8 Ekim 2012
Alex - Aykut Hoca- Aziz Yıldırım: Sistem nerede?
Bu tatminsizlik öyle boyutlara ulaşıyor ki, bir büyük kitle iletişim mekanizması içerisinde insanları kendi varlıklarından, olayları da ağırlığından kopartıyoruz.
Hiç bir sağlıklı toplumda, seri katil olmadıkça, karısını evde kör testereyle kesmedikçe, bir yere bomba koyarken yakalanmadıkça veya çırılçıplak sahaya atlayıp edep yerlerini kitleye arz etmedikçe bir tercümanın istifa etmesi manşet olmaz. Savaşın eşiğinde yaşayan, 8 milletvekili, 108 gazateci, 500'ün üzerinde üniversite öğrencisinin tutuklu olduğu, sabah Bitlis gibi bir şehrinde roketatar saldırısının gerçekleştiği bir ülkede "manşet" haber buydu.
Hiçbir sağlıklı ülkede, bunca sorun varken, Bir Başbakan işinden ayrılmış bir futbolcuyu arayarak kendisini Kasımpaşaspora davet eden bir konuşma yapmaz. Lafı uzatmayayım ama içimde de kalmasın, Başbakan niye Alex'i arıyor arkadaş? Bu memlekette sorun mu yok? Hadi aradı, Başbakan niye Türkiye'de kal diyor? Adam gidecekse gider, neticede bir futbolcu. Hadi kal dedin, Kasımpaşa'nın idari menejeri misin, kulüp başkanı mısın, teknik direktörü müsün, niye "Seni Kasımpaşa'ya alalım" diyorsun? Belki adam 8 milyon € isteyecek senede, cebinden mi vereceksin? Ne yapacaksın? Başbakanların bunlarla uğraştığı bir ülkeye sağlıklı bir ülke, psikolojisi normal bir ülke gözüyle bakılır mı?
Bu sorun hepimizde olduğu için oturduğumuz yerden karakter tasarımına başlıyoruz. Üçüncü veya dördüncü vites yok. 1 yıl içerisinde Alex ve Aykut Hoca o kadar "kahraman" ve "hain" oldularki insan şaşırıyor. Halbuki, Alex'in aynı anda temiz bir aile babası, iyi bir kaptan, lider özellikleri taşıyan bir futbolcu, heykeli dikilecek bir efsane ve sinsi, yalancı, hain, kötü insan ilişkileri olan bir hıyanet abidesi olması mümkün değil. Aykut Hoca, bir yandan Fenerbahçe aşığı, "kocaman umutlarımızın sembolü", taraftarın önünde yerlere eğilecek kadar mütevazi, Yaşar Kemal'le sohbet etmeyi seçecek, bir mayıs dolayısıyla basın mensuplarının bayramlarını kutlayacak kadar düşünceli ve arkadan iş çeviren, Alex'i kıskanan, büyüklüğü kaldıramayan, küçük, hesapçı, sinsi bir insan da olamaz.
Tembel ve ahlak yoksunu bir medya ortamının ortasında yaşıyoruz. Bu medya için "gerçekler" değil sansasyon, skandal ve bunun en ucuzu matah. Çünkü "gerçekler" sıkıcı ve kolay değişmiyor. Televizyonun başında olup reklam izlemeniz için, internet sitelerine girip "tık" sayısını arttırmanız için medya yöneticilerinin genel politikası kadın poposu resmi koymak veya üzerinde konuşacağımız, birbirimize düşman olacağımız büyük sansasyonlar imal etmek.
Çünkü aslında hiç kimsenin 7/24 bir haber ajansına ihtiyacı yok. 7/24 haber ajansları Irak savaşından sonra kuruldu, zira gerçekten de medya çağında ilk kez 7/24 takip edilebilecek bir haber vardı. Bu iş bir iş olarak tanımlanınca da artık 7/24 takip edilebilecek tiynette haber yaratılma safhasına gelindi. Amerika'da da böyle, Türkiye'de de böyle, Almanya'da da böyle. 24 saat takip etmemiz gereken bir haber olmadığı için, 24 saat izlememiz, takip etmemizi gerektirecek, ucuz, basit, skandalı yoğun "dedikodular" haber olarak sunulmaya başlandı.
Beyler bayanlar, bu da bizim aklımızı iğfal etti. Hiçbir şeyi normal karşılamıyoruz.
Bakın baştan söylüyorum, Alex'i çok severim. Üstüne döktüğüm methiyeler bu blogda duruyor. Hiçbirinden pişman değilim. Ama arkadaş, Alex'in iş akdinin feshi "hıyanet", "insafsızlık", "zulüm" bandında tartışılabilecek bir konu değil? Senede 4 milyon, 5 milyon para alan bir futbolcu kulübünden ayrılmış. Aç yok, ortada kalan yok. Futbolculuk böyle bir meslek. Hiç kimse bu meslekte kimseye 8 yıl bir kulüpte oynama garantisi veremez. Ronaldinho'lar, Johan Cruyff'lar bu şansa sahip olmadı. Her futbolcunun iş akdi feshedilebilir. Bir futbolcunun iş akdinin feshini bir zulüm hikayesi gibi anlatmak akıl ile bağdaşır iş değil. Eğer birinin iş akdinin feshine isyan edeceksem, 13 milyon işsizin olduğu bu ülkede asgari ücretle 3 çocuk büyütmeye çalışan insanlar için isyan ederim. Gerçekten isyan edilecek şey, bu insanların yaşadığı dramdır. Üst yönetimde, üst seviye işlerde hiçbir profesyonel ömrü billah orada çalışmayı nasıl garanti edemezse, kurumlar da kişilere ölene kadar çalışmayı garanti edemez. Yılda 4 milyon kazanıyorsan, iş akdinin herhangi bir zaman diliminde sona erdirilebileceğini de kabul etmen lazım. Ortada bir felaket, katastrofi filan yok. Bu seviyedeki işlerin normal prosedürü budur, böyle olur, böyle olmaya da devam edecek.
Ancak bu olayı tartışmayalım demiyorum, tartışmayı doğru zeminde yapalım diyorum. Ne Alex'in işten ayrılması, ne kulübün onla çalışmak istememesi, Alex - Aykut Hoca - Aziz Yıldırım hattındaki dedikodular ve insani bir takım sorunlar mesele değil. İnsanların karakterlerini tartışma hakkımız da yok, bizi bu tartışmaya götürecek bir olay da yok. Yok soyunma odasına girdim, yok oradan çıktım, yok bacak bacak üstüne attı, yok tweet attı üzerinden gelen "kim daha terbiyeli" tartışması lise dönemleri için makul bir tartışmadır, insanlar birbirlerine küserler, ama bu seviyede, Fenerbahçe gibi bir kurumda böyle bir olayda masaya koyacağımız argümanlar bunlardan ibaret olamaz.
Esas sorun bir kaç soru ile net bir şekilde ortaya konabilir.
8 yıl takımda kalmış, kaptanlık yapmış, takıma katkısı çok yüksek, oyun zekası tartışmasız bir oyuncuyu nasıl bu kadar pespaye bir şekilde kaybettik?
Oyuncu takımdan ayrılabilir. Takıma katkısı düşüktür, yeni sistemle uyumlu değildir, mükemmel bir futbolcudur ama antremanlara çıkmıyordur, disiplinsizdir, insan ilişkisi zayıftır, aldığı ücret fazladır, ekonomik getirisi düşüktür veya basitçe kulübün yeni şemasında kendisine yer yoktur. Evet. Ama bir oyuncuyla bu şekilde ayrılınmaz.
Futbolcular teknik direktörlerle, teknik direktörler başkanlarla, başkanlar kendi yönetimleriyle, yöneticiler maaşlı çalışanlarla, maaşlı çalışanlar karılarıyla, karıları da kuaförlerle kavga edebilir. Hayat böyle bir şey. Emek yoğun işlerin tamamında insan faktörü önemlidir. Hele bu işler spor, sanat, siyaset gibi insan unsurunun kendi üretiminin belirleyici olduğu, ikamesinin de bulunmadığı alanlarda oluyorsa, daha da büyük çatışmalara gebedir.
Senede milyonlarca dolar kazanan, gazetelerde boy boy resimleri çıkan, sokakta iki adım attığında insanların ilgisine mashar olan, bizleri güldüren ve ağlatan insanların egosu da doğal olarak güçlü olur. Niye? Çünkü o bunlara sahip ve sen değilsin. Bu insanlar 20 - 35 yaş aralığındaysa, bunca maddi imkan ve manevi destek mekanizması ile karakterleri ve kendilerine duydukları hayranlık da büyür. Normal. Adamın heykelini dikecek kadar sevebiliyorsan, onun da kendisini sevmesine kızmaman gerekir. Sen heykel dikecek kadar önemsiyorsan, o da kendisini mutlaka önemseyecektir.
Yine böyle yapıları yöneten yöneticiler de egosu güçlü insanlardır. Onlar da yüksek bir gelir seviyesine sahiptir, onlar da değerlidir, kitlenin ilgisine / sevgisine mashar olur.
Bu iki güçlü egonun karşılaşmasında çatışma çıkması beş bilinmeyenli quantum denklemi değil. Ne oluyor? Sen de çalıştığın yerde patronunla kavga ediyorsun, arkasından söyleniyorsun, kafan bozuluyor, yoruluyorsun, moralin düşüyor, motivasyon bekliyorsun. Anlaşılmayacak bir şey yok.
Ancak büyük kulüpler, büyük olmaya devam etmek istiyorlarsa, ortaya çıkması muhtemel ihtilafları çözebilecek sistemler kurarlar. Sistem tanımlanmış görevleri olan ve bu görevleri belirli bir kalitede sürekli bir şekilde sunan insan istihdam etmek demek.
Kulübün sürekli oyuncuları izleyip, onların psikolojik durumlarını analiz edip, yönetime tavsiyelerde bulunan bir psikolog ekibi var mı? Ben bilmiyorum. Halbuki bu insanların psikolojilerinin doğru yönetilmesi, desteklenmesi temel bir öncelik. Oyuncu alırken de, oyuncuyu takımda kullanırken de nasıl fizik terapistine, masöre, doktora ihtiyacımız varsa, psikologa da var. Halbuki bu kadro boş.
İki, bu seviyedeki her kulüp futbolcularla yönetim arasında bir irtibat kurabilecek ara seviye yönetici ekipleri çalıştırmalıdır. Bu insanlar futbolcuların sosyal yaşamlarını takip etmeli, yaşadıkları ülkede karşılabilecekleri çevresel sorunları çözmeli, çocuklarını okula yerleştirmeli, çocuklarının okullarında sağlıklı ve güvenli eğitim alabilmesini takip etmeli, karılarını mutlu etmeli, çocukları arada bir yemeğe götürmeli, sosyal yaşam alanlarına sokmalı, doğru arkadaşlıklar edinmelerine yardımcı olmalı, dertleşmeli, paylaşmalı, sorunlarını dinlemeli ve bazen de hata yaptıklarını söylemeli. Bu kurum içi iletişim / destek mekanizması oyuncuların insani olarak ihtiyaç duydukları ilişkilerin yönetimini yapmalı, onların kulübe zarar verebilecek bir şekilde büyümesini engellemeli. Sen 8 yıldır çalıştırdığın kaptanınla bir Hakan Bilal Kutlualp, bir Volkan Ballı ayarında ilişki kuramıyorsan bu temelde senin sistem olarak hatan olduğunu gösterir. Parasını verdiğin insanla ilişkin de iyi olmak zorunda. Yapamıyorsan, hata senin.
Üç, bu seviyedeki her kulübün teknik direktörüne geniş bir ekip kurma şansı verilmeli. Üç kişiyle, 4 kişiyle olacak işler değil. Kulübün kendisine bağlı bir organizasyon takımı olmalı, basın müşavirliğinin yanı sıra teknik direktörün basın danışmanı olmalı, imaj danışmanı olmalı, yaratıcı içerik üretecek metin üretim ekipleri kurulmalı, hukuk danışmanı olmalı, psikoloğu olmalı, oyuncu takip ve izleme komiteleri kurulmalı, özel kalemi olmalı, ülke içerisindeki imajını güçlendirecek ve kamuoyuyla iletişimini sağlamlaştıracak, onun organizasyonlarını belirleyecek, yapacak ve onu bir iletişim aracı olarak kullanacak bir ekibi olmayan teknik direktör, 7/24 medya çağında köpekbalıklarının ortasına atılmış bir parça kırmızı etten başka bir manaya gelmez. Kardeşim Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsunuz, insanların nasıl bir fanatizm seviyesinde olduğunu, kamuoyu algısının nasıl üretildiğini, medyanın nasıl polarize olduğunu ve medya araçlarının propaganda aracı olarak algı üretimi için nasıl kullanıldığını görüyorsunuz. Doğru iletişim metotları ve strtejilerini uygulayamazsanız, çökmeye mahkumsunuz.
