30 Mart 2012
Zulmün Fotoğrafı: Mahkeme Şikesi
Bugün Giresunspor bağlantılı 6 kişi daha tahliye oldu. Bunlarla birlikte toplam tutuklu sayısı 10. Şimdi savcının iddiası şuydu, birbirinden bütünüyle ayrı iki grup var, bunlardan Olgun Peker grubu başka suçları da işliyor, Aziz Yıldırım ve arkadaşları ise 6222 sayılı kanunda belirtilen müsabaka sonucunu etkilemek için bir takım eylemlere örgütlü olarak girişiyorlar.
1) DAVAYA BAKMAYA HANGİ MAHKEME YETKİLİ?
6222 sayılı kanunun 23. maddesi diyor ki:
"Yargılama ve usul hükümleri
MADDE 23 – (1) Bu Kanun kapsamına giren suçlardan dolayı yargılama yapmaya Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun ihtisas mahkemesi olarak görevlendireceği sulh veya asliye(1) ceza mahkemeleri yetkilidir."
HSYK da diyor ki:
"6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunun 14.04.2011 tarihinde yürürlüğe girdikten sonra Kurulumuz Birinci Dairesi 12.07.2011 tarih ve 219 sayılı kararı ile,
Bir asliye/ağır ceza mahkemesi olan yerlerde bu mahkemenin,
İki asliye/ağır ceza mahkemesi olan yerlerde ikinci(2) asliye ceza mahkemesinin,
İkiden fazla asliye/ağır ceza mahkemesi olan yerlerde üçüncü(3) asliye/ağır ceza mahkemesinin,
6222 sayılı yasa kapsamında ihtisas mahkemesi olarak görevlendirilmesine karar vermiştir.
Daha sonra da şöyle devam ediyor:
6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunun “Yargılama ve usul hükümleri” başlıklı 23’ncü maddesinde yer alan “asliye veya ağır” ibarelerinin 15.12.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6259 sayılı yasa ile “sulh veya asliye” şeklinde değiştirilmesi nedeniyle, Kurulumuz Birinci Dairesi yukarıda belirtilen kararını yeniden ele alarak 01.02.2012 tarih ve 47 sayılı kararı ile 6222 sayılı yasa kapsamına giren suçlarla ilgili davalara bakmak üzere sulh ceza ve asliye ceza mahkemeleri arasından yeniden ihtisas mahkemeleri belirlenmiş ve söz konusu bu kararlar alındıktan sonra uygulanması ve bilgi edinilmesi bakımından bütün Cumhuriyet Başsavcılıklarına ve mahkemelere gönderilmiştir.
Yani ne diyor kanun? Bu davaya bakmakla yetkili mahkeme HSYK tarafından belirtilecek ihtisas mahkemesidir.
HSYK ne diyor? Bu davaya bakmakla yetkili mahkeme İkiden fazla asliye / sulh ceza mahkemesi bulunan yerlerde üçüncü asliye / sulh ceza mahkemesidir.
Peki davaya kim bakıyor? 16. Ağır Ceza Mahkemesi!
Yani kanunun hükmü açık. Bu açık hüküm gasp ediliyor. Gerekçe? Fiili irtibat.
Ne demek fiili irtibat? Yani cebir ve şiddet uygulayan Olgun Peker grubu ile SAVCININ HİÇBİR BAĞLANTISI OLMADIĞINI KABUL ETTİĞİ, İKİSİNİ AYRI BİRER ÖRGÜT OLARAK TANIMLADIĞI Aziz Yıldırım ve arkadaşları arasında, HİÇBİR DELİLE DAYANMAYAN, HİÇBİR MESNETİ OLMAYAN BİR FİİLİ İRTİBAT OLDUĞU İDDİASIYLA MAHKEME DAVAYI GÖRÜYOR.
Varolmayan bir fiili irtibat, var denildiği için davaya 16. Ağır Ceza Mahkemesi bakıyor ve kimse de çıkıp kardeşim ne oluyor demiyor. Bu mahkemeye HSYK yetkisi olmadığını bildiriyor, mahkeme yine de davaya bakıyor, HSYK çıkıp da kardeşim sen ne yapıyorsun demiyor. HSYK'nın başı Adalet Bakanı bütün bunlara göz yumuyor, kabine üyeleri bu haksızlık devam ederken "ince ayarlar" peşinde koşuyor, Başbakan "kulübü ayıralım ama şahıslara ceza verelim" yani "Aziz Yıldırım ceza alsın ama ben oy kaybetmeyeyim" diyor, ondan sonra da bazı aklı evveller çıkıp diyor ki "bu işte siyaset yok!" ne var lan peki? Bu işte de siyaset yoksa bu siyaset nerede var?
2) HALA DELİL TOPLANAMADI DİYE İNSANLAR TUTUKLU!
3 Temmuz'dan 8 ay önce emniyet operasyonu başlamış, dinlemeler yapılmış, suçun işlenebileceği son maç 22 Mayıs 2001 pazar günü oynanmış, daha ne delili toplayacaksınız? Geçmişe mi gideceksiniz? Zaman makineniz mi var?
3 Temmuz'dan sonra 8 ay geçmiş, bu 8 ayda Türk sporunda yer alan herkes ifadeye çağrılmış, herkesin ifadesi alınmış, hatta dayak atıp ifade almaya, psikolojik baskıyla itiraf çıkarmaya dahi çalışılmış, bomboş, hiçbir delile sahip olmayan, teknik takip dökümanları kolajından mürekkep bir iddianameden başka bir şey yok. Daha ne delili toplayacaksınız? 16 ayda toplayamayacağınız hangi delili bugün toplamayı bekliyorsunuz? Aziz Yıldırım, iki tane arkadaşıyla, başka hiçbir kulüp yöneticisi, oyuncusu, teknik direktörü veya hakemin karışmadığı bir şike mi yaptı?
Şike suçu ne? müsabaka sonucunu etkilemek için yapılan anlaşma.
Soruyoruz:
1) BÖYLE BİR ANLAŞMANIN DELİLİ VAR MI?
2) BÖYLE BİR ANLAŞMA ÇERÇEVESİNDE SONUCU DEĞİŞEN BİR MÜSABAKA VAR MI?
3) BÖYLE BİR ANLAŞMA NEDENİYLE YAPILAN BİR ÖDEME VAR MI?
YOK! YOK! YOK!
O halde bu insanlar neden tutuklu?
3) BU BİR ŞİKE DAVASI DEĞİLDİR
Bu dava şike davası filan değildir. Milyar dolarlık bir ekonomiye sahip olmak için başlatılan, belirli bir şebeke tarafından yürütülmüş, siyasetin alabildiğine içine dahil olduğu, süreç uzadıkça yaşanan gerilim sebebiyle oy kaybına uğrayacağını düşünen hükümetin manevraları ile süren ve cemaatin açık açık kendi gazetelerinden, medya temsilcilerinden taraf olduğunu beyan ettiği bir davadır. Bu davanın muhatapları da kendisinden bazı şeyler beklenen Aziz Yıldırım ve kendisinden bir şeyler bekleyen egemen gruplardır.
Fenerbahçe ve türk sporu masadaki mezeden başka bir şey değil.
Biz de teslim olmayacağız. Zulme ve zalimlere boyun eğmeyeceğiz. Nazım Hikmet'in dediği gibi,
"Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür. "
Bekleyeceğiz.
Devamı ...
29 Mart 2012
Dilara Gönder'le Yürek Soğutmak
Dilara Gönder’in meşum gafından bu yana sosyal medyada sessizliğe gömüldüğü ve 2 gündür de NTVSpor ekranlarında gözükmediği malumunuz. Bir süredir “acaba kovuldu mu?” soruları aldı başını yürüdü. Önümüzdeki makul iki alternatif ya hakikaten işine son verildiği ya da kamuoyunun balık hafızası dikkate alınarak mesele unutulana kadar ekranlardan uzak tutulacağı. Her iki ihtimal de çalıştığı kanalın tasarrufunda olmakla birlikte, o gaf ile incinenler için hiçbir anlam ifade etmiyor. Söz sahibini bağlar. Dilara Gönder de incittiği insanlardan özür dilediğine göre bunun ötesinde bir tasarruf beklemenin hakkaniyetli olmadığını düşünüyorum. Bence asıl ıskalanmaması gereken 3 Temmuz’dan bu yana spor medyasının önemli bir kısmı bilinçli olarak kamuoyunda Fenerbahçe’ye karşı algı yaratma çabasında iken, bütün günahı “kalabalıklara karşı müesses nizamın yanında saf tutmak” olan bir spikeri kurban ederek ellerini yıkamalarına izin vermemektir.
Dilara Gönder krizini burada uzun uzadıya analiz etmeye gerek yok, ama kısaca bakış açımı özetleyeyim. Canarino’nun yine bu blogda krizin gelişimine dair yaptığı özet gayet yerinde, bu sebeple tekrara düşmek istemem. Ancak bir noktayı açıklığa kavuşturmak lazım. Dilara Gönder’e bu sözleri söyleten, onu Fenerbahçe taraftarını şiddete meyyal serseri güruhu gibi görmeye iten şey Fenerbahçe düşmanlığı değil. Onun muzdarip olduğu şey bir çeşit “devlet babadır, sever de döver de” diyen müesses nizam seviciliği. Onun gibilerin gözünden bakınca 1 Mayıs’ta alanlara doluşanlar bir anda kaldırımları söküp, kamu malına zarar veren anarşistlere; Nevruz için meydanlarda ateş yakanlar teröristlere dönüşebilir. Kalabalıklar ile polisin karşı karşıya geldiği her olayda, orantılı ya da orantısız şiddet kullanan polisi haklı gören, şiddete maruz kalanlara da “dayak yemişlerse haketmişlerdir” gözüyle bakan bir perspektif bu. Dilara Gönder için yapılacak en ağır suçlama, polisin Fenerbahçe taraftarına ve sporcularına karşı orantısız güç kullanımına karşı dolaylı yoldan da olsa kamuoyunda rıza üretme işlevi görmesidir. Bu sebeple kendisini 3 Temmuz’dan bu yana bilinçli olarak Fenerbahçe’ye karşı kamuoyunda bir algı yaratma çabasında olanlardan ayırmak gerek.
Dahası kendisine gösterilen tepki ve bu tepki sonucunda kanalın tasarrufunda çok cinsiyetçi bir tavır var. Başta Dilara hanım olmak üzere hepimizin kabul etmesi gereken şey, kendisini bir spor kanalında kariyer yapmaya iten şeyin spora olan merakı, bilgisi ya da tecrübesi olmadığı. Google’da Dilara Gönder başlığı ile yapılan aramaların “Dilara Gönder mini”, “Dilara Gönder bacak” vs. olması onu arayanların onda aslen ne aradığını açık ediyor. Spor medyası da onların ürettiğini tüketenler de Dilara Gönder ve nicelerini birer cinsel obje, reytinge tahvil edilebilir birer meta olarak görmeye devam ettikçe daha böyle çok lastik patlar. Asıl hazin olan fazlasıyla erkek egemen olan spor medyasının, o alabildiğine eril çürük yumurtalara cömertçe müsamaha gösterir ve alan açarken, Dilara Gönder’i harcamada bir dakika bile tereddüde düşmemesi.
3 Temmuz’dan bu yana artık spor medyası ile kısıtlanamayacak ölçüde geniş bir medya ordusunun soruşturmayı, onun yürütülüş biçimini haklı göstermeyi, ve hatta kamuoyunda Fenerbahçe’nin suçlu olduğu algısını yaratıp mahkemenin sonucunu etkilemeyi kendine vazife edindiği aşikar. Bu blogda hiç yılmadan, üşenmeden bu isimlerin kimler olduğunu, yedikleri naneleri tek tek yazdık ki unutulmasın. Bugüne dek o isimlerin hiçbirine en ufak bir yaptırım uygulanmış değil. Bir tanesi olsun çıkıp hoyratça hırpaladığı Fenerbahçe taraftarından kuru bir özür dahi dilemedi. İşte tam da bu yüzden, spor medyasının sanki Fenerbahçe taraftarının hassasiyeti gözetiliyormuş gibi Dilara Gönder’i harcamasıyla yürek soğutup, ellerini kolayca yıkayıvermelerine müsaade etmemek lazım.
Devamı ...
28 Mart 2012
Ahmet Şık: Özlemini duyduğumuz bir hayat
Ahmet Şık'ın bugün Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmanın tam metni.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 13 Nisan 2011’de şu an bulunduğumuz çatının bir parçası olan Strasbourg’taki Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde kendisine yöneltilen bir soruyu şöyle cevaplamıştı:
“Bu kitapları toplatan ben değilim. Tutuklanan medya mensuplarının elindeki belge ve bilgilerin ardında bir şey var ki yargı hemen tedbir istiyor. Bakın bir örnek vereyim. Bombayı kullanmak suçtur. Bombanın hazırlanmasında kullanılan malzemeleri kullanmak da suçtur. Bunun ihbarı gelmişse güvenlik güçleri bunu toplamaz mı?”
Hatırladığınız üzere Erdoğan’ın, kitapları bombalara benzettiği bu konuşmayı yapmasına neden olan soru, tutuklanıp bir yıldan fazla hapishanede kalmama neden olan yazdığım bir kitapla ilgiliydi. İlginçtir kendisi de bir dönemin muktedirleri tarafından sakıncalı ilan edilmiş, okuduğu bir şiir yüzünden hapis yatmış olan Avrupa Birliği üye adayı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Erdoğan, yaşadığım haksızlığı kitapları bombaya benzeterek beni ve birçok meslektaşımı da “terörist” olarak suçlayarak savunmaya çalıştı. Çok üzücüdür ki hâlâ da öyle yapıyor.
Aradan bir yıldan uzun bir zaman geçti. Bu arada bombayla eşit tutulan, yasadışı silahlı örgüt üyesi olduğum yalanının kanıtı olarak sunulan, yayınlanmadan yasaklanarak imha edilmeye çalışılan kitabım, tüm tehdit ve yasaklamalara rağmen bir sivil itaatsizlik eylemiyle önce internetten kısa sürede on binlerce kişi tarafından indirildi. Sonrasındaysa kitabım 125 yazarın ortak imzasıyla yayınlandı. Erdoğan’ın “terörist” olmakla suçladığı kişi olarak 376 gün süren bir esaretin ardından şimdi karşınızdayım.
