Fenerbahçe Tribünü Yol Yordam Bilir



Bilhassa 3 Temmuz sonrası süreçte sağlıklı ilerlese (büyük değişimlerin olmasa bile) geniş diyalogların önünü açabilecek olan sosyal medya kullanımı amacından şaşıp, internete giren büyük bir kısım insanın eli "ideolog" kıvamında klavye tutmaya başlayınca, ortalık "tuttuğuna" akıl öğretenlerle doldu.

"Bir ölür, bin doğarız" hamasetinin yakasını bırakmadığı ekseri toplum zihniyetine "Falanca bunu beğendi" ve "retweet" coşkuları da eklenince her tarafta "kendisini sicil amiri zannedenler" görünmeye, kanaat notları ve "Bu olmadı işte" cümleleri havada uçuşmaya başladı.

Kötü niyet olmadığı kesin ama keskin tabirlerin faydasızlığı da muhakkak. Maksadını aşan ağızdan çıkmışlar ile yanlış anlaşılan klavyeden çıkmışların oluşturduğu "Fenerbahçe'nin Büyük Bir Kısım Taraftarı = İptal edilmiş mitinglere katılarak itaatsizlik gösteren, ara sıra serseri gibi davranan, basketbol maçında ne yapacağını bilmeyen, tepkilerini ölçmekten aciz, cenaze gibi hiç olmadık yerlerde sinirlerine hakim olamayan, internette rakip teknik direktörün kızının bir yazısı yüzünden bile provakasyona gelen" formülünün altına hiçbir Fenerbahçeli "öyledir" imzası atmamalı.

23 Şubat 1953 tarihli Milliyet gazetesinden, Ümit Deniz imzalı bir "maçtan sonra yazısı" var aşağıda. Neredeyse 60 sene olmuş. Yazıya konu olanların hemen hepsi hakkın rahmetine kavuşmuştur. Nasıl ki o insanlar için "adam değillermiş" denemiyorsa, bugünün tribünlerine emek verenler ve koşturanlar için de gırtlağın dokuz boğum olduğunu unutmadan konuşmak gerekiyor.

Bir zaman bir yazıda yazdığım bir şey vardı:
"İletişim çağında ve kurumsallık düzeninde hareket eden camialar, ancak ve ancak fikir çarpışmalarıyla yol kat eder. Cahil cühela da olsa eleştiren insanı eğitmeye çalışmak ve ona değer vermek yerine, karşı fikri yağlı kemende layık görürseniz ileriye yürüyemezsiniz. Tahammülsüzlük arttıkça, yanınızdaki dalkavuklar "Siz ileriye gitmiyorsanız, biz nasıl arkanızda kalıyoruz efendim" diyerek, "iş bilen" aferistler haline gelir."

Bölünmekten kolay bir şey yok. Önemli olan armuda sapı, üzüme çöpü bahane etmeden bir olabilmek. Bundan kim kaçıyorsa suçlu odur.
Sabahın dokuzunda Beşiktaş'taki ihtiyar tabutçunun kapısı hızlı hızlı vuruldu

Öğle yemeği için lahana kapuskasını ateşe koymuş olan adam vurulan darbelerin tesiri altında bir "lâ havle" çekerek taşlığa yürüdü.

Kapının eşiğinde üç genç duruyordu. Tabutçu soran gözlerle onlara baktı. Bunlar pek cenaze sahibine benzemiyorlardı ama belli olmazdı. İnsanlık hali bu! Nihayet ziyaretçilerden biri:

"Baba" dedi. "Sen tabut satıyorsun değil mi?"

"Evet"

"Bize akşam beşte iade edilmek üzere dört tabut lazım. Kiralayabilecek misin?"

İhtiyar hayret etti.

"Dört tabut mu?"

"Evet"

Adam daha fazla sormadı. Onun nesine gerekti. Üç aşağı beş yukarı pazarlıktan sonra depozito akçesini alıp dört tabutu dörder lira kira ile gelenlere teslim etti.

İhtiyar tabutçu hiçbir zaman bu tabutların nereye kullanıldığını öğrenemedi. Ve belki de hâlâ bilmiyor.

Halbuki bunlar birçok İstanbullu dünkü Galatasaray - Fenerbahçe maçından sonra caddelerde Galatasaray bayrağına sarılı olarak Fenerlilerin omzunda taşınırken gördüler.

Futbol iptilası bizde çok tuhaf bir manzara arz ediyor. Bunda aklınıza gelen veya gelmeyen her türlü söze, manzaraya rastlıyorsunuz. Hakemlerle beraber 25 kişinin peşinde koştuğu bir meşin parçasını seyir için 25 bin kişi, sıcağa soğuğa, güneşe yağmura bakmadan tribünlere doluveriyor.

* * *

Mithatpaşa Stadı.

Saat 14 olduğu halde Dolmabahçe tarafındaki açık ve kapalı tribünler ağız ağıza dolu. Gazhane ciheti ekâbir seyirciye ait anlaşılan. Daha henüz gelen yok. (L) tribünü basın ve davetlilere mahsus. Fakat mühim maçlarda burası da tıklım tıklım olduğu için açıkgöz bir zat iki piyade eri göndermiş, yerini daha 13'ten itibaren bunları oturtmak suretiyle muhafaza ettirmiş.