Dört, Fenerbahçe kendisine artık bir başkanlık katı kurmalı. Aziz Yıldırım her şeyden sorumlu insan değildir. Aziz Yıldırım'ın da bunu anlaması lazım. Her işi iyi yapamıyor. Her işi en iyi yapacak insan da kendisi değil. Aziz Yıldırım en iyi sekreter, en iyi faks çeken adam, en güzel görüntüleri bulacak kameraman, mali tabloyu en iyi takip edecek maliyeci, birinci sınıf bir inşaatçı, adına kürsü kurulacak bir hukukçu, müthiş bir hatip, benzersiz bir medya iletişim dehası değil. Nasıl kulübün masörü varsa ve o bu işi diğer herkesden iyi yaptığı için belirli bir ücretle istihdam edilip, o işi yapma sorumluluğu veriliyorsa, hayattaki başka diğer işler de personel istihdam etmeyi gerektirir. Aziz Yıldırım bu kadar kolay ulaşılan, soyunma odasına girip çıkan, oradan inşaata giden, oradan basına elini kolunu sallayarak çıkan bir insan görüntüsü veremez. Vermeyi tercih ettiğini biliyoruz, hakkı olmadığını da anlamamız lazım. Aziz Yıldırım'ın artık hukukçulara, medya iletişim danışmanlarına, 7/24 yanında olacak stratejik kararlar verecek ve bunları yönetecek danışmanlara ihtiyacı var. Daha önemlisi Aziz Yıldırım'ın da artık kendisini modern ekiplere emanet etmeye ihtiyacı var. Bunu Amerikan Başkanı yapıyor, Başbakan yapıyor, TOBB Başkanı, TÜSİAD Başkanı yapıyor. Salak mı bu adamlar? İş yapmayı mı bilmiyor? İletişim, siyasi strateji, kurum yönetiminden mi anlamıyorlar? Hayır. Bir insan bu kadar yoğun bir programda, bütün bu kamusal yönü olan ve hayatının gidişatını belirleyen her işi kendi yapamaz, sağlıklı karar alamaz, yorulur, disiplini bozulur. Bir insan bu işlerle bizzat kendi uğraşırsa, yöneticilik yapmaya vakti kalmaz. Eğer generaller siperlere gidip tüfekle ateş ederse, askere komutanlık edemez. Bizim Başkan'a ihtiyacımız var, eğer o inşaatçılık, idari menejerlik, teknik direktörlük ve gazetecilik yaparsa, Başkanlık yapmaya vakti kalmıyor demektir. Sözün gücünü iyi kullanmak, kitleyle dorğu bir şekilde iletişim kurmak, doğru pozisyonlamayı yapmak ve yönetmek için bu ekipler kuruluyor. Türkiye'de yetişmiş insanlar da var. Böyle bir ekip kurulması atla deve de değil. Fenerbahçe futbol takımına, en iyi futbolcuları, en iyi teknik direktörü, en iyi kondisyoneri layik görüyorsan, Fenerbahçe Başkanı da en iyi ekiplerle çalışmak zorunda.
Beşincisi, kardeşim her işi Başkan yapamaz. Başkan bu kadar kolay ulaşılabilir bir insan da olamaz. Yönetim nerede? Belirli yöneticilerin, bazı alanları yönetmesi ve bu sorunları halletmesi gerekir. Alex kadro dışı bırakılmış, duştan çıkıp başkanın yanına çıkıyor. Bu rezaletin daniskası. Fenerbahçe Başkanına kimse böyle langır lungur çıkamaz. Arada yönetici yok mu? Gitsin onlarla görüşsün, sorununu anlatsın, ara kademelerin çözemeyeceği büyüklük ve ehemmiyetteki sorunlarla Başkan muhatap olsun.
Altı, olay patladığı andan itibaren kriz yönetimi sıfırın altında. Alex bir tweet attı ve hepimiz altında kaldık. Halbuki böyle bir olay olduktan sonra medya ile görüşülür, doğru bilgilendirme yapılır -nasılsa öğrenecekler- bunun medya iletişimi planlanır, kim nereye ne zaman çıkacak ve ne diyecek sorusu belli olur.. Konu hakkındaki politika oluşturulur ve hareket edilir. Bu işi kendi haline bırakırsanız, sonuçta o tweet döner, sonra başka bir olay olur, sonra başka bir olay olur ve sizin muhalifleriniz bu süreçleri kullanarak işi yönlendirirler. İki artı iki dört. Medyayla zaten iyi ilişkileri olmayan, medyada sevilmeyen, temel medya yöneticilerinin hepsiyle bir çok bakımdan sorunlu bir kulübün bu süreci kendi haline bırakması, kendisini medyanın insafına bırakması demektir. Böyle bir şansımızın olmadığını anlamak için daha kaç kriz yaşamamız lazım?
Yedi, taraftarın da biraz sakin olması lazım. Bu kadar kolay ikiye ayrılacak, Alexciler Aykutcular üzerinden birbirine düşecek, birbirini hainlikle ve ağza alınmayacak laflarla suçlayacak bir kitle olmak sağlıklı değil. Tek bir olay üzerinden, binlerce başka iyi ve güzel olayın üstünü çizerek asalım, keselim, siktirsin gitsin noktasına gelmek kulübe hem zarar veriyor hem de zaten sıhhat durumumuz hakkında şüphe uyandırıyor. Bugün Alex'i kaybettik, aynı anda Aykut'u çok üzdük, Aziz Yıldırım'ı daha radikal haraketlere sürükledik, birbirimize düştük, sevgi bağlarını yok ettik. Sonuçlar, yaptıklarımızın doğru olmadğını gösteriyor. Böyle bir olayı doğru yorumlayıp, pozisyon alamayan ve kendini bu hale düşüren bir kitlenin belki sesi gür çıkar ama etkileme gücü olmaz. 3 Temmuz gibi bir süreci efsane olacak bir dayanışma ve isyan ruhuyla geçirmek duygusal hasletlerin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ancak bu ruhu kendisini sürekli kulübün üzerinde sallanan bir demokles kılıcı haline getirir ve her olayı skandal bir komplonun uzantısı, hainlerin yeni oyunu, büyük bir savaşta atılmış fantastik bir adım olarak tanımlamak da iletişimi baştan engelliyor. Hayatta sadece hainler ve efsaneler yok. Esasında bunlar hiç yok, doğru ve yanlış hareketler yapan insanlar var. Roma'nın sahibi kitledir ve kitle sürekli kan isterse en sonunda yöneticiler verecek kan yoksa da birilerini kesip kitlenin önüne atmayı öğrenirler. Sürekli olay beklentisi içerisinde olursanız o olaylar mutlaka yaratılır. Biz de buna kulübe destek olmak değil, kaos bağımlılığı deriz ve bu sürecin de kulübe zarar verdiğini söylemek zorunda kalırız.
Alex gider, Aykut Hoca gider, Aziz Yıldırım da gider. Kulüpler kişilerle kaim değil. Ancak bu olaylar, kurumların eksiklerini görerek kendilerini yenileyebielcekleri bir alan olmalı. Ben daha güçlü bir Fenerbahçe istiyorum. Ben kişilerin "bizzat kendi yaptıkları" ile değil, bir lider olarak kuruma yaptırdıkları ile övündüğü bir Fenerbahçe istiyorum. Ben sosyal hayat içerisinde olan, Bitlis'te çocuklarla, Batman'da insanlarla oturan, İstanbul'da zor durumda olanların yanında olan, mazlumların arkasında, zalimlerin karşısında kendisini konumlamış, finansal durumu yüksek, kamuoyu iletişimi güçlü, sadece spor alanında değil ama sosyal hayatın her alanında söyleyecek sözü olan ve bu sözleri söyleyen, medya tarafından karanlık dehlizlerine yuvarlanmak yerine medyayı bir araç olarak kullanıp kendi düşüncelerini aksettirebilen, tıkır tıkır çalışan bir sistem istiyorum. Bunu kurabildiğimiz gün, Fenerbahçe sadece sahada kazanmayacak, Fenerbahçe kalpleri, gönülleri ve düşünceleri de kazanacak.
O kadar zor değil, başarmak için bir kaç küçük adım bekliyor sadece.
Devamı ...
26 Eylül 2012
Ümit Özat Meselesi ve Ataerkil Futbol
Mesele kadınların futbolu anlayıp anlamaması değil, kadınların herhangi bir konuda yetersiz bulunduklarında doğrudan cinsiyet kimliğine saldırmanın erkekler tarafından nasıl bu kadar kolay yapılabildiği. Bu sadece futbola dair bir şey de değil. Bugün herhangi bir erkeğin göreviyle ilgili bir yetersizlik vurgusuna erkekliği karıştırılmazken kadınların göreviyle ilgili bir yetersizliği hemen kadınlığına bağlama, buradan kadınlara yönelik bu toprakların köküne kazınmış misojeninin bütün araçlarından yararlanma temayülünü görürüz.
Ümit Özat da kadınları ayrımcı bir zihniyetle kategorileştirmiş toplumsal cinsiyet kalıplarının fena halde etkisinde kalmış ve bunu son derece normal gören birisi olarak kendine göre kadınların müdahale etmemesi gereken özerk erkek alanları olduğunu düşünüyor. Muhtemelen Ümit Özat’a göre bu özerk alanlardan biri ve kendince en önemlisi futbol, futbola dair bir söylemin içinde bir kadın sesine/görüşüne tahammül edememesi futbolun ataerkilliğin en önemli kalelerinden biri olduğunun da bir ispatı aslında.
Futbola dair inşa edilen bu ataerkil söylem öyle egemen bir söylem ki bu cinsiyetçi kalıpların mağdurları olarak gözüken kadınlar bile statlarda bizzat o dilin kendisiyle konuşuyorlar. Rakibi yenmenin sikmek/sokmak/koymak gibi fiillerle ve mutlaka cinsellikle alakalı başka argo tabirlerle dile getirilmesi, yenilen rakibi aşağılamak için kadınsı rol ve sözlerin kullanılması artık o kadar insanlara normal geliyor ki bu durumun tuhaf olduğunu söylemek tuhaf karşılanıyor. Mesela Galatasaray’ı Fenerbahçe’nin karısı olarak görmenin nasıl bir zihinsel yapıya tekabül ettiğini ben anlamıyorum. Yani Fenerbahçe’nin Galatasaray’a üstünlüğünü Fenerbahçe’ye eril kimlik verip Galatasaray’ı kadınsılaştırmanın bizzat sosyal hayatta kadını değersizleştiren bir dile hizmet ettiğini göremiyor mu bu insanlar?
Yine son derece aklı başında insanların 4-5 farkla kazanılan bir futbol maçından ya da 20 sayıyla biten bir basket maçından sonra “abi adamlara tecavüz ettik uvvv” niye ergen nutukları atmalarının da aslında patolojikleşmesi gereken kavram ve sözcüklerin sıradanlaşmasına ve normalleşmesine hizmet ettiğini unutmamak lazım.
Her gün kadın cinayetleri işlenilen, bu çağda berdel haberleri gelen, tecavüzün neredeyse normalleştiği bir ülkede futbolun ve futbola dair dilin de bu kadınları değersizleştiren/talileştiren büyük söyleme bir lojistik destek sunduğunu söylememiz lazım. Ben Galatasaray galibiyetleri sonrası rakibi kadınsılaştırıp güya dalga geçen ve aşağılayan şeyler görmekten açıkçası utanıyorum.