"Beni terörist, kitabımı da terör propagandası diye niteleyenler umarım biraz utanıyordur"
Kiminizin diplomatik yollarla, kiminizin hukuk ve demokrasi normları üzerinden yönelttiği eleştirilerle ve bazılarınızın esir tutulduğumuz Silivri’deki o soğuk duvarların arasında içimizi ısıtan ziyaretleriyle yaşadığım haksızlığın son bulmasından sonra yeniden özgürlüğün tadını çıkardığım şu günlerde karşınızdayım. Hepinize merhaba diyerek bu çabalarınız için teşekkür ediyorum. Beni terörist, düşüncelerimi ifade etmeye çalıştığım kitabımı da terör örgütü propagandası olarak niteleyenler umarım bugün biraz da olsa utanıyorlardır.
Bugün Türkiye’de sivilleşme, demokratikleşme, geçmiş dönemin darbeleriyle, 12 Eylül ile hesaplaşma gibi yalanlar havalarda uçuşurken Türkiyeli meslek örgütlerine göre 102, çeşitli uluslararası basın örgütlerine göre de 50 ila 80 arasında gazeteci demir parmaklıklar ardında. Zaten benim burada bulunma nedenim de yakın zamana dek o tutsaklardan birisi olmamdı.
“Hapiste olmadığı halde tutuklu gazeteciler"
Bilmelisiniz ki Türkiye’nin tutuklu gazetecilerden ziyade tutuklu olmadığı halde tutuklu olan gazeteciler sorunu da büyüktür. AKP ve iktidarının görünmeyen ortağı Gülen cemaatine karşı eleştirel tutum takınan, yürütülen politikalara muhalif bir duruş sergilemeye çalışan birçok gazeteci ya işinden olmuş ya da otosansürle susmak zorunda kalmıştır. Ruşen Çakır, Nuray Mert, Çiğdem Anad ve hatta iktidar partisine yakın Mehmet Altan bile hafif bir eleştiri yapınca işlerinden atılanlardan bazılarıdır. İfade özgürlüğü ve medyaya yönelik baskılarla ilgili bu sorunu yaratanların sizlere söylediği yalanlara lütfen inanmayın.
İfade özgürlüğü sorununu görünür hale getirense elbette tutuklu olan gazeteciler. Ben ve Nedim Şener’in tutuklanması bu sorunu görünür hale getirdi. Bir de Türkiye’de polis ve yargının tasarruflarının şirazesinden çıktığını kanıtladı. Evet, bir yıl dört duvar arasında kaldım ama bu sorunları görünür hale getirmesi açısından tutuklanmam hayırlı oldu.
“Gazeteciler değil, gazetecilik yargılanıyor”
Şu kesin ki sanıklarının gazeteciler olduğu davaların birçoğunda sadece gazeteciler yargılanmıyor. Bizzat gazetecilik faaliyetleri yargılanıyor. Gazetecilik faaliyetlerinin yargılamadığı yalanına rağmen açılan soruşturma ve davalarda tıpkı bana olduğu gibi tutuklu birçok meslektaşıma da savcılar ve hâkimler esas olarak mesleğimizle, haber kaynaklarımızla ilgili sorular sordular. Türkiye’de sadece gazetecilerin ifade özgürlüğü ve mesleki faaliyetleri değil, bir toplumun bilgiye ulaşma özgürlüğü engelleniyor. İfade özgürlüğü yasal kılıf uydurularak bir kez daha ihlal ediliyor. Yasaların koruması altında olan, gazetecinin haber kaynağının gizliliği ortadan kaldırılıyor. Haberciliğin, gazetecilik faaliyetlerinin sınırlarını, yazılacak kitapların konusunu, polisler, savcılar, siyasetçiler belirlemek istiyor.
Oysaki gazetecinin susturulması halkın susturulması demektir. Ve sessizlik sadece totaliter rejimlerin, korku ve baskıyla hükmünü sürdüren iktidarların vazgeçilmez silahıdır. O halde soruyorum; bu kuralların geçerli kılınmaya çalışıldığı ülkemin rejiminin adına demokrasi mi yoksa adaleti ortadan kaldırarak endişe ve paranoyanın topluma hâkim kılınmak istendiği bir korku diktatörlüğü mü diyeceğiz?
“Sözünü sakınmayanlar ‘terörist’ olarak suçlanıyor”
Türkiye’de cezaevleri ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerekirken “terör” kılıfı uydurulan suçlamalarla “terörist” denilerek özgürlükleri gasp edilen tutsaklarla dolu. Talepleriyle ilgili barışçıl protesto gösterileri yapan 500’den fazla öğrenci de bunlara dâhildir. Ama giderek daha fazla otoriterleşen bir baskı rejiminde gücü elinde tutanların, iktidarlarıyla suç ortaklığı yapmayan, sözünü sakınmadan konuşup yazarak gerçekleri dile getirenleri gazeteci değil de terörist olarak suçlaması olağandır.
Sözlerime bir alıntıyla devam etmek istiyorum:
“Totaliterliğin yeni yüzü insan hayatının her alanına dokunuyor. Sistemin ikiyüzlülüğü ve yalanları hayatımızın her köşesine siniyor. Bireyin kıyasıya aşağılanması, özgürleştirilmesi kisvesiyle sunuluyor. İnsanları bilgiden yoksun kılmak, bilginin yaygınlaştırılması diye adlandırılıyor. Yönlendirilmek için kullanılan iktidar gücü, halkın gücünü kullanması olarak nitelendiriliyor. İktidar gücünün keyfi kullanımı yasaların uygulanması oluyor. Baskı kültürü gelişme adıyla paketleniyor. İfade özgürlüğünden yoksun bırakmak özgürlüğün en ileri noktası diye yansıtılıyor… Bu sistem kendi yalanlarının kölesi olduğu için her şeyi çarpıtmak zorunda. Geçmişi çarpıtıyor. Şimdiyi çarpıtıyor. Geleceği çarpıtıyor. İlkeleri olmayan ve hayatın her alanına sızan bir polis devleti olmadığını iddia ediyor. Bu sistem insan haklarına saygılıymış rolünü yapıyor. Kimseye en ufak bir baskı uygulamıyormuş rolünü oynuyor. İnsanlar bu yalanla yaşamak zorunda değil.”
Çok tanıdık ve bugünlerde ülkemde yaşamakta olduğumuz zulmü anımsatan bu satırlar bana ait değil. Bahsi geçen yer de Türkiye değil. Güçsüzün Gücü başlıklı bu makaleyi kaleme aldığı için Vaclav Havel, 1978 Çekoslovakyasında tutuklanmış, ülkesine dair gerçekleri dile getirdiği için tutsak edilmişti.
Bizler ise, 2012 yılında ve Türkiye’de yaşayan vatandaşlarız. Düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken çalışma ve eylemlerin “terör faaliyeti” olarak adlandırıldığı, gazetecilerin, yazarların, yayıncıların, akademisyen ve öğrencilerin kısaca fikirlerini ifade eden her kesimden muhalif kimliğe sahip olan hemen herkesin “terörist” kılıfı uydurularak özgürlüklerinden alıkonulduğu birçok davada, Havel’in makalesinde anlattıkları bizlerin neler yaşadığımızı da çok doğru dile getiriyor.
“Görevi kargaşaya son vermek olan hukuk, bizzat kargaşa yaratıyor”
Ne acı ki adalet, adaletsizliğin suretinde görünür kılınıyor ülkemde. Görevi kargaşaya son vermek olan hukukun kendisi bizzat kargaşa yaratıyor. Çözüm diyerek ürettiği her çare yeni bir hukuki kargaşanın, çifte standardın ve hak ihlalinin nedeni oluyor. Türkiye'de soruşturmaların, davaların ve mahkeme kararların bu kadar çok tartışıldığı ve herkesin üzerinde akıl yürüttüğü ve elbette adalet duygusunun bu kadar çok zedelendiği böyle bir dönem yaşanmamıştır.
Türkiye’de isimlerini sayamayacağım kadar çok gazeteci yazdıkları kitaplar, haberler ve çektikleri görüntülerden; Ragıp Zarakolu gibi ömrünü demokrasi ve barış mücadelesine adamış bir yayıncı yasal bir partinin siyaset akademisinin kokteylinde açılış konuşması yapmaktan; Büşra Ersanlı gibi bir akademisyen toplumsal cinsiyet konulu ders vermekten; elma soymak için dahi çakı taşımamış olan, çocuk kitapları kaleme alan, Kürt sorununa barışçıl çözüm aramayı kendine dert edinen Muharrem Erbey gibi insan hakları savunucusu bir avukat şiddet kışkırtıcılığından; öğrenciler konser bileti satmak ya da parasız eğitim talep etmekten; köylüler yaşadıkları yerlerdeki doğa tahribatına neden olacak baraj projelerine karşı çıkmaktan terörist olarak cezaevinde. Hatta pişmanlık duyduğunu açıklasa da geçmişinde işkencecilik sicili bulunan, milliyetçi bir polis müdürü de esasında yazdığı bir kitaptan görünüşte ise sosyalist bir örgütün üyesi olmaktan tutuklu bulunuyor.
Genel anlayışı yansıtan bu saydığım bir kaç örnekten kolaylıkla terör örgütü ve terörist bulan Türkiye yargısı kanı hâlâ kurumayan Hrant Dink’in cansız bedeninden devletin kendisinin bizatihi katil olduğu bilindiğinden olsa gerek ne terör örgütü ne de terörist bulamıyor. Bulmak istemiyor.Anlayacağınız Türkiye’de ülkeyi yönetenlerin vatandaşlarına layık gördüğü ceza adalet sisteminin yarattığı hukuki sorunlar yüzünden artık yargısız, soruşturmasız, davasız geçen bir tek günümüz yok. Her gün hem şaşkınlığımıza ve hem de öfkemize bir yenisini ekleyen absürtlüklerle karşı karşıyayız. Kurulu düzenin bileşenlerini oluşturan AKP ile iktidarının gayrı resmi ortağı Gülen cemaatine muhalif olan her kesimden insan terörist olmak ya da terör faaliyeti yürütmek bahanesiyle ya cezaevlerinde ya da tutuklama tehdidiyle yaşamak zorunda. Gülen cemaatinin örgütlenmesinin etkinliğinde bulunduğu artık herkesçe bilinen polisin rövanşist siyasi hesaplarla yaptığı operasyonlarıyla ve olağan olduğu söylenen dönemin olağanüstü yargısının özel yetkili mahkemeleriyle olağan hayatımızın artık her günü olağanüstü. Öyle ki yaşanan hukuksuzlukları hukuk yoluyla engellemeye çalışmak bile olağanüstü bir cesaret gerektirir hale geldi artık.
“Sorunları mevcut ceza adalet sistemiyle çözmemiz mümkün değil”
Türkiye’de her dönemde güç ve iktidarı elinde tutanın oyuncağı haline gelen, her zaman taraflı ve her zaman siyasal tutum almış olan ve hiçbir zaman bağımsız olmadığını bildiğimiz yargı mekanizması, düşünce ve ifade özgürlüğünün ekseninde yaşanan haksızlıkların baş sorumlularından biridir. Daha net söylemek gerekirse, hoşa gitmeyen her sözü, beğenilmeyen her davranışı ve eylemi terör faaliyeti olarak değerlendiren Türk Ceza Kanunu (TCK) ile Terörle Mücadele Kanunu’ndaki (TMK) düzenlemelerdir. Bu yasal düzenlemeleri aşırı ve abes yorumlarla değerlendirmekte bir sakınca görmeyen savcı ve hâkimlerdir. Bu savcı ve hâkimlerin görev yaptığı Özel Yetkili Mahkemeler’dir. Aklı ve vicdanı olan, hukukun üstünlüğü ve demokrasiye inanan herkesin söylediğini tekrarlamakta fayda var: TCK ve TMK ile Avrupa hukuk normlarını içselleştirmemiş Türkiyeli hâkim ve savcılara egemen olan devlet merkezli zihniyetten kaynaklı uygulamalarının ortaya çıkardığı sorunları, mevcut ceza adalet sistemi içinde çözmemiz mümkün değil.
Bireyin haklarını koruması gereken ceza hukuku, cezalandırma hukuku mantığıyla sürmektedir. TMK vatandaşın değil devletin çıkarını korumak üzerine kurulu bir anlayışla muhalif ya da hoşa gitmeyen davranışta bulunan herkesi “terörist” yapmaktadır. Kaldırıldığı iddia edilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin esasında sadece adı değişmiştir. Özel yetkili savcılar ve Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) adı altında geçmişin kanuni ancak hukuksuz düzeni sürmektedir. Türkiye ile parçası olmaya çalıştığı Avrupa hukuk sistemi arasında en ciddi sorun yaratan kurum haline gelen ÖYM’ler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde verilen ihlal kararlarının baş aktörüdür. Korkuyu egemen kılan TCK ile TMK’nin çağdaş insan hakları ve hukuk normlarına uygun hale getirilmesi, yargıya güvenin yıpranmasına neden olan ÖYM’lerin kaldırılması gerektiğini vurgulamakta fayda var.
“Derin devletle hesaplaşma fırsatı kullanılmak istenmiyor”
Yargılandığım mahkemede yaptığım savunmamda da belirtmiştim, sizlerin karşısında da tekrar etmek istiyorum. Polis ve yargı kaynaklı bu haksızlıkları görünür hale getiren Ergenekon ve türevi soruşturmalar kanlı, kirli ve karanlık bir geçmişi barındıran Türkiye derin devletini konu edinmiyor. Bu soruşturma ve davaların tek etkin gücü olan güvenlik bürokrasisini ele geçirmiş, etkinliğini giderek fazlalaştıran ve yargıda da uzantıları olan bir Gülen cemaatinin kimi mensupları hedefine koyduğu her kişi, kurum ve kuruluşu, bir takım derin devlet artığı ve darbeciyle birlikte Ergenekon ve türevi dava ve soruşturma torbalarına doldurmaya çalışıyor. Türkiye derin devletiyle hesaplaşma fırsatı bir kez daha kullanılmak istenmiyor.
Daha kötü olansa ciddi hukuki sorunlar ve kuşkular barındıran bu yargı süreci demokrasi ve sivilleşme mücadelesi olarak gösterilmek isteniyor. Derin devlet ya da darbeler soruşturuluyor denirken derin devletin ve darbelerin mağdurlarına söz hakkı tanınmıyor. Ne gözaltında kayıplar, ne faili meçhul cinayetler, ne kitle katliamları ne de 30 yıldan uzun zamandır Kürtlerle sürdürülen savaşın yarattığı hak ihlalleri soruşturma konusu ediliyor.
“Eski rejimin sahiplerinin yaşattığı haksızlıkların benzeri”
Tartışmalı kimi soruşturmaları yöneten ve yönlendiren güç olan Gülen cemaatinin güvenlik bürokrasisindeki kimi mensupları rövanşist bir tutumla hem geçmişin intikamını alıyor hem de siyasi muhaliflerini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Kendilerini iyilik hareketi olarak göstermeye çalışan, Müslüman dindar bir sivil toplum örgütü olduğunu iddia eden bu cemaatin neden bu tür komplolar peşinde olduğu, Türkiye’nin militer iki gücü olan polis teşkilatı ve ordu içinde örgütlenmeyi niçin bu kadar çok istediği izaha muhtaçtır.