"Teksas" denen, ateşli gençlerin devam ettikleri Gazhane bitişiğindeki açık tribün tamir edildiği için burada kimseler yok.

(L) kapısından girilen şeref tribünü de henüz boş fakat maç başlarken burası asker, sivil, resmi, gayriresmi her meslekten zevat ile dolacaktır. Bunlar içeri nasıl girerler? Nasıl davetiye ve yer bulurlar? Orası bir sırdır işte.

* * *

Şimdi seyircilere gelelim.

Eski Taksim Stadını bilenler, buradaki tribünlerin "Galatasaraylı, Fenerbahçeli" diye ikiye ayrıldığını hatırlayacaklardır. Halbuki Mithatpaşa'da bu olmadığı için Fenerli, Beşiktaşlı, Galatasaraylı, İstanbulsporlu, Vefalı, Beykozlu yan yana oturur. Aşırı heyecanlı seyircilerin sık sık tekrarladıkları el ve dil kavgasına rastlamak her zaman mümkündür.

Seyirciler arasında vizon kaplı hanımlara, şık beylere, kucakta getirilen kundak çağından yeni kurtulmuş çocuklara rastlamak mümkün olduğu gibi, ellerinde kulübünün bayrağını, flamasını, remzini taşıyanları görmek de daima kabildir. Maç başlayana kadar bunları dalgalandırmaktan, sallamaktan ve bağırmaktan hoşlanan seyirciler, hakemin düdüğü ile birlikte, herhangi bir taraf gol yapana kadar bunları kapayıp heyecanla maçı seyri tercih ederler. Bunların içinde maça iki metrelik büyük bir bayrakla gelen "Çeşme Meydanlılar" ise başlı başına bir alemdir.

* * *

Maç başlayınca olanlar...

Dün ligin son karşılaşması idi. Fener lig şampiyonu olduğu için , takım daha sahaya çıkarken büyük bir nümayiş başladı. Sarı Lacivertliler, evvela sahanın dört köşesine yayılarak hayranlarına takımlarının resimlerini dağıttılar. Sonra seremoni başladı.

Lig şampiyonuna buketler, kupalar, radyolar tevzi edildi. Öyle ki, bir zaman geldi, çocuklar -teşbihte hata olmaz- incikler boncuklarla adeta sürre devesine döndüler. Aldıkları hediyelerle yürüyemeyecek hale geldiler.

Arkadan sahaya sarı kırmızılılar çıktı. Onların boynu büküktü. Oyuncaklarını alamayan habersiz sünnet merasimi yapılan çocuklara benziyorlardı.

Maç başladı. -Bunun teknik tarafını ve kritiğini spor muhabiri arkadaşa bırakıyoruz- Hem de gayet güzel başladı. Basın tribünündeki spor muharrirleri kronometrelerini, kağıt ve kalemlerini çıkarmışlar, pür dikkat bekliyorlar. Sahanın demirbaşları malum. Hakemler, oyuncular, foto muhabirleri, polisler ve jandarmalar...

Maç haftayma doğru hızlanıyor.

Tribünden sesler:

"Vur... Öldür... Kır... Yaşatma... Ye onu..."

Tabii "Yuuuh", "Çüüüş", "Ohaaa" gibi hakeme ve oyunculara gönderilen elfazı galize her maçın bir nevi çeşnisini teşkil ediyor.

Arada kaza oldu, bir oyuncu yaralandı mı? Tribünler içinde yerden biter gibi bir sürü küfeci çocuk peyda oluyor. Bunlar sinek gibi eğri duvarlar üzerine kırk derecelik zaviye yaparak koşar adımlarla dolaşıyorlar.

Maç hiç sert olmadığı halde yerler yaralı ve sakat oyuncularla dolu.

Hakemin düdüğü ikide birde çalınca tribünlerden bir sürü itiraz nidası yükseliyor. Futboldan anlayanın da anlamayanın da hakeme itirazı bizim stadyumlarda âdet hükmüne girmiştir. Onun için buna ne hakem ne de oyuncu kulak asmıyor.

Nihayet maç bitiyor.

Stadın on üç kapısından halk akın akın caddelere ve sokaklara dökülüyor. Artık tramvay tepelerinde, otomobil marşpiyellerinde, otobüs kapılarında asım asım insanlara rastlamanız işten bile değildir.

Tabii bu arada Beşiktaşlı ihtiyar tabutçudan kiralanan dört tabutun da "Ya! Ya! Ya! Şa! Şa! Şa! Fenerbahçe çok yaşa!" nidaları arasında caddelerde, döne döne seyahat ettiğini ilaveyi zait buluyoruz.


1 comments:

  1. emir.z dedi ki...

    Bu yazının altında otuz tane yorum görseydim bizim tribünler yol yordam bilir diyebilirdim. Ama bir tane bile yok.
    Yine de olumlu düşünecek olursam, şu yazıyı yazan da bir tribüncü olduğuna göre bizim tribünlerde kimse yol yordam bilmez de diyemem.
    Sonuçtaysa şuraya varıyorum ki bizim tribünlerde yol yordam bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az ve bunların elleri de yol yordam bilmeyenleri yönlendirebilecek kadar güçlü değil.
    Bu yorumum bizim olmayan tribünlere de teşmil edilebilir.
    Hâsıl-ı kelam tribünlerden ekseriyetle memnun olmadığımı ilaveyi zait buluyorum.

Yorum Gönder