray maçı, İstanbul'daki Olympiakos maçı, İstanbul'da ki Valencia maçı yine ciddi farklardan son periyotta rakiplerin geri dönüşüyle sonuçlandı. Bu sene de bu özellik berdevam. Olympiakos'la deplasmandaki maç yine 15 lerden kaybedildi, içerdeki Nancy maçı bile 20 sayı öndeyken krize girdi.


Ayrıca başa baş giden maçlarda takımın performansı da feci,son Tofaş maçında 5-6 sayı önde girdik son üç dakikaya ve 6 hücumun 4 ünde 3 lük yedik, girmeyen iki topun da savunma ribauntunu alamadık, bunlar yetmiyormuş gibi 15 saniye kala topu pota altından oyuna sokan rakipten tek pasla bomboş turnike yedik, bugün yine gördük maçın en önemli hücumunda Oğuz'un yanından yürüye yürüye geçen Veremenko turnikeyi bıraktı. Takımın maç içindeki iniş çıkışları o kadar keskin ki bir yarıda 24 sayı yiyip diğer yarıda 53 sayı yemek gibi mantık sınırlarını zorlayacak şeyler yapabiliyor. Bu takımın son Efes ve Tofaş maçlarında ortalama 90 sayının üstünde sayı yediğini de belirtelim.

İkinci çeyekteki 15-0 lık seri sırasında bu sene görmediğimiz kadar iyi oynayan, savunmada iyi yardımlaşan, hücumda topu çok iyi paylaşan bir takım gördük. Kazan'ın skor opsiyonlarını iyi kilitledik, özellikle Engin girdikten sonra hücumda doğru tempoyu da bulunca fark giderek açıldı.

Maçın en kritk anının bu tür farklı önde olunan maçlarda ilk üç dört dakika olacağı bariz bir şey. 17 sayıyla devreye önde giriyorsan ev sahibi takımın en çok maça asılacağı bölüm belli, üçüncü çeyreğin başında bütün kozlarını oynayacaklardı, biz bu süreçte iki dakika da 4 faul limitini doldurup adamlara buyrun gelin dedik zaten. Hücumda saçma sapan birebirlerle top kayıpları yapıp kolay baskete izin verdik, üç dakika daha sert savunma yapsak pes edebilecek rakibe karşı ikinci yarı hiç bir direnç göstermedik. Spahija'nın molaları da bir işe yaramadı. Zaten mola dönüşlerinde Fenerbahçe momentum değiştirebilen, hücumdaki krizden bir set çizilerek çıkabilen bir takım değil.

İkinci çeyrekte farkı yarattığımız bölümde sahada olan Oğuz-Kaya ikilisi ikinci yarıda hiç bir arada oynamadı, Bogdonaviç bir yanlış şut tercihinden sonra tüm üçüncü çeyrek kenarda oturdu, Emir için artık bir şey söylemek istemiyorum, büyük oyuncu olacağı umudunu kestim, hücumdaki tercihlerinin neredeyse tamamını yanlış yapmaya başladı , şutuna kesinlikle güvenmiyor ve savunmada da felaket durumda. Keza Vidmar dan da artık yavaş yavaş umudu keselim, her maç başı 2 dakikada 2 faul, çıkılan perdelemede saçma sapan fauller ve hücumda artık kanıksadığı etkisiz eleman rolünü oynamaya devam ediyor.


Spahija'yı bu maç özelinde değil bu kadroyu kurduğu için eleştirmek gerek. Sezon başı planlaması Vidmar, Mirsad sağlıklı dönerse, Tomas dönerse Ukiç dönerse şeklinde sürekli plan değil temenni özelinde yapılırsa o takımdan F4 falan beklenmez. Geçen seneki zaaflar belliyken yapılan transferlerin ihtiyacı karşılayamadığı ve karşılamayacağı belli.

Spahija Tofaş maçından sonra maçı yorumlarken Gist'in sürekli yerini kaybettiğini söyledi, yahu arkadaş sen Gist'i bu takıma alırken bu adamın zaaflarını bilmiyor muydun, bu adamın ne zaman pozisyon bilgisi iyi oldu ki Tofaş maçında iyi olsun? Geçen sene Ukiç oyun içinde aklını kaybettiği için Top 16 da çuvalladık, bu sene Ukiç'in bu zaafını kontrol etsin diye aldığımız adam ondan daha kontrolsüz Jerrels. Üstelik güya savunmada sertlik getirecek diye alınan Jerrels kimi savunsa cosuyor. Efes maçında Kerem galiba 19 sayı attı, bu maç maç boyunca 1-2 topu zar zor kullanan Sameylenko 16 sayı 10 asistle hayatının maçını oynadı.

Takım içinde kimin ne rolü olduğu belli değil, oyun krize girdiğinde koçun bir şey yapabileceğine maçı tekrar dengeye getirebileceğine bir tane oyuncu bile inanmıyor. Sen koç olarak saha içindeki akıl tutulmasını önleyebilecek coaching göstermeyeceksen, maça müdahaleyi sevmeyen bir koçsan o zaman kolay kolay kontrol kaybetmeyen oyunculardan bir takım kurman lazım. Bizim kadronun mental direnci zaten felaket, işler kötü gitmeye başladığında her şey zincirleme olarak dağılıyor. İyi hücum ederken iyi savunma yapıyoruz, iki hücum saçmaladık mı savunma da düşüyor, takımın genel yapısı böyle olunca, coach da müdahale edemeyen bir coach olunca maç içinde böyle bir uçtan bir uca savruluyoruz.

Grup kuraları çekildiğinde bir aylık sürede Engin ve Mirsad'ın biraz katkı vereceği ve Ukiç'in de daha formda olacağını düşünürek Top 16 için umutluydum. Bir aylık sürede Ukiç sakatlandı ve takım her geçen gün daha kötü oynamaya başladı. Türkiye Ligi'nde Banvit'e kaybettik, Galatasaray'a karşı rezil oynayıp kazandık, Efes'e kaybettik, Tofaş'a kaybettik. Bu sürede tek iyi oyun oynayıp kazandığımız maç Hacettepe maçı oldu. Açıkcası Top 16'dan bugün itibariyle bir umudum yok, bu köprünün altından çok sular geçebileceğinin bilincinde olsam da bu kadar gel-giti Top 16 kaldırmaz. Spahija'nın da bu takıma verecek bir şeyi kalmadığını düşünüyorum. İddia ediyorum hiç bir Fenerbahçeli oyuncu başa baş giden bir maçta maçı coaching faktörüyle kazanabileceklerine inanmıyor, ayrıca coachun da geçen seneki kadar maçın içinde kaldığını ve odaklanmış olduğunu da düşünmüyorum. Muhtemelen bizim bilmediğimiz bir şeyler de vardır, ben bu basketbol şubesinde yetkinin tam olarak kimde olduğunu Aydın Örs'ün pozisyonunu, işlevini, Nedim Karakaş'ın ne yaptığını, Semih Özsoy'un tam olarak neyin sorumlusu olduğunu falan yıllardır anlamış değilim zaten. Bakalım sonumuz ne olacak?

Devamı ...

Benim için Lefter


Benim için Lefter #benimicinlefter from Casual Project on Vimeo.


#benimicinlefter karanlık bir zamanın en parlak ışığıdır.

Evren Topaloğlu, Sinan Demir ve Emre Çakmak'tan Lefter'i uğurladığımız o gün.

Devamı ...

16 Ocak 2012

Ayten Salih Spor Salonu



Sonda söyleyeceğimi başlıkta söyledim. Meramım budur.

"Türkiye'de Kadın Olmak" konulu tartışma açıldığı zaman, haklı olarak "Bu ülkede kadınlara değer veren ilk spor kulübü bizdik" deyip öne fırlayan Fenerbahçe camiası, tarihinin en başarılı kadın sporcusu Ayten Salih şahsında, bütün kadın mensuplarına "aslında gecikmiş" bir jesti çok görmesin artık.

Yeni yapılan kompleksin içerisinde yer alan iki salondan birisini, Fenerbahçe'yi Fenerbahçe yapan kimsenin adını anmadan "kurumsallık, kapitalizm ve reklam" üçgeninde yitirdik. Bari öbür salonu kurtaralım. Taraftar, yönetim, eski ve yeni sporcular olarak bir ayağa kalkılsa olur bu iş. Aslında sadece kadın taraftarlar / kongre üyeleri uğraşsa, o bile yeter. Uğraşırlar mı? İnşallah.

Zira öyle ya da böyle, bu işin olması için iki önemli neden var.