Aynı şekilde kimlerden oluştuğu, kaç kişi oldukları, finans kaynakları ve hacmi, devlet bürokrasisinde neden bu kadar çok örgütlenmeyi istedikleri ve en önemlisi neden şeffaf olmadıkları da herkes gibi benim de yanıtını aradığım sorulardır. İşte bu sorulara yanıt bulmaya çalıştığımdandır ki Türkiye’de eski rejimin sahiplerinin yaşattığı haksızlıkların bir benzerini yeni sahiplerince ve daha vahşice yaşatılanlardan biri oldum. Karşısında olduğum, kimi aktörlerince hedef alındığım bir zihniyete mensup olmakla suçlandım.
“Özlemini sürdüğümüz bir hayat”
Her şeyin farkındayız. Her ne kadar mümkün olmasa da, Türkiye’de kendisinin onaylamadığı düşünceleri daha zihindeyken yok etmeye çalışan, ifade edilmesini istemeyen baskı, şiddet ve zulümle korku salarak varlığını sürdürmeye çalışan bir rejimin inşa edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Hiçbir diktatörlüğün gelip geçici heveslerle ya da rastlantı sonucu doğmadığını da biliyoruz. Bu yüzdendir ki giderek bir dikta rejimini andıran Türkiye’deki gücün şimdiki sahiplerine zulümlerin uygulayıcıları ile savunucularına hatırlatmak gerek; kendisinin tutuklanmasına yol açan alıntıyı yaptığımız Havel 11 yıl sonra 1989’da, “İmkânsızı başarmak ahlak ve politikayı birleştirmek istiyorum” sözlerini yıkılan rejimin ardından cumhurbaşkanlığı görevine başlarken söylemişti.
Bunca baskı ve zulümden iktidarın sahiplerinin korktuğu bizlerinse özlemini çektiğimiz, mücadelesini sürdürdüğümüz bir hayatın çıkacağını burada bir kez daha tekrarlıyorum.
Devamı ...
26 Mart 2012
Spor Medyası Pasajında Sesi Büzüşesiceler
Dün geceden beri Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan dört bir yana yayılan Fenerbahçe ateşi konuşuluyor. Sarı meleklerin kazandığı Avrupa Şampiyonlar Ligi Kupası'nın ardından camiaya doyasıya kutlama yaptırmamaya yemin etmiş gözüken bazı tipler, hiç yoktan ortalığı bulandırdı, canlar yaktı.
İletişim çağı / sosyal medya sağ olsun; düzenin çanak yalayıcıları ve onların halka sunduğu haberler "tek bilgi alternatifi" olmaktan çıktığı için, artık kitleleri aydınlatmak biraz daha kolay.
Ama yine de en ufak bir bilgi kırıntısına / muhakeme yeteneğine sahip olmadan ekranlara çıkan, makyajın altında görünmez sandığı için "bin yıllık klişeleri" ekrana dökenler var ki evlerden ırak.
İşte bunlardan bir tanesi de NTVSpor'un kerameti kendinden menkul spikeri Dilara Gönder hanımefendiymiş de haberimiz yokmuş.
Dün gece yaşananlara (her koşulda "bunlar it kopuk" gözüyle bakılan taraftar kişilerden bin kat daha muteber olan) sporcular bile çok sert tepkiler verirken, Dilara Hanım "Olayları çıkaran taraftar ya da polistir diye ayırmamak gerek. Her olayın iki tarafı var birbirini ateşleyen" buyuruyor.
Bu, tek başına "Fetavayı Dilara Gönder Efendi" kitabına konacak cümleyi sarf ettikten sonra (başta Fenerbahçe'nin pasörü Naz Aydemir'den olmak üzere) gelen seri tepkileri görünce kaz kendiliğinden çevrilmeye başlıyor.
Önce "Orada değildim sadece arbedeyi gördüm yani sadece taraftarı suçlamıyorum fakat şiddet görüntüsü bile artık bunaltıyor" şeklinde bir "Çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsinler" tiradı sergiliyor.
Ama bu cevapta Naz'ın "Bizim otobüse vurmalarının cevabını kim verecek?" şeklindeki sorusuna yanıt yok.
Nitekim cevap az sonra "Bir halt ettik ama dur bakalım nereye varacak sonu" tınısında bir tempoyla geliyor:
"Siz öyle diyorsanız da öyledir. Ama taş atmayı yine de kabul etmiyorum. Hataya hatayla karşılık vermek bu"
Birincisi, tam manasıyla 'durduk yere' gazla, jopla, sopayla, taşla, bilumum alet edevatla, ana avrat yedi sülale söverek gelen bir polis kitlesine karşı "Memur bey, şuraya vurmadınız. Lütfen es geçmeyiniz" diyerek öbür yanağın çevrilmesi tavsiye ediliyor. İkincisi ve daha önemlisi ise burada Naz'ın sorusuna yanıt yok. Cümlenin kuruluşundan, sporcular Bakü'den gelirken ceplerine taş doldurmuşlar da ilk fırsatta polise fırlatmışlar zannı çıkıyor.
Naz Aydemir, olayı yerinde yaşayan birisi olarak Dilara Gönder hanımefendi gibi işkembe-i kübra müessesesini kullanmadığından, mantık silsilesi içerisinde açıklamalarına devam ediyor:
"Atkı vermek isteyen bir taraftarımızın tartaklanmasıyla başladı her şey. Gözümüzün önünde oldu. Kimse bir şeyi körüklememişti"
Dilara Hanım, artık baltayı taşa vurduğunu anlamış durumda.
"Hümanizm - Popülizm - Allah devletin polisine zeval vermesin" üçgeninde bir taşla bir kaç kuş vuracağını ve sorumlu yayıncılık ilkelerini yerine getireceğini düşünürken içine düştüğü cendereden kurtulmanın yolunu, kendisine hak verenlerde arıyor ve retweet coşkusu yaşanıyor.
"İşte burası Türkiye şiddete karşıyım kimden olursa olsun dersin sana da tepki gösterilir @dilaragonder" diye sevimli bir hayran kıssası geliyor.
Ama tabii sosyal medyanın duru durağı yok; acı henüz taze. İnsanlar sinirlenmeye devam ediyor. Dilara Hanım artık bu sinir vaziyetlerinin ortasında, en hassas duyguların insanı:
"Fenerbahçe düşmanı diyenlere son cevabım; gerçekten bu kadar öfke dolu musunuz? Bacağımı kırmak isteyen var. İnanamıyorum tepkinize" deyip, toplum olarak cinnete ne kadar yakın durduğumuzu vurguluyor ama hâlâ kendi bilgisiz fikir yürütmesi yüzünden insanların ne kadar incindiğinin farkında değil.
Ve bir süre sonra (bizzat o saçma sapan polis şiddetinden nasibini alan Fenerbahçe yöneticisi) Hakan Dinçay tarafından kendi kanalında kınamaya maruz kalınca, çıkıp canlı yayında özür diliyor.
Bitti mi? Bence hayır; asıl burada başlıyor.
Omuz omuza olmaktan büyük şeref duyduğum, muhabbetlerinden yüksek keyif aldığım bazı ağabeylerimden ve kardeşlerimden, bu süreç sonunda, ayrıldığım bir nokta var; "Özür dilemek erdemdir" cümlesine kesinlikle katılmıyorum.
Dilenen özrün erdem seviyesinde durması, ancak kabahatin boyunun küçük olması kıstasına bağlıdır. Dün orada kafa, kol, bacak ayırt edilmeden üzerine saldıran kitlenin içerisinde ölen birileri olabilirdi.
Hiç olmayacak bir anda, adeta 'Biraz da biz adam dövelim. Bunlar nasıl olsa futbol taraftarı değildir. Voleybol seven adamlardan ne olacak' kafasıyla yapılmış böyle izansız ve 'takım otobüsüne kadar sıçramış' bir müdahalenin arkasına "ama" kelimesini eklemek, basit bir özürle hoş görülemeyecek kadar büyük bir terbiyesizliktir.
"Kampanyalar yapalım. Dilara Gönder'i işinden edelim. Sürüm sürüm sürünsün" diyen yok elbette ama akıl baliğ bir insanmış gibi davranıncaya kadar sadece işini yapması, haberlere yorumunu katmaması iyi olur.
Şu zulmün binde birini görse, bütün kazandığını psikoloğa yatıracak tiplerin, 'güzel kadın' kontenjanından çıktıkları televizyon kanallarında ahkam kesmeyi kendilerine hak bilmesi başlı başına bir komedi.
Dilara Gönder, Avrupa şampiyonluğunu ülkeye getirmiş kadın sporcuların otobüsüne ve sabaha karşı onları karşılayan taraftarın üzerine saldıranları 'kendi ezberinden' mazur göstermeye çalışarak zulmün bayrağını göndere çekti.
Ülkenin dört bir yanında görülen sığ bir bakış açısına da destek verir mi acaba kendisi?
Hani bir 'Tecavüzü kimse desteklemez ama bunun olma ihtimalini bilen bilinçli kadın da olayı körüklemez' vardır. Ne kadar da benziyor kendisinin tespitine değil mi?
Kafa aynı kafa işte. Ve bu kafa özürle falan temizlenmez.
Avrupa Şampiyonu Fenerbahçe
Hikayeye nerden başlasak bilmiyorum, Fenerbahçe'ye dair şu yaşa kadar büyük hüzünler ve büyük mutluluklar yaşadım, son on yılda özellikle ikinci ligden birinci lige yükselip müessese saltanatını sallamaya başladığımız dönemde kadın voleybol takımıyla taraftar arasında müthiş bir bağ oluşmaya başladı. İstanbul'dan yüzlerce kilometre ötede yaşayan bir Fenerbahçeli olarak İstanbul'a dair en çok gıpta ettiğim şey şu kızların bir maçını salonda izleyememekti. 2006-2007 sezonunda yıllardır yenilmez bildiğimiz Eczacı'yı yendiğimiz maç en az futboldaki bir derbi zaferi kadar sevindirmişti beni, Özlemli Çiğdemli Bia'lı Seda'lı kadro Fenerbahçe'nin voleybol diye bir branşta da kafaya oynayabileceğini ispatlamıştı bize. 2008 de yine ucundan kaybettik şampiyonluğu Eczacı'ya.
O yaz Mardin'de bütün dünyayla ve dolayısıyla Fenerbahçe'yle ilişkimin sıfıra indiği askerlik sırasında Eda'yı Beşiktaş'tan transfer ettiğimizi okudum bir yerde. Askerde aldığım en güzel haberlerden biriydi, o sezona iyi başlamasak da Jan De Brant'ın gelişiyle kulüp tarihinin ilk şampiyonluğunu Eczacı'nın ucube salonunda almayı başardık, final serisinin 3. maçında salondaydım, 3 sezondur içinde olmayı çok istediğim topluluğun bir parçası olmak çok iyi hissettirmişti. İki gün sonra bir Pazartesi akşamı televizyonun önünde 5 sayı kaldı 4 sayı kaldı diye geriye sayarak ve son sayı geldiğinde Eda'nın Seda'nın Anja'nın gözyaşlarına eşlik ederek taşrada yalnız bir şekilde şampiyonluğu kutladım.
Müessese saltanatını kırmış voleybolda çağ değişimini başlatmıştık, Nati Gamova ve Naz transferleri ve Acıbadem sponsorluğuyla görülmemiş dominantlıkta bir takım kurmuştuk, Türkiye Ligi'ni güle oynaya kazansak da Şampiyonlar Ligi finalinde Bergamo'ya 5. sette kaybetmiş ve Avrupa Şampiyonluğu'nun sinyalini vermiştik.
Geçen yıl Avrupa Şampiyonluğu konusunda o kadar çok inandırmıştım ki , hayatım boyunca sürekli kontrolü, temkini elden bırakmayan biri olarak Vakıfbank'a elendiğimiz günkü kadar şaşkın bir halde hissetmemiştim kendimi. Çanakkale'den İstanbul'a giderken Cumartesi Vakıf maçı sonrası şöyle yaparım böyle yaparım diye plan yapmış, arkadaşımla sözleşmiştim, Vakıfbank son servisi atıp maçı kazandığında salonda öylece kalakaldım, Denizli faciasını Trabzon trajedisini yaşamış bir taraftar olarak aslında görkemli hayalkırıklıklarına alışmış olmam gerekirken bu mağlubiyetin bu kadar koyması enteresan gelmişti. Programımı falan iptal edip doğrudan otele gidip sıkıntılı sıkıntılı uyumayı bekledim, bir gün sonra kupanın Özge'nin elinde yükselmesini büyük bir kıskançlıkla izledim. Takım yarı finalde elenince takıma sinirlenmiştim ama 3. lük maçında takımı izlemeye gitmeyecek kadar -yani M.Ali Aydınlar kadar- gaddar değildim.
Bu seneki takımın Avrupa'nın en iyisi olduğunu sezon başından beri söyledim ve bu sene şampiyon olacağımız konusunda garip bir rahatlık vardı, en büyük rakibimiz olacak Vakıfbank ve Rabita Bakü'nün dışarıda kaldığı bir Final Four'u kazanacağımızı düşünüyordum. Dinamo Kazan maçının ilk başlarında bir ara geçen seneki Vakıfbank maçındaki ifadeleri gördüm oyuncuların yüzünde, ama ikinci seti kötü oynayıp kazandıktan sonra üçüncü sette o ifadeler düzeldi ve bugün de Cannes maçında takım dönüp arkasına bakmadan kolayca kazandı şampiyonluğu. İki senedir bir ucundan tutup kaybettiğimiz kupayı nihayet kazanabildik. Kulüp tarihinin ilk Avrupa Şampiyonluğu bir kez daha kutlu olsun
Takdir teşekkür bölümüne geçelim önce oyuncular, Nihan benim ve pek çok insanın en çok eleştirdiği oyuncuydu bu takımdaki, 2010 ve 2011 deki F4 lerde takımın en zayıf halkasıydı, bu sene kendisini müthiş geliştirdi, özellikle Final Four'da çok iyi savunma yaptı, takımın en zayıf halkası olarak başladığı bu senede böyle görkemli bir yükseliş gerçekten takdire şayan. Kim için "Asya'nın Gamova'sı" tabiri kullanılıyor ama bence Kim Gamova'dan daha iyi oyuncu, Eda için bir şey söylemeye gerek yok en az benim kadar Fenerli olduğunu biliyorum, taraftarın sahadaki temsilcisi gibi. Yağmur'dan Duygu'ya Fabi'den tüm sezonu sakat geçiren kaptan Çiğdem'e bütün oyuncuların emeklerine sağlık. Kulüp tarihinin en karanlık senesinde bize böyle bir sevinci yaşattıkları için. Ze Roberto geçen seneki Vakıfbank maçından sonra bir senedir bu maç için yaşıyordu turnuva başlamadan önce Eurosport'a verdiği röpörtajda Brezilya milli takımının rakiplerini bile doğru düzgün takip etmediğini aklının fikrinin F4 de olduğunu söylemişti, sonunda camiaya bu sevinci armağan ederek omuzundan büyük bir yük kalkmıştır herhalde. Tüm teknik ekibe de yarattıkları bu takım için teşekkürler.