Madalyonun bir de öteki yüzü var, futbol programlarında genel izleyici kitlesinin erkek olması hasebiyle bazı programlarda sırf erkeklerin gözü okşansın diye sadece birkaç anons yapan ama aslında bir dekor malzemesi olarak rol biçilen kadınların olduğu da bir sır değil. Gerçi daha kötüsünü de görüyoruz, Habertürk’deki Tarihin Arka Odası’nda üç erkeğin her hafta tarih konuşurken arada programdaki kadını hobi niyetine aşağıladıkları rezil bir programın yanında spor programındaki bu metalaşma masum kalabilir. Tabii bu metalaşma rolüne bilerek- isteyerek katılan, bu talileşme/dekorlaşma statüsünden hiç rahatsız olmayan kadınların olması da bizzat bu toplumsal düzenin mağdur rolünde olanlar için bile içselleştirildiğinin göstergesi.
Kadınlara dair rol/davranış/meslekleri belirleyip “sizin doğanız buna uygun, siz diğer alanlara fazla burnunuzu sokmayın” demek, bütün ceza kanunlarını, eğitim politikasını, sosyal hayatı bu kurgulanmış toplumsal cinsiyet rollerine göre inşa etmek ideolojiden azade kendi kendine oluşmuş bir gelenek falan değildir. Kadınlara dair en özel mesele olan kürtaj konusunda , tecavüze uğradığı zaman ne yapacağında, kaç çocuk yapması gerektiği konusunda her halta müdahil olan bir erkek egemen sistemin kadınlara bu konu sizi ilgilendirmez diyeceği tek bir alan olamaz.
Ümit Özat’a dair hissiyatımla bitireyim, Fenerbahçe’deyken kendisini severdim, çok yoğun eleştirilen, dalga geçilen bir oyuncuyken kalıcı olmasına, işine saygısına falan son derece saygı duyardım. Ankaragücü teknik direktörüyken Fenerbahçe maçında hakemin haklı bir ofsayt düdüğü sonrası ana avrat küfür ettiğinde, ve maç öncesi, sonrası açıklamaları yüzünden kendisine olan sevgim/saygım epey bir azalmıştı. Bu son “Kurtlar Vadisi terk” pozlarıyla kendisi hakkındaki son sempati kırıntılarımı da bitirdi. İngiltere’de kadın hakemi cinsiyeti nedeniyle aşağılayan spikerler gibi bir kadını alenen aşağıladı diye mesleğini kaybetmeyeceği bir ülkede yaşadığı için son derece şanslı kendisi. Yaşadığı ve pek çok kadının cehennemi olan bu “ataerkil cennetin” kıymetini iyi bilsin.
Devamı ...
25 Eylül 2012
Garip.. Biz
"Almanla Fransız, öteki beriki, insanca anlaşmışlar aralarında, sınırı kaldırmışlar.. Ne güzel. Bir gün bütün dünya birleşecek" diye hem umudu güçlendiriyor hem de içinde bulunduğumuz bu düşmanlıkla beslenen, ötekinin üstüne babalanma, saldırma, ezme, yoketme, aşağılama "kültürünün" tam ortasından barış, bereket, insanlık filizleri çıkartıyor. "Zenginsen ya bey derler ya paşa / yoksulsan ya Abdal derler ya Cingan haşa" sözünün ağırlığı üstümüzde, içinde bulunduğumuz kültürün güce, güçlüye meftun hallerine rağmen, Neşet Ertaş güzellikleri yarattı, yaratıyor. 20 sene unutulup, Almanya'larda, gurbeti ev yapmaya mecbur edilmiş bir insan olarak kulağımızda, kalbimizde sesini kocaman havalandırıyor.
Şimdi o da gitti.
Bütün abidelerin göçüp, cücelerin gölgelerine mahkum ve mahdum kaldığımız basbayağı karanlık zamanlardan geçiyoruz. Türkiye'de her iktidar bloğu öyle veya böyle sanata dair yepyeni bir sözün, abidevi insanların çıkmasına müsaade etmiş, böyle insanların çıkabileceği atmosferi mümkün kılmıştır. Münir Nurettin Selçuk, tüm aksiliği ve huysuzluğuna rağmen "şarkı söylediği zaman mevsimleri değiştirir" dudaklarında şafaklar doğardı. Yaşar Güvenir'lerin, Şecaattin Tanyerli'lerin tangoları hepimizin içini burkar, sensiz saadet neymiş, görmedim bilemem ki diye sorarken hala daha hepimiz mahsunlaşır, mecnun gibi kendi içimize bakarız. 60'lar, 70'ler, dev sanatçılar üretmiştir. İzmir Fuarının ortasında mini eteği ile yükselen Zeki Müren, sanat güneşi gibi doğar, sesinin büyüsü, Türkçe'ye hakimiyeti hepimizi mahveder. İçinde bulunduğu bu topraklardaki hakim, muhafazakar, baskıcı kurgunun üstünde, beyaz topuklu ayakkabıları ile yükselir, sesinin büyüsü ile meftun eder nicesini. Bülent Ersoy'lar, Barış Manço'lar, Cem Karaca'lar, abide üstüne abide.. Dönemin güzel kızlarından Ajda 2012 yılında bile gençliğin aklını başından alıyor. Müzikal kurgusu, kalitesi bir kenara, hafif sesli batı müziği en nihayetinde pop olduysa hikmetin bir kısmını Ajda'nın inatçı güzelliğinde, sesinde, çalışkanlığında aramak lazım.
80'ler, Orhan Gencebay'lar, İbrahim Tatlıses'ler ile yanık sesli, yanık bağırlı insanların isyanına da konu olur. Batsın bu dünya ile efsaneye çıkar, 90'lar bile nihayetinde Tarkan'ı çıkardı, o kötü koalisyon dönemlerinden bile bu ülkedeki sanatsal üretimin çerçevesine artı bir diyeceğimiz bir kaç kişi çıkmıştır.
Şimdi ne kaldı? Ne kaldı? Koyu, kapkatı bir muhafazakarlığın ekseni altında, geçmişin şarkıcılarını anıyor, rakısını vuran, sandalla yalıların önüne gidip Çamlıca sırtlarına kadar
sesinin heybetiyle tüm İstanbul'u dize getiren Münir Nurettin'lere, Zeki Müren'lere, gözyaşlarımızın haklı sahipleri Müslüm Gürses'lere, Neşet Hocalara sığınıyor, sığınıyor, Cem Karaca ile Barış Manço ile bir şarkı dinleme keyfine ulaşıyor, hala eskilerin zerafeti karşısında aklımızı kaybetmiş gibi bakakalıyoruz. Gidin bakın, şu Yaşar Güvenir'in bir benzerini hangi tv kanalında 10 yılda bir kere gördünüz, bir daha da görebileceksiniz?
Sabahtan akşama kadar anlatıyorlar, kardeşim elimizde kalan Nihat Doğan'dır. Bu iktidarın yarattığı yeni müzikal akım, içinde yaşadığımız bu koyu karanlık muhafazakar tahakkümün öz çocuğu bizzatihi Nihat Doğan personasıdır.
Övmeye doyamadılar. Beyaz devrim, sessiz devrim, halk iktidara el koyuyor, demokrasimiz inkişaf etti, kafayı yemiş gibi gözlerini yere düşüre düşüre övgü sözcükleri arıyorlar. Bir tane Cemil Meriç mi çıktı, bir tane Edip Cansever satırı mı, bir tane hayatımıza damga vuran, çocuğumuza dinleteceğimiz şarkı mı var? Ümit Yaşar'ın tek bir şiirinin bir sözü, Necip Fazıl'ın deliliği hiçbir şey yok. Sanatsal bir türbe gibi ülke, bir tane Neşet Ertaş çıkmayacak bir daha, geçtim ustayı Barış Manço çıkmayacak, geçtim Barış abiyi, Tarkan bile çıkmayacak. MP3'lerden geçmişi arıyor arıyor, hüznümüze, mutluluğumuza, eğlencemize, ağıtımıza katık ediyoruz. Neden be kardeşim? Neden yeni bir şey çıkmıyor? Bugün neden Nihat Doğan bir hayatın ortasına kapılı kaldık da, bu ülkenin sanat üreten tüm bereketli damarlarının teker teker yok olduğunu, birer birer kurak, insanlığa, insaniyete, evrensele dokunması imkansız bir kıç sallama, had bildirme, öfke nöbeti kusma, racon kesmeden ibaret şarkıların zindanına düştüğümüzü görüyoruz?
AVM'ler dikmeye, zenginleşmeye, yalılara, gayri menkul yatırım ortaklıklarına, kentsel dönüşüme, en güzel demir coplara, benzersiz kalitede organik biber gazlarına kavuştuk çok şükür. Birer birer kurtuluyoruz terörist üreten devlet okullarından, kinine sahip çıkan, tinerci de olmayan dindar nesillerin yükselişi karşısında dilimiz boğazımıza kaçıyor, biliyorsunuz alevi diye seçim meydanlarından muhataplarımıza hitap ediyor, gerekirse ermenileri evlerine göndermeyi düşünüyor, bir kaç mehmet öldü diye de şuradan şuraya adım atmıyoruz. Müthiş, mükemmel bir adalet sisteminin gölgesi hepimizin üstüne çökmüş, her alanda yukarı, aya fezaya çıktık, AB gıpta ile bakıyor da,
kardeşim bir tane güzel cümle neden çıkmıyor?
Şimdi Neşet usta da gitti. Alın cücelerinizin gölgesi daha da büyük gözükecek aşağıdan. Abidelerin haşmeti hafızalarımızdan silindikçe, Nihat Doğan'ların boyu uzayacak belki.
diye umarsınız..
Hala geçmişe dönüyor bu ülke, güzel bir iki cümle duymak için, gözyaşı da kahkahası da geçmişe kilitli,
hapsolduğu bu güzellik üretemeyen bugünden sığınıyor, kendi dününe.
Nur içinde yat usta, evelimiz sendin, ahir de oldun.
Devamı ...
22 Eylül 2012
Arena, Gladyatörler ve bir kısım Taraftar

Şikayetçiyiz futbolun bu hal-ipür melalinden. Bu ligin marka değerinin abartıldığına inanıyoruz. Federasyon’un ve Kulüpler Birliği’nin yayın gelirleri yüzünden yayıncı kuruluşa bu kadar teslim olmasına karşıyız. Milyonlarca futbolseverin şifreli yayın yüzünden kahvehanelere doluşmasından, artan bilet fiyatları yüzünden alt ve orta sınıf futbolseverin statlardan sürülmesinden, sponsorlara teslim edilmiş “arena”ların mutenalaştırılmasından muzdaribiz. Futbol metalaştıkça statları arenalara, futbol emekçilerini gladyatörlere, bizleri de müşterilere çeviren sisteme isyandayız. Hele ki 3 Temmuz’dan bu yana bu kulübü siyasi ikballerine cirolamak isteyenlere karşı bayrak açmış “itaatsizler”iz biz. Ama tahammülümüzün de bir sınırı var. Eğer bu takım Marsilya ile kendi sahasında 2-2 berabere kalıyorsa tavrımızı koymasını da biliriz: Aykut Kocaman istifa!
İşte bu kadar kolay aslında. Bir gün, hem de şampiyonluk yarışının düğümlendiği bir maç öncesinde, elma ile armutu ayırdedebildiği kadar iyi futbolcu ile kötüsünü ayırdetmekten aciz bir başkan gelir ve sırf size bir türlü kanı ısınamadığı için, sizin ve sizinle birlikte en az sizin kadar günahsız bir arkadaşınızın biletini kestiğini söyler. Öyle kolaydır işte. Bütün istikbaliniz kariyerine genç yaşında manav olarak başlamış bir zengin adamın iki dudağının arasındadır işte. Kanı ısınmamıştır size. Ötesi yok. Ne heykelinizi vardır Yoğurtçu Parkı’nda, ne de sizin için o manavdan hesap soracak otuz küsür bin taraftar. O forma ile son maçınız olduğunu bile bile çıkarsınız o maça ve iki kafadar attığınız birer golle takımınızın o maçı 2-1 kazanmasını sağlayıp, şampiyonluğun kapısını açarsınız. Ne maçın öncesinde ne de sonrasında bu haksızlığa dair tek laf duyulmaz ağzınızdan. Maç sonu uzatılan mikrofona söylediğiniz aklımızda, elinizin altında twitter olsa ne gam.