Birinciye geleni, Fenerbahçe tarihine dair bilgimizin ve saygımızın, gaipten gelen "uydum hazır olan sponsora, maneviyat niyetine" sesleri eşliğinde, her gün biraz daha toprak altına gitmesi... Aslında Lefter, vefatıyla bile bu konuda büyük bir ders verdi. Tarih denen şeyin sadece kağıt üzerine senelerin ve skorların kaydedilmesinden ibaret olmadığını, insanların arasındaki bağı nasıl da güçlendirdiğini gösterdi. Fenerbahçe camiası, Lefter'in bıraktığı yerden devam ederek, büyük bir işe daha imza atabilir. Sürekli terennüm edilen "Güzel Geçmişe Özlem" şarkılarının bir nebze de olsa gerçeğe dönmesi sağlanabilir.

Birinciye bağlı ikinci ama esas neden içinse sizleri Halit Deringör'ün 1999 tarihli, "Jeanne d'Arc" başlıklı bir yazısıyla baş başa bırakayım.

Kim bu Jeanne d'Arc?.. Halk kahramanı değil. Sporcu bir kahraman. Sık sık yarattıklarımız gibi de değil. Ama tarihin derinliklerine gömülmüş ve unutulmuş...

Yıl 1956. Fenerbahçe, Çamlıca ve Erenköy Kız Liseleri öğrencilerinden kız basketbol takımı kuruyor. Bir ilk'e imza atılıyor, koçları da Doktor Önder Dai; gelişmelerinde yardımı büyük oluyor. Kurulan bu takım ilk çalışmalarında, kondisyonlarının artması amacıyla Fenerbahçe erkek yıldız takımı ile beraber çalıştırılıyor.

İlk yıl, İstanbul şampiyonluğunu kazanıyorlar. İşin en ilginç yönü, aynı takım oyuncuları aynı zamanda voleybol oynayıp onda da şampiyon oluyorlar. Bu maçlarda, takımın kaptanı, esmer, yürekli, adaleli bir genç kızdır. Basketbolda 25 sayı yaparak Türkiye'de kişisel "rekor" kırıyor. 1957 yılında Fenerbahçe, bu dalların dışında, bir kürek takımı kuruyor; yine takım şampiyondur ve kaptan da yine aynı genç kızdır. Sonra atletizm takımı kuruluyor ve yine aynı genç kız, sokak koşusunda birinci oluyor. Bu genç kız, değil Türkiye'de belki de dünyada "ilk" komple sporcu unvanına sahip oluyor.

Bütün bu sporları yaparken aynı zamanda tıp fakültesi öğrencisidir. Atatürkümüzün istediği gibi sağlam vücudunda, sağlam kafaya sahiptir.

Bu genç kız, okulunu bitirdikten sonra ülkesi olan Kıbrıs'a, Limasol'a dönüyor. Kısa bir süre sonra da Londra'da reanimasyon dalı ihtisasını yapıyor. Bu sıralarda Kıbrıs'ta ortam iyiden iyiye gerginleşiyor. Genç kız hemen vatanına, Limasol'a dönüyor. Çatışmalarda yaralanan mücahitlere yapılan ameliyatlarda bulunuyor. Onlara yapılan gayri insani davranışlar karşısında isyan ediyor. Ama Rumlar, böyle bir narkozitöre ihtiyaçları olduğundan ses çıkarmıyorlar.

Büyük şöhret yapan bu genç kız, doğal olarak Makarios'un da büyük ilgisini topluyor. Genç kıza yakın kişilerden bir takım bilgiler topluyor. Onu, bulunduğu hastahaneden alarak kendi malikânesinde görevlendirmek istiyor.

Ama genç kız, hekimliğinden ve insanlığından hiç ödün vermiyor. Bu nedenle 20 Türk hemşire ve sağlık personeli oda hapsine alınıyor. Kıbrıs harekâtından sonra onu KKTC Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı'nda görüyoruz. Verdiği çabalarla Kıbrıs'ın bir numaralı insanı oluyor. Herkesten saygı ve sevgi görüyor. Şimdi sporun Jeanne d'Arc'ı emekli. Ama böyle bir insan nasıl emekli olabilir? Nasıl mücadeleden ayrı durabilir? Kıbrıs'ta federe hükümet bu değerli sporcuyu ve mücadeleci insanı bırakmıyor. Kamu hizmetleri yapan dört üyeden oluşan komisyona başkan yardımcısı seçiyor. Tayinler bu dörtlünün önerisi doğrultusunda yapılıyor. İşte bu, sporun Jeanne d'Arc'ının adı, Ayten Salih Berkalp. Namı diğer Arap Ayten. Kısa bir süre önce Kıbrıs'ta,
bu kahraman insan için bir gece tertipledik. Merasimde, Fenerbahçe'de ter döktüğü takımların formalarını giydirdik. Bizlere teşekkür ederken sicim gibi gözyaşlarının formasına döküldüğünü gördük.

Meğer kahramanlar da ağlarmış...

Halit ağabey'in yazısı üzerine söz olmaz ama bir kaç kısa cümle yazacağım için beni affetsin.

"Fenerbahçe sevgisinin adı konamaz" cümlesini dört bir yana yazmaktan kolay şey yok. Hepi topu otuz küsur klavye vuruşu. Ama Fenerbahçe sevgisini dünyalara sığdıramayan Ayten Salih'in adını salona verip, sözü eyleme dökmek de kolay olmalı bizler için. O salona Ayten Salih'in adı verilmeli, orada oynanacak ilk kadın basketbol maçının hava atışını efsane kaptan yapmalı.
Devamı ...

15 Ocak 2012

Kim Daha Fenerbahçe?



Bir fotoğraf için yazı mı konur? Konur. Aslında bu fotoğraftan çok yazı çıkar ama kısa keselim.

Yazının sorusu şu:
"Ön taraftaki futbolcular mı daha Fenerbahçe, arkada dizilmiş taraftarlar mı?"
Ben bilemedim.

Cevap anahtarına baktım.
"İkisi de birbirinden Fenerbahçe" yazıyordu.

Kıssadan hisseye gelince:
Fenerbahçe tribününe taraftarlık öğretmek, Lefter'e futbol öğretmeye benzer. İkisi de had bilmezliktir. Devamı ...

Tribünlere İtidal Çağrısı



Büyük olasılıkla şöyle bir eğitim organizasyonu var:
"Bir 21. Yüzyıl Mucizesi Olan Sosyal Medya Üzerinden Tribün Kanaat Önderliği"

Ve bu eğitimi gören şahısların ilk sırada aldıkları dersin adı da:
"Kitlesel Hareketlerden Önce Nasıl İtidal Çağrısı Yapılır?"

Her kalabalık organizasyon öncesinde, aynı insanların, aynı şeyleri, aynı kitleye, yani Fenerbahçe taraftarına, bu yoğun ısrarla söylemesini yukarıdaki akademik (!) tutarlılık dışında açıklamaya yüreğim elvermiyor. Elverse şunu sormam gerekecek çünkü:
"Kardeşim, siz Fenerbahçe taraftarını ne sanıyorsunuz?"

Gelmişken soralım madem.

Ne sanıyorsunuz ablacığım, abiciğim? Bir açık olun, izah edin, bak istirham ediyoruz.

Çiğ mi sanıyorsunuz bu insanları? Fenerbahçe taraftarı çiğ değildir. Nerede, nasıl davranacağını bilir. Her kitle hareketi öncesi "Lan bak, senin kesin bir şey yapasın var valla. Yapma bence. Veya dur, dur ben seni başıboş bırakmayayım, neme lazım" dermiş gibi "bir şüphe" itidal çağrısı yapmak nedir?

Ha, olay yapmaya niyetlenenler varsa, bu insanlar zaten Twitter'da gördüğü "Yapmayın" ile bir anda aydınlanıp "Vallahi burada yazmasalar olay çıkartacaktım lan" demez, caymaz.

Ulusa sesleniş yapar gibi maddelerle "AMAN!" deyip, sicili tertemiz kocaman bir Fenerbahçeli kitlenin üzerinde, istemeden de olsa "kımıl zararlısı bunlar. İlaçlarını vermeden kendilerine gelmezler" hissiyatı yaratmak günah değil mi?

Fenerbahçe adına sadece kulüp, yöneticiler ve sporcular devirmedi geride kalan yüz küsur yılı. Taraftarlar da, tribünler de bir asrı aşkın zamandır oradalar. Papazın Çayırı'ndan Fenerbahçe Stadyumu'na giden süreçte utanacak hiçbir şeyin altına toplu imzalarını atmadı bu insanlar. Siz de onlardan utanmayın.

Aslında çok basit bir şema var ortada yazık ki. Birileri Fenerbahçe taraftarına "Aman olay çıkmasın" dediğinde "Benimle alakası yok. Ben onları uyardım" demek istiyordur. Oysa tribün kardeşliktir.

Her şeyi bir kenara bıraktım yahu. Tek bir soru sormak geliyor içimden itidal uzmanlarına:
"Fenerbahçe tribünleri neylerse güzel eyler" demek bu kadar mı zor?
Devamı ...