Tabii en özel teşekkürü başkana yapmak lazım. Aziz Yıldırım'ı her konuda sert eleştiren birisi olarak futbol dışı sporlara verdiği destek için kendi adıma müteşekkirim. Bu kulübün her branşta Avrupa Şampiyonu olabileceği vizyonunu bizzat koyan irade Aziz Yıldırım'ın iradesinden başka bir şey değildi. Seda stres kırığı belasıyla uğraşırken her hafta antrenmana gidip ona moral vermeye çalışan, Eda'nın düğününe cezaevi revirinden mektup gönderen, oyuncularla tek tek ilgilenen bir başkana karşı bu kızlar da en anlamlı hediyeyi verdiler.
Fenerbahçe kuşatma altında bile pes etmeyeceğini, kadınıyla erkeğiyle her cephede kendisiyle uğraşanları geri püskürtebileceğini bir kez daha gösterdi, Bu kulüp son on yıldır bütün branşlarda Türkiye'nin lokomotifi haline gelmiş, olimpiyata gidecek sporcuların neredeyse yarısını bünyesinde barındırır durumdayken bu kulübü 3 Temmuz operasyonuyla tarihinin en büyük sıkıntısına sokanlar,Temmuz ateşine odun taşıyanlar şimdi Fenerbahçe'ye methiye düzüp kutlama kuyruğuna girmiş haldeler. Fenerbahçe de Fenerbahçeli de sizin yaşattıklarınızı asla unutmayacak. 3 Temmuz sonrası bu ülkeye aidiyet duygusu azalmış,Fenerbahçe'ye aidiyet duygusu üçe beşe katlanmış insanlar sizin kutlama telgraflarınızı zerre kadar samimi bulmuyor.
Fenerbahçe kulübüne en büyük kupayı ben getirdim diye gerim gerim gerinen M.Ali Aydınlar, takım destansı bir mücadele gösterip 3-2 Şampiyonlar Ligi finali kaybettiğinde "Fener'e Avrupa'da kupa hayal" başlığı atabilecek kadar dangalaklaşan Milliyet, Şampiyonlar Ligi finaline muhabir göndermeyi aklından geçirmeyen, bağlantı yapmaya bile gerek görmeyen ama Galatasaray'ın üçüncü sınıf Cev Cup finalini "Cimbom destan yazdı" diye lanse eden objektif spor kanalı Ntvspor, Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olduğu günün akşamı Cev Cup Finalisti Galatasaray Kadın Voleybol Takımıyla stüdyo programı yayınlayan Ligtv 3, Şampiyonlar Ligi final maçına iki dakika önce bağlanıp,dünyanın en önemli koçunu itip kalkan dil bilmeyen muhabirle rezil yayın yapan TRT, sizi üzdüğümüz için üzgünüz ama Fenerbahçe Avrupa Şampiyonu.
Fenerbahçe kendi ülkesinin yargısına, yürütmesine, yasamasına, medyasına karşı verdiği savaşı da kazanacak siz hiç merak etmeyin. Kim'in Eda'nın Logan'ın vurduğu toplar bugün zalimin tetikçiliğini yapanların da bir gün yüzünde patlayacak elbet... Şampiyonluk yazılarını dünyanın en güzel isim tamlaması Şampiyon Fenerbahçe diye bitiriyordum bu sefer değiştirdik dünyanın en güzel zincirleme isim tamlaması Avrupa Şampiyonu Fenerbahçe.
Devamı ...
19 Mart 2012
Ünal Aysal: "Galatasaray taraftarının ulaştığı yüksek kültür seviyesi"
Çok fazla şey yazmayacağım, Ünal beyin kültür seviyesini sözle değil görerek bir kontrol etmek lazım.
Galatasaray taraftarı, Florya'da oynanan maçta Fenerbahçe U17 Takımına saldırdı.
19 Mayıs 2007, Galatasaray Fenerbahçe maçı, Galatasaray taraftarı koltuklarla çimleri buluşturdu
19 Mayıs 2007, Futbol gecesi
Kamil Özen
Leeds taraftarlarına yapılan halis karşılama
Tencere dibin kara, seninki benden kara manasında değil de, bir spor kulübü başkanının görevi, diğer spor kulüplerini ötekileştirmek, nefret duygularını arttırmak, fanatik taraftarların hoşuna gidecek ancak diğer herkesi öfkelendirecek hakaretamiz cümleler kurmak, futbol ortamında düşmanlık ve nefret tohumlarını derinleştirmek değildir.
bir spor kulübü başkanının görevi, hele ki "eskisi gibi taraftarlar birlikte maç izlesin istiyorum" diyen bir başkanın görevi diğer takım taraftarlarını aşağılamak, onları provoke etmek, kendisinin de bir parçası olduğu günahları tümüyle öteki tarafa yıkmak değildir.
Bir spor kulübü başkanı bu kadar sorumsuz, bu kadar pespaye konuşamaz.
Ünal beye hatırlatalım, sizin bu yaptıklarınızı yapanlar oldu. Adnan Polat'lar, Haldun Üstünel'ler, daha da fazlasını yaptılar. Yaranmak istediğiniz o fanatikler de onları ibra bile etmedi, arkalarına teneke bağlayıp gönderdiler. Bugün Adnan Polat davalık, Haldun'un da adını anan yok.
Fanatiklere yaranmaya çalışanların sonu hep hüsran oldu ama Metin Oktay'lar ve onun gibi efendi insanlar, nazik insanlar, beyefendiler hep anıldı.
Sizin gidişat unutulanların arasına karışmak yönünde. Bugün duyduğunuz alkışlar, yarın duyacağınız ıslıkların müjdecisi.
Diyoruz da, neticede gaza gelip "25 milyon Galatasaray taraftarının 20 milyonu AKP'ye oy verdi" diyen bir başkan var karşımızda, şuur seviyesi bu olan adama ne laf anlatacaksın.
El hak, Galatasaray taraftarını bilmem de, Fenerbahçe taraftarı Ünal Aysal'ın seviyesine ulaşamaz. O kadar düşmek için bayağı ahlak kaybına uğramak gerekiyor.
Devamı ...
18 Mart 2012
Pirinçsiz Pilav
En olmayacak şeyi yapıyoruz. Bu sene sanki son derece normal şartlar altında, son derece normal koşullarda deveam eden bir sezonmuş gibi oturup berabere kalınan bir maç sonrasında teknik, taktik, kadro filan tartışıyoruz. Bu tartışmayı bir yerde anlıyorum, yaşadığımız bunca şeyden sonra taraftar bir zafer istiyor. Bunca çilenin sonunda güzel bir "olay" Diğer yandan bunca yaşananın unutulup da son derece normal bir zamandan geçiyormuş gibi Aykut hocayı tartışmak, ayıbın, saygısızlığın büyüğü.
Geçen sene takımın aksayan yerleri belliydi. Burada biz de yazdık. Neticede orta sahanın göbeği yeteri kadar verimli değildi, genel olarak kanatlarda, özel olarak sol kanatta bir problem olduğu gözüküyordu.
Takımın en iyi yeri defans göbeğindeki "Lugano - Yobo" ikilisyken, en büyük boşluk da Niang'ın olmadığı maçlarda forvette gözüküyordu. Dolayısıyla sezon sonunda takviye edilecek yerler mümkünse sol bek, orta sahanın göbeği ve Niang'a bir yedek olacaktı.
Neden? Çünkü Fenerbahçe'nin ortasahasının göbeği biraz fazla yumuşaktı, Emre'nin oynamadığı maçlarda, orta sahadan ileri uca top taşımakta zorluk çekiliyordu, Baroni - Selçuk hattının oyun kurma becerisi yeterli değildi. Andre Santos çok yetenekli bir oyuncu olsa da arkası sürekli boş kalıyordu, bu alandaki boşluğu da rakip takımlar değerlendiriyordu.
Dahası, Niang sakatlandığında forvette Guiza oynayınca gol bulmakta takım daha da zorlanıyordu. İki sezondur kapalı defanslara karşı baskı kurarak oyunu açacak, kanatlara top taşıyabilecek, top karşı takımdayken de topu kazanarak yeniden oyuna sokabilecek oyunculara ihtiyacımız var.
Yani sezon başında Fenerbahçe'nin transfer listesinde ortasahanın göbeğine bir yabancı oyuncu, kronik sakatlıkları nedeniyle Emre'ye bir alternatif, Niang'a güçlü bir yedek, defansın göbeğine her tür duruma karşı bir alternatif ve eğer mümkünse daha iyi bir sol bek transferi vardı.
Nitekim Gökhan İnler, Selçuk İnan, Diarra, Serdar Kesimal, Emenike transfer hareketleri de bu alana yönelmişti. Sezer Öztürk ve Orhan Sam transferleri ise kulübeyi zenginleştirmek yönünde atılmış adımlardı.
Peki ne oldu? 3 Temmuz operasyonu oldu. Sonra bir de 24 Ağustos darbesi geldi.
Takımın en güçlü iki mevkisi dağıldı. Niang gitti, Lugano gitti, onların açtığı boşluk için elimizde kim vardı? Serdar Kesimal, Bilica, Bekir, Bienvenu.
Bu sezonun kazancı Caner ve Stoch ise, kaybı da Milli Takım'da hatalı bir tedavi gören, iyileşmesi ve adaptasyon dönemi gittikçe uzayan Gökhan Gönül ile yine bir türlü toparlanamayan Mehmet Topuz oldu.
Yani Fenerbahçe bu sezona geçen sezondan çok daha güçsüz bir kadroyla başladı. Geçen sezonun eksikliklerinin üstüne yeni eksiklik alanları ortaya çıktı.
Üstelik Fenerbahçe ekonomik olarak da büyük bir darbe yediği için bu eksiklikleri sezon içerisinde kapatabilecek güçten de mahrum kaldı.
Bugün Fenerbahçe'nin bir önceki sezona göre daha dar bir kadrosu, daha fazla transfer ihtiyacı var. Fenerbahçe'nin orta sahası çok yumuşak, orta sahanın göbeğindeki ikilide Emre'nin agresif ve bireysel çabaları dışında oyuna iki yönlü katkı çok düşük. Yani oyunun temeli, orta sahanın göbeği boş.
Sol kanat geçen sezon da bir problem alanıydı. Bu sezon Stoch'un bireysel çabasını ve yeteneğiyle yarattığı alanları saymazsak hiçbir verime sahip değil. Andre Santos'un oyunun defansif yönüne katkısı azdı ancak çok yetenekli, ayağını iyi kontrol edebilen bir oyuncu olduğu için sonuca etkisi güçlüydü. Ziegler'in hücuma katkısı Andre Santos'un yarısı kadar bile değil. Defansın yönündeki katkısı da herkesin malumü.
Geçen sezonun en dinamik, en güçlü ikilisi Gökhan Gönül, Mehmet Topuz ikilisiydi. Oyunun her iki yönünde de çok büyük katkısı olan bu ikili Fenerbahçe'nin kanat organizasyonlarının temeli olarak gözüküyordu. Üstelik bu ikilinin sağ kanattan yaptığı bindirmeler rakibin dengesini de bozuyor, onların topa sahip olma ve kullanma becerilerini aksatıyor ve oyuna katkılarını düşürüyordu. Bu sezon ise bu ikili geçen sezonun yarısı kadar bile oyuna katkı sağlamıyor.
Üstelik takıma en büyük güven veren, hücuma çıkmalarına ve rahatça topla oynamalarına sebep olan yer, defansın göbeği de artık boş. Eskiden takım arkada Lugano ve Yobo'nun olduğunu bilerek biraz daha ileri hareket edebiliyordu, bu sezon ise defansın göbeği aynı güveni vermiyor. Herkes diyor ki 2-0'dan sonra takım neden geri çekildi? Çok basit, çünkü ileri giderlerse arkada ne olacağını, Galatasaray'ın hızlı oyuncularının orada neler yapabileceğini hepsi düşünüyor.
Ayrıca, ileri uçtaki oyuncuların da karşı takıma rahat top kullandırması orta sahaya daha fazla baskı yaratıyor. Orta saha sürekli mücadele ettiği için, zaten kapasitesi belli oyuncular da gittikçe oyundan düşüyor, oyundan düştükçe onlar da geriye doğru çekiliyor ve takımın elinde kontra atak silahları da olmadığından genel olarak takım baskı yiyor.
Bütün bunlara,
3 Temmuz operasyonunu, takımın yöneticilerinin tutuklu olmasını, finansal girdilerin düşmesini, her maçtan önce ortaya çıkan bir takım olayları, Fenerbahçe maçlarından önce ilan edilen yeni kuralları, iddianameleri, "şok edici" gelişmeleri, korkunç medya baskısını ve bütün bunların yarattığı psikolojiyi ekleyin,
Aykut Hoca bütün bunlarla mücadele ederek takımı bu seviyede tuttu. Bugün Fenerbahçe ikinciyse, bu başarının altında Aykut Hoca'nın liderliğinin imzası var.
Hayal dünyasından çıkmamız lazım. Fenerbahçe çok dar bir kadroyla bugün ligin zirvesinde yer alıyor. Bu kadro esasında şampiyonluk için yeterli değil ancak yine 3 Temmuz sürecinde taraftarın yarattığı hava, bir direniş öyküsünün parçası olmak gibi pozitif motivasyon unsurlarıyla takım bir mücadele ve karakter gösterdi.
Sezon boyunca Fenerbahçe bu kadrodan çok üst düzeyde yararlandı. Kaybettiğimiz maçlar, özellikle deplasman maçları, bu psikolojinin uzağında olunan maçlar olduğu için zaten kaybedildi.
Şimdi soruyorum, hangi vicdanı olan insan evladı, şu resme bakıp Aykut Hoca İstifa diyebilir?