Futbol hayatınızın sonunda oyuncusu olduğunuz bir kulübün teknik direktörü olursunuz. Ne var ki kulübün sahipleri tası tarağı toplayıp kaçınca, koca bir sezon boyunca santim santim batan bir geminin kaptanı olmak durumunda kalırsınız. Deplasmana kalkacak otobüsün parasının çıkışmadığı, takım menajerinin futbolculara yemek pişirdiği bir takımda hem de. Sonrası çeşitli “Anadolu” takımları. İmkanlar (aslında imkansızlıklar) ve hayaller ( belki de hayal kırıklıkları). Sonra bir gün apansız koparıldığınız takıma teknik direktör olursunuz. Hem de hiç haddinizi bilmeden. Halbuki muadilleriniz, (Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Ertuğrul Sağlam) önce kendilerini Avrupa liglerinin kalbur üstü takımlarında ispatlamış, sonra ligimizin bu “büyük” takımlarına büyük mutluluklar yaşatmışlardır. Siz ki bir “Anadolu” takımını bile şampiyon yapamamış bir teknik direktörsünüz, haddiniz midir Fenerbahçe’ye teknik patron olmak. Görev sürenizin ilk yılında takımı şampiyon yaparsanız şayet, bilin ki bu taraftar soyadınızdan ilhamla her türlü tezahüratı imal etmeye muktedirdir. Olmayan deneyiminizin panzehiri yoktan var ettiğiniz başarılardadır. Ve bilin ki başarıdan anladığımız en azından şampiyonluktur. Az bizi kurtarmaz, çoğun kadrini bilmeye ehil değiliz.
Şampiyonluğun kutlamaları bitmeden, 3 Temmuz’da patlak veren sözüm ona şike soruşturması ile takımınızın en değerli oyuncularını kaybedersiniz, yerlerine kısıtlı imkanlarla, son dakika transferleriyle yeni isimler gelir. Takımınızın Şampiyonlar Ligi’ne katılma hakkı elinden alınır. Ananızın ak sütü gibi helaldir oysa. Kulübün başkanı ve bazı yöneticileri mahpustur. Ortada konuşmaya yanaşan bir yönetici yokken, çıkar oyuncularınızın emeğini savunursunuz. Türk spor tarihinde hiç bir takımın kıyısından bile geçmediği bir travmanın ertesinde takımı bir arada tutan isim olursunuz. Öyle ki bir oyuncunuz neden golden sonra hocasına koştuğu sorulduğunda “Son dönemde onun bize yaptıklarını adama babası yapmaz” diye özetler. O sezonu şampiyonluğu son maçta, yarım puanla kaçırır takımınız ama sezonu oyunculuk döneminizde sizin bile şahit olamadığınız Türkiye Kupası ile kapatıp, taraftarın artık içinin almadığı sığ ve kaba istihzalar silsilesine son verirsiniz.
Gelelim 2012-2013 sezonuna. Bu sezon ligde henüz 4 maç oynadık. 4’te 4 yapan bir takım yok ve liderin 2 puan gerisindeyiz (Hayır, olmasak ne olur. Daha sadece 4 maç oynandı). Şampiyonlar Liginde ise ön eleme maçlarında Spartak Moskova’ya elendik. “Spartak Moskova ciddiye alınması gereken, Şampiyonlar Liginde iş yapabilecek, güçlü bir takım” demecinizden sonra S. Moskova’nın deplasmanda oynadığı Barcelona maçında 2-1 öndeyken, Messi çıkıp Barcelona’yı kurtarsın diyen kaç “futbolsever” varsa, bu ülkenin futbol aklının derinliği onların sayısına ters orantı yapılıp ölçülür işte. Bırakalım başkalarının liglerini de gelelim geçen Perşembe günü Avrupa Liginde oynadığımız son maça.
Aykut Hoca’nın taktiği yanlıştı diyenler olabilir. Oyuncu tercihleri yanlıştı diyenler de olabilir. Hatta şu ve ya bu oyuncu kötü oynadı diyenler de olabilir. Bu tip eleştirilerin en sarih örneklerinden birini bizim blogda yayınlanan Fatih’in son yazısında, diğerini ise Eurosport’ta yayınlanan Alper Öcal’ın yazısında bulabilirsiniz. Hemfikir olmak zorunda değilim, ama biliyorum ki zihin açacak bir yapıcı bir tartışmanın yolunu açıyor o yazılar. Ancak maç boyunca zaman zaman bazı oyuncuları yuhalayıp, maç sonunda Aykut Hoca’yı istifaya davet edenler için aynı şeyi söylemek çok zor.
Özellikle 3 Temmuz’dan bu yana yerleşik düzene, onun dinamiklerine ve bunlardan nemalanan aktörlere karşı bayrak açan, Fenerbahçe’nin bir kupalar yekününden daha fazlası olduğunda ısrar eden taraftarın, grubun ilk maçında en iddialı rakibiyle son saniyede yediği golle berabere kalan takımının hocasını istifaya davet etmesi büyük çelişkidir. Bir hoca aynı zamanda hem takımı galip geldiği müddetçe galibiyetten daha anlamlı “kocaman” ümitlerin sahibi olmakla taltif edilip hem de daha sezonun başında gelen beraberlikte istifaya davet edilen adam olamaz.
1997 yılından bu yana bu takım 16 defa teknik direktör değiştirdi. 15 senede 16 teknik direktör. İçlerinde dünya çapında kariyere sahip Löw, Aragones, Daum gibi isimlerin yanı sıra Mustafa Denizli, Rıdvan Dilmen, Turhan Sofuoğlu gibi Türk futbolunun önemli isimleri de var. En çok dayananı 3 sene görevde kalabildi. Onun da kovulma sebebi son maçta takımı şampiyon yapamamak. Peki bu arena daha kaç gladyatörün kellesini istiyor? Daha ne kadar kan dökülürse bu tezahüratın müsebbibleri huzur bulacak?
Belki çok daha önemli bir soru: eğer gelen beraberlik sonunda takınılan tavır arenada gladyatörün kellesini isteyen “müşteri”ninkinden daha anlamlı değilse nerede kaldı 3 Temmuz’dan bu yana sürdürülen mücadelenin o düzene meydan okuyan devrimciliği? Eğer bu takımın stada gelen taraftarı, son 2 senede yaşananları, bütün olımsuzluklara rağmen gelen başarıları ve uğruna soyadından ilhamla tezahüratlar ürettikleri bu başarının baş mimarını bir kalemde silip, kendini galibiyete – hadi gönül düşürüp en azından güzel oyuna- para ödeyen bir müşteriye indirgeyip, henüz 5 – 6 bilet önce parasını ödeyip geldiği maçta kendisine unutulmaz mutluluklar yaşatan adamı da istifaya davet edebiliyorsa, o sözümona futbolun kurulu düzenine meydan okuyanların da bu uğurda yaptıkları kadar yıktıklarını da konuşması gerekir. Fenerbahçe’de devrimin kendi çocuklarını yeme potansiyeli de bu tartışmadan hareketle başa bir yazının konusu olsun.
Devamı ...
21 Eylül 2012
Bu Kaçıncı Dejavu?

Maça çıkabilecek en iyi 11 le başladığımızı söyleyebiliriz, basit top kayıpları ve pas tercihleri yüzünden oyunu Marsilya yarı sahasına yıkamasak da oyunu Marsilya hegomanyasına da bıraktığımız söylenemez. Hücuma çok adamlı çıktığımız nadir pozisyonlardan birinde golü bulup skor avantajını yakaladık. İlk yarıda en büyük eksiğimiz top rakipteyken onları ceza sahası civarına kadar hiç rahatsız edememekti. Marsilya bizim yarı sahaya çok kolay geldi, özellikle kendi sağ kanatlarını son derece etkili kullandı, geleneksel olarak geriden pasla çıkma hataları yüzünden de bir kaç şans yakaladılar ama son hareketlerde becerili olmamaları skoru bulmalarını engelledi. 1-0 ı bulduktan sonra Alex'in orta sahada topla buluştuğu anda tek pas seçeneği muhtemelen o anda iki Marsilyalı ile baş başa kalan Sow oluyordu, ve geriden hücuma destek olunmadığı için hücum çeşitliliği ve verimliliğimiz düştü.
İkinci yarıya da felaket başladık, kendi yarı alanımızdan neredeyse 10 dakika doğru düzgün çıkamadık. Marsilya'nın golü geliyorum derken taraftarın meşale atmasıyla oyunun durması biraz bizim kendimize gelmemizi sağladı. Tam o sırada Mehmet Topuz'un şahane ortasına Alex'in şahane kafasıyla aslında çok da beklenmeyen bir anda 2-0 ı bulduk. Oyuna baktığımızda oyunun hakkının 2-0 olmadığını nesnel bakarsak söyleyebiliriz tabi. Alex'in golünden sonra Marsilya da bir 5-6 dakika ciddi bir şekilde oyundan düştü, o sırada Aykut Kocaman'ın çok tartışılan/tartışılacak hamlesi geldi. Alex'in yerine Christian girdi.
Oyuncu değişikliklerinin hocanın kafasındaki getiri götürüsünün yanında başka iki yönlü bir etkisi var. Birincisi, oyuna soktuğunuz oyuncunun kendisinin oyuna girmesini nasıl algıladığı,ikincisi takımın geri kalanının oyuncu değişikliğini nasıl yorumladığı. Geçen yıl play-off daki Trabzon deplasmanında Alex'in yokluğunda Christian'ın çok iyi oynaması Aykut Kocaman'ı çok etkilemiş. Gerek play off un son maçında Galatasaray karşısında gerek Spartak deplasmanında Aykut Hocan Alex'in rolünü, yaptıklarını Christian'dan bekledi ve doğal olarak da alamadı. Aykut Kocaman Alex'in yerine giren Christian'dan Alex'in yaptıklarını ve onun yanında bir de takım savunmasına katkı vermesini bekliyor. Christian ise Alex'in yaptıklarının yanından geçmediği gibi Alex'le yan yana oynarken takımda takım savunmasına yaptığı katkının yarısını Alex'in yerine girdiğinde ya da oynadığında yapamıyor. Takımın geri kalanı yani sahadaki on oyuncu ise Alex'in çıkıp Christian'ın sahaya girişini "beyler Allahını seven defansa gelsin" şeklinde yorumladığı için Fenerbahçe kendi yarı sahasına gömülüyor.
Şunu da 50 kez tekrarladım ama yine tekrarlayayım. Alex'in sahada olmadığı bir Fenerbahçe'nin oyun zekası %50 düşüyor. Takım bir oyuncudan ziyade şuurunu kaybediyor Alex çıkınca. Ve hoca bugün şunu da bir kez daha görmüştür umarım ki bu seviyede oyun zekası en az koşu mesafesi kadar belirleyici bir etken. Christian-Alex değişikliğinin ardından Sow-Bienvenu değişikliği de gelince Fenerbahçe'nin Marsilya kalesine en yakın iki oyuncusu Bienvenu-Christian ikilisine dönüştü. Rakip sahaya en yakın iki oyuncunuz bu kadar yaratıcılıktan yoksun, ve formsuz durumdaysa üstelik takım savunmasına da fizik olarak yıprandığını düşündüğünüz aslardan çok da fazla yardım etmiyorlarsa o zaman skor olarak geride olan takım çok kolay risk alabiliyor.
Şöyle bir düşünelim ev sahibi takım 2-0 önde son 20 dakikaya girmiş, deplasman takımı bütün hatlarıyla her dakika pozisyon buluyor. Normal bir seyirci hiç değilse önde olan takımın 2-3 tane kontra girişiminin olmasını rakibin ikiye-bir, üçe- iki yakalanacağı üç dört tane pozisyon olacağını düşünür çünkü futbolun doğası bunu emreder. Bir yerde normalden daha fazla adam bulunduruyorsanız başka bir yerde normalden daha az adam bulunduruyorsunuz demektir. Fenerbahçe bu açıdan kontratak özürlüsü bir takım. Ve bu sorun iki senedir devam ediyor. Galatasaray'a 2-0 dan maç verirken de koskoca ikinci yarı Fenerbahçe bir tek doğru düzgün kontra atak yapamadı. Kontra için önündeki oyuncuya pas verecek en nitelikli adam skor koruma taktiği olarak kenara alınınca Fenerbahçe kontraya çıkacak o yaratıcı pası atamıyor. Üçüncü bölgedeki oyuncu tipin kontraya müsait değil (Bienvenu) ikinci bölgedeki oyuncun o pası atmaya ehil değil (Christian) ve birinci bölgede atağı kesip topu kontra hazırlayıcı oyuncuya atmakla görevli oyuncuların topla çıkarken 20 kez top kaptırıyorlar. Böyle bir takımın bu seviyede şu kadroyla kontra yapması doğal olarak mümkün olmuyor.