14 Ocak 2012

Fenerbahçe Lefter Küçükandonyadis Stadı



"- Fenerbahçe'nin teklifini nasıl kabul ettiniz?
- Nasıl etmeyeyim? Ben Fenerbahçe'den başka takım bilmezdim ki!"


Kim ne derse desin, bizim babalarımız, dedelerimiz Fenerbahçeli olduysa onun üstünde Lefter'in çok emeği var. Onu izlemiş olmak, onu görmüş olmak hatta radyoda bir maçını dinlemiş olmak bile nesiller boyu süren hikayelerin asli konusu.

Lefter'in Diyarbakır'da izi olduğu kadar, Batman'da, Mersin'de Edirne'de de izi var.

Tam 615 maç, 423 gol. 50 kez A milli olup madalya alan ilk futbolcu.

Hepsi kayıt.

Lefter'i Lefter yapan, ne sol ayağıdır, ne yurtdışına bonservis bedeliyle transfer olan ilk Türk futbolcu olması ne de 43 yaşında sahaya çıkıp şampiyonluk kupası kaldırması.

Lefter semboldür. Lefter küçük çocuklardan Cemiller, Ogünler, Rıdvanlar yaratan bayraktır. Lefter çubuklunun tertemiz halidir.

Çok üzdük be abi?

Bu ülkede Lefter'i ve Lefterleri çok üzdük. Barba Aristidi Fenerbahçesini uzakta bir radyodan takip etmek zorunda kaldı yıllarca. 6-7 Eylülde kudurmuş kalabalıkların elinden zor aldık Lefter'i.

Şimdi Fenerbahçe'ye tarihsel bir dönüşüm yaratmak yakışmaz mı?

Varlık vergisinin mucidi Saraçoğlu, Fenerbahçe'ye ne katkı yaparsa yapsın, bir Lefter kadar dokunur mu kalplere?

Küçücük çocukların önüne koyamaz mıyız şu ideali, her ne olursan ol, babanın ilaç parasını karşılamak için iş yapmaya mecbur da olsan, adın farklı, dinin farklı da olsa, iyi bir insansan, dürüst bir insansan, ahlaklı bir insansan bu ülkenin her kapısı sana ardına kadar açık.

Değil de.. İşte.. Bir başlangıç.

Lefter futbolcudur. Futbol da sahada oynanır. O sahanın üstüne Lefter yazmak, Lefter'e bir şey katmaz ama, o sahaya çıkacak olan herkesin göğsünü bir başka kabartır, o sahaya gidecek olan herkes başka bir onur duyar,

Biz de makus talihimizle barışırız belki böyle böyle,

Kimse üzülmesin, Saraçoğlu stadı verdi ama bize Fenerbahçe'yi veren Lefter'dir.

Biz bir adım atalım, inanın çok başka olacak İstanbul, Büyükada, çok başka olacak Atina, Şam, Beyrut. Çok farklı bakacak Fenerbahçeliler birbirlerine, Lefter orada durdukça.
Devamı ...

13 Ocak 2012

O Lefter ki, Hepimizden Daha Türk'tür. (*)



Ufacık bir veletken, kapağında "1973 - 1974 Fenerbahçe Takımı Eşliği ile" yazan plağı dinleyerek Fenerbahçeli oldum ben. Son yıllarda "yeni moda şarkılar" gelince, stadyumda ve salonlarda çalınmaz olmuştu Nesrin Sipahi'nin seslendirdiği marş.

Halbuki Fenerbahçe biraz da o marştır. Fenerbahçe, biraz falan da değil aslında, hepten Cihat'tır, Lefter'dir, Can'dır, Fikret'tir, Müjdat'tır, İbrahim'dir, Murat'tır, Selahattin'dir, Halit'tir.

Büyük amcalar, hararetle konuşurlarken, kopil sesimizle "Fenerbahçe" diye araya girdiğimizde "Vay! Kerataya bak. Gel bakayım sen. Bir Lefter vardı, sizin yaşınız yetmez" diye anlatmaya başlayıp saatlerce susmazlardı. Gözümüzü bile kırpmadan dinlerdik. Şimdi eşek kadar olmuş yaşımızda, o kırpılmayan gözlerden, Lefter'i yazdığımız deftere yaşlar dökülecek.

Ha, bir şey daha var.

Halit Deringör, yıllar önce yazdığı bir yazıda diyordu ki;

1941 yıllarının görkemli Fenerbahçesi'nden sağ açık Küçük Fikret, sağ iç İbrahim İskeçe ve ben kaldım. O yılların tüm yıldızları, teker teker sönüp kaydılar... Evvelsi gün de sağ iç İbrahim İskeçe de onlara katıldı... Küçük Fikret ile ben kaldım... Hangimiz perdeyi kapatacak bilemiyorum. Hepsinin arkasından da yazı yazmak bana düşüyor. Sonuçta; herhalde bizim için de yazacak biri olacak!

Beşeri gerçek daha açık anlatılamazdı herhalde. Gittiler, gidiyorlar, gidecekler.

Bir de Fenerbahçelilik gerçeği var. Bu insanlar Fenerbahçe'yi, yaşamış milyonlarca kişiden daha çok sevdiler, seviyorlar, sevecekler.

Diğer bir deyişle "Eski Adamlık ve Eski Fenerbahçelilik" bir araya geldiği zaman Halit Çapın'ın "Biz Fenerbahçeliyiz! Bizden çok adam çıkar" sözünün sağlaması yapılıyor.

Hani diyorum ki naçizane; Fenerbahçe'nin şimdiki topçularına gösterdiğimiz sevginin, saygının ve mesainin birazını bu insanlara da ayıralım.

Şükürler olsun, Lefter pazar günü son yolculuğa yalnız çıkmayacak. Bizlere, Fenerbahçeli yaptıklarına hakkını helal etmesi için orada olacağız.

Ama öncekiler? Müjdat Yetkiner, Murat Alyüz, Bülent Büyükyüksel, Selahattin Torkal ve niceleri için böyle olmadı. Reşat Dermanver, Naci Barlas ve başka niceleri de telaffuz edilen 25 milyon kişinin neredeyse 25'ini bile görmediler musallanın başında.

Taziyelerden, her birimizin inancı zagonunca ettiği dualardan Allah razı olsun ama diyorum ki hazır yaşayanlar da varken ve her daim olacakken, sadece naaşların arkasında göz yaşı döktüğümüzle kalmayalım.

Paşalı Birol, elli türlü sağlık problemine rağmen tek başına mezarlıkları dolaşıp, Fenerbahçeli oyuncuların kabirlerini buluyor. Kimlerin terk-i diyar eylediğini, kimlerin yaşadığını, kimlerin ne halde olduğunu en küçük detayına kadar biliyor. Kulüp el versin, taraftar gönül versin, iletişim kaynakları yönlendirsin, bugüne kadar yapılmadı, bari bundan sonra birlikte bir şeyler yapılsın. Fenerbahçe'nin kuşakları kucaklaşsın.

Ne güzel olur...

Aksi halde sadece Lefter ve diğerleri gitmez. Kendi zamanlarının güzel Fenerbahçe'sini de birlikte götürürler. Onlar bunu hiç istemezdi. Onlar bu hayatta en çok Fenerbahçe'yi sevdi.

(*) Başlığın yaratması muhtemel "yanlış hissiyata" karşın, peşinen bir açıklama yapayım. Lefter'in Rum olması ile Türk olması ile değişkenlik kazanan bir şey yok. 6 - 7 Eylül olaylarında Lefter'i korumaya koşan insanların hissiyatı Fenerbahçelilik ve / veya insanlıktı. Bu da o günlere ve durumlara yapılan bir atıftır. Bu toprakların üzerinde "hoşgörüsüzlük ve kendini nimetten sayıp karşıda gördüğünü ezmeye çalışmak" adettendir. O başlıktaki ifadenin yazarı, "Siz ne diyorsunuz, 1974 yılının o çok sıcak ve çok telaşlı Temmuz ayında, kendini bilmezin teki, üstelik "resmi üniformalı", Lefter'i tutup karakola çekmişti, pis gâvur diye" şeklinde başlayıp, arkasını başlıktaki gibi getirmiş, seneler önce yazdığı yazıda. Başlıkta tek başına kullanınca bir anlam ifade etmemiş olması normaldir. İzahatını böylece yapmış olalım.
Devamı ...

UEFA ve TFF : Bir Danışıklı Dövüş Hikayesi




Bugün itibariyle Federasyon'un açıklamasıyla öğrendik ki Ağustos ayında Nemesis sıfatıyla ülkemize adaleti tesis etmeye gelen bir müfettiş olan Kasım da ise aynı kişiler tarafından yalancılıkla suçlanan Pierre Cornu CAS'a verdiği dilekçeyi geri çekmiş.
Bilindiği gibi Fenerbahçe hem Türkiye Futbol Federasyonu'nu hem de Uefa'yı dava etti CAS'da. Zira Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nden men eden kararı bu iki kurum da birbirinin aldığını iddia ediyor. Son tahlilde kararı veren Federasyon olsa da Federasyon da, Uefa'nın mektubu dolayısıyla bu kararı verdiğini söylediğinden zincirleme bir durum söz konusu.