Kardeşim ne yaptı Aykut Hoca? Efendim Stoch'u çıkartıp Selçuk'u oyuna sokmuş. Evet? Çünkü Stoch bütün maç yürüdü, oyuna katkısı sıfırdı. Futbol tek başına oynanmıyor ki? Bir de rakip var. Melo, Selçuk İnan, Engin Baytar'lı Galatasaray orta sahası Fenerbahçe'nin orta sahasını sürklase etti. Orta saha direncini arttırmak için o bölgeye Selçuk'u soktu, orta saha göbeğini üçledi, Sow'u da sol kanada çekti. Ancak Alex ileride tek başına ve sırtı kaleye dönük oynadığında verimli bir oyuncu değil. O yüzden de Alex'i çıkarmak zorunda kaldı. Diyorlar ki neden Bienvenu'yu oyuna soktu? Afedersiniz ama kulübede Drogba vardı da Aykut Hoca illa Bienvenu'yu oynatacağım mı dedi? Öyle böyle bu adam sırtı kaleye dönük oynamış, oynayabilmiş, bu konuda deneyimi olan bir adam. Sow ile yerlerini değiştirerek de oynatabilirsiniz. Eldeki malzeme bu. Dia da oyuna sonradan girdi, ancak Dia'dan iki sezondur Fenerbahçe hiçbir verim alamıyor. Adamcağız çok süratlı, hızlı bir oyuncu ama top kontrolü zayıf, pas yeteneği zayıf, son vuruş zayıf. Futbol da sadece haldır haldır depar atarak oynanan bir oyun değil. Öyle olaydı sprinter transfer ederdik, futbolcu değil.
Şimdi bir tane maçta takım beklenen galibiyeti alamadı diye bu kadar öfkelenmeye hazır insanlar varsa, onlar da 3 Temmuz'dan, bu sezon yaşananlardan hiçbir şey anlamamış demektir. Karşımızdaki manzarayı doğru düzgün tahlil etmeye ihtiyacımız var.
1- Bu kadro geçen sezonun kadrosundan zayıf. Hatta bu kadro 2006-2007 sezonu kadrosundan bile zayıf.
2- Bu kadro çok yoğun ve dramatik bir süreçten geçti, psikolojik olarak da desteğe ihtiyacı var.
3- Hayal kurmanın alemi yok, bu kadronun limiti de belli. Bu şampiyon olamayız demek değil, futbolda her şey var, ancak normal şartlar altında bu kadronun şampiyonluğa sahip olması yakın ihtimal değildir.
Fenerbahçe'nin bu sezon maçları stadda oynanmıyor, bu sezon stad dışında kazanacağız, ondan sonraki her sezon da stadın içinde. Gerçek şampiyonluk, gerçek mücadele bizi orada bekliyor. 3 Temmuz 2012 günü tutsak kalan Fenerbahçe yönetimi dışarıda olursa, Fenerbahçe'nin büyük yürüyüşü hiç olmadığı kadar güçlü devam edecek ve Türkiye tarihinde kimsenin görmediği, erişemeyeceği bir şampiyonluğa imzamızı atmış olacağız. Bu amaca ve bu amaç için çalışan herkese destek olmak da, bu haksızlığı gören ve insani bir tutum almak isteyen herkesin boynunun borcu.
Devamı ...
14 Mart 2012
Temmuz Yalanları: Sanat Eseri Soruşturma
5 Temmuz 2011 tarihinde medyaya "İşte Şike Örgütü'nün şeması" başlıklı bir haber servis edildi. Güzel bir resimle desteklenen haberde "şike örgütünün" o meşum şeması fas edilip, polisin ne kadar da güzel çalıştığı ortaya koyuluyordu. 6 Temmuz tarihinde bu şema üzerinden Telegol programında baransulayanlar soruşturmayı bir sanat eseri ilan ederken, dinleyenler de Türk polisinin birden CSI standartlarında araştırmacılığa, Norveç emniyeti kalitesinde dikkate sahip olması karşısında heyecanlarını gizleyemiyordu. Oysa sonra ne oldu?
3 Temmuz operasyonunun amacı ilk haftada bir kamuoyu algısı yaratarak gözaltına alınan herkesin peşinen suçlu olduğu yönünde bir kabul yaratmak, bu kabul üzerinden de gelecek itirazları peşinen engellemekti.
O yüzden Aziz Yıldırım'ın montajlanmış görüntüleri servis edildi, TFF Başkanına savcılık bu sebeple "son 5 maçın sonuçlarını bildiğini", "maçları gülerek izlediğini" beyan etti, Emniyet yetkilileri fellik fellik dolaşıp gazetecilere "hayatımın en süper operasyonu" derken "19 maçta şike ve teşvik primi tespit ettik" gibi her tür hukuk kuralını çiğneyen ifadede bulundular.
Temmuz yalanları, kamuoyunun algısını ve vicdanını iğfal etmek için kurgulandı ve uygulandı. O yalanların da "şeması" şu üstte yer alıyor.
Şemada yer alan isimlere bir bakalım:
Aziz Yıldırım - Tutuklu yargılanıyor, ekonomik çıkar amaçlı suç örgütü kurmak
Olgun Peker - Tutuklu yargılanıyor,
Mecnun Odyakmaz - Tutuksuz yargılanıyor,
Ömer Ülkü - Tutuksuz yargılanıyor,
Abdurrahman Yakut - Tutuksuz yargılanıyor,
Şekip Mosturoğlu - Tutuksuz yargılanıyor,
İlhan Ekşioğlu - Tutuklu
Bülent Uygun - Tutuksuz yargılanıyor,
Ümit Karan - Tutuksuz yargılanıyor,
Bekir Acar - Tutuksuz yargılanıyor,
Levent Eriş - Tutuksuz yargılanıyor,
Erman Ertaş - Tutuksuz yargılanıyor,
Tamer Yelkovan - Tutuklu
Hakan Karaahmet - Tutuklu
Özden Tütüncü - Tutuksuz yargılanıyor,
Korcan Çelikay - Tutuksuz yargılanıyor,
Mehmet Yıldız - Tutuksuz yargılanıyor,
Sezer Öztürk - Tutuksuz yargılanıyor,
Emmanuel Emenike - Tutuksuz yargılanıyor,
Mahmut Boz - Tutuksuz yargılanıyor,
Serdar Külbilge - Tutuksuz yargılanıyor,
Haldun Şenman - Tutuklu
Vedat Emre Küçük - İddianamede adı şüpheli olarak bile geçmiyor
Sami Dinç - Tutuksuz yargılanıyor,
Ali Kıratlı - Tutuklu
Abdullah Başak - Tutuklu
Doğan Ercan - Tutuksuz yargılanıyor,
Özden Aslan - Tutuksuz yargılanıyor,
Tarık Özertem - İddianamede adı şüpheli olarak bile geçmiyor
Şimdi herkese soruyorum bu nasıl bir sanat eseri soruşturma?
5 Temmuz günü, 8 aylık bir soruşturma sürecinden sonra, "İŞTE ŞİKE ÖRGÜTÜNÜN ŞEMASI" diye caps lock açık medyaya bangır bangır servis edilen bir şemadaki 29 kişiden ancak 8 tanesi tutuklu. CMK 100'e göre örgüt üyesi olmakla suçlananların tutuklu yargılanması mümkün. Yani başarı oranı üçte bir bile değil. Üstelik daha sadece iddianame kabul edildi, Özel Yetkili Mahkemelerde görülen her 10 davanın 4'ünde mahkumiyet çıktığını hesaba katarsak bildiğiniz şu resmin tamamı yalan!
Nedim Şener bugün kendisine sunulan tüm verileri doğru mu değil mi diye bakmaya bile zahmet etmeden aynen yazan "demokrasi bekçisi" yazarlardan bahsetti. Siteminin büyük çoğunluğu zulüm karşısında sessiz kalan, hatta zulmün paydaşı olan gazetecilereydi.
Evet onlar aynı insanlar.
Evet Fenerbahçe'ye bunu yapanlarla, Balyoz'da, Oda TV'de, Ergenekon'da, KCK'da, tutuklu öğrencilerde, insan haklarına tecavüz edenler, bu tecavüzlere seyirci kalanlar aynı insanlar.
Evet medya üzerinden soruşturma süreci yürütenlerle, hukuki haklarını korumak isteyenler arasında derin bir uçurum var ve her gün görüyoruz ki biz uçurumun adalet isteyenler tarafındayız. Onlar yenilene kadar da asla kazanmış sayılmayacağız.
Devamı ...
12 Mart 2012
Devletten Trabzon'a Teşvik Primi
Trabzonspor ile devlet arasındaki ilişki hakikaten incelenmeye muhtaç. Geçen sene her Allah'ın günü bir hükümet üyesinin Trabzon şampiyon olsun beyanlarına anlam yüklemeye çalışırken Wikileaks belgelerinde hükümetin Trabzonspor'a örtülü ödenekten para aktardığı iddiasını öğrendik. Dünyada ilk kez bir spor kulübüne hidroelektrik santali işine girmesi için devlet eliyle teşvik verildiğini Bayındırlık Bakanı'nın bizzat enerji işine girin diye Trabzonspor'a tavsiyede bulunduğu günleri de gördük.
Varını yoğunu Trabzonspor'a gelir yaratmaya adamış bir Hükümetimiz var anladığımız kadarıyla. Bir yeni garabet durumu da bugün öğrendik Bugün Gazetesi'nden Tolga Atar'ın haberine göre:
İstanbul Kartal'da Maliye Bakanlığı'nca Trabzonspor'un kullanımına tahsis edilen gayrimenkulün 16 yıl süreyle intifa hakkını alan Opet Petrolcülük, akaryakıt istasyonunun faaliyeti durdurulunca kulübe ödediği 10 milyon 175 bin doları almak için dava açtı".
Şimdi bu haberi okuduktan sonra bir süre afalladım zira Maliye Bakanlığı'nın tahsis yetkisinin bu kadar geniş olduğunu bilmiyordum. Bu haberin doğru olduğu varsayımıyla yukarıdaki tuhaflığı size açıklamaya çalışayım. Maliye Bakanlığı'nın Hazineye ait taşınmazları tahsis etme yetkisi var. Bununla ilgili 10 Ekim 2006 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan "Kamu İdarelerine Ait Taşınmazların Tahsis ve Devri Hakkında Yönetmelik" de bu tahsis yetkisinin nasıl kullanılacağı açıklanmış.Bu yönetmeliğe göre tahsis şöyle açıklanmış
Tahsis: Mülkiyeti kendilerinde kalması koşuluyla kamu idarelerince, kanunlarında belirtilen kamu hizmetlerinin yerine getirilebilmesi amacıyla mülkiyetlerindeki taşınmazların, birbirlerine veya köy tüzel kişiliklerine; Hazineye ait taşınmazlar ile Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin ise, Maliye Bakanlığınca hizmetin devamı süresince kamu idarelerinin veya köy tüzel kişiliklerinin bedelsiz olarak kullanımına bırakılmasını ifade eder.
Bildiğimiz kadarıyla Trabzonspor bir kamu idaresi ya da köy tüzel kişiliği değil, bir spor kulübü, dolayısıyla Maliye Bakanlığı'nın böyle bir tahsisi neye dayanarak yaptığı bir muamma. Yani böyle bir tahsis varsa bu Kanuna uygun bir tahsis değil. Çünkü Yönetmeliğe göre devletin dernek statüsündeki herhangi bir yere tahsis yapma hakkı yok.
İkinci acayipliğe gelelim. Diyelim Maliye Bakanlığı kendi çıkardığı yönetmeliği delerek Trabzonspor'a bu gayrimenkulu tahsis etti. Eğer bir spor kulübüne bir yer tahsis edilmişse bu spor kulübünün faaliyet alanıyla ilgili olmalı. Peki Trabzonspor kendisine tahsis edilmiş bir yeri ne yapmış habere göre, bir benzin istasyonuna intifa hakkı kullandırarak para almış. Şimdi yukarıda bahsettiğim yönetmeliğe göre tahsis eğer tahsis edilen idarenin tahsis amacı dışında bir kullanımı söz konusuysa otomatikman biter.
Trabzonspor'un herhalde kulüp tüzüğündeki faaliyet amacı petrol işletmeciliğidir yazmıyor, dolayısıyla açıkca tahsis amacı dışında bir kullanım var. İkinci olarak kendisine bedelsiz olarak tahsis edilen bir yeri üçüncü kişilere devretme durumu gibi bir hakkı da yok ama sağolsun Devletten "yürü ya takımım" direktifini almış Trabzonspor Opet'e burayı bir nevi kiralayıp gelir elde ediyor. Ortada şöyle bir durum var. Devlete ait bir taşınmazı kullanan üçüncü bir şirketten Trabzonspor kira alıyor ve devlet buna göz yumuyor.
Bugün gariban bir adam 10 m2 lik yere bir tezgah kursa haksız kazanç sağladın diye vatanadaşın burnundan getiren devlet alenen kanunlara aykırı şekilde 10 milyon gelir elde eden Trabzonspor'a milyonuncu kez göz yumuyor.
Hidroelektrik santalleri, petrol istasyonları, örtülü ödenek paraları derken hakikaten anlıyoruz ki 61. Hükümet gerçekten Trabzon için kurulmuş. Devamı ...
Fenerbahçe Tribünü Yol Yordam Bilir
Bilhassa 3 Temmuz sonrası süreçte sağlıklı ilerlese (büyük değişimlerin olmasa bile) geniş diyalogların önünü açabilecek olan sosyal medya kullanımı amacından şaşıp, internete giren büyük bir kısım insanın eli "ideolog" kıvamında klavye tutmaya başlayınca, ortalık "tuttuğuna" akıl öğretenlerle doldu.
"Bir ölür, bin doğarız" hamasetinin yakasını bırakmadığı ekseri toplum zihniyetine "Falanca bunu beğendi" ve "retweet" coşkuları da eklenince her tarafta "kendisini sicil amiri zannedenler" görünmeye, kanaat notları ve "Bu olmadı işte" cümleleri havada uçuşmaya başladı.
Kötü niyet olmadığı kesin ama keskin tabirlerin faydasızlığı da muhakkak. Maksadını aşan ağızdan çıkmışlar ile yanlış anlaşılan klavyeden çıkmışların oluşturduğu "Fenerbahçe'nin Büyük Bir Kısım Taraftarı = İptal edilmiş mitinglere katılarak itaatsizlik gösteren, ara sıra serseri gibi davranan, basketbol maçında ne yapacağını bilmeyen, tepkilerini ölçmekten aciz, cenaze gibi hiç olmadık yerlerde sinirlerine hakim olamayan, internette rakip teknik direktörün kızının bir yazısı yüzünden bile provakasyona gelen" formülünün altına hiçbir Fenerbahçeli "öyledir" imzası atmamalı.
23 Şubat 1953 tarihli Milliyet gazetesinden, Ümit Deniz imzalı bir "maçtan sonra yazısı" var aşağıda. Neredeyse 60 sene olmuş. Yazıya konu olanların hemen hepsi hakkın rahmetine kavuşmuştur. Nasıl ki o insanlar için "adam değillermiş" denemiyorsa, bugünün tribünlerine emek verenler ve koşturanlar için de gırtlağın dokuz boğum olduğunu unutmadan konuşmak gerekiyor.
Bir zaman bir yazıda yazdığım bir şey vardı:
"İletişim çağında ve kurumsallık düzeninde hareket eden camialar, ancak ve ancak fikir çarpışmalarıyla yol kat eder. Cahil cühela da olsa eleştiren insanı eğitmeye çalışmak ve ona değer vermek yerine, karşı fikri yağlı kemende layık görürseniz ileriye yürüyemezsiniz. Tahammülsüzlük arttıkça, yanınızdaki dalkavuklar "Siz ileriye gitmiyorsanız, biz nasıl arkanızda kalıyoruz efendim" diyerek, "iş bilen" aferistler haline gelir."
Bölünmekten kolay bir şey yok. Önemli olan armuda sapı, üzüme çöpü bahane etmeden bir olabilmek. Bundan kim kaçıyorsa suçlu odur.
Sabahın dokuzunda Beşiktaş'taki ihtiyar tabutçunun kapısı hızlı hızlı vurulduDevamı ...
Öğle yemeği için lahana kapuskasını ateşe koymuş olan adam vurulan darbelerin tesiri altında bir "lâ havle" çekerek taşlığa yürüdü.
Kapının eşiğinde üç genç duruyordu. Tabutçu soran gözlerle onlara baktı. Bunlar pek cenaze sahibine benzemiyorlardı ama belli olmazdı. İnsanlık hali bu! Nihayet ziyaretçilerden biri:
"Baba" dedi. "Sen tabut satıyorsun değil mi?"
"Evet"
"Bize akşam beşte iade edilmek üzere dört tabut lazım. Kiralayabilecek misin?"
İhtiyar hayret etti.
"Dört tabut mu?"
"Evet"
Adam daha fazla sormadı. Onun nesine gerekti. Üç aşağı beş yukarı pazarlıktan sonra depozito akçesini alıp dört tabutu dörder lira kira ile gelenlere teslim etti.
İhtiyar tabutçu hiçbir zaman bu tabutların nereye kullanıldığını öğrenemedi. Ve belki de hâlâ bilmiyor.
Halbuki bunlar birçok İstanbullu dünkü Galatasaray - Fenerbahçe maçından sonra caddelerde Galatasaray bayrağına sarılı olarak Fenerlilerin omzunda taşınırken gördüler.
Futbol iptilası bizde çok tuhaf bir manzara arz ediyor. Bunda aklınıza gelen veya gelmeyen her türlü söze, manzaraya rastlıyorsunuz. Hakemlerle beraber 25 kişinin peşinde koştuğu bir meşin parçasını seyir için 25 bin kişi, sıcağa soğuğa, güneşe yağmura bakmadan tribünlere doluveriyor.
* * *
Mithatpaşa Stadı.
Saat 14 olduğu halde Dolmabahçe tarafındaki açık ve kapalı tribünler ağız ağıza dolu. Gazhane ciheti ekâbir seyirciye ait anlaşılan. Daha henüz gelen yok. (L) tribünü basın ve davetlilere mahsus. Fakat mühim maçlarda burası da tıklım tıklım olduğu için açıkgöz bir zat iki piyade eri göndermiş, yerini daha 13'ten itibaren bunları oturtmak suretiyle muhafaza ettirmiş.
"Teksas" denen, ateşli gençlerin devam ettikleri Gazhane bitişiğindeki açık tribün tamir edildiği için burada kimseler yok.
(L) kapısından girilen şeref tribünü de henüz boş fakat maç başlarken burası asker, sivil, resmi, gayriresmi her meslekten zevat ile dolacaktır. Bunlar içeri nasıl girerler? Nasıl davetiye ve yer bulurlar? Orası bir sırdır işte.
* * *
Şimdi seyircilere gelelim.
Eski Taksim Stadını bilenler, buradaki tribünlerin "Galatasaraylı, Fenerbahçeli" diye ikiye ayrıldığını hatırlayacaklardır. Halbuki Mithatpaşa'da bu olmadığı için Fenerli, Beşiktaşlı, Galatasaraylı, İstanbulsporlu, Vefalı, Beykozlu yan yana oturur. Aşırı heyecanlı seyircilerin sık sık tekrarladıkları el ve dil kavgasına rastlamak her zaman mümkündür.
Seyirciler arasında vizon kaplı hanımlara, şık beylere, kucakta getirilen kundak çağından yeni kurtulmuş çocuklara rastlamak mümkün olduğu gibi, ellerinde kulübünün bayrağını, flamasını, remzini taşıyanları görmek de daima kabildir. Maç başlayana kadar bunları dalgalandırmaktan, sallamaktan ve bağırmaktan hoşlanan seyirciler, hakemin düdüğü ile birlikte, herhangi bir taraf gol yapana kadar bunları kapayıp heyecanla maçı seyri tercih ederler. Bunların içinde maça iki metrelik büyük bir bayrakla gelen "Çeşme Meydanlılar" ise başlı başına bir alemdir.
* * *
Maç başlayınca olanlar...
Dün ligin son karşılaşması idi. Fener lig şampiyonu olduğu için , takım daha sahaya çıkarken büyük bir nümayiş başladı. Sarı Lacivertliler, evvela sahanın dört köşesine yayılarak hayranlarına takımlarının resimlerini dağıttılar. Sonra seremoni başladı.
Lig şampiyonuna buketler, kupalar, radyolar tevzi edildi. Öyle ki, bir zaman geldi, çocuklar -teşbihte hata olmaz- incikler boncuklarla adeta sürre devesine döndüler. Aldıkları hediyelerle yürüyemeyecek hale geldiler.
Arkadan sahaya sarı kırmızılılar çıktı. Onların boynu büküktü. Oyuncaklarını alamayan habersiz sünnet merasimi yapılan çocuklara benziyorlardı.
Maç başladı. -Bunun teknik tarafını ve kritiğini spor muhabiri arkadaşa bırakıyoruz- Hem de gayet güzel başladı. Basın tribünündeki spor muharrirleri kronometrelerini, kağıt ve kalemlerini çıkarmışlar, pür dikkat bekliyorlar. Sahanın demirbaşları malum. Hakemler, oyuncular, foto muhabirleri, polisler ve jandarmalar...
Maç haftayma doğru hızlanıyor.
Tribünden sesler:
"Vur... Öldür... Kır... Yaşatma... Ye onu..."
Tabii "Yuuuh", "Çüüüş", "Ohaaa" gibi hakeme ve oyunculara gönderilen elfazı galize her maçın bir nevi çeşnisini teşkil ediyor.
Arada kaza oldu, bir oyuncu yaralandı mı? Tribünler içinde yerden biter gibi bir sürü küfeci çocuk peyda oluyor. Bunlar sinek gibi eğri duvarlar üzerine kırk derecelik zaviye yaparak koşar adımlarla dolaşıyorlar.
Maç hiç sert olmadığı halde yerler yaralı ve sakat oyuncularla dolu.
Hakemin düdüğü ikide birde çalınca tribünlerden bir sürü itiraz nidası yükseliyor. Futboldan anlayanın da anlamayanın da hakeme itirazı bizim stadyumlarda âdet hükmüne girmiştir. Onun için buna ne hakem ne de oyuncu kulak asmıyor.
Nihayet maç bitiyor.
Stadın on üç kapısından halk akın akın caddelere ve sokaklara dökülüyor. Artık tramvay tepelerinde, otomobil marşpiyellerinde, otobüs kapılarında asım asım insanlara rastlamanız işten bile değildir.
Tabii bu arada Beşiktaşlı ihtiyar tabutçudan kiralanan dört tabutun da "Ya! Ya! Ya! Şa! Şa! Şa! Fenerbahçe çok yaşa!" nidaları arasında caddelerde, döne döne seyahat ettiğini ilaveyi zait buluyoruz.
11 Mart 2012
Bizim büyük operasyonumuz: Balyoz Çıraklık, Şike Ustalık
Şimdi bir an kendinizi bir hakim olarak düşünün. Savcı bir dava açıyor, davanın yegane delili 2003 yılında basılmış bir CD. CD'yi açık bakıyorsunuz, içinde 2004, 2005, 2006, 2007, 2008 ve 2009 yıllarına ait dosyalar var. Her aklı selim insan gibi şüphelilerin zaman makinesini keşfedip keşfetmediğinden şüpheye düşmeye başlıyorsunuz. Çünkü 2009 yılında gerçekleşecek bir olayın, 2003 yılında yazılmış bir belgede olabilmesi için sadece üç seçenek var.
a) Ruhani Hipotez: Buna göre belge yazarı müneccim'dir, medyumluk ile uğraşmaktadır, 2003 yılında gaybı bilerek bunu zapturapt altına almıştır.
b) Futuristik Hipotez: Buna göre 2003 yılında bir grup insan zaman makinesini keşfederek geleceğe gitmiş, olacak olay ve olguları görmüş sonra 2003 yılına geri dönüp bir word belgesinde kayıt altına almış, sonra da CD olarak basmıştır.
c) Kriminolojik Hipotez: Bir grup insan 2009 yılında 2003 tarihli bir CD hazırlamış, bu CD'yi de baştan savma hazırladıkları için 2009 yılındaki olaylara da yer vermiştir.
Bu önermelerden hangisini seçeceğiniz akıl sağlığınıza bağlı olarak değişir. Bugünkü teknik imkanları bilen herhangi biri, herhangi bir word belgesinin istendiği gibi hazırlanabileceğini, belgenin son kayıt tarihinin ve yazarının değiştirilebileceğini, bunu bir cd'ye basmanın 10 saniye, cd verilerini değiştirmenin ise 25 saniye tutacağını bilir. Değiştirilebilir formatlardaki veri yollarının tamamının müdahaleye açık olması sebebiyle delil niteliğine sahip olup olmadıkları da ciddi bir hukuki tartışma, araştırma konusu.
Ancak hakkını verelim, acemilik diye de bir şey var. İnsan bazı şeyleri zamanla tecrübe ediyor, geliştiriyor.
Balyoz davasına bakan Savcı Mehmet Berk'in döneminde iki önemli olay yaşandı. Sanıklar lehine gelen bir bilirkişi raporunun "buharlaştırılması" ve dava açısından çok kritik bir yazışmanın "adli emanate saklanması."
Savcılar, soruşturmanın başında Balyoz CD’sinden çıkan kimi listelerin 2003 yılı ile tutarlı olup olmadığını araştırmak için ilgili kurumlara gönderiyorlar. (Listelerde el konulacak/kapatılacak kurum, çeşitli kurumlarda çalışan “müzahir” personel, el konulacak araçların model ve plakaları var.) Savcılar gelen yanıtlardan listelerin–dolayısıyla Balyoz CD’sinin–2003′de hazırlanmış olamayacağını görünce ne yapıyor? Bu yazıları adli emanate saklıyor!
Şimdi aynı emniyet ve savcılık ekibi tarafından yürütülen iki soruşturmadaki benzerlikleri bir kenara yazalım
1) Medya Operasyonu
İki soruşturma sırasında da soruşturma sürecinde elde edilen bilgi ve bulguların tamamı aynı odaklara servis edildi. Balyoz davasının öncü medya kuvveti Mehmet Baransu'ya gelen 11 nolu CD olurken, soruşturma sürecinde elde edilen her delil yine bu isme ve bu ismin yazdığı gazeteye servis edildi. Gazete bir darbe planı olduğu yönünde yoğun bir propaganda yaptı. Diğer gazeteler sürece sonradan dahil oldular, temelde yayınlanmış veriler üzerinden yorum yaptılar.
Şike davasında "çıraklık" döneminden feyz almanın izleri var. Bu sefer medya operasyonu temelde tek bir gazeteci - gazete üzerinden değil, emniyetin temasta olduğu bir kaç gazeteci üzerinden başladı, futbolcuların para sayarken görüntüleri olduğu iddia edildi, emniyet yetkilileri en üst düzeyden soruşturmanın sıhhati hakkında açıklamalar yaptı, Mehmet Baransı, Rasim Ozan Kütahyalı gibi isimler de yine sürece katıldı.
İki soruşturmada da benzer gazeteler (Taraf, Zaman, Sabah, Star vs) yer aldı, iki soruşturmada da benzer gazeteciler öncü güç oldular (Mehmet Baransu, Ekrem Dumanlı, Rasim Ozan Kütahyalı, Şamil Tayyar)
Çıraklık ile ustalık arasındaki fark ise, kompozisyonun değişimi oldu, şike soruşturmasında alternatif soslar balyozla karşılaştırılamayacak kadar çoktu. İbrahim Seten, Serhat Ulueren, Erman Toroğlu, Gökmen Özdenak, Ekrem Açıkel, Meriç Müldür, Habertürk Gazetesi propagandanın gönüllü unsurları olurken, geçici bir süreyle Milliyet ve Vatan gazeteleri de bu alana yayıldı.
Soruşturma ve kovuşturma sürecinin tamamında medya etkin bir rol oynadı, iki davada da şüphelilerin suçlarının sabit olduğu yönünde bir kamuoyu algısı yaratılması için sürekli bilgi akışı yapıldı.
Medyanın bu davalardaki konumu da baştan alınmış tutumların devam ettirilmesi / pekiştirilmesi yönünde oldu. Yani medya süreç içerisinde kendisine gelen bulguları denetlemedi, doğruluklarını araştırmadı, süreç hakkında "doğru" bilgiyi verme ve "hakikate ulaşma" gibi temel değerler yerine, önceden alınmış konumun devam ettirilmesi ve yansıtılmasına yöneldi. İki davada da iddiaların boşluğu, çürüklüğü, gerçek dışılığını yansıtacak bulgular kamuoyuna yansımadı, iki davada da bu bulguların zorunlu kıldığı tutum değişikliğine gidilmedi. Medya "haber verme" görevi yerine bir operasyon enstrümanı olarak kendi kendini konumladı.
2- Soruşturmanın gizliliği ilkesinin sistematik ihlali
İki davada da soruşturmanın gizliliği ilkesi yine aynı mihraklar tarafından sistematik olarak ihlal edildi. Bunun iki yönü var, birincisi şüpheliler henüz neyle suçlandıklarını, soruşturma içeriğini, bulguları göremezken bu iddiaların tamamı bir bütün halinde medyaya servis edildi, ikincisi bu iddiaların hepsi hiçbir şüphe taşımadan, suçun sabit kanıtlarıymış gibi yansıtıldı.
3- Lehe delillerin gözden saklanması, hasır altı edilmesi
İki soruşturma sürecinde de lehe delillerin tamamı aynı savcılar tarafından ele alınmadı. Örneğin Balyoz davasında 2003 yılında imal edilmiş bir cd'nin veya flashdiskin içeriğinde olmaması gereken, bu sebeple de cd'nin sıhhatini kuşkuya düşüren tüm veriler yorum dışı bırakıldı, bunlara ne iddianamede ne de soruşturma sürecinde yer verilmedi. İsnad edilen suçu gösterecek tüm bulgular ise yeniden yorumlanarak kamuoyuna sunuldu. Mesela? Gölcük'te bulunan ve davanın üçüncü en önemli delili olan 5 nolu harddiskte yer alan belgelerden birinin Albay Türkeşen tarafından üretildiği iddia ediliyor. Ne zaman? 5 Kasım 2008 Salı günü saat 09.41'de. Peki Albay Türkeşen o tarihte nerede? Denizin dibinde! Peki bunu nasıl biliyoruz? TRT'nin "Savaşta Barışta Türk Ordusu" programı için o tarihte TRT ile çekim yapılıyor. Derin su dalgıçlarının eğitimi konulu çekim 5 Kasım 2008 günü saat 8.30'da başlıyor akşama kadar sürüyor. Yani belgeye göre, Albay Türkeşen denizin dibindeyken bilgisayarını açmış, oturmuş bir "darbe belgesi" üretmiş, bunu kaydetmiş ve bütün bunları da TRT kamerası önünde yapmış.
Şimdi bu durumun bulguların sıhhati üzerinde ciddi şüphe yarattığına kimsenin itirazı olamaz. Akıl sahibi her insan bu durumun, kaynak delilin ciddiyetini çok önemli şekilde sarsacağını bilir. O zaman savcı bu lehe delili de dosyaya koymalı, bulguların gerçek dışı olabileceğini de ifade etmelidir. Neden?
Ceza Muhakemesi Kanunu Madde 160
(2) Cumhuriyet savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.
Şike soruşturmasında da aynı durumun sayısız örneği var. Örneğin Aziz Yıldırım'ın 500.000 $ teşvik primi verdiği iddia edilen Manisaspor maçı ile ilgili hiçbir lehe delil toplanmamıştır, bu paranın neden maçtan 11 gün önce verildiği, neden 4 taksit halinde geri alındığı, bu para transferinin neden son derece takip edilebilir yasal zeminler üzerinden yapıldığı savcılarda hiçbir kuşku yaratmamıştır. Yine Aziz Yıldırım'ın sağlık kontrolünden sonra İlhan Ekşioğlu ile yaptığı "Nasılsın, İyiyim çok iyiyim" tabanlı bir konuşma "şike konuşması" olarak yorumlanırken, ilgili teknik takip dökümanının öncesi, sonrası değerlendirme dışı bırakılmıştır.
Neden önemli? Çünkü savcının amacı ve görevi maddi gerçekliği ortaya çıkarmaktır. Savcılarımıza hukuk Judge Dredd olma sorumluluğu vermemiştir, "kötü olduğuna kanaat getirdiği insanları zorla hapse atma" gibi bir yükümlülüğü yoktur. Savcıların tek görevi şayet maddi gerçeklik bir suç işlendiği yönünde kuvvetli ve makul şüphe yaratıyorsa bunun için dava açmaktan ibarettir. Maddi gerçekliğin ortaya konulması ise, leyhe ve aleyhe tüm delillerin toplanarak objektif bir gözle değerlendirilmesi ile mümkün. Yani savcılarımız dava açma fabrikası değildir, kanun onlara "dava açma" emri vermez, maddi gerçekliği bulma ve bu çerçevede hareket etme emri verir. İki davada da savcılar bu emri yerine getirmemiştir.
4- Adil Yargılanma Hakkının Sürekli İhlali
Masumiyet karinesi hukukumuzda suçu mahkeme tarafından sabit olmadıkça, kimse suçlu muamelesi göremeyeceğini ifade eder. Bu iki yönlüdür, birincisi herkes eşit güç ve şartlar dahilinde kendisini savunma hakkına sahiptir ikincisi de hiçbir kamu görevlisi kimsenin suçlu olduğu yönünde bir açıklama yapamaz, mahkeme kararı gelene kadar herkes çenesini kapamak zorundadır.
Böyle mi oldu?
Balyoz davasında hükümet yetkilileri alenen kendilerine karşı bir suç işlendiğini ifade ettiler, şüphelilerin manevi itibarı medya üzerinden devam eden operasyonla iğfal edildi, soruşturma sürecinde elde edilen tüm bulgular suçun sabit olduğu yönünde yorumlanarak kamuoyuna servis edildi.
Çıraklık dönemi böyle bir şey, ustalık döneminde ise daha ince bir ayar yapıldı. Kamuoyuna güven vermesi için siyasetten bağımsız merciler de topa girdiler, savcının son 5 maçın sonucunu biliyorduk açıklamasıyla emniyetin 19 maçta şike ve teşvik primi tespit ettik açıklaması aynı anda yayınlandı. Suçun sabit olduğu yönünde o kadar çok "bağımsız makam" tarafından açıklama yapıldı ki kamuoyuna adeta "sarsılmaz, soruşturulmaz bir gerçek" sunuldu. Öyle olmadığını da cümle alem görüyordu.
5- Büyük anlatı - Büyük kurgu
Her iki davanın da özdeş yönlerinden biri, davadaki arazların tamamının bir büyük anlatı çerçevesinde "etkisiz" kılınması. İki davada da "sorunların olduğu", "bazı aksaklıklar olabileceği" ama "esas itibariyle" çok değerli ve anlamlı oldukları, tarihi bir dönemeci ifade ettikleri ifade edilerek "küçük usul hatalarıyla büyük esası kaçırmayalım" teranesi devreye konuldu.
Bu görüşe göre iddiaların bütünün sakat olduğunu gösteren delillerin, soruşturma sürecinde devam eden hukuk ihlallerinin hiçbir anlamı yoktu. Hiçbirinde "yahu eğer ortada buz gibi bir suç varsa, neden deliller servis ediliyor, neden medya operasyonu yapılıyor, niçin leyhe olan delillerin hiçbiri değerlendirilmiyor, neden şüphelilerin hakkı korunmuyor?" sorusu sorulmadı. Onun yerine yer yer Ergenekonla bağlanan, darbe ile devam eden bir büyük tarihi hikaye anlatıldı.
Balyoz davasındaki hikaye ittihat ve terakki geleneğinden gelen, bu nedenle her an darbe yapabilecek olan askerlerin yine bir darbe planladığı ancak bu sefer sivil otoritelerin tokat gibi bir cevap verdiği, orduya sızmış bu cerahi geleneği yok etmek için var güçleriyle çalıştıkları oldu. Böyle bir "tarihi savaş" varken herhalde hukuk mukuk gibi tali şeylere bakılmayacak, bir takım arazlar varsa da göz yumulacak, hukuk devletinin temel değerleri, demokratik bir toplumun öncelikli kuralları filan gibi hususlarla can sıkılmayacak, yekten ve kör gözle "oh oh ne iyi oldu" denilecekti.
Şike davasında ise anlatı iki boyutlu devam etti. Futbolda şike vardı, şike kötü bir şeydi, türk futbolunun bundan muzdarip olduğunu cemil cümle alem biliyordu, en sonunda "aydınlık yarınlar" için, sivil otorite iddiaları ciddiye almış, bu alana dokunmuş, futbolun bağırsaklarını temizlemeye el atmıştı. Bu durumda herhalde hukuk mukuk dinlenmeyecek, insanların savunma hakkı, masumiyet karinesi, soruşturmanın gizliliği, adil yargılanma hakkı gibi bir takım haklarla el kol bağlanmayacak, telegol mahkemesi çerçeveli, Galatasaray talepli "üfleyerek sönmezcilik" ile insanların savunması bile alınmadan ve daha soruşturma safhasında kulüplerin ceza verilmesi talep edilecek, bu talep gerçekleşmeyince de daha büyük bir öfkeyle aynı anlatı devam ettirilecekti.
İkinci boyutta Fenerbahçe Ergenekon ile bağlanarak muhafazakar kesimlere, "Fenerbahçeli olabilirsiniz, davada eksiklikler var biz de biliyoruz ama spora uzanan ergenekonla mücadele ediyoruz" mesajı verildi. Kim tarafından?
Bak
Ahmet Turan Alkan, Zaman Gazetesi, 4 Temmuz 2011 - Futbolun Ergenekonu
Sabah Gazetesi, 5 Temmuz 2011 - Futbolun ergenekonu
Sedat Laçiner, Star Gazetesi, 7 Temmuz 2011, Fenerbahçe Ergenekon Bağlantısı
Orhan Kemal Cengiz, Radikal, 15 Temmuz 2011, Ergenekon, Fenerbahçe, Şike ve Alan Savunması
Uzatmayayım, aynı odaklar tarafından Ergenekon ile Fenerbahçe arasında zoraki bir bağlantı kurma çabası güdüldü, bu çaba ile hem liberaller hem de muhafazakarlar susturularak, operasyon karşısında nötr bir tutum almaları talep edildi. Böylece alternatif seslerin varlığı da engellenmeye çalışıldı. Tek sesli bir medya eliyle kamuoyu algısının istenilen terzilikte yeniden üretilmesi amaçlandı.
Büyük anlatı - Büyük Kurgunun en önemli özelliği McCarthy yargılamalarında gözüktüğü gibi, "daha büyük amaç için feda edilebilecek küçük ayrıntılar" algısı yaratmasıdır. McCarthy komünizmle mücadele etmektedir, komünist ajanlar eliyle komünizm ABD'ye yayılmak üzeredir, o sebeple bir "savaş" vardır, savaşta da "kanunlar susar". Demokratik haklar ikincil konu olurken, savaşın kazanılması temel amaç haline gelir. Bu zihnin faşizan yapısını uzun uzun anlatmaya gerek yok.
6-Aynı Odaklar - Farklı Tatlar
İşin özü, iki davada da emniyet birimlerinin teknik takibi ile başlayan soruşturmalarda bütün bulgular medyaya servis edildi, soruşturmanın gizliliği ilkesi ihlal edildi, şüpheliler adil yargılanma hakkından yararlanamadı.
İki davada da, leyhe olan tüm deliller görmezden gelindi, savcılık makamları özellikle delilleri isnad ettikleri suçu gösterecek şekilde yeniden biçimlendirdi, tutukluluk kararları bu düzlemde hızla ve makul gerekçe olmaksızın verildi.
İki davada da, büyük bir anlatı, önemli bir savaş atmosferi algısıyla birlikte servis edildi. Düşman unsurlar, korkunç kötüler belirtildi, son derece "hasbi hislerle" bir mücadeleye atılan yargı-emniyet-hükümet üçgeni, tertemiz bir demokrasi için demokrasinin tüm kurallarının ihlal edilmesi gibi garabetler bol keseden kamuoyunun üstüne sallandı.
İki davada da, medya operasyonun aktif ve etkin ayağı oldu, kamuoyunu propaganda teknikleri ile bilgilendirdi, kamuoyu algısı üretim tekniklerinin tamamı ustalıkla kullanıldı.
Ama biri acemilik diğeri ustalıktı. Birinde 2003 yılında bilinmesi mümkün olmayan bilgiler, varolmayan gemiler cd'ye konuldu, dava biraz el yordamıyla götürüldü, ikincisinde montajlanmış görüntüler, kolajlanmış dinleme tutanakları "yarı gerçek" iddialar servis edilerek daha "güçlü" bir pozisyon alındı.
Eh o kadar da olsun, Aziz Yıldırım'ın bilgisayarında şike makbuzlarını gösteren excel tablosu çıkmaması bile bir güzellik. Düşünsenize 2011 yılında oynanacak bir maça verilecek olan teşvik priminin 2008 yılında gösterildiği bir excel dosyamız da olsaydı, şu sokakların hali nice olurdu?
Devamı ...
2 Mart 2012
Teşviğin Makbuzu
Bugün Adnan Polat hakkında "hizmet nedeniyle görevi kötüye kullanmak" suçunu işlediğine yönelik olarak hazırlanan iddianame kabul edildi. Esasında bu olaya hiç girmek istemiyorum. Nihayetinde burada suçlanan biri var, kendisi savunma hakkını kullanmalı, Galatasaray Spor Kulübü de iddialardan pay aldığı oranda elindeki belge ve bilgileri ortaya koymalı. Ancak süreç içerisinde ilginç bazı şeyler var.
Bülent Tulun'un Mektubu
Kamuoyu Tulun'un mektubundan 5 Ağustos 2011 tarihinde haberdar oldu. Mektupta aynen şöyle deniyordu [1]:
15 Haziran 2007
Sayın Polat; Uzunca bir süredir Sasa Iliç’in transferi sırasında, yani Temmuz 2005’te yapılan bir işlem dolayısıyla şahsımı suçlayıcı söylemlerinizi izlemekteyim. Mevkur tarihte oyuncunun resmi menajeri yoktu. Kendisine transfer pazarlığını yapan ile yardımcı olan bir kişiye “Adı bende” 75.000 Euro ödedik. Bununla ilgili yönetim kurulu kararı mevcuttur. İşlem Galatasaray menfaatleri için yapılmıştır. Umarım Mayıs 2006’da iki parti halinde şoförünüzün makbuz imzalayarak aldığı 1.500.000 ABD Doları da Galatasaray menfaatleri için kullanılmış olsun. Söz konusu makbuz kopyaları bende mevcuttur. Hoşça kalın... Bülent Tulun
6 Ağustos 2011 tarihinde Adnan Polat savcılığa ifade vermeye gitti. Burada kendisine 1 milyon doların ne olduğu sorulunca bu paranın Song'a verildiğini ifade etti.
Oysa söz konusu paranın 2006 yılında Mayıs ayında Denizlispor'a teşvik primi olarak gönderildiği iddiaları yer alıyordu.
2006 tarihli bir Hürriyet gazetesi haberinin manşeti aynen şöyle: "İşte Şike İşte Belge" Haberde şu ifadeler geçiyor: [2]
TÜRKİYE hep o ismi konuştu. Ali İpek.. Denizlispor Başkanı.. Sezonun bitimine doğru birkaç kez ortalığı ayağa kaldırmış, ligin şaibeli olduğunu iddia etmişti;
- F.Bahçe maçından sonra dönen dolapları açıklayacağım. Sezon sonunda konuşacağım.
- Bir konuşursam yer yerinden oynar..
- Ortalıkta dolaşan çantaların haddi hesabı yok..
Ali İpek, küme düşme potasında bulunan ya da şampiyonluk yarışı yapan takımların "Şike yaptığı" imasında bulunuyordu.
Yani bağlantıları kurmak çok da zor değil. Ortalıkta o tarihlerde Galatasaray kulübünden "iki parti halinde" çıkan bir para var, aynı tarihlerde Denizlispor Başkanı şampiyonluk yarışı yapan takımların şike yaptığı imasında bulunuyor, bir takım çantaların gezindiğini ifade ediyor, konuşacağını söylüyor ancak takım kümede kaldığı için susuyor.
Polise sunulamayan belge: 1 milyon dolar nerede?
Velhasıl ne oldu? Galatasaray muhasebe kayıtları içerisinde bu bir milyon doların nasıl harcandığı bulunamadı. Galatasaray nihayetinde bir dernek olarak belirli defterleri tutmak, harcamalarını ve gelirlerini belgelerle ispatlamak zorunda. Dolayısıyla bu makbuzların da varolması gerekiyor. Oysa bir milyon doların nereye harcandığını gösteren bir makbuz yok.
Bunun üzerine Galatasaray kulübünden bu makbuzlar istendi, Galatasaray da bir açıklama yaptı ve aynen şunu söyledi [3]:
Bugün saat 22.45 sularında yöneticimiz Sedat Doğan, Organize Suçlar Müdürlüğü'nü arayarak tüm hafta sonu boyunca çalışıldığını ve kulübümüzden Cuma günü talep edilen belgelerin tercümeleri ile birlikte hazır olduğunu, eğer emniyet tarafından arzu edilirse derhal teslim edilebileceğini ifade etmiştir.
Emniyet görevlileri ise belgelerin yarın teslim edilmesinin daha uygun olacağını belirttiklerinden, ilgili belgeler yarın sabah erken saatte emniyete teslim edilecektir.
Medyada çıkan "belgelerin eksik olduğu ve bu yüzden teslim edilemediği" yönündeki haberlerin asılsız olduğu bir kez daha ispatlanmış olmaktadır.
İşe bak, Galatasaray 7 Ağustos 2011 tarihinde belgelerin eksik olduğu iddialarını yalanlıyor ve belgeleri ibraz etmek için 2 gün süre istiyor. Yani belgelerin tam olduğunu ifade ediyor.
8 Ağustos 2011 tarihinde Radikal müjdeyi veriyor, "Belge Bulundu" [4]
Geçen hafta Galatasaray Kulübü'ne yönelik operasyonda polisin harcamalarla ilgili istediği belgeler polise teslim edildi.
Galatasaray Kulübünün, paranın Kamerunlu futbolcu Song’un transferi için kullanıldığına dair belgeleri bugün emniyete ve savcılığa sunduğu belirtildi.
Halbuki bugün kabul edilen iddianameye göre bu belgeler hala yok. Nitekim bu açıklama bir çok kez yalanlandı.
9 Ağustos 2011 tarihinde belgelerin "gazete küpürü" olduğu ortaya çıktı, sanıyoruz Radikal gazetesinin ilgili muhabirinin kalbi sıkışmıştır [5],[6]:
Belge diye sunulan klasörü açan polisler, makbuz yerine o dönem G.Saray’da forma giyen Rigobert Song’la yaşanan ödeme krizini anlatan haberlerin bulunduğu gazete kupürleri ve menajeriyle yapılan ödeme yazışmalarıyla karşılaştı.
Galatasaray: Taşınırken kaybetmiş olabiliriz, arşivde olabilir, arıyoruz
7 Ağustos 2011 tarihinde belgelerin tam ve eksiksiz olarak emniyete sunulduğunu ifade eden Galatasaray bundan 6 ay sonra şu açıklamayı yaptı [7]:
1. Kulübümüz son altı yıl zarfında, yapılanma çalışmalarına bağlı olarak birden fazla mekan değiştirmiş ve son olarak yaklaşık 8 ay önce bugünkü merkezi olan Ali Sami Yen Spor Kompleksi TT Arena’ya taşınmıştır. Halen geçmiş yıllar arşiv düzenlemesi çalışmaları imkanlarımız ölçüsünde sürdürülmektedir.
2. Kulübümüz açısından çeşitli ödemelerin gecikmesinden kaynaklanan fevkalade ciddi sorun ve ihtilafların yaşandığı bir dönemde, özellikle UEFA ve başta CAS olmak üzere hukuk kurumlarına intikal etmiş davalar sırasında ilgili kurumlar ve Kulübümüz avukatlarının talebi üzerine pek çok belgenin aslı ilgili dosyalara, kişi ve kurumlara sunulmuş bulunmaktadır.
3. Genel Kurulumuzca ibra edilmiş olan söz konusu döneme ilişkin, gerek Kulüp Denetim Kurulu gerek mali denetim kurulları ve gerekse İçişleri Bakanlığı Dernekler Denetçiliği tarafından yapılan incelemeler sonucunda düzenlenen raporlarda bahis konusu hususa yönelik hiçbir usulsüzlük tespit edilmemiştir.
Yani Galatasaray dedi ki, kardeşim biz o dönemi zaten ibra etmiştik, bir çok kereler de taşındık, arşivlerde bulduğumuz belgeleri emniyete ibraz ettik, arşiv çalışmaları da devam ediyor, bulursak onu da emniyete sunacağız.
Hangi belgeyi? Tekrardan zarar çıkmaz, 7 Ağustos tarihinde tam ve eksiksiz olarak emniyete sunduklarını iddia ettikleri belgeyi.
Savcının Görüşü: Teşvik Priminin makbuzu yok, o yüzden Teşvik suçu da yok
Velhasıl kelam, kabul edilen savcılık iddianamesinde şu görüş yer alıyor:
Galatasaray Spor Kulübü Derneğine ait 1 milyon dolar tutarındaki paranın hangi amaçla ve nereye harcanmış olduğunu ikna edici bir makbuz ya da belge ile tevsik edilemediği dikkate alınarak, harcamanın yapılmış olduğu 16 Mayıs 2006 tarihi itibarıyla Galatasaray Spor Kulübü Derneğinde kulüp başkan yardımcısı olarak görev yapan, bahsi geçen ödemenin yapıldığı iddia edilen futbolcu Rigobert Song ile yapılan sulh ve ibra kontratlarında kulüp başkan yardımcısı sıfatıyla imzası bulunan Adnan Polat'ın eylemiyle 'Hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanmak” suçunu işlemiş olduğu dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Yani ne diyor savcı? Bu paranın nereye gittiği belli olmadığı için, Galatasaray bana bu paranın nereye harcandığını ispatlayamadığı için, dönemin Galatasaray Spor Kulübü Başkanını güveni kötüye kullanmaktan dolayı suçluyorum.
Bu ayıp tek başına yeter. Koca Galatasaray kulübü taşındığı için belge bulamıyor, emniyet güçlerine belge olarak gazete küpürü sunuyor, medyayı yalancılıkla itham ediyor ama bir yandan da kendisi yalan söylüyor.
Esas önemli konu şu, savcı aynı iddianamede diyor ki:
Denizlispor-Fenerbahçe futbol takımları arasında oynanan maç öncesinde ve sonrasında 14 Nisan 2011 tarihinde yürürlüğe giren 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun kapsamında değerlendirilebilecek nitelikte Galatasaray Spor Kulübü adına teşvik primi olarak herhangi bir ödemede bulunulduğuna dair kayıt bilgi ve belgeye rastlanılmadığı görülmüştür.
Dikkat isterim savcı diyor ki: Galatasaray Spor Kulübünün teşvik primi olarak değerlendirilebilecek herhangi bir ödeme bulunduğuna dair BELGE OLMADIĞI için, teşvik primi yok.
Yani diyor ki, teşvik primine yorulacak bir ödeme makbuzu yok o yüzden de teşvik primi yok.
Şimdi zurnanın zırt dediği yer şurası, Fenerbahçe Spor Kulübü şike davasında tek tek mali kayıtlarını açtı, anılan dönemle ilgili bütün belgeleri mahkemeye sundu.
Fenerbahçe'ye yönelik davada savcının elinde şike veya teşvik primine yönelik bir ödeme gösteren bir tane makbuz, belge, kayıt hiçbir şey yok.
Fenerbahçe'nin hesap veremediği 1 TL bulunmuyor. Savcının da usulsüz bulduğu tek 1 TL'lik finans akışı yok.
Manzara da şu,
Galatasaray bir milyon doların nereye gittiğini gösteren bir tane belgeye sahip değil, ancak teşvik primi gösteren belge de yok o yüzden teşvik primi yok,
Fenerbahçe'nin açık 1 TL'si yok, her kuruş belgeyle ispatlanmış, savcının elinde teşvik veya şike gösteren bir tane mali kayıt yok ama savcı şike ve teşvik suçunun işlendiğini iddia ediyor!
Şimdi bu ne?
Özel Yetkili Savcıların ne şekil bir özel yetkiye sahip olduğunu kamuoyunun çok daha iyi anladığı bu günler için bile bu durum basbayağı absürd.
Eğer teşvik primi iddiasını ispatlayan şey buna yönelik bir ödeme belgesi ise, yani bir milyon doların nereye harcandığını gösteren bir belge olmaması bile teşvik primi iddiasını güçlendirmiyorsa Fenerbahçeli tüm yöneticilerin bugün beraat etmesi, hepsinin de dışarıda olması lazım.
Tekrar etmek istiyorum, savcı teşvik priminin delili olarak bir ödeme belgesi arıyor, kasadaki açığı bile, bu açığın varolmasını bile delilden saymıyor. O halde Fenerbahçeliler neden içeride?
Kurgu diyoruz ya hani, işte kurgu böyle mantık hatalarıyla dolu, adaletsiz bir sahne kurduğu için çöküyor.
[1] http://www.muhalifgazete.com/17733-Kayip-parayi-acikladi.htm
[2] http://www.hurriyet.com.tr/spor/4789722.asp?gid=53
[3] http://www.galatasaray.org/kulup/haber/10768.php
[4] http://www.radikal.com.tr/R=1059255
[5] http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/18445053.asp
[6] http://spor.milliyet.com.tr/..=haberici
[7] http://www.galatasaray.org/kulup/haber/12673.php
Devamı ...
3 Mart'ta Taksim'de Adalet İstiyoruz
Kural değişmez, insanlar adaletsizliğe karşı isyan eder. Bu bir elektrik akımına benzer. Alışkanlık yaratır. Bir kere adaletsizliğe karşı çıkan, diğer adaletsizliklere de duyarlı hale gelir. Artık susamaz. Birinci elden adaletsizliği yaşadık. Gördük ki, çok uzun zamandır susanlar var, çok büyük kötülükler karşısında mühürlenmiş dudaklarıyla konuşmayanlar var, gözü çok acı görüp, gözünü kapatanlar var. Oysa arkamızı döndüğümüz bütün karanlıklar gün geldi bizi omzumuzdan tuttu.
Çünkü hep böyledir.
Zamanında karşı çıkmadığımız canavarlar büyür bizim de evimize gelir. Südet bölgesini vererek kurtulacağını sananlar, Polonya çırpınırken sessiz kalanlar, Londra'nın yandığını da görmeye mahkum olur.
Ellerimizle büyütürüz zalimleri. Sessizliğimizden güç alır, korkumuzdan beslenir, biz sokaklara çıkmadığımız için caddeleri postallarıyla ezerler.
Bilinen en büyük, en güçlü, en otoriter araç ordu, yargı, emniyet değildir. Milyonlarca insanı sessiz bırakan, onların gözü kapalı onaylarıyla meşruiyet bulan, onları evlerine, okullarına, kendi hayatlarına hapseden umursamazlıktır.
Firavunları saraylarında tutan askerler değil, milyonlarca insanın sessizliğidir.
Çok uzun zaman sustuk.
Şimdi Fenerbahçe "ben bir futbol kulübü değilim ben bir sosyal hareketim" diyorsa, eğer mücadelemiz gerçekten zalimlerle ve zulümleyse, eğer gerçekten adalet istiyorsak, bir insan olarak görevimiz sokakta başlıyor.
Ahmet Şık ve Nedim Şener 364 gündür tutuklu. Bir bilgisayarda bulunan, nasıl o bilgisayara geldiği hala kesinleşmeyen bir word dökümanı sebebiyle 364 gündür özgürlüğünden mahrum.
Önce basılmamış bir kitabı örgütsel döküman ilan ettiler, basılmamış kitaptaki notlar "örgütsel talimat" oldu, dökümanın sahibi de örgüt üyesi.
Dosyadaki bulguları, bir takım konuşmaları medyaya servis ettiler. Embedded yazarlar eliyle "büyük, korkunç, akıl almaz bir terör örgütünün varolduğu" yönünde şayia yarattılar. Baransular, Nagehan Alçılar, Rasim Ozanlar, Emre Uslular hızla sipere yerleşip "iddianameyi bekleyin" diye ateşe başladı, ön safta yer aldılar.
İddianame açıklandı. Bütün delillerin fos, bütün iddiaların da yalan olduğunu öğrendik.
Ahmet Şık "ben terörist değilim ben gazeteciyim" diye haykırdı, soğuk mahkeme duvarlarında, mülkün temeli adalet sağır gibi dinledi.
Şimdi sıra bizde.
365 gün sonra, Ahmet ve Nedim'in ailesi için ama bugün haksız delillerle, medyaya servis edilen kara propaganda taktikleriyle, özel yetkili mahkemelerin akıl almaz yorumlarıyla özgürlüğünden mahrum bırakılan bütün tutuklular için,
Sadece karanlığa karşı çıkmak için değil, Cihan'ların, Büşra'ların, Berna'ların aylarca hapiste kalmaması için,
Tecrit edilenler, ötekileştirilenler, adları nefretle anılanlar, evladını cezaevi duvarları ardında sevenler, teknik takip dökümanlarıyla itibarları linç edilenler için,
ama daha önemlisi yaşadığımız bu ülke için, bu ülkede kimse haksız yere suçlanmasın, kimsenin itibarı yok edilmesin, masumiyet karinesi ihlal edilmesin, yargı birilerini yok etmenin değil adaleti sağlamanın aracı olsun diye,
Sokağa çıkma sırası yine bizde.
3 Mart 2012 günü, saat 11.00'da Taksim'de olacağız.
Çünkü böyle bir ülkeyi reddediyoruz. Böyle bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Bu zulmün bir parçası olmayı kendimize yakıştıramıyoruz.
Birileri şunu çok açık anlamalı, yapıp da yanınıza kar kalmayacak bazı şeyler var ve haksızlık onlardan biri.
Devamı ...