Alex'i oyundan alabilir alınmaz diye bir şey yok, oyundan düşmüştür, kartı vardır falan bu nedenlerle alabilirsin eyvallah da arkadaş bu adamı oyundan alırken takımın düşen oyun zekasını telafi edebilecek bir değişiklik yap. Fenerbahçe kadrosunda oyunu kafasıyla oynayabilen oyuncu sayısı neredeyse yok denecek kadar az. Alex'siz bir takım düşünüyorsan Alex'in mental eksikliğini kapatabilecek iki üç tane oyuncuyu kadroya katarsın. O zaman Alex'i oynatmamanı anlayışla karşılar herkes.
Bir de tecrübe denen bir şey var. 2-0 dan 2-2 olan Galatasaray maçında da Alex alınıp üç orta sahaya dönmüştük, ve Galatasaray daha çok gelmeye başlamıştı, Arena'daki 3-1 lik maça da yine 3 orta sahayla başlamış ve mahkum oynamıştık. Aykut Kocaman ön libero sayısını artırıp ileriden bir oyuncu olarak takımın savunma direncinin artmadığını daha kaç hezimetin sonunda öğrenecek merak ediyorum. Tam aksine Fenerbahçe hücumunu kendi eliyle etkisizleştirdiği için rakip daha çok risk alma iştahı hissedip daha çok adamla gelmeye başlıyor.
Bu beraberlik zaten bence epey arızalı olan takımın özgüvenini çok ciddi şekilde törpülemiştir. Aykut Kocaman'ın maç sonundaki halini de hiç beğenmedim, o bildiğimiz sakinliğini kaybetmiş ve abandone olmuş haldeydi. Sonuç olarak bu maç sonunda gruptan çıkma yolunda bir şey kaybedildiğini söyleyemeyiz ama taraftarın hocaya olan güveni ve daha trajiği bizzat oyunuların hocaya olan güvenlerinin ciddi şekilde sarsıldığını düşünüyorum. Maç 2-1 bitse skor bir şekilde bir şeyleri örtüp son 30 dakikadaki sefil oyunu gölgeleyebilirdi ama skor 2-2 olunca bu sefer o 30 dakikadaki oyunun sefilliğinin etkisini çok daha artmış oldu.
Heraklitos "aynı suda iki kez yıkanılmaz" sözünü iki üç Fenerbahçe maçı izlese etmezdi herhalde. Fenerbahçeli olunca aynı suda bırak yıkanmayı defalarca boğulunabileceğini öğreniyorsunuz. Aykut Hoca da sağolsun epey katkı yaptı bu "dejavu boğulmalara".
Devamı ...
9 Eylül 2012
Aykut Kocaman Röpörtajına Dair
Hocanın röpörtajda değindiği en önemli şey Alex mevzusunu kendi açısından değerlendirdiği bölümdü. Alex'e Spartak maçı için kendisini kullanmayı düşünmediğini 10 gün önce söylediğini Alex'in bu duruma fiili bir tepki göstermediğini Hoca'nın ağzından öğrendik. Aykut Kocaman ayrıca Gaziantep maçındaki "Aykut söyle Alex nerede" tezahüratını da organize ve planlı bir eylem olarak gördüğünü beyan etti. Benim anladığım kadarıyla Aykut Kocaman, Alex'in attığı tweet ve sonrasındaki spekülasyon ortamı ve tribün tepkisinin Fenerbahçe'ye karşı dışarıdan bir "görünmez el" tarafından planlandığını düşünüyor.
Burada kilit mesele Alex'in bu görünmez el tarafından dolduruşa getirilip böyle bir tavır takınması mı yoksa bizzat bu el tarafından planlanan operasyonda Alex'in inisiyatifi kendisinin alarak araçsal bir rol üstlenmesi mi? İkinci durum olduğunu düşünüyorsa Alex'in kadroda bir saniye kalması gibi bir şeyi düşünmek mümkün olmadığından belli ki ilk seçeneği düşünüyor. Yani Fenerbahçe üzerinde tartışma açmak isteyen bir grup vasıtasıyla Alex'in hocaya karşı dolduruşa getirildiğini düşünüyor.
Fenerbahçe'nin 3 Temmuz sonrası normalleşmesi epey bir zaman alacak bu gidişle. Kulüp öyle düşmanca bir muamelenin içinden geçti ki artık her görüş ayrılığı bir tehdit, her husursuzluk büyük bir komplo işareti gibi algılanıyor camia tarafından. Kulüp içi iletişim kanallarının çalışmaması, yönetimin yine tek adamlı bir monoblok olarak gözükmesi, ve yönetim kurulu üyelerinin son derece düşük profilli kişiler olması, ve kulüp muhalefetinin de ayan beyan değil bir yeraltı örgütlenmesi şeklinde olması nedenleri biraraya gelince Fenerbahçe bir spor kulübü değil Bizans İmparatorluğu haline geliyor. Bu normalleşmeyi nasıl sağlayacağız bilmiyorum o ayrı bir yazının konusu biz geçelim hocanın diğer açıklamalarına.
Aykut Kocaman'ın Alex'siz Fenerbahçe kurgusundaki en önemli gerekçelerinden biri Fenerbahçe'nin koşu mesafesinin Avrupa'nın elit takımlarından daha geride olması. Uzun vadede box to box oyuncu tipinin Fenerbahçe'ye hakim olacağını öğreniyoruz hocanın söylediklerinden. Hoca, koşma ve sprint mesafesinin önemini vurguladıktan sonra bunu fetişleştirmediğini de söylüyor, yani hem koşan ama hem de oyunun iki yönünü oynayabilen oyuncular istediklerini,ikisinin de eşdeğer önemde olduğunu belirtiyor. Hocanın söylediği teorik olarak doğru olabilir ama Fenerbahçe'de Alex'in oynamaması takımın fiziksel direncini diyelim %20 arttırırken takımın zekasını %50-%60 azaltıyor. Hoca Alex'siz bir takım yaratmak istiyorsa Alex'in oyun zekasının Christian, Topuz Selçuk ya da Meireles ile kapanmayacağını da hesap etmek zorunda.
Hocanın Spartak maçına dair söyledikleri de bir hayli tartışmalı. Aykut Kocaman Barcelona dışındaki hiç bir takımın Fenerbahçe'nin ikinci maçın ikinci yarısında yaptığı gibi Spartak'ı baskı altına alamayacağını söylüyor. Son 45 dakika ofansı düşündüğü zaman Spartak'ı baskı altına alabilen takımın neden 135 dakikalık bölümde son derece çekingen bir oyun oynadığını sormamız lazım Hoca'ya. Ayrıca strateji olarak Alex'siz oynanması düşünülen bir eşleşmede Fenerbahçe'nin etkili olduğu tek bölümün neden Alex'li bölüm olduğu da açıklanmaya muhtaç. Aykut Kocaman röpörtajda Spartak maçını çok önemsediğini, kaybedilen Galatasaray Süper Kupa finali ve ligdeki beraberliğin bu maça dair hesaplar yüzünden olduğunu belirtti. Ben burada Hoca'nın ciddi bir hata yaptığını düşünüyorum.
Bazen o an uğraştığımız şeye o kadar yoğunlaşırız ki onu bağlamından çıkarıp olduğundan daha önemli görürüz.Her doktorun uzmanlaştığı üstünde yıllarca çalıştığı alanı tıpın en önemli alanı olarak görmesi gibi. Bir hedefe içinde ezeli rakibinizle oynadığınız maçı feda edecek derecede odaklanmak o rakibi gözünde büyütmeyi/abartmayı da beraberinde getirir. Aykut Kocaman'ın Spartak maçını bu denli önemli görmesi Spartak'ı da gözünde büyütmesine yol açmış ve maça dair planlarını da tamamen rakip odaklı olarak yapmış. Ben Spartak'ın Aykut Kocaman'ın gözünde büyüttüğü kadar iyi bir takım olmadığını düşünüyorum. Daha genel olarak söyleyeyim her hangi bir branşta rakibe bu kadar odaklanmanın, kendi yapabileceklerinden ziyade rakibin kapasitesiyle ilgilenmenin sorunlu bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. İki senedir Galatasaray maçlarında yaşadığımız temel problem de bu. "Biz Galatasaray'a karşı ne yaparız" dan ziyade "Galatasaray bize karşı ne yapar" sorusunun daha baskın olması hocayı proaktif konumdan sürekli muhafazakar bir konuma sürüklüyor.
Hoşuma giden bir ayrıntıyı da belirteyim. Aykut Kocaman'ı oyunculuğunda bile bu kadar iddialı konuşurken görmemiştim, Takıma ve oyunculara güveninin sözde değil gerçekten içten olduğunu ifadesinden anlamak mümkün.Umarım bu güven duygusunu takıma da aşılayabilmeyi başarır.
Kimse eleştiriden muaf değil Aykut Kocaman da herkesin teknik direktör olduğu bu memlekette yaptıkları ya da yapmadıklarıyla eleştirilecek, bu gayet doğal. Fenerbahçelinin özen göstermesi gereken şey artık varlığından, 7/24 saat çalıştığından emin olduğumuz bir linç cephesinin değirmenine su taşıyacak şeyleri yapmamak. Antrenörü eleştirirken onu itibarsızlaştırmak için tetikte bekleyen bir cepheye lojistik destek sağlamamak.
Takım hakkında da hocanın sezon başı performansı hakkında da son derece karamsardım, ama Aykut Kocaman'ın iddialı hali ve 1,5 ay içinde takımın üst seviyeye çıkacağından gayet emin konuşması benim gibi kötümser birisinde bile temkinli iyimserliğe yol açtı. Aykut Kocaman ismini ilk duyduğumda 7 yaşında bir Antalya-Konya şehirler arası otobüsünde şöförün yanında bir taburede radyodan anlatılan maçı dinliyordum. Rize'de ilk yarı 0-0 bitmiş ikinci yarı oyuna giren Aykut 4 gol atmış ve biz 5-0 kazanmıştık. Şaşaalı 88-89 sezonunun ilk maçıydı. Yani Hoca'nın ismi de cismi de duruşu da 7 yaşından beri her daim bir umut vadetmiştir benim için. Umarım hayalindeki Fenerbahçe'yi gerçeğe dönüştürür.
Devamı ...
26 Ağustos 2012
Kocaman Alex
Öncelikle olayların çıkış noktasını hatırlamak lazım, toplum olarak günlük gündemimizle o kadar fazla haşır neşir oluyoruz ki, dün ve ondan önceki gün yaşananları tamamen unutuyoruz.
Aykut Kocaman, Fenerbahçe'den haksız ve vefasız bir şekilde gönderilen bir Fenerbahçe'li olarak sportif direktör olarak görevlendirildiği günden beri vakur, sakin, kararlı ve dik duruşuyla, 3 Temmuz sürecinde camianın üzerine ferahlatıcı etki yarattı. Bu deneyimi yaşamış olan bizler biliyoruz ki, Kocaman ne görev alırsa alsın iyi bir 'Lider' olduğunu tüm ülkeye çoktan ispatladı. Bu onun ilk liderlik gösterisi de değildi. Daha önce Daum'un gönderilmesi sırasında 'kötü adam' olmayı göze aldı ve yönetimi her türlü eleştiriden uzak tuttu.
Yönetim de bu işi sevdi. Tüm sorumluluk Aykut Kocaman'ın üzerindeyken, uzun yıllar boyu türlü olaylarla azalan kredileri etkilenmeden hayatlarına devam edebilme şansına sahip oldular. Bu şartlarda Aykut Kocaman'ın sahada olmak istemesi normaldi, yönetim de sportif direktör olarak sorumluluk yüklenen Aykut Kocaman'ın teknik direktör olarak da sorumluluğun tamamını almasına itiraz etmedi.