Cornu'nun geri çektiği dilekçenin muhteviyatını Ali Koç'un basın toplantısıyla öğrendik. Cornu Uefa'nın mektubuna esas oluşturan beyanında kendisine Türkiye Futbol Federasyonu tarafından Fenerbahçe'nin bu işten yüzde bir bile kurtulma ihtimalinin olmadığı bildiriminin yapıldığını, soruşturmanın sonunda Fenerbahçe'nin masum çıkma ihtimalinin olmadığının bizzat Federasyon tarafından iletildiğini belirtiyor.

Şimdi bu dilekçe geri çekildiğine göre bizim sormamız gereken şu: Uefa Türkiye'deki şike soruşturması için bu adamı tam yetkili olarak Türkiye'ye yolluyor, onun izlenimleri sonunda TFF'ye bir mektup yazıyor ve TFF de o mektuba istinaden Fenerbahçe'yi men ediyor. Uefa tam yetkili olarak gönderdiği adamın beş ay önce yüzde yüz doğru kabul ettiği izlenimlerini beş ay sonra niye geri çekiyor. Bu dilekçedeki beyanlar doğru değilse Uefa beş ay önce buna istinaden oluşturduğu kanaatin de sağlıklı olmadığını zımnen kabul etmiş olmuyor mu?

Şimdi bu dilekçeyi davadan çekip davaya iddianameyi koyacaklar diyen gerizekalılar var. Bir kere Fenerbahçe'nin CAS'a açtığı dava bir usul davası. Fenerbahçe, kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan kulübün ve suçlanan kişilerin savunması dahi olmadan üstelik Milan ve Porto örneği ortadayken Uefa ve Federasyon'un işbirliğiyle Şampiyonlar Ligi'ne katılım hakkının elinden alınmasının hukuksuz olduğunu iddia ediyor. Bu karar verildiğinde ortada iddianame falan olmadığından iddianamenin davaya eklenmesinin bu açıdan bir etkisi olamaz.

Fenerbahçe'nin CAS'a yaptığı itiraz şike var yok meselesi değil, en temel hukuki hakkını kullanmasına imkan verilmeden böyle bir kararın alınamayacağı. Kaldı ki diyelim CAS iddianameyi veri olarak aldı. E o zaman iddianamede bulunan Trabzon ve Beşiktaş ile ilgili hiç bir işlem tesis edilmeyip Fenerbahçe'yle ilgili neden işlem tesis edildiğini sormayacak mıyız ?

Uefa'nın Fenerbahçe'nin men edilmesiyle ilgili yazdığı mektupta başkan ve yöneticilerin tutuklu olması, basında çıkan haberler ve Emniyet tarafından yapılan açıklama da kriter olarak sunulmuştu. Gerekçelere bir bakalım Emniyet'in yargıya intikal etmiş olan bir mesele hakkında kesin hüküm veren bir konuşmasının zaten bir yetki gasbı olduğu ortada,diğer kriter olan basında çıkan haberlerin neredeyse yüzde 90'ı yalan çıktı, üçüncü veri olan yöneticilerin tutukluluk hali suçlu olduğuna dair güçlü kanaat ise asbaşkanı ve antrenörü o tarihte tutuklu olan Beşiktaş için aynı kriter neden uygulanmadı? Şimdi herhalde Fenerbahçe CAS daki duruşmada bu soruları soracaktır.

Türkiye'de 3 Temmuz sonrası bilerek yapılan bir şey var. Uefa'yı bir demokles kılıcı olarak bu davanın içine çekmek. Medyada bunun için çok ciddi manipülasyon yapıldı, Türkiye'den gidenler gelenlerin sızdırılan belgelerin falan olduğunu zaten biliyoruz. Aslında bunu yapanın bizzat Federasyon içinden kişiler olduğu son derece açık. Üstelik bu manipülasyon hala devam ediyor, Uefa'nın merkezine siyah çelenk bırakıp protesto gösterisi yapılması gündemdeyken Uefa böyle bir gösteri yapılırsa Fenerbahçe'ye çok ağır ceza verebilir diye haber yapıldı bu ülkede. Bir Allahın kulu da Avrupa'nın göbeğinde herhangi bir kurumu şiddetsiz bir şekilde protesto etti diye kulübe niye ceza verileceğini sormadı. Bugün yine görüyoruz Uefa şike soruşturmasında tüm tasarrufun federasyonda olduğunu daha üç gün önce vurgulamasına rağmen "Fenerbahçe davayı geri çekmezse beş yıl ceza alacak" haberini okuyoruz. Bu haberi yapan gerizekalıların da bir kulübün en doğal hakkını kullanması nedeniyle niye ceza alacağına dair en ufak bir sorgulama yapmaması da ilginç. Şu soruyu da sormuyorlar bu kerameti kendinden menkul gazeteciler. Zaten Avrupa kupalarına katılmamış, dolayısıyla Uefa organizasyonuna girmemiş bir takıma Uefa şike nedeniyle nasıl ceza verebilir. Yunanistan'da suçlanan iki takımdan Volou Uefa'da oynadı diye Yunanistan makamlarının yanı sıra Uefa'dan da ceza aldı, şike suçlamasında adı geçen diğer takım olan Kavala Avrupa Kupalarında olmadığı için Uefa tarafından herhangi bir cezaya çarptırılmadı.

Bu örnek ortada dururken hala ahmakça Fenerbahçe ceza alabilir, davadan vazgeçmezse şöyle olur gibi haberlerin haber verme dışında amaçları var.

Sonuçta bu operasyonu yöneten insanların bir amacı vardı. Kamuoyu algısı yaratmak. O yüzden 3 Temmuz öğleden sonrası özel yetkili muhabirlerce dezenformasyon bombardımanına tabii tutulduk. Mahkeme iddianameyi kabul eder etmez dosya savunma avukatlarına bile gönderilmeden medyaya gönderildi, insanları itibarsızlaştırmak için alakasız telefon konuşmaları bile manşete taşındı. Uefa'nın Federasyona gönderdiği yazıda medya haberlerinden bahsetmesi tesadüf değil. Trabzon Şampiyonlar Ligi'ne gönderilip iddianamenin kabulüne kadar Trabzon aleyhine tek tape sızdırılmadı.Federasyonda Uefa'yla soruşturma safhasına bilgi aktaranların isimleri ve icraatleri zaten bu süreci nasıl idare ettiklerinin göstergesi.

Fenerbahçe'nin asıl savaş kamuoyunda verilirken yok adli sürece saygı, yok mahkemeyi etkilememek gibi politik doğrucu gerekçelerle burayı boş bırakması kabul edilemez. Kulübün kendi elindeki radyoyu ve televizyonu bu süreçte bir kaç istisna dışında felaket kullandığını belirtmek gerek. Ne halkla ilişkiler ne uluslararası basına meseleyi anlatma konusunda bir başarı sağlanabildi.

Uefa zaten çok farklı dengeleri gözeten bir kurum son derece iki yüzlü kararlar alabiliyor. Şimdi bilindiği gibi Uefa'nın güya en hassas olduğu konu siyasi iradenin futbola müdahalesi. Uefa sözde bunu kabul edilemez bulduğu için gariban ülkelerin üyeliklerini askıya alabiliyor. En son Bosna Hersek örneğinde Dayton Anlaşması'na göre Bosna Hersek federasyon başkanının Sırp, Hırvat, Boşnak sıralamasına göre 6 ayda bir değişmesini siyasi müdahale olarak görmüş ve Bosna Hersek'in üyeliğini askıya almıştı.

Ahmet Çakar gibi seslenelim Ey Uefa! Mehmet Ali Aydınlar'ın seçilmesi sürecine Başbakan'ın bizzat müdahil olması , hükümete mensup bir bakanın "ince ince çalışma yapıyoruz" demeci, sizin açınızdan hiç bir sıkıntı yaratmıyor anlaşılan.

Fenerbahçe dava açtı diye futbolun prestijinin sarsıldığını düşünüp Bosna'da hassasiyet gösterdiğiniz siyasetin futbolu şekillendirmesine Tükiye'de niye ses çıkarmıyorsunuz ?

