Yalan Rüzgarı



Yukarıdaki görüntüler bütünüyle gerçek. Iberia havayolları ile Madrid’ten İstanbul’a dönüş uçağında darbuka ve klarnet eşliğinde roman müziği dinledik. Koridorda ayakta duranlar veya yerlerinde oturanlar alkışlarla tempo tutarken, uçaktaki yabancılar yüzlerinde aptalca bir sırıtışla etraflarına bakıyorlardı. Hostesler ise dehşet verici bir şekilde şaşırmış olmalılar ki ortaya bile çıkmadılar. Bütün bunları anlatacağım ama önce şu “Yalan Rüzgarı” konusunu bir hatmedelim.

Küçüklüğümüzde yayınlanan Yalan Rüzgarı dizisi malum. Herhalde TRT-2’de olacak, o zamanlar bugünkü Star TV’nin atası Magic Box dahi ya açılmamış ya da eli kulağında açılacak bizler TRT harflerinden dünyayı söktürmeye çalışıyoruz, bu Yalan Rüzgarı ortalığı kasıp kavuruyor. Ben küçükken de şimdi olduğu gibi bu olaylara karşı felaket ilgisizdim. Aile efradının diziye müthiş ilgisini, komşularla birlikte icra edilen dizi izleme ritüellerini yaşayınca bir iki izlemeye çalıştım fakat kar etmedi. Bana uygun değil. Richard mı vardı, John mu vardı hala hatırlamam. Ancak bu isimler üstünde nasıl teoriler geliştirildiğini, uzun uzadıya dizideki karakterlerin nasıl analiz edildiğini, kimisinin büyük bir öfkeyle kimisinin sonsuz bir sevgiyle nasıl zikredildiğini hala hatırlarım. İzleme teşebbüsüm de şöyle oluyor: Olay bütün konu komşuyu da saran müthiş bir hale gelince elbet ilgileniyorum. Bir bölüm izledim, söktürmeye çalışıyorum, şu kim bu kim şu neyin nesi herkesi de soruyorum. Fakat arkadaş bunların aralarındaki çapraz bağlar bitmek bilmiyor! O onunla olmuş ama bununla ilgileniyormuş da bu berikinin bilmemnesiymiş de bu bilmemne de haris bir insanmış da onunla böyle bir şey yapmış da şu da buna karşı bilmem ne olmuş. Bir ton şey. O yaşta tabi “Ulan Mendel’in çaprazlamasıyla bu kadar ilgilenseydiniz şimdi biolojiye bilime bir hayrınız olurdu” da diyemiyorsunuz. Böyle bir izledim. Yok dedim bununla vakit harcanmaz. Ancak bu dizinin muhabbeti de bitmiyor. 1 hafta sonra mıydı neydi bismillah dedik bir daha izledik. Yahu sanki o bir hafta hiç yaşanmamış! Ben diziyi nerede bıraktıysam hala orada. O onluğuna bu bunluğuna Richard da Richardlığına berdavam. Yahu bu bir hafta boyunca eşrafta konuşulanlara baksan yer gök yerinden oynamış olması lazım, dizi de hareket yok. Yıllar sonra bizim Immanuel Tolstoyevski ile sohbetlerimizde de bu Yalan Rüzgarı konusuna değinip haftalar aylar geçmesine rağmen aynı kalan ancak insanların o zaman dilimi boyunca hararetle birbirlerini yedikleri meseleler için “yalan rüzgarı gibi” der geçerdik.

Tam ona döndü arkadaş. Gittiğimde de Fener Poulsen’in peşindeydi, geldiğimde de. Gittiğimde de Juventus Poulsen’i iknaya çalışıyor Poulsen zinhar gelmem diyordu bugün de tastamam öyle demekte. Giderken Aziz Yıldırım’ın Arda’yı transfer teklifi manşetti, geldim bir gazeteyi açtım hala aynı konu. Fener hala sol kanat arıyor, Hamit transferi hala sakız gibi uzatıla uzatıla önümüze sürülüyor, Daum’un ne kadar disiplinli olduğunu anlatan haberler de aynı şekilde devam ediyor. Durumumuz vallahi “Yalan Rüzgarı.” Hababam kendini tekrar eden transfer haberlerinden miden şişmediyse, Cem Garipoğlu’nun hala bulunamayışını mı ararsın, Alp Eren Ocakları’nın İdil Biret konserini basışını mı yoksa daha büyük hoşluk olarak her sene tekrarlanan bir başka haberi mi, Bodrum’un sit alanı ilan edilen, “çivi bile çakılamayacak” bir koyunun daha “Turistik tesis” olarak değerlendirilmek üzere bir adama tahsis edilişi mi? Vallahi memleketin gündemi bitmek bilmez bir dizi gibi. Yabancı kanallar prodüksiyonla çok uğraşmasınlar, Türk TV’lerinin haber bültenlerini aynen yayınlasınlar dizi gibi izler yeminle alem.

Doğrusunu da söyleyeyim. Tüm bunları yazmadan önce bayağı bayağı hepsine giydirmeyi planlıyordum. Ama kardeşim memlekete daha yeni inmişim. İçim de zaten açtığım ilk sayfada şişmiş. Şimdi kısa kesmeye karar verdim. Şu Iberia yolculuğumuza dönelim.

