Aulas vs Yıldırım


jean michel aulas

1899 Yılında kurulmuş kulübün 1932 yılında kurulan Birinci Ligdeki ilk şampiyonluğu 2002 yılında. 77 yılda kazanılan 18 kupanın 14 tanesi 2000’li yılların tarihini taşıyor ve bu kulüp altı üstü 20 senedir birinci ligde. Olympique Lyonnais, 7 sene üstüste Fransa Şampiyonu oldu, Forbes’a göre Avrupa’nın en zengin 13. Kulübü, 41.000 kişilik stadlarında her maç ortalama 37.000 kişi maçlarını izliyor. Bütün bu başarıların mimarı ise Jean Michel Aulas, Azizsilin’i andığımız bu günlerde, Aulas neden efsane ona bakmak lazım.

Esas karşılaştırma noktası ortada, ilk şampiyonluğunu 2002 yılında elde eden bir kulüp nasıl olup da Fransız Ligini domine etti ve bütün rakiplerini sürklase etti de, Fenerbahçe elindeki bütün imkanlara rağmen bunu başaramadı? Soru burası çünkü iki takım arasındaki en önemli fark burada yatıyor. Aulas ekonomik açıdan çok daha iyi bir kulüp devralmadı, kulüp ikinci ligdeydi, elinde ürünlerini satabileceği milyonlarca taraftar bulunmuyordu, Fenerbahçe ise Türkiye’nin en çok taraftara sahip kulüplerinden biriydi. Aulas’ın elindeki kadro da umut verici değildi halbuki Yıldırım’ın devraldığı kadro şampiyondu. Aulas’ın başkanlığa geldiği gün ile Yıldırım’ın geldiği gün karşılaştırıldığında her şey Yıldırım lehineyken, neticede Aulas’ın daha başarılı olduğu görülüyorsa, o halde karşılaştırmayı başkanlar üzerinden yapmak lazım.

Şurasını inkar etmek mümkün değil, Aulas Fransa’nın en sevilen başkanı değil, hatta Aulas ile toplumsal sempatiyi aynı cümlede kullanmak bile abes olur ama biz de başkanımız Türkiye’nin en sempatik başkanıdır diyemeyiz. Yani “Aulas’ın yaptıklarını yapsaydı Türkiye’nin en sevilmeyen başkanı olurdu” diye rahatlamak da mümkün değil, Yıldırım Aulas kadar başarı elde etmeden de yeteri kadar antipati toplanabileceğini herkese gösterdi. (İşin bu noktasında hiçbir başarı elde etmeden de en çok nefretin toplanabileceğini gösteren Yıldırım Demirören’in kendine has bir başarısı olduğunu söylemek gerekir)

Aulas, önce bir endüstriyel futbolun bir parçası. Milyar dolar sahibi işadamlarının (kimi zaman şeyhlerin) futbol takımlarına sahip olarak onları sübvanse ettiği bir çağda, Aulas’ın ekonomik yaklaşımı takımın kendi kendine yetebirliği ilkesine dayanıyor. Aulas sürekli ve agresif bir şekilde kulüp gelirlerini arttırıyor ve işin şemasını çoktan öğrenmiş, daha çok gelir, daha iyi futbolcular, daha iyi futbolcular daha çok başarı, daha çok başarı daha çok gelir demek. Burada kritik faktör, Aulas’ın bir “yönetici” olarak bu döngünün sürekliliğini ve devamını sağlamaya yönelmesi, milyar dolarlık iş adamları ise bu döngüye dışarıdan para enjekte ederek esasında kulübün kendi kendine yetebilirliğini baltalamaktalar.

İkincisi, Aulas, akıllı bir yatırımcı. Son dönemlerde kulüpten bir çok yıldız gitmesine rağmen iyi yatırımlarla yeni yıldızlar ve ihtiyaçlara uygun futbolcular bulan bir mekanizma elinde bulunmakta. Dolayısıyla Aulas, Yıldırım’ın tersine, kendi başına, kendi karar verdiği futbolcuları, canı istediği gibi alacağına, bu işi çoğunlukla profesyonel mekanizmaya bırakmayı tercih ediyor. 87 sezonundan beri Aulas her sezon takımı genel olarak geliştiriyor. Beklentilere uygun futbolcular alınıyor, her sezon takımın ihtiyaçları ve hedefler belirlenip buna göre transfer politikaları geliştiriliyor ve her sezon bu tekrar ediyor.

Aulas’ın genel ilkeleri ve agresif stratejileri “burjuva ahlakı” içerisinde değerlendirilebilir, nihayetinde burada “burjuva”, “kar maksimizasyonu”na denk bir talep içerisinde kendi “kurumuna” yatırım yapmakta, elde ettiği gelirleri arttırmakta, elde ettiği gelirlerle ürününü geliştirmekte ve pazarda daha büyük pay elde etmektedir. Böyle bir burjuva ahlakından geçmiş şahsın ise, ürün üretim sürecinde süreç yönetimi dışında profesyonellere güveneceği, genel olarak amacına ulaşmak için “basiretli bir tacir” gibi davranacağı, “Pazar kayıplarına” denk gelen sorunlar karşısında açık ve şeffaf iş yönetim süreçlerinden istifade edeceği (iç eleştiri mekanizmaları, profesyonel değerlendirmeler, sorun tespiti ve kriz yönetimi gibi) dolayısıyla tanımıyla bir modernist, sanayi toplumu sonrası homo economicus filan olması ise bir öngereklilik, zaten endüstriyel futbol içerisinde varolmak ve bu varoluşu başarıyla devam ettirmek isteyen herhangi bir kulübün sahip olması gereken niteliklere dönüşüyor. Bu noktada kurumsallaşma, profesyonelleşme ve genel hatlarıyla modernizasyon bir takım romantik hayalleri, amatör istekleri yok etmiş ise de, nihayetinde zaten saha şartları estetize edilmiş romantik ideallere müsait değil, hakemler sürekli profesyonel düdükler çalıyor.

Yıldırım? Denizli maçından sonra aniden istifa edebiliyor, bir ay boyunca taraftarı da yalvartabiliyor, aniden ve gelişigüzel yapılmış transferler, birden verilen fevri kararlarla gönderilen teknik direktörler, planlama ve projelendirme eksiklikleri, yatırımdan yalnızca stadyum kapasitesinin anlaşılması, taraftar ilişkilerinin sürekli baltalanması, soyunma odasında yaşanan azizsilinler ve nicesi Aulas’ın başarmasına sebep olan hangi faktöre denklenebilir? Aulas tam da bu faktörler sebebiyle, bunlar varolduğu ve bunları sürekli bir şekilde uygulayabildiği için 7 sene üstüste şampiyon olan, Monaco, Marseille, Paris Saint German vesaire gibi takımları sürklase eden, liginin kralı bir takım kurabilirken, çok daha büyük potansiyellere sahip Yıldırım, Aulas’a yaklaşabilecek bir yönetici olmadığından, Galatasaray, Beşiktaş gibi takımlar ekonomik açıdan tarihlerinin en zor zamanlarını yaşarken dahi ligi domine edemiyor, kadro istikrarını sağlayamıyor, en iyi oyuncularını gönderirken onların yerine ancak yarı kalitede futbolcular monte ediyor. Üstelik Aulas’ın tersine, Yıldırım giden bu kaliteli oyuncularından para da kazanmıyor.

Farkındayım ki Aziz Yıldırım dönemi ve bizzatihi şahsı Fenerbahçe’lilerin gözlerinde eşi benzeri bulunmaz bir yere sahip. Yaptıkları vefa duygusu içerisinde övülüyor ve kazandırdıkları sebebiyle büyük bir dokunulmazlığa sahip, toz kondurulmuyor. Amma ve evvela, Türkiye’de muadilsiz olması tüm dünyada muadili olmadığı anlamına gelmediği gibi, muadilleri içerisinde imkanlarına göre başarılı olup olmadığı, başarılı ise ne derece başarılı olduğu sorusu da ortada duruyor. Yıldırım Aulas kadar başarılı mı? Hayır. O halde kendisinin önünde mükemmel bir şans var, bu başarıları elde edebilecek birine destek olma ve yol verme ferasetini göstermesi, şimdiden heykeli dikilecek adamdı, bu sayede tarihe hayal dahi edemeyeceği kadar iyi geçebilir.


3 comments:

  1. Adsız dedi ki...

    Fransa ve Türkiye.. Elma ve Armut..

  2. aethewulf dedi ki...

    fransa'da ikinci ligde oynayan bir takımı alıp 7 sene üstüste şampiyon olan avrupa'nın en zengin 13. takımını kurmak, türkiye'de şampiyon olmuş olan bir takımı alıp tekrar şampiyon yapmaktan her halükarda daha zordur. daha zordur, çünkü ikinci ligdeki bir takımın finansal kaynakları, taraftar potansiyeli türkiye'deki takımdan çok daha aşağıdadır. daha zordur, çünkü bu takımın rakipleri ile arasında fersahlar varken, türkiye'deki tüm rakiplerine en yakın itibariyle denk bir yerden işe başlamaktadır. ve bu fransa'da yapılabiliyor ama türkiye'de yapılamıyorsa bunun tek sebebi vardır, türkiye'dekilerin beceriksiz olması. dünyada her şeyin bir "türkiye hali" yok. dünyadaki her kavram türkiye'de illa bambaşka ve tamamen absürd bir çizgide olmak zorunda değil. bütün dünyada nasıl bina yapılıyorsa türkiye'de de o şekilde yapılıyorsa, bütün dünyada insanlar nasıl sevişiyorsa türkiye'de de o şekilde sevişiyor ve bütün dünyada çocuklar nasıl doğuyorsa türkiye'de de öyle doğuyor. türkiye de, dünyanın bir parçası ve dünyanın her tarafında geçerli olan doğrular bu böyle olduğu sürece bu coğrafya için de geçerli olacak. nasıl ki hırsızlık bütün dünyada suçtur, nasıl ki dürüstlük tüm toplumlarda bir erdemdir, başarılı yönetici olmakla başarısız yönetici olmanın da kriterleri tüm dünyada aynıdır. eğer bu kriterlerden türkiye'de sınıfta kalıyorsanız, dünya'da da sınıfta kalmışsınız demektir. o sebeple, fransa'da, doğru yöntemlerle başarılı olmuş bir yönetici elbette türkiye'de yanlış yöntemleri sebebiyle başarısız bir yöneticiyle karşılaştırılacak ve şu soru sorulacaktır, neden fenerbahçe ligi domine edemedi? türkiye armut olduğu için mi, yoksa armutluk sizde olduğundan mı?

  3. sseldne maerd dedi ki...

    aethe, retorik soruna cevap vereyim müsadenle:

    Armutluk bizde olduğundan, Türkiye'den Lyon çıkmaz. Müesses nizama göre bir denklem yapacaksak da, Fenerbahçe-Lyon'dan çok daha "cuk" örnekler var elimizde. Karşıyaka, Göztepe, Altay, Adanademirspor gibi klüplerin bırak süper lige çıkıp lig domine etmesini, kendi liglerinde bile onbinlerce taraftarlarıyla bir topu doğrultamadıklarını görüyoruz. Elma ve armutluk tek bir durum var aslında ortada, anlatayım.

    Babam, kendimi bildim bileli, ikinci lig gediklisi bir Marmara takımının yönetim kuruluna girer; kah genel sekreter olur kah tırışkadan üye. Futbolun sadece futbol olmadığını anladığımız zamandan sonra işe biz de ilgi duyduk, nasıl oluyor da belediyeden deli gibi bütçe yardımı koparan, 3-5 bin devamlı taraftarı bulunan, 50 yıllık klüp ikinci lig-üçüncü lig döngüsünden kurtulamamış?

    Mesele basit. Türkiye'de klüp yöneticiliği tamamen muhtarlık boyutunda, esnaf anlayışıyla ilerliyor. Söz konusu klübün tüm başkanları bu tip "Ahmet'in işleri iyi, bundan yönetici olur, soralım başkan olur mu" mantığıyla göreve gelmiş. Göreve gelen Ahmet'in radikal karar anlayışı üç maç kötü sonuçtan sonra ya eski süper lig oyuncusuna bir kaç yüz milyar vermek olmuş, ya sallapati bir teknik direktörü kovup yerine başka bir sallapati teknik direktör getirmek ya da tüm kadroyu pafa yollayıp paftakileri a takıma almak. Bu döngünün devamında da istifa etmiş. Olay baştan başlamış. İnan, en ufak istisna ya da mübalağa yok.

    Altay'da farklı mı? Bursaspor'da? Galatasaray'da Fenerbahçe'de farklı mı? Katiyyen değil. Elma ve armut diyorsak, evet armutluk burada, bizde.

    Yıldırım Demirören (en nefret edilen olduğuna kesinlikle katılmam) ne yapmış? Aziz Yıldırım ne yapmış? Adnan Polat ne yapmış? Türkiye gibi zenginin kolaylıkla zenginliğini koruyabileceği ve arttırabileceği yerde basit ticari hamlelerde bulunmuşlar. Bana sorarsan esnaflıktan bile kolay bir işle iştigal etmişler. En fenası da vizyonsuzlar. İşte o kadar yurtdışı eğitimi görmüş, o kadar milyon dolara hükmetmiş Adnan Polat'ın vizyonu, radikal karar alacağız diyip
    Bülent Korkmaz gibi rezalet bir teknik kapasiteye sahip bir adamı, UEFA finali hedefleyen Galatasaray'ın başına getirmek.

    Olayı daha makro boyutta inceleyelim, benzerlikler şaşırtıcı. Paşalar gibi binlerce yıllık bir hikmet-i hükümet geleneğin var, jeostratejik anlamda avantajlısın, genç ve sayıca fazla bir nüfusun var. Elin oğlu 10 milyonluk ülkeyle harikalar yaratırken sen sürünüyorsun.

    Gel burdan Galatasaray'a, Fenerbahçe'ye, Beşiktaş'a. Asrı devirmişsin, onun ötesinde çınarın kökleri arzın merkezine değmiş, İstanbul gibi sanayinin kalbinde yer alıyorsun, 30 milyonlarla ölçülecek taraftar gücün var. Ama işte adı sanı duyulmamış bir adam geliyor, üç tane tokat atıyor, kıçının üstüne oturuyorsun.

    Ama bu körler kavgasında, körlemesine bir tokat atıp diğer körleri devirdiğinde el üstünde tutuluyorsun. Kendi seyircisinin nefret ettiği Yıldırım Demirören'in efsaneleşme sürecine hazır mısın bu mayısta?

    Kahvehaneden çıkmayıp, hiç bir şey üretmeyip, kendini bir gıdım geliştirmeyip sonra nutuk parçalayan da aynı armut. Körden tokat yiyince başkanı yerin dibine sokup, köre tokat atınca arşa çıkaran da aynı armut. Al sana armutun anatomisi.

Yorum Gönder