Cevap belli çünkü başından beri Uefa ve Federasyon arasındaki danışıklı dövüş var. Bu danışıklı dövüş bizzat siyasi icazetin izni ve teşviğiyle yapıldı. Fenerbahçe'nin tepkisini azaltmak için kararı Uefa'nın alması istendi, muhtemelen bazı pazarlıklar da yapıldı. Sonunda Uefa blöf gibi gözüken bir mektupla Federasyona al da at dedi o da mektubu gole çevirdi. Yani pek çok insanın söylediği gibi Uefa blöf falan yapmadı, Federasyon'dan hatırlı kişiler aracılığıyla bunlar kesin şike yaptı diğerleri temiz denildi ve kararı almaya yürekleri olmadığı için "şöyle bir şeyler yazsanız bizi de zor duruma düşürmemiş olursunuz" gibi bir tavsiye iletildi ve o mektubun içeriği de daha yazılmadan Federasyon tarafından biliniyordu.

Şunu da hatırlatmak lazım bu kararın alındığı gün M.Ali Aydınlar Uefa'nın biz her türlü tazminatı ödemeye hazırız dediğini beyan etmişti Fatih Altaylı'nın programında. Şimdi sormak lazım "tazminatı biz veririz" diyen bir kurum daha sonra niye kararı biz almadık dedi ya da tersinden soralım kararı kendisi almayan bir kurum niye "tazminatı biz veririz" dedi.

Bütün bu süreci bence çok iyi bilen ve bugüne kadar ortalarda gözükmeyen Şenes Erzik'in de bütün bu süreçte Uefa-Siyaset-Federasyon arasındaki işbirliğinde oynadığı rolün ne olduğunu da eğer Başbakan'la bir Dolmabahçe görüşmesi falan yapmadıysa bir kaç sene içinde öğreniriz.

Defalarca yazdım ama bir kez daha yazayım Fenerbahçe bu karar alındığı gün ülkedeki bütün sportif faaliyetlerini durdurmalıydı. Kendisinin altını oyan bir federasyonun tertip ettiği bir ligde oynamasını, hala bu rezil adamlarla aynı masada oturabilmelerini anlamıyorum.



Devamı ...

11 Ocak 2012

Ne Kadar Para, O Kadar Fenerbahçe... Yerseniz!



Jedi öğretisinde Master Yoda'nın yeri neyse, yalanlama işinde Fenerbahçe Spor Kulübü resmi sitesinin konumu odur. Bu kadim tespitten hareketle, Ömer Temelli Bey'in twitter hesabının gerçek olduğunu düşünüyor ve "resimdeki diyaloğun bir analizini yapalım" diyoruz. Tabii ki Ömer Temelli Bey burada yalnızca bir sembol. Zira bu diyaloğun bir tarafı gerçek olmasa bile, yönetim kurulunun tasarrufları bu konularda ne düşündüklerini ele veriyor. Haydi rastgele.

İsmini her duyduğumda kendisi için "Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin ki Fenerbahçe tribünlerinden sesi ve enerjisi eksik olmasın" duasını eksik etmediğim Nuri kardeşim, Ömer Temelli Bey'e temenni kabilinden bir soru sormuş. Cevap ise dalgın bir topçunun, topu geldiği noktaya gerisin geri yolladığı bir duvar pası şeklinde gelivermiş. Fazlaca detaya gerek duyulmamış. 140 karakterin kifayetsizliği işte!

En başta, içerikten bağımsız olarak şunu söylemek gerek:

Fenerbahçe iletişim kanallarının, iletişimsizliği bir iletişim stratejisi olarak benimsediği uzun yıllar boyunca gösteremediği feraseti, Ömer Temelli'nin sosyal medya aracılığıyla sergilemesi ciddi bir iş.

Her gördüğü sakallıyı dedesi sanmayan ama her gördüğü yöneticiye "Başkanım" diye hitap eden kocaman bir kitlenin yanına, kendini müddeiumumi zannederek yazıp çizen yüzlerce insanı ekleyince ortaya çıkan mayhoş karışımla, bir yöneticinin baş etmeye çalışması takdire şayan.

Dolayısıyla, yukarıda da söylediğim gibi, Ömer Temelli burada yalnızca bir vesile.

Ama bu vesile önemli. Çünkü Konya Torku Şekerspor maçına gitmek isteyen bir insanın, alabileceği en ucuz biletin 22 Türk Lirası olmasını sağlayan "muhterem yönetim kurulu üyelerimizden birisi" gayet resmi olarak "Daha ucuza olmaz" diyor ve "Fenerbahçelilik" kavramının düpedüz başlıktaki perspektife çekildiğini gösteriyor.

Yönetici bakış açısının bu şekilde olması şaşırtıcı değil. Bu insanlar gerek kendi işlerinde, gerekse Fenerbahçe'de yürüttükleri görev esnasında, sürekli olarak "kâr, zarar, bilanço ve sair" kavramlar içinde yüzünce bir takım hassasiyetlerden sıyrılabiliyorlar.

Sebep ne olursa olsun "Halkın takımı olmak" gerçeğinin, "Değişmeyen tek şey, değişimin ta kendisidir" düsturuyla güme gidiyor olması ve bunun büyük bir meşruiyet içerisine sarılıp, kitlelere servis edilmesi çok acı. Daha acı olansa bunun kitlelerce kabul görmesi ve kayıp giden kuşaklara gık bile çıkartılmaması.

Zamanında "Aristokrat (?) Fenerbahçe" başlıklı bir yazıda şunları karalamıştım:

Bugün yaşı otuzun üzerinde olan Fenerbahçe taraftarları, okullarındaki ezici Fenerbahçeli ağırlığını gülümseyerek yad ederler. Şimdi durumun bu denli açık ara olduğunu söylemek mümkün mü? Değil..

O halde yapılması gereken, çocukları ve gençleri etkilemektir. Bu "etkileşim" çocuğu hafta sonu elinden tutup masa tenisi müsabakasına götürmekle ya da okul çıkışı yelken antrenmanı izlemekle olmaz. Dünyanın en büyük spor kulübü olan Fenerbahçe'nin branş yelpazesini geniş tutması elbette takdire ve minnete şayandır. Ama lokomotifi ilerlemeyen bir trenin vagonlarına kimsenin oturmayacağını da bilmek gerekir. İşte o lokomotifin adı "stadyum"dur.

Bu minvalde, Fenerbahçe stadında kale arkası bilet fiyatlarının yüksek olmasına dair protestoların ana fikri ve amacı, yaşı kemale ermiş insanların tekrar tribüne döndürülmesi değil "öğrencilerin ve çocukların", kısacası gelecek kuşakların, kazanılmasıdır.

Bilinçlendirilmesi sürece bağlı "öğrenciler" ile, bu tip mevzulardan sorumlu olacak kadar akıl baliğ olmayan, ebeveyni ile maça gelmiş "çocukları" futbolcu ıslıkladıkları için suçlamak ve "Bileti ucuz yaparsan böyle olur işte" cümlesini kurmak insafsızlık olur.

Fenerbahçe'ye dair bu ülkede söylenmemiş söz kalmadı. Seveni, sevmeyeni her türlü yakıştırmayı yaptı. Ama Fenerbahçe, Fenerbahçe olalı, bir an olsun "aristokrasi"nin boyunduruğuna girmedi. Türkiye'de olup olmadığı tartışılan, kimilerinin "çakma" dediği "aristokrat" yaklaşıma belki başkanlar yanaştı, belki yönetimler göz kırptı ama "Fenerbahçe" olgusu her zaman halka ait kaldı. Bugün gelinen noktada "Bilet ucuz olunca stadyumu hayvanlar dolduruyor mirim" cümlesinin iması bile Fenerbahçe adına balçık sürmeye çalışmak olur.

Her sistem kendi elitini yaratır ve icraatların bekçiliğini bu kitleye yükler. Bunda garipsenecek bir şey yok. Fakat...

Fenerbahçe'de tüm şiddetiyle yürürlükte olan "alaturka ve yarım" kurumsal kimlik, yarattığı kitleyi "eleştiri dinlemeyen ve kabul etmeyen" ağır bir narsisizme doğru götürüyor. Bu gidişle her şeyin yolunda gittiği ve huzurla başarılara yürünen günler, bir türlü bulunamayan sevgili "Echo" gibi uzaklarda kalacak. Narcissus'un sonu ise malum, sulara gömülmek.

Gerçi bu camia çok büyüktür, asla batmaz. Ama, ne kadar tesis yaparsa yapsın, hiç kimsenin bu gemiye, bu kadar su aldırmaya hakkı yok. Kayıp kuşakları kazanmak çok uzun yıllar sürecektir. Fenerbahçe'ye bu kötülüğü yapmayın.

Nüfusunun büyük bir çoğunluk ifade eden % bilmem kaçının "dar gelirli" olduğu bir ülkede bu bilet fiyatları "Ne kadar paranız varsa, o kadar Fenerbahçe görürsünüz kardeşim" demektir.

Elbette 55 Lira'lardan gelinen nokta mutluluk verici ama 3 Temmuz'dan bu yana Fenerbahçe taraftarının yaşadığı şeyler düşünülünce, yönetim kanadının "Yahu bu adamlar 'kulübün kasası boş durmasın' diye varı yoğu harcadılar neredeyse. Hiç değilse kupa maçlarını falan iyice düşürelim. Güzellik olur" diyebilmesi gerekiyor.

"Fenerbahçe Halktır" diye diye dilinde tüy biten, "Fenerbahçe'ye zararı dokunanların hesabını sandıkta göreceğiz" demekten geri durmayan ve sürekli olarak "Fenerbahçeliler birleşin" çağrısı yapanlara da düşen bir görev var.

Bu yeni nesil kanaat önderlerinin artık "Kart alın, Fenerium'a gidin, hasılı harcama yapın" demek yerine "el, elin eşeğini türkü çığırarak ararmış" havasından kurtulup, dar gelirli vatandaşların Fenerbahçe'ye kavuşmasına ön ayak olması gerekiyor.

Yoksa bu iş eninde sonunda sadece Nuri gibi bir kaç bin "tertemiz idealistin" umursadığı bir konu olarak kalacak. Olan da kaybolan yıllara ve kuşaklara olacak. Tıklım tıkış bir dolmuşta Fenerin maçına koşturan Münir Özkul'lar, Cilalı İbolar, Turist Ömerler, Hababam Sınıfları zaten tarih oldu. Hepimiz birer Emmett Brown, birer Marty McFly olsak bile elimizde bir DeLorean yok. Geçmiş, geçti bitti. Bari gelecekten bir şeyler kurtaralım.

Fenerbahçe'nin "Halkın Takımı" olma özelliğini elinden almaya çalışarak, maneviyatımıza tekme tokat girişenlere, aynı Mavi Boncuk'ta Münir Özkul'u dövenlere bağıran Tarık Akan gibi bağıralım.
Devamı ...

9 Ocak 2012

Bordo Mavi Hükümet



Bugün Çevre ve Şehircilik Bakanı'nın Trabzon'un şampiyonluk kupasının gelmesi için ince ince çalıştıkları beyanını okuduk. Şaşırdık mı, Tabii ki hayır. Bakan böyle bir açıklamayı yapacak cesareti, cüreti nereden buluyor, sadece oy aldığı hemşehrilerinden mi yoksa içinde bulunduğu hükümetin politikasını mı açık ediyor. Trabzonsporla bugünkü iktidarın ilişkisini anlamak için epey bir geriye 9 sene önceye gitmemiz gerek.


2003-2004 sezonunun ikinci haftası. İlk hafta İstanbulspor karşısında şok bir mağlubiyetle sezona başlayan Fenerbahçe Trabzon deplasmanında Pierre Van Hoojdonk'un frikik golüyle maçı 1-0 kazanıyor. Maç öncesi sırası ve sonrasında Trabzon'da vaka-i adiyeden sayılan ve polisin müdahale bile etmediği tribün olayları olmuştu. Evsahibi Trabzon'la birlikte Fenerbahçe de PFDK'ya sevk edilmiş, ve iki kulüp de ceza almıştı. Fenerbahçe bu cezadan sonra ayağa kalkmış ve cezaya itiraz etmiş Başbakan Erdoğan da çıraklık döneminde de bugünkü gibi her konu hakkında atıp tuttuğu için deplasmana giden taraftar yüzünden Fenerbahçe'nin ceza almasını doğru bulmadığını beyan etmişti. Tahkim Kurulu Fenerbahçe'nin cezasını bozdu ve bu olay üzerine Trabzonspor Başkanı Özkan Sümer istifa etti.

Başbakan'ın etkisiyle Fenerbahçe'nin cezasının kalktığı yolunda şehirde başlatılan kampanya sonucu 2004 yerel seçimlerinde AKP Trabzon'da seçimi CHP'ye kaybetti. Başbakan'ın bu yenilgiye ne kadar üzüldüğünü o gün kazanılan bütün illere rağmen annesiyle telefon konuşmasında "Trabzon'u kaybettik anneciğim" diye hüznünü bildirdiğini medyadan biliyoruz.

AKP Trabzon ilindeki siyasi iktidarın Trabzonspor üzerindeki iktidarla mümkün olduğunu bu acı tecrübe sonunda öğrenmiş oldu. Önce Trabzonspor Başkanlığına AKP ye yakınlığıyla bilinen Albayrakar getirildi ama arka arkaya başarısız sonuçlar sonrası görevde fazla kalamadı. Kulüp ekonomik sıkıntı içindeydi. 2009'daki yerel seçimler öncesi kulup nerden akıllarına geldiyse Hidroelektrik Santrali işine girdi, dünyada bir kulübün hidroelektrik barajı yaparak para kazanmasına tek örnek olan bu işte siyaset Trabzonspor'a bir hayli yardımcı oldu. Trabzonspor yöneticisi Hayrettin Hacısalihoğlu'nun Trabzonspor'un resmi sitesinde yayınlanan şu sözlerine dikkat edelim

Göreve seçildikleri genel kurul öncesinde ziyaret ettikleri eski Enerji Bakanı Fahrettin Kurt’un kalıcı gelir kaynakları sağlanması doğrultusunda enerji sektörüne yönelmeleri gerektiği yönünde tavsiyede bulunduğunu belirten Hacısalihoğlu, “Bu öneri bize çok cazip ve doğru geldi. Transfer dönemi bittikten sonra ilk fırsatta HES projesiyle ilgilenmeye başladık. Bu konuda görüşmeler yaparken Başkan Yardımcımız Necmettin Aytekin’in enerji sektöründe çalışmalarının olduğunu öğrenerek kendisiyle fikir alışverişinde bulunduk. Tufan Bey de konuyla ilgili olarak düşüncelerini aktararak ellerindeki bir projeyi bize aktarabileceklerini söyledi. Biz de kendilerine sembolik bir hisse vererek işleri yürütmelerini istedik. Bu şekilde süreç başladı. Süreç içerisinde birçok eleştiri olmuştur. Oysa arkadaşlarımızın hiçbir karşılık beklemeden bu işle uğraşmaları takdir gerektiriyor” dedi.


Bir ülkenin Enerji Bakanı bir spor kulübüne kalıcı gelir için hidrolektrik santrali işine girmesini öneriyor. Herhalde dünyada bir ilktir, bu projeyi örnek alan Manchester United petrol aramaya, Barcelona linyit işletme işine falan girebilirler.
Enerji Bakanı'nın önerisiyle bu işe giren devletten yeteri kolaylığı alan ihaleyi alma garantisi verilen Trabzon 29 Mart yerel seçimlerinde iktidara büyük destek vererek AKP'li belediyeye kenti teslim etti. Ne tesadüftür ki seçimden 3 gün sonra 1 Nisan 2009'da Sabah'ın haberiyle de öğreniyoruz ki Trabzonspor HES ihalesini kazanıyor.(trabzon hes ihalesini kazandı)

Trabzonspor'a kaynak aktarmak artık hükümet için mutat bir işlem haline gelmiş olacak ki daha önce belirtilen Wikileaks belgelerinde Trabzonspor'a aktarılan paraları da gördük, bu meşhur tapelerde "devletten şöyle yapıyoruz diye 5 gösteririz 1 ini oraya veririz" diye kayıtlar da var ama tabi kimsenin bunları gördüğü yok. Hatırlanacağı gibi Faruk Özak son seçim öncesi kendisine yönelik eleştirilere Trabzonspor'a 25 milyon kaynak aktardıklarını belirterek Trabzonspor'a yardımın hükümet tarafından eğitim adalet, sağlık gibi asli işlerinden biri olarak addedilğini itiraf etmiş oldu.

Trabzon'un şampiyonluğu kaybedince bunun faturasını yine AKP'ye çıkardığını biliyoruz. Peki buna rağmen 2004 de Tahkim Kurulu Fener'in cezasını kaldırdı diye AKP'yi cezaladırmayı seçen Trabzon seçmeni kaçan şampiyonluğun faturasını lig sonrası AKP'ye keserken 20 gün sonra neden sandıkta bunu kuvveden fiile geçirmeyi denemedi? Trabzon'da 12 Haziran seçimlerinde neden AKP tepki oyu değil de %59 oyla kentte Cumhuriyet tarihinde kimseye verilmemiş bir siyasi desteği gördü. 20 günde yediği içtiği futbol olan insanlar bir anda niye fikir değiştirdi ? Acaba Trabzon'a fısıltı gazetesiyle verilen bir söz üstüne mi olmuştu? Herhalde bunu öğrenmek için de bir iki sene bir gaf özürlüsü Trabzonlu bakan bekleyeceğiz.

Nisan-Mayıs 2011 e dönelim. Hükümet açık açık Trabzonspor'un şampiyonluğunu istiyordu, kabinenin her Bakanı neredeyse şampiyonluk sürecinde bu konu hakkında beyan verdi. Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin bile Karabük -Fenerbahçe maçı öncesi Trabzon'un şampiyonluğunu istediğini yüksek sesle söylemekte beis görmedi. Ama hükümetin istediği olmadı. 2010 da Faruk Çelik önderliğinde Bursa'ya verilen destekle başarıya ulaşan Bakanlar Kurulu'nun resmi şampiyonluk adayı 2011 de tutmadı. Hükümet seçimlerde 8 milletvekili çıkaracak Trabzon'da zor durumda kaldı.

3 Temmuz'daki operasyonun amacı açık olarak Fenerbahçeydi. Eğer 10 Temmuz'daki 100.000 kişilik taraftar yürüyüşü olmasaydı ne Beşiktaş'tan ne Trabzon'dan kimse gözaltına alınacaktı. Hükümet onca medya manipülasyonuna, özel yetkili muhabirler yöntemiyle toplu lince rağmen Fenerbahçe taraftarının kulübe bağlılığını hesap edemedi. Dolayısıyla Beşiktaş ve Trabzon'dan da birilerini alarak yangını bir nebze söndürmeye çalıştı.

Ağustos'da UEFA-TFF işbirliğiyle ve bizzat siyasi iradenin icazeti ve teşvikiyle Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nden men edilmesi üzerine Trabzon Şampiyonlar Ligi'ne gönderildi Hükümet doğrudan değil dolaylı olarak Trabzon'a Şampiyonlar Ligi parasını aktarmış oldu bu sefer de. Mehmet Ali Aydınlar "Trabzonun Şampiyonlar Ligi'ne alındığını biz de yeni öğrendik" derken yalan söylüyordu, Cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere Şampiyonlar Ligi'ne Fenerbahçe yerine Trabzon'un gideceğini hükümet de biliyordu. Federasyonun kuklaları Helvacı ve Arıboğan'ın soruşturma sonunda Trabzon'un herhangi bir ceza almayacağı Fenerbahçe'ninse kurtulmasının mümkün olmadığı beyanıyla bu iş halledildi. Bu arada yeri gelmişken bu dürüstlük timsali objektif salon beyefendilerinin yalancılıkla suçladığı Cornu'ya hala dava falan açmadıklarını ve utanç duyguları alınmış bir şekilde aramızda dolaştıklarını belirtelim.

Sonuçta benim iddiam şu: Türkiye'de geçen seneki şampiyonluk Bakanlar Kurulu'nda belirlenmiş ve Trabzon'a verilmiştir. Fenerbahçe geçen sene bu kararı bozduğu için bugün bu süreçle baş başadır. İcraatın iyisini Başbakan'a kötüsünü cemaate havale etmek tam anlamıyla bir siyasi oportünizmdir. Hükümet bu sürecin en başından sonuna kadar TRT,medya, emniyet açıklamaları, yargı açıklamaları hepsi dahil olmak üzere Fenerbahçe'nin bilinçli ve sistematik lincine çanak tutmuştur. Öcalan'ın yargılanmasında bile görülmeyen bir nefret havası Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe hakkında yaratılmış, devletin bütün kurumları elbirliğiyle bu ateşe odun taşımıştır.

Şu aşamada göz göre göre artık bir Bakanın ince ince çalıştığı itirafını görüp hala adalete güveniyoruz açıklamalarıyla bir yere varılamaz. Fenerbahçe'nin mevcut dışarıdaki yönetiminin şu açıklamadan sonra bile işin yargıyla adaletle çözülebileceğini düşünmesi düpedüz saflık olur. Fenerbahçe yönetimi şu açıklamanın hesabını bu hükümete soramayacaksa bu rezil açıklamanın somut bir yaptırımı olmayacaksa Fenerbahçe büyüklüğünden falan bahsetmesin ve derhal istifa etsinler. Trabzon Şampiyonlar Ligi'ne gönderildiği gün Fenerbahçe bu kararın siyasi iradeden bağımsız olmadığını da açıklayarak ülkedeki bütün sportif faaliyetlerini askıya almalıydı. Böyle "mücadele edelim ama şunu incitmeyelim, şunu tam karşımıza almayalım" diye diye başımıza gelmedik şey kalmadı ve böyle giderse de sonu gelmeyecek.

Bunu da yüz kere yazdık ama bir kez daha yazayım taraftarın gösterdiği dirayet ve cesaretin onda birini bu yönetim gösterebilmiş olsaydı bu kulüp şimdi Şampiyonlar Ligi'ndeydi ve muhtemelen Aziz Yıldırım da dışarıdaydı. Size savaş ilan etmiş şeyin ismini koymaktan korkup koltuklarınıza gömüldüğünüz müddetce sadece bir gün değil her gün öleceğiz.
Devamı ...

5 Ocak 2012

Adil Değil Aciz Basketbol Federasyonu


Basketbol Federasyonu bugün Fenerbahçe -Galatasaray maçındaki olaylar için Fenerbahçe'ye iki maç ceza verdiğini açıkladı. Ceza gerekçesi yapılan küfürlü tezahürat salona atılan yabancı maddeler ve hakemlerin içeriye gidip maçın 15 dakika durması.

Ayrıca para cezası ile tecziye edilen diğer şeyler de bugüne kadar hiç bir kulübe yaptırım uygulanmayan Molten top poşetlerinin kullanılmaması, sigara içilmesi, yaka kartının gözükmemesi gibi abuk subuk nedenler. Federasyon belli ki gerekçeli kararı biraz uzatalım da etkili olsun diye düşünmüş. Şimdi ceza şöyle olmalıydı böyle olmalıydı bunu eleştirecek değilim. Eleştirilmesi gereken şey cezalarda standart olmaması. Geçen yıl Galatasaray Fenerbahçe final serisinin son maçından sonra üyeleri ve başkanı aynı olan bu kurulun verdiği cezaya bir bakalım.

Disiplin kurulu 24/06/2011 tarihili kararında rakip takım yöneticileri hakkında "küfürlü tezahürat, müsabaka bitimiyle rakip takım oyuncularına yabancı madde atma,kupa töreninin yapılmasını sağlamaya çalışan emniyet görevlilerine mukavemet ve sahaya koltuk atma, ve kupa törenini iki saat geciktirme" gibi nedenleri saymış.

Ama bunun ardından 2 maç cezayı sadece bu olaylar nedeniyle vermenin ağır olacağını düşünmüş olacaklar ki mahcup bir edayla o sezon içinde Galatasaray'a verilen diğer 10 cezayı da tek tek yazıp bu olaylar bir kere olsa neyse ama devamlılık arz ediyor deyip 2 maç ceza vermişler. Yani Fenerbahçe'nin ev sahibi olduğu maçtan çok daha vahim olaylar olmasına rağmen 2 maç cezayı direkt bu olaylara değil bir de bunların devamlılık arzetmesine bağlamışlar. Şöyle de diyebiliriz yani yukarıdaki sayılan olaylar olsa ama Galatasaray o sene 10 kez ceza almamış olsa muhtemelen o 2 maç da 1 maça inecekti.

Şimdi son Fenerbahçe-Galatasaray maçındaki olayların derecesiyle geçen seneki olayların derecesi aynı mıdır Allah aşkına. Ayrıca Fenerbahçe'nin bu sene 10 kez ceza almadığını da belirtelim . Aynı başkan aynı kurul iki maça da nasıl aynı cezayı verebilir. Turgay Demirel Türk Spor dünyasının Machiavelli'sidir. Çıkarı neredeyse hangi kişinin yanında olması onun çıkarınaysa onun yanında yer alır. Geçmişte Efes'e de Galatasaray'a da Fenerbahçe'ye dönem dönem mavi boncuk dağıtarak koltukta kaldı. Bu sene adalet-polis-medya eliyle kotarılan Fenerbahçe operasyonunda hedefin ne olduğunu kimin yanında durması gerektiğini kulağına fısıldamışlardır muhtemelen.

Bu basketbol federasyonu ve onun rezil başkanı eksen kaymasını kimse kulağına fısıldamadan da Türkiye'de en iyi okuyan kişi ve kurumlardan bir tanesidir. Dolayısıyla Emir' e verilen ceza, son Galatasaray maçındaki hakem yönetimi ve şu disiplin kurulu kararı bu sene Fenerbahçe'ye verilen bir mesaj aslında. Play -off zamanı eğer Fenerbahçe yönetimi ses çıkarmazsa çok daha vahim şeylerle karşılaşacağımızı belirtelim. Geçenlerde Basketfaul.com sitesinin haberini Twitter hesabında da paylaşmıştım

Haberde Fenerbahçe Yönetimi'nin Emir'e verilen 3 maç cezası için Tahkim Kurulu'na gitmek istediğini ama Tahkim Kurulu'nun yılbaşında toplantı yapamayız dediği gerekçesiyle bu başvurunun yapılmadığı haberini vermişti. İki cepheden de şimdiye kadar bir yalanlama gelmediğine göre bu haberi doğru kabul edip şu soruyu Fenerbahçe Yönetimi'ne sormak lazım. En temel hukuki hakkınız bu federasyonun Tahkim Kurulu tarafından hiçe sayılıp keyfi bir uygulamaya maruz kaldığınız halde niye dünyayı ayağa kaldırmıyorsunuz. Aynı şeyleri Naz Aydemir örneğinde sezon başında da yazdım. Sakat olduğu gerekçesiyle Milli Takım kampına katılmayıp kulüp tesislerine gitti diye kıza ceza verildi ve Fenerbahçe zerre kadar tepki vermedi, üstelik Naz'ın oynamadığı ve yerine oynayan pasörün felaket performansıyla damga vurduğu maçta Süper Kupa'yı da kaybettik.

Fenerbahçe Yönetimi'nin görevi hangi branşta olursa olsun genç, minik,a takım hangi oyuncu olursa olsun haklarını sonuna kadar savunmaktır. Naz Aydemir örneğinde Voleybol Federasyonu'na gösterilmeyen tepki Emir Preldziç örneğinde Basketbol Federasyonu'na da gösterilmemiştir. Böyle itiraz etmeden ses yükseltmeden boynunu eğersen her cepheden saldırı altında kalmaya mahkumsun. Geçen sene Taurasi olayında bu takımın Avrupa Şampiyonluğu göz göre göre çalındığında tepki verebilmiş, bütün ülkeyi ayağa kaldırabilmiş olsaydık, 3 Temmuz sonrası bukadar kolayca kuşatma altına alınmazdık.

Anlaşılan hala ders almamışız ve bu aptalca kararları, rezil federasyon kararlarını yüksek sesle eleştirmek yerine boynumuzu eğiyoruz. Bu basketbol federasyonun kadınlarda Galatasaray'ı Fenerbahçe'nin önüne biraz daha güçlü çıkarabilmek için yapmadığı kalmadı, önce final serisinde normal sezon galibiyetlerini taşımayı kaldırdılar, iki sene önce 0-0 başlaması gereken Mersin -Galatasaray yarı final serisini 1-1 başlattılar, bakalım bu sene neler yapacaklar.
Hakemleri baskı altına almanın ilk meyvelerini son maçta gördük, şampiyonluk gittikten sonra bağırıp çağırmanın hiç bir yararı yok dolayısıyla bir tepki verilecekse bu iş işten geçmeden verilmeli, bütün federasyonlara karşı sürekli savunma pozisyonunda kalarak bu kuşatma bitmez. Biraz sesinizi yükseltin artık.

Emir'in tahkim haberi için http://www.basketfaul.com/?islem=2&makaleID=12686
Galatasaray'a verilen cezanın tam metni için http://www.tbf.org.tr/tbfweb/tbfweb2.nsf/($$TBFV1_BasinBulteni_TBL_WEB_View)/9D4FD1DDF6A3C8ADC22578B90036FA15?OpenDocument
Devamı ...

Ahmet Şık'ın Hakkı



"Dostum da düşmanım da beni bilir" diyor "ben gazeteciyim". Peki bu gazeteciye ne yaptılar? Yazdığı bir kitabı delil olarak gösterdiler. Kitap taslağındaki notları talimat, kitabın kendisini de örgütsel döküman saydılar.

Hepimizin gözü önünde yazılmamış kitaptan "bomba", bir gazeteciden de terörist yarattılar.

Ne yaptılar Ahmet Şık'a?

Bir sabah uyandığında bir terör örgütü üyesi olduğunu öğrendi.

Gazeteler çarşaf çarşaf yazdılar. Terörist, örgüt üyesi!

Mehmet Baransu, Rasim Ozan Kütahyalı, Emre Uslu, Önder Aytaç hattı bize "çok gizli, kozmik deliller" olduğunu iddia etti. İddianame çıkınca yer gök inleyecekti.

Savcı işini çok iyi biliyordu, soruşturma süreci mükemmeldi.

"Ahmet'ten terörist olur mu yahu" diye bağıranlara da pis pis bakıp gülümsediler "yani gazeteciler terörist olamaz mı canım? ne gazeteciler gördü bu dünya!"

İddianame ortaya çıktı. Bir santim sarsılmadık.

Gazetede okumadığımız hiçbir şey kalmamıştı.

2011 Mart ayında tutukladılar.

2012 Ocak ayında daha yeni savunmasını alıyorlar.

Ve Ahmet hala bağırıyor "ben terörist değilim, ben gazeteciyim",

"ben terörist değilim, ben

öğrenciyim."

Ne kadar benziyor değil mi hikaye Berna'nın yaşadığına?

Bir pankart açtı ve bir terör örgütü üyesi olduğunu öğrendi. Parasız Eğitim İstiyoruz yazan bez bir afişti terör eylemi.

Deniz soda şişelerinin yanında bulunduğu için terörist oldu, Cihan puşi taktığı için.

Aklanın da gelin diye suratına otuz beş satır yazı atılan Tayfur "Ben örgüt üyesi değilim ben teknik direktörüm" derken aynı anda üç yerde bulunmakla itham edilen Baha Okar gibi içeride yatıyordu.

Ne kadar benziyor hepsi birbirine.

Sorular bile aynı, deliller bile, teknik takipler hatta savcılar bile aynı.

Mahir Çayan'la ne görüştünüz diye soran ile Özdemir Asaf kimdir, onunla bağlantınız nedir diye soranın arasında uçurum mu var?

Ahmet Şık'ın da masumiyet karinesine tecavüz ettiler, Korcan'ın da, Cihan'ın da, Nedim Şener'in de.

Savcıların leyhe ve aleyhe bütün delilleri toplaması gerektiği berhava oldu. Sehven yüklenen kayıtlarla Mehmet Ali Çelebi'yi 32 ay içeride tutan, varolmayan ablası sebebiyle Korcan'ı da 6 ay içeride tuttu.

Soruşturmanın gizliliği ilkesi de hep aynı şekilde yok edildi. Yonca Hanım nasıl kocasının bir örgüt militanı olduğunu gazetelerden okuduysa, Cemil Turan'ın eşi de aynı şekilde baktı gazete sayfalarına.

Bilmiyorum Batu'nun gözleriyle, gazetecilik stajı yapmaya çalışırken örgüt üyesi olmak iddiasıyla içeri alınan Şeyma'nın babasına bakan gözleri birbirinden ayrılabilir mi?

İddiaların sahipleri hiç değişmedi. Aynı adamlar durdu Erman Toroğlu'nun ve Ekrem Dumanlı'nın yanında. Hep canlı yayında. Baransu baransu konuşup, rok çektiler hayatımızın ortasına.

Canlı yayında, günlük gazetelerle, Özdemir Asaf kimdir bilmeyen savcılarla yargılamanın üstünden geçtiler.

Günün sonunda aynı ilke, aynı adamlar ve eşit cümlelerle yok edildi, gözümüze baka baka:

Adil Yargılanma.

Nasıl Ahmet Şık'ın adil yargılanma hakkını savunmak terörizmi savunmak manasına gelmiyorsa,

Nasıl Berna'nın adil yargılanma hakkını savunmak örgüt üyeliğini savunmak demek değilse,

Nasıl Şeyma'nın hakkını savunana terörist yandaşı diye bağırmak ancak delilik alemetiyse,

Bugün Aziz Yıldırım'ın da adil yargılanma hakkını savunmak şikeyi savunmak anlamına gelmiyor.

Çünkü eğer aynı yöntemlerle, aynı ekipler tarafından, aynı insanlarca pazarlanan iftiraların karşısında durabiliyorsan, insanların haklarını savunmaya devam edebiliyorsun demektir.

Çünkü yargılamayı savunmak, suçu veya suçluyu değil, adaleti, o adaleti üretip, halkına sunan devleti savunmak demektir.

Çünkü masumiyet karinesini savunmak, ahlaklı bir toplum olmaya devam etmek demektir.

Bir suç örgütüyle bir devleti ayıran çizgi hep aynı. Meşruiyet.

Meşru olanın yapılmasını, inat ve ısrarla istemek, en fazla iyi bir toplumda yaşamak isteği manasına gelir.

O bir terörist değil, o bir gazeteci.

O bir düşman değil, o bir insan. Tüm insanlar gibi hak ediyor, hapishane köşesinde, saçma sapan delillerle yatacağına, evinde sevdikleriyle birlikte uyumayı.

Ama eğer susarsak, o zaman biz hak etmiyoruz insan gibi rahatça yatağımızda yatmayı.

Çünkü bir kardeşi bunca haksızlığa uğrarken bu cehennem hiç yokmuş gibi uyuyan ancak Zebanidir.

Zebani.
Devamı ...