Uçağa bindik. Yerlerimize yerleştik. Ortalık gayet düzenli. Uçak havalandı ben de elimdeki kitaba yumuldum. Yolun yarısında bitti. Sıkıldım etrafa bakıyorum. Yahu bir baktım herkes ayakta. Koridorda küçük sohbetler, birbirine laf atmalar, şakalaşmalar. Hatta bu tip yolculukların olmazsa olmazı bir “yabancıya memleketimizin gerçeklerini anlatan genç” adam da var. Bu da şöyle oluyor. Şimdi bir genç beyaz türkümüzle bir yabancı es kaza yanyana düşmüş oluyorlar. Adam muhtemelen bir soru soruyor. Oradan muhabbet başlıyor. Bizim gencimiz tabi işte “İstanbul’a daha önce geldiniz mi” diye soruyor. Adam “İstanbuldan Kapadokya’ya geçeceğim” gibi bir şeyler diyor. Orada boku yiyor. O saatten sonra soruların ardı arkası kesilmez. Bizim genç başlar nereli olduğunu sormaktan, adam bir cevap verir, genç devam eder konu en nihayetinde tarihe gelir. İstanbul’a mı gidiyor İstanbul’da Topkapı sarayı vardır, Osmanlı Padişahlarınındır ve Osmanlılar’ı acaba bu adam duymuş mudur? Adam Bizans’tan Roma’dan bahsedecek olur, çocuk Konstantiniye’nin nasıl İstanbul olduğundan yabancıların nasıl özellikle Konstantinopolis dediklerinden ve memleketimiz üstündeki gözlerinden bahsi açar. Bunu duydun mu artık o muhabbetin kulağına değmemesi için canını dişine takacaksın. Arkanı dönüp diyemezsin ki “Yahu 19. Yüzyıl başına kadar Osmanlılar da İstanbul’a İstanbul değil Der-Saadet veya Konstantinniye derlerdi bu İstanbul adı 19.yüzyıldan sonrasına denk düşer o da artan milliyetçilik akımının etkisidir zira İmparatorluk algılaması ile nükleik ulus devletçi bir zihniyetin farkını yansıtır” Susacaksın. Ben de öyle yaptım. Bir iki. Adam aynıyle ingilizce “American Indians are Turk too, they pass from Bering District” diyince kafamı nereye vuracağımı hesap etmeye çalışmaktan kendimi alamadım. Herhalde oltaya yakalanmış olan ve çırpınmaktan başka şansı bulunmayan yabancı da aynı şeyi hissetti ki bir şaşkınlık narası attı. Çocuk hırsla kızılderililerin nasıl da Türk olduklarını iknaya çalışıyordu.

O sırada işte olan oldu. Mevki itibariyle yanımızda oturması gereken ancak koridorda ayakta durup bağıra çağıra konuşmakta olan bir adam “Hadi ya yaparız ya hadi olm vallahi yaparız” gibilerinden bir şeyler söyledi. Ne yapılıyor ne ediliyor ona bakıyorum. Bu yukarı uzandı bir yandan da gaz veriyor “Oğlum bir deneyelim tepkiye bakalım iyi olacak bak” diyor. Allah allah. Açtılar üstteki kapakları. İçinden bir darbuka ile klarnet çıkardılar. Bir de temiz yüzlü menejerleri gibi biri var. Yahu ne yapacaksınız ne çalacaksınız filan dedi. Burnumun dibinde. Lafa atladım. Bir taraftanda içimde şu arkadaki manyakça muhabbet kapanacağı için inanılmaz bir heyecan var dedim ki “oldu olacak oynak bir şey çalın” Vallahi de çaldılar. Herkes önce bir afalladı, sonra durur mu Türk milleti onlar da başladılar alkışa, oynamaya. Şimdi soracaksınız sen alkış tutmadın mı? Vallahi de tuttum billahi de tuttum.

Çocuklar felaket iyi. Tekno-Punk festivalinden geliyorlarmış. Tekno Roman adları. Harika bir ikili. Bir de bu felaket anarşist bir şey. Bildiğin norm gözün önünde ayaklar altında. Uçaktaki o sert ve katı davranış normları bir anda oynamalı, darbukalı bir atmosferde kendini kahkahaya rahatlamaya bırakıyor. Her sefere roman ekibi iyi gider mi bilmem ama tam da bu yolculuğun bu noktasında beni inanılmaz rahatlattığını söyleyebilirim. Bir de kardeşim, zaten kalkmışlar madem kalktılar ve madem olacak bari güzeli olsun, onu da teşvik ederim. Bunlar iki şarkı çaldılar, içerisi yıkılıyor. Alkış kıyamet. İşin raconu da kendini buldu, hemen darbuka ters çevrildi, ilk bozukluğu da ben attım. En sonunda hostes de çıktı meydana yüzünde kocaman bir tebessüm, elinde küçük bir kırmızı şarap şişesi çocuklara şirketten hediye. Biraz önce kızılderililerin Türk olduğundan bahseden yabancıya tarih okumasını filan salık verirken –çünkü yabancıların memlekette gözü varmış- benim Roman kardeşim darbukasıyla gavuru fethedip çeşitliliği kutladı bile.

Birader sıkıcı bir sonla bitirmeyeyim bayık politik söylemler yerine güzel bir şey üretmenin insanlığa bakış açısını nasıl değiştirdiğinden filan da bahsedecek değilim, o kısacık anda bu arkadaki herifin bed sesinden beni kurtarıp yüzümü güldürdünüz ya sağolun. Bizim yalan rüzgarı transfer muhabbetine bu yazı darbuka sesi olsun, biraz es verelim. Belki daha sonra Lizbon’daki Fado barından, Argentina Santos’tan ve bir de şu Sagres mi Super Bock’mu daha iyidir gibi önemli hususlardan da bahsederim.


1 comments:

  1. NYG dedi ki...

    Dünya Türk Olsun :D

Yorum Gönder