Malum 2010 - 2011 sezonunda yönetim de bu kararının arkasında durdu. İşler kötü giderken Aykut Kocaman'a gösterdikleri güven ve direnç ile sezon ortasında doruğa ulaşan kelle isteyen sesleri susturmak ve yola devam etmek mümkün oldu. Bu dönemde yönetim de Aykut Kocaman ile çalışmanın avantajlarını kullandı, yabancı teknik direktörler gibi söylenmeyen, kulübü ve reflekslerini bilen, kimi zaman öne çıkarak sorumluluğu paylaşan, bütçe yönetimi konusunda hassas bir teknik direktörle çalışmanın verdiği konfor onlar için de fazlasıyla büyüktü.
Gelelim Alex meselesine. O çoğumuz için Fenerbahçe'nin tam da kendisi. Bize yaşattıklarını asla unutamayız. Şu an Fenerbahçe taraftarı için Lefter ne ise Alex de o. Fenerbahçe'yi gördüğü anda Alex'i görmüş milyonlar var. Bu sevgi onu tanrılaştırdı. Taraflı tarafsız herkesin Alex'e olan sevgi ve saygısı Fenerbahçeliler için şartsız, koşulsuz, engellenemez bir sahiplenmeye dönüştü. Bu çok 'normal' olan durum ise, ne kadar profesyonel ve mütevazi görsek de Alex'i farklı davranışlar sergilemeye itti. Öyle ki, 0-0 giden ve etkisiz olduğu bir maçta bile 80. dakikada oyundan çıkmasına sinirlendi, itiraz etti, maç sonu eleştirel yaklaşımlar sergiledi. Taraftarın gözündeki 'tanrı' rolünü hiçbir şekilde kaybetmek ya da taviz vermek istemiyordu. Ben sakat değilsem, etkisiz de olsam 90 dakika oyunda kalmalıyım mesajını her defasında verdi taraftara.
Aykut Kocaman'ın sanıldığı gibi geldiğinden beri Alex'i göndermek istediğine kesinlikle inanmıyorum. Ama taktik anlayışına göre yedek bırakmak istediği çok maç olduğuna eminim. Taraftar ve yönetim baskısı ile çok maçta oynattığına da eminim. Yaşını ve yaşayabileceği sakatlıkları da düşünerek Alex'e bağımlı bir Fenerbahçe futbol takımı antrenörü olmak istemiyor. İlk senesinde bununla ilgili açık açık bir sürü demeç verdi. Denemeler yaptı, fakat Aziz Yıldırım'ın 3 sene üst üste şampiyonluk sözünün ilk senesinde bunu denemesinin bir kazaya sebep olabileceğini gören Başkan duruma müdahale etti. Fakat bu denemeler bile Alex'i motive etmeye yetmişti, arkasından müthiş bir performans göstererek Fenerbahçe'ye şampiyonluğu kazandırdı. Arkasından 3 Temmuz ile başlayan malum sezonda Alex gibi tecrübeli ve lider özellikleri olan bir futbolcuyu kaybetmek istemeyen Aykut Kocaman ondan hiç vazgeçmedi.
Bu sezon başında ise zaman zaman Alex'i yedek bırakacağını açık açık söylediği bir sezona girdik. Ve ilk kez bence çok da haklı olarak çok önemli bir maçta Moskova'da orta saha direncini arttırmak için yedek bıraktı Alex'i. Ne olduysa ondan sonra oldu ve Alex'in meşhur 'kıskançlık' mesajı geldi arkasından. Twitter'ı etki bir şekilde kullanan ve çok yakından takip edildiğini bile bile yine antrenörünün kişiliğine saldıran bir yazı yazmıştı. Zaten Aykut Kocaman'ın imajını ve dik duruşunu bozmak için tetikte bekleyen, 'mühürlenen villa' haberleriyle yoklamalar çeken medyanın eline bombayı bırakıyordu. Akıl aldığı ve dert yandığı arkadaşlarının bazılarının malum kişilere yakınlığı ve onların eline koz verecek o malum sms olayı ise tam bir facia.
Sonuç itibariyle iki akşam önecki kadro dışı bırakılma haberleri ve Alex'in yine twitter'dan 'mutsuzum' 'sakat değilim, hocanın karar' diye yazması ön yargılarla dolu ve geçen seneyi yaşanmamış gibi hafızasından silip atanların yemek tabağına bırakıyordu Aykut Kocaman'ı.
Bu kadar şey yazdık ve bir eksiklik gözünüze mutlaka çarpıyordur. YÖNETİM ve BAŞKAN. Onlar bu işin neresindeler, neden sesleri çıkmıyor, neden müdahale etmiyorlar? Sebebi çok basit, hem malum süreç bitmedi, devam ediyor hem de kimse Alex'i gönderen 'kötü adam' olmak istemiyor. Ve ilk göreve geldiği günden beri arkasına saklandıkları Aykut Kocaman'ı ön plana iterek arka tarafta sessizce bekliyorlar. Bu durum da Aykut Kocaman'ın hata yapmasına sebep oluyor.
Evet ilk günden beri bu krizi yönetemeyen ve Aykut Kocaman'ın kredisinden ve imajından faydalanarak arka planda kalan yönetimin bu 'kapı arkası' tavrı Aykut Kocaman'ın hata yapmasına ve harcanmaya çalışılmasına çanak tutuyor. Aykut Kocaman'ın teknik ve taktik olarak kusursuz olduğunu iddia edemeyiz, elbette ki birçok hatası vardır, bundan sonra da olacaktır. Alex konusunda da yanlışı vardır. Taraftarın ve camia'nın 'tanrı' gözüyle baktığı adamı idare etmek için özel seanslar düzenleyip, bir şekilde mutlu olmasını sağlayabilirdi. eğer hiç düşünmüyorsa kadroda (ki ben buna inanmıyorum, ondan faydalanmak istiyor ama sürekli değil) bunu sezon başında söylemeli ve yolları en başından ayırmalıydı.
Bir diğer faktör ise Emre'nin gönderilmesi ile orta sahaya bir türlü yapılmayan transferin de faturasının Aykut Kocaman'a çıkarılması. Ben ilk günden beri Emre gibi bir orta saha oyuncusunu kaybeden bir antrenörün orta sahaya transfer istememesine inanmıyorum. Aylarca orta saha için Hamit, Diarra, Costa gibi futbolcularla defalarca görüşmeler yapıp, alamayan yönetimin Aykut Kocaman transfer istemedi demesi 'alamadık' demesinden çok daha kolay tabi.
Son olarak, Alex, ben de dahil olmak üzere bir çoğumuzun 'tanrısı'... Ve Alex bunun feci olarak farkında.... Ama olaya derinlemesine şöyle bir bakarsak Aykut Kocaman'a hakaret etmek, istifasını istemek ve kelle avcılığına çıkmak için de olay çok 'iki taraflı'... Bize düşen ikisine de aynı oranda sahip çıkarak, sakince gelişmelere bakmak. İyi niyetli bakarsak bu tür krizler ve kaoslar hem Fenerbahçe için hem de Fenerbahçe efsaneleri Aykut ve Alex için bir motivasyon kaynağına dönüşebilir.
Yazar: Onur Kütük Devamı ...
13 Ağustos 2012
Fenerbahçe'nin Kadro Planlaması ve Galatasaray Maçı
Fenerbahçe'nin geçen sene Emre varken ve Christian müthiş bir sezon geçirirken bile orta sahada iki yönlü bir oyuncu eksikliği çektiği neredeyse herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir konuydu. Sezon bitti, öncelikli transferin bu bölgeye yapılması gerekirken Diarra-Hamit-Costa falan derken o bölgeye dair hareketlilik Emre'nin gidişi ve Mehmet Topal'ın gelişi oldu. Emre'nin gönderilmesi kararının Aykut Hoca'nın tasarrufu olduğunu biliyoruz, Emre'nin saha dışındaki sabıkalarının takımın genelini olumsuz etkilediği ve artık sürdürülemez hale geldiğini düşünüyordu hoca ki bu konuda kararını verdi. Böyle bir idari tasarrufa saygı duymak lazım. Emre'nin gidişiyle buraya iki tane üst düzey top kullanabilen oyuncu beklerken Emre'den çok daha yetersiz hatta Selçuk'tan da çok bir farkı olmayan Mehmet Topal'ı aldık. Yani geçen sene zayıf dediğimiz takviye istediğimiz Emre-Christian ikilisi bu sene Christian-Topal haline gelip daha da zayfladı. Fenerbahçe'nin çok kapasiteli bir hücum hattı var, Sow,Kuyt,Krasiç, Alex, Stoch doğru kullanıldığında her rakibin korkulu rüyası olabilecek bir hücum rotasyonu ama bu oyunculara top getirebilecek oyunun hücum tarafını rahatlatabilecek bir tane iki yönlü orta saha oyuncumuz yok. Yani hücum hattını şişirip orta sahayı bu kadar dayanaksız bırakmanın nasıl bir teknik direktör planlaması olduğunu anlamış değilim.
Biliyoruz ki Aykut Hoca futbolu temelde bir pas oyunu olarak görüyor, İstanbulspor zamanından bu yana topa kıskançlıkla sahip olup pas yapan bir takım tefekkürü olduğunu her platformda söylüyor. İyi oyun iyi oyuncularla oynanır diye bir futbol atasözü var biliyorsunuz Aykut Hoca'nın istediği iyi pas oyunu da bu bağlamda iyi pas yapan oyuncularla oynanır diyebiliriz. Peki dün akşam Galatasaray karşısına çıkan takım Aykut Kocaman'ın pas oyunu arzusunu nasıl yerine getirebilir Allah aşkına. İki stoper yani Egemen ve Bekir topu oyuna sokabilen oyuncular değil, (gerçi topu iyi kesebilen oyuncu oldukları da şüpheli)onların yerine hadi Yobo gelecek diyelim o da öyle bir oyuncu değil, bu adamların topu ulaştırdıkları Christian ya da Topal da pas oyunu oynamaya müsait oyuncular değil. Dün Christian sağa sola 20 tane pas atmıştır, bu paslar aslında sorumluluk alan zor paslar falan olmamasına rağmen en az 15 i hedefi bulmamıştır, hedefi bulanları da zaten Orhan Şam ve Caner kontrol edemedi. Galatasaray'ın ikinci golünde Selçuk'un Umut'a attığı pası bizim iki orta saha Topal ve Christian tüm sezon boyunca kaç kez atabilir mesela.Fenerbahçe'nin iki orta sahası Topal ve Christian da böyle araya pas atabilecek inisiyatif alıp oyunu rahatlatacak oyuncular değil hatta beğenilmeyen Selçuk bu inisiyatif alma konusunda başarılı olamasa bile bu ikiliden daha cesur bir oyuncu.
Şampiyonluk yolundaki en büyük rakibininin orta sahasında senin orta alanındaki oyuncularn bir sezonda atamayacağı bu tür pasları bir maçta atabilecek üç tane oyuncu varken (Melo, Selçuk, Hamit) nasıl bu rakiple başa çıkabilmeyi düşünüyoruz anlamıyorum.
Aykut Kocaman'ın kafasındaki pas oyununu sahaya yansıtabilecek nitelikte bir oyuncu gurubu yok Fenerbahçe'nin. Etkili bir hücum hattımız var ama topu oraya aktarma konusunuda çok ciddi yapısal sorunlarımız var. Geriden oyun kuracak kimse olmayınca Alex'in geriye gelip topu oraya buraya dağıtması durumu oluyor ki, bu da Alex'i en etkili olduğu bölgeden uzaklaklaşması dışında hiç bir işe yaramıyor. Yani pas yapan bir takım isteyip pas yapabilen yeterlilikte oyuncuları alamamak maalesef Fenerbahçe'nin oyun aklına dair ciddi şüpheler duymamıza neden oluyor.
Özel olarak Galatasaray maçına gelirsek Fenerbahçe iki sezondur dünle birlikte yedi tane maç yaptı Galatasaray'la. Deplasmanda kazandığımız iki maçta dahil bu yedi maçın hiç birinde oyunun anlamlı denilebilecek hiçbir bölümünde Fenerbahçe Galatasaray'a karşı bir üstünlük kuramadı. Geçen yıl Christian-Selçuk-Emre bir arada oynarken bile Arena'da inanılmaz mahkum bir ilk yarı oynayıp iki tane yemiş, üç-dört tane de net pozisyon vermiştik. Bilica'nın pres sonucu kaptırıp Elmander'in attığı golün aynısını dün Bekir'le kaptırıp yiyorduk ki Umut atamadı. Aykut Hoca'nın şu yedi Galatasaray maçını önüne koyup artık bir şeyleri değiştirmesi gerektiğini görmesi gerek. Bu takım rakip 10 kişi kalmışken bile nasıl baskı yiyor, niye oyunu rakip yarı sahaya yığamıyor, prese niye presle yanıt veremiyor geleneksel olarak psikolojik üstünlükle başladığı bir rakibe karşı niye bu kadar korkak bir profil çiziyor bunların cevabını artık bulması ve artık şu Galatasaray maçlarında her şeyi rakibe göre ayarlamaktansa biraz proaktif olması gerek.
Sezon başı olması itibariyle oyundaki vasatlık tolere edilebilir ama meselenin tek maçlık performansa dayalı değil bir planlama ve kurgu hatası olduğunu düşünüyorum ki beni asıl endişelendiren de bu. Fenerbahçe'nin kadrosu bazı bölgelerde şişkin bazı bölgelerde çok eksik olarak sezona giriyor ve açıkçası Kuyt'ın performansı dışında iyimser olabilecek pek bir şey yok gibi görünüyor.
Maça dair konuşmuşken Cüneyt Çakır'ı anmadan olmaz. Cüneyt Çakır yüzünde falan yenildik demeyeyim zira Fenerbahçe kazanmayı kesinlikle hak etmedi ama kendisinin Misak-ı Milli sınırları içerisinde eyyam müessesisinin kralı olduğunu düşünüyorum. Bu adamın Uefa'nın gözbebeği olduğu bir dünyada ben de atom mühendisi olabilirim. Devamı ...
11 Ağustos 2012
Bir Erkan Goloğlu Vardı Diyeler
Geçen hafta ne olmuştu? Fatih’in hepimize, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedirten yazısına, ‘entelektüel’ olmadığınız halde tek ‘radikal’ olduğunuzdan olsa gerek cevap yazmış, “ben Fenerbahçe’nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim,” demiştiniz. Bu cümle beni hayal kırıklığına uğratmadı dersem yalan olur. Yine de, “Erkan Goloğlu bu, elbet bir bildiği vardır,” dedim.
Yine de yazınıza takılmış, eski bir olayı hatırlamıştım: Benim için kıymeti büyük bir tanıdığım bir doçentlik jurisine başkanlık etmek üzere Ankara’ya gelmiş, hem öncesinde hem sonrasında sohbetleşme şansı bulmuştuk. Doğal olarak, savunmanın nasıl geçtiğini, doçent adayını da sordum. Sorarken sorumun “bir dokun”a dönüşeceğini bilememiştim. “Çok kötü,” dedi. Nihai karar icin toplandıklarında, “ben bu savunmaya olur vermem,” demiş. Ama bizim coğrafyada işlerin nasıl yürüdüğü malum, adayımız doçent olacak. Bunun üzerine tanıdığım ‘bu iş olmaz’ oyu verirken, juride bulunan ve olası eleştirilerin ulaşamayacağı, ulaşsa da sallamayacak iki yaşlı üyenin oylarıyla adayımız arzuladığı ünvana kavuşmuş.
Sanırım anladınız...
Bu yazıya bu başlığı seçmek içinse bu haftaki yazıyı yazmanız gerekiyormuş. O halde baştan alalım.
'Ankara bebesi' değilim, ama hayatımı şehirlere üleştirdiğimde en büyük pay Ankara’dan yana düşer. Taşrayla metropol arasına sıkışmış ve ne olacağına bir türlü karar verememiş 'büyük şehir'in hem havasından hem suyundan nasiplendik. İyiki nasiplendik. Bu vesileyle bozkıra ve üzerinden eksik olmayan bir kaç parça buluta selam olsun.
Evime sizin dükkandan hiç tüp servisi yapılmadı. Dar zamanlar değilse tüpü getiren arkadaşlarla muhakkak sohbet etmişizdir, oradan biliyorum. Ama içimde, müdavimi olduğumuz kahvehanede arkadaşlarla king oynarken, sizin de aynı kahvehanenin bir köşesinde arkadaşlarınızla hoşkin oynadığınıza dair güçlü bir inanç var. Bülent Ortaçgil'i anarak 'Eylül Akşamı' da derdim ama bütün bunlar Ankara hatırası, İstanbul değil. Üstelik bu yazı da pek romantik sayılmaz.
Sizi Radikal Futbol günlerinden bu yana tanıyorum. Dergilerin bir şeylerin reklamını yapmak için çıkarıldığını düşünen, gazetelere güvenmeyen, bir gazeteyi son sayfasından okumaya başlayan (o zamanların Radikal’i icin söylersem; kültür-sanat ve spor sayfalarını okuduktan sonra televizyonum ve televizyon kültürüm olmamasına rağmen film tanıtımlarından bilgi devşirmek adına tv sayfasına bakıp gazete faslını tamam ederdim. Hakkını yemek istemem, eğer yazmışsa Hakkı Devrim’in yazdıklarını muhakkak okurdum. Bu vesileyle ellerinden öperim.) ve futbolu seven bir adam olarak Radikal Futbol bir çok insan gibi bende de çölde vaha etkisi yaratmıştı.
Benim için sadece salı günleri aldığı gazetenin bazen ihmale uğrayan eki yüzünden, “zaten tüm hafta boyunca istediğiniz tek bir şey var,” diyen kapıcımız, hemşehrisi ve arkadaşı market sahibiyle çok papaz olmustur.
Bazen 'dosya' etiketiyle sunulan yazıları sona bıraksam da, dergiyi ilk sayfadan itibaren, atlamaksızın okurdum. Hatta kendimle dalga geçerek söylersem, sayfa numaralarını bile okuduğumu söyleyebilirim.
Yalnız bir istisna vardı; sizin yani, Erkan Goloğlu’nun yazısını en sona bırakırdım. Çünkü, onun yazdıklarını okumak, şölenleri hatırlatan yemek masasının etrafında toplanmış dost meclisiyle yemek sonrası yenilecek tatlı gibiydi. Bu hayatta en sevdiğim bileşim vardı o yazılarda; ironi ve hüzün kardeşliği... Dergi ortadan kalktığı halde almaya devam ettiğim ‘Salı günü Radikalleri’nde de, artık internetten okudugum günlerde de hep aynı sey oldu. Yazılarınızı her defasında en sona bıraktım.
Yazdıklarınızda, olur olmaz her yerde karşımıza çıkan ’Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı’ lanetini hatırlatan ’Futbol Sadece Futbol Değildir’ dillere persenk saptamasına itibar etmez, diğerlerinin çok düştüğü hataya düşmezdiniz. Sizi ne zaman okusam, “futbol basit bir oyundur, süslü laflarla onu kirletmenin kimseye faydası yoktur,” dediğinizi duyardım.
Diğerlerinin o hataya düştüğü zamanlarda da iyi yazılmış her metni okumaya talip yanım sayesinde okumanın bizzat kendisinin verdiği hazla avuttum kendimi. Hayatın her alanı gibi futboldan da çıkan öyküler neyse de, entelektüelim madem şovumu yapayım duygusunun metnin önüne geçtiği, bazen bizzat kendisi olduğu durumlarda ise bağrıma taş basıp önümüzdeki haftalara baktım.
Çölde vaha dedik, boşuna demediğimiz için de bir Fenerbahçeli olarak bundan daha fazlasına katlandım. Bağıs Erten dışında kalanların (ki o da bir süre sonra tıpkı üç temmuz sürecinde olduğu gibi bir biçimde sus(turul)acaktı) saklamaya gerek duymadığı, hatta bir madalya gibi göğüslerinde taşıdıkları bir şey vardı: Fenerbahçe nefreti. Sanki sert müzik sevdalılarının siyah kirli tşörtleri, siyah kot pantolonları, siyah derimontları, uzun saçları gibi. Bilirsiniz, en az biri dahi eksik olsa adam olabilirsiniz ama rock’çı asla.
Dürüst olayım, hayatın her alanında karşılaştığımız bu ‘ötekileştirme’ bir kaç örnek dışında umrumda bile olmadı. Ama merak ederdim, bu okumuş koskoca adamlar, lig dörtlüsü, hadi bırakalım dörtlüyü, Galatasaray ve Fenerbahçe arasında nasıl ayrım yapabiliyorlardı? Mesele başka bir konu olsa, bozuk düzende sağlam çark olmaz, diyecek bu adamlar, bu dörtlü arasından nasıl oluyor da Fenerbahçe’yi ayırt edebiliyorlardı. Kim bilir, renkler çoktan kirlenmiş birinciliği Fenerbahçe’ye vermişlerdi.
Uzatmanın manası yok. Fatih bunun nedenlerini, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedirten yazısında altına imzamı atmakta tereddüt etmeyeceğim şekilde açıkladı nasıl olsa. Yine de sizden duymak isterdim: Neden Fenerbahçe?
Muhtemeldir ki, bu yazılanları okuyor olsanız bile bu soruya cevap vermez, verseniz bile savunma hattınızı “dil yanlışları” üzerine kurardınız. Yerinizde olsam ‘dahi’ anlamındaki ‘-de’ ve ‘-da’lara bakardım, savunmam en çok oradan açık veriyor.
Çünkü bu yazıya sebep olan yazıda, Aethewulf’un cok yerinde sorusu yerine, sınav kağıdı dolu görünsün isteyen öğrenciler gibi çalıştığınız cevapları yazmışsınız. Küfür çirkin, bunu tartışmak bile en az küfrün kendisi kadar çirkin. Ama ben sizden bunu duymazdan gelme büyüklüğünü gösterip sorulara cevap vermenizi beklerdim.
En azından size, “ben Fenerbahce’nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim,” dedirten bildiklerinizi söyleyin bize. Kendi adıma, ait oldugu klana bağlı üniversitenin reklamını yapmak icin, “Türkiye birincisi tercihini yaptı,” haberinin yapıldığı bir gazetede çalıştığınız ve aynı gazetede “saha ve şartlar müsait oldukça bundan sonra da” çalışmayı planladığınız, bu cemaatin sike soruşturması ve davası sırasında tutumu apaçık ortada olduğu halde ikna olmaya hazır biçimde bekliyorum cevabınızı. Lütfen söyleyin; belki bizi düştüğümüz yanlıştan döndürecek yol bu cevapta saklıdır.
Hem siz, Tanıl Bora mısınız ki susasınız? Yoksa, “Erkan Goloğlu ve bütün kimlikleri” de bundan böyle bulundukları yerin, tuttukları mevzinin emniyetine itimat ederek yaşamayı mı tercih edecek?
Son yazınızı yeniden okudum ve neden bu başlığı seçtiğimi bir defa anladım.
Ve “ben henüz ayıp ettiğimiz kanaatinde değilim.”
Devamı ...
8 Ağustos 2012
Primatların sahip olduğu asgari ahlak
Bir deney çok etkileyici. İki denek maymun var ve bunlara doktorlar tarafından bierr taş veriliyor. Sistem basitçe şöyle, denek maymun taşı doktora verdiğinde, doktor ona yiyecek bir şey veriyor (salatalık).
Deneyimizde iki maymun var, yanyana ve birbirini görebilecekleri birer kafesteler. Doktor, maymun taşı verdiğinde doktor salatalık verirse hiç problem yok, maymunlar keyifle salatalığı yiyorlar. Ancak doktor bir oyunbozanlık yapıyor. Maymunlardan biri taşı verdiği zaman ona salatalık veriyor, öteki taşı verdiği zaman ona erik veriyor. Sonuç? Sonuçta kendisine salatalık verilen maymun "isyan" ediyor. Alıyor o salatalığı doktorun kafasına atıyor...
İsyan duygusu bir haklılık ve hak temeline dayanıyor. Taşın karşılığı ya eriktir, ya salatalık. Bir maymun bile, kendisine başka, diğerine başka muameleyi kabul etmez, etmiyor. Maymunlar bile adaleti, eşitliği istiyor.
Daha ilginci, Frans de Waal şöyle anlatıyor: "Bunun ahlaki tutum olmadığını, sadece isyan olduğunu söyleyenler oldu. Ahlaki tutum kendisi erik alırken başkasının salatalık almasına karşı çıkmak denildi. Bazı deneylerde gördük ki, maymunlar arkadaşlarına da erik verilene kadar kendilerine erik verilmesini reddediyor." Yani, bir maymun bile kendisine farklı muamele edilmesine isyan ediyor ve bir maymun bile kardeşine yapılan haksızlığı reddediyor.
Ahlakın, adaletin, felsefi değerlerin insana özel, bize özgü olduğunu zannederek kendimizi büyütmemiz işin bir kertesi, bizim bu temel değerlerin esasında gerisinde olduğumuzu görmek konumuz.
Burada küfür edilmesi hoş değil. Yorumlarda bazen oluyor. Ben de sıkılıyorum. İnsanların içlerinde biriktirdikleri öfke çok büyük.
Ancak bu duyguya bu kadar uzak kalınmasını da anlamıyorum. Çünkü isyan zaten steril bir şey değildir. Haksızlığa uğramış insanların isyan duygusunun yarattığı öfkeye bakıp da onların her birinden Gandhi vari tutum beklemek doğru değil. Keşke, yorumların içeriğini değil de neden böyle bir öfke olduğunu analiz edebilselerdi. Keşke kendilerine hakaret edilmesi ile yaşadıkları alınganlık yerine, bu insanlardaki öfkenin nedenini sorabilselerdi. Keşke, haksızlığa karşı ne yaptıklarına bir bakabilselerdi.
Primatların sahip olduğu asgari ahlak bile diğerleri zulme uğrarken bunu reddetmeyi ve bir haksızlığa uğrarsan isyan etmeyi emderiyor.
Bu kadarcık alandan bile geriye düşmüş ve bunu dahi konuşamayacak hale gelmişsek, kalemi şiire bırakmakta fayda var:
"kim güvenir peki tarihe
iki kaşın arası varsa
yolunu bulmak için ateşi savunmak yetiyorsa
avuçta gül ezip göğe fırlatmak
neye yarar tenimizi yeniden tanımlamaktan başka"
Devamı ...
4 Ağustos 2012
Tekmili Birden Radikal Spor Servisine Sorular
Ayrıca Goloğlu'nun bahsettiği şekilde entelektüel kelimesini faşist diktatörlerin sevdiği şeklinde tabii ki kullanmıyoruz. Anti-entelektüalizm yapmadan da entelektüel denilen kitlenin bir özeleştiri yapması gerektiğini söylemek herhalde bizi Kenan Evren'le falan aynı kategoriye sokmaz. Tam tersi entelektüellere yönelik her eleştiriyi anti-entelektüalizm gibi algılamak da en az Kenan Evren kafası kadar tehlikelidir. Diğer bir tespite yanıt vereyim, entelektüel sosla yaklaşanların medyada yazıda bahsedilen bir ağırlıkları olmadığını belirtiyor Erkan Bey. Bahsedilen etkinin medyada kapladığı yer açısından bir etkiden bahsetmediğimi, daha çok okuyup, yazan, çizen dünyayı takip etmeye çalışanların , -hadi televizyoncu deyimiyle söyleyelim A-B grubunun- hakim algılarını şekillendirmede bu entelektüel soslu yaklaşımın başat etkisi olduğunu düşündüğümü ve bu vesilesiyle hacminden daha fazla etki alanı olan bir söylemin özneleri olduğunu düşünüyorum.
Erkan Bey'in yazının sonunda söylediği "Fenerbahçe'nin haksızlığa uğradığını düşünmüyorum" sözüne de gereken yanıtları bir alttaki yazıda Aethewulf epey uzun bir şekilde vermiş zaten o konuda fazla söyleyecek bir şey yok sadece buna çok şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Zaten Radikal'in mağduriyet algısının söz konusu Fenerbahçe olunca paralize olduğunu, vicdan terazisinin şaştığını defalarca gördük. Biraz daha genelleyerek ve Radikal'in tümüne bu durumu teşmil ederek anlatayım meseleyi.
Geçen hafta bu gazetenin 3 Temmuz bilirkişisi rolünde olan Kenan Başaran Twitter hesabında 12 Mayıs'da çıkan olayların ardından gözaltına alınıp yaklaşıp 4 ay hapis yatan iki kişinin duruşmasının olduğu gün bu çocukların Beşiktaşlı ve Galatasaraylı çıkması üzerine "umarım bir gün Beşiktaş ve Galatasaray için de hapis yatacak Fenerbahçeliler bulunur" gibi bir şey yazdı. Orada bulunmak dışında bir suçu olmayan, polislerin gerçek üstü görgü tanıklıklarıyla Toma'ya kafa attıkları iddia edilen şahısların 4 aydır suçsuz yere içeride tutulmasından zerre hicap duymadan, sanki bu adamlar kendilerini feda ederek, Fenerbahçe'yle dayanışma duygularını göstermek için gidip hapis yatmış ve Galatasaraylı ve Beşiktaşlıların diğerkamlılıklarını yansıtan birer temsilciymiş gibi Fenerbahçeli taraftarların da Galatasaray ve Beşiktaş için hapis yatmalarını temenni eden, bunlar arasında garip bir mütekabiliyet kurarak Türk futboluna nurlu ufukların böyle geleceğini düşünen bir kafayla 3 Temmuz sürecini takip eden bir gazetenin Fenerbahçe'yi bırakın mağdur bulmayı soykırım suçlusu saymadığına şükretmek gerek.
Yine Radikal Gazetesi'nin 3 Temmuz sonrası tabloid gazetelerden geri kalmayan, emniyet verilerini sorgusuz sualsiz veri kabul eden, 3-10 Temmuz arası o korkunç lince ortak olmakta en ufak bir tereddüt göstermeyen Spor Müdürü Uğur Vardan'ın 2 Ağustos'daki yazısından bir pasaj hatırlatalım.
"
Tabii bazen idealle gerçek aynı yerde buluşmuyor. Onlar ‘gizlilik’ nedeniyle karar vermekte zorlanıyor ama biz hiç de ‘gizlilik’ gözetilmeksizin basın yoluyla paylaşılan onca bilgi ve belge ışığında çoktan kendi kararlarımızı vermiştik. Peki bu durumda şu soruyu sormamız gerekmiyor mu, basına ‘Gizlilik’ yok, ama Etik Kurulu ve Federasyon’a var. Bu ‘gizli’ olmayan çelişkiyi bize kim açıklayabilir?".Sayın Vardan ortada iddianame yokken, herhangi bir savunma yapılmamışken kendi kararını vermiş polisin sızdırdığı, halkla ilişkiler operasyonuyla algı yaratmaya çalıştığı ortamda Radikal'in Spor Müdürü kesin kanaatini vermiş ama daha ilginci söz konusu Fenerbahçe olunca bu kadar polise, savcıya inanmaya teşne ruh haline sahip Vardan'ın o sıralarda yine Galatasaray'la ilgili başlatan 2006'daki Denizli'ye teşvik davasına yaklaşımı nedense ilkinden 180 derece farklı.
"
Bildiğiniz üzere bu tür durumlarda gazetemizin ‘Nöbetçi hukukçusu Bağış Erten üzerinden, ceza hukukçularına danışıyoruz. Dün de Bağış’ın bilgilerine başvurduğu Av. Serbülent Baykan konuya ilişkin çok net konuştu: “Bu yasanın çıktığı tarihten önce hiçbir şike suçu kovuşturulamaz. Yasanın çıktığı tarihten önce ceza hukuku açısından şike suç değil. Soruşturmayı yöneten makamlar zaten bunu biliyordur. Önlerine 12 Nisan 2011 öncesinden bir belge geldiyse, bu belge deliller dosyasına konulabilir, ama suç isnadında kanıt olarak kullanılmaz.” Baykan’ın açıklaması, dünkü operasyonun ‘gaz alma’ niyeti taşıdığını doğrular nitelikte."
Aynı makamlar Fenerbahçe aleyhine bir şey yayınladı mı Etik Kurulu, mahkeme falan gözetmeden biz gazetelere yanısıyanlarla kararımızı verdik diyen Vardan aynı kaynaklar Galatasaray'ı işaret eden bir şüphe işaret ettiği zaman hukukun doğrularını hatırlayıp medyaya sızan şeylerle kanaat oluşturmuyor. Bunun bir gaz alma operasyonu olduğu teşhisini koyuyor.
Spor müdürü ve dava takip eden muhabiri bu kafada olan bir gazeteden bundan sonra da beklediğimiz bir şey yok. 3 Temmuz'dan önce de kafalarında kirli olan Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe imgesinin bir vesileyle linç edilmesi sırasında adı geçen öznelerin mağduriyeti söz konusu olsa bile onu savunmanın romantikliklerine objektifliklerine sol görüşlü kimliklerine zarar vereceğini düşünerek bu toplumsal lince ses çıkarmadan alkış tutmak objektif Radikal'liginize hakikaten çok yakışıyor.
Bu aşamada tekrar Erkan Bey'in söylediklerine geçeyim, Erkan Bey'in Fenerbahçe'nin mağdur olduğuna inanmaması kendi içinde son derece tutarlı. Çünkü bu kendine korunaklı muhalif bir konum seçen dilin sahiplerine göre Fenerbahçe'nin herhangi bir mağduriyete uğraması zaten söz konusu bile olamazdı. Fenerbahçe son maç Bursa'ya şampiyonluğu kaybettiğinde yine Radikal'de diğer 17 takımında buna sevinmesinin "kibirin yenilmesinden" dolayı olduğunu ifade edip bunun doğruluğunu selamlayan Fenerbahçeli Bağış Erten bile bu söylemin dışında değildi. Bütün yatırımını Fenerbahçe'nin zalimliği kibri, rahatsız edici büyüklüğü üzerinden yapmış buna göre konum almış bir entelektüel söylemin tutup da Fenerbahçe mağdur oldu demesini beklememek lazım. Bu entelektüel söylemin olmazsa olmazı Fenerbahçe'nin naturası gereği mağdur olamayacağı zaten.
Memlekette Galatasaray'dan AKP'ye cemaatten, Kemalistlere herkesin mağdur olma hakkı vardır ama bu korunaklı muhalifliklerini oligarşinin en büyük halkası Fenerbahçe'ye göre alanlara göre Fenerbahçe kapısına kilit vursa, Fenerbahçeliler kollarına sarı yıldız taksa bile bu Fenerbahçe mağdur olamaz. Yine Radikal'in James Gist'in kanında uyuturucu çıkması haberini manşetten nasıl verdiğini hatırlayalım. "Alma Hacettepe'nin ahını" manşetiyle Fenerbahçe'nin Taurasi olayında yaşadığı mağduriyetin de aslında mağduriyetten sayılmadığını sanki mağdur olanın Fenerbahçe değil de Hacettepe olduğunu Radikal'in kafasında Fenerbahçe ve mağduriyet sözcüklerinin asla yan yana gelemeyeceğinin bin beş yüzüncü örneğini görmüştük. Nitekim bu mağdur olamama meselesinin şahikasını da Mayıs ayında gördük. Bolivya'da olsa taraftara, tapılacak romantik nesneler muamelesi yapacakları 12 Mayıs olaylarında bile bu taraftar mağdur olamadı bu entelektüel söylem sahiplerine göre.
Polisin Heysel faciasının provasını yaptığı 12 Mayıs'ta doruk noktasına oluşan ama ondan önceki her mitingde ya da adliye önünde de şiddete uğrayan, Avrupa şampiyonu takımını havaalanında karşılarken bile polisin sistematik şiddetine maruz kalan bir taraftarın uğradığı zulüm karşısında lal kesilen, "yahu durun bu kadar da olmaz diyemeyen" bir dilin Fenerbahçe'ye keşke biraz daha politize olsalardı diye akıl vermesi de ancak bu topraklarda yaşanabilecek bir entelektüel ataleti olarak okunabilir.
Bundan bir hafta önceki yani 25 Temmuz tarihli "Acaba Neden Politik Olamadılar? "başlıklı yazısında Erkan Goloğlu Fenerbahçelilerin yeterince politize olamadığını belirtiyordu. Kendisine soralım: Bir kulüp taraftarının takımının uğradığı haksızlığa tepki üzerinden politikleşmesi normal bir şey midir Allah aşkına? Fenerbahçe nasıl üzerinden politikleşen bir kitle hareketi olabilir? Yani insanın tesadüfen edindiği bir kimlik, babası, amcasından geçen bir alışkanlık olan takım tutma pratiği politik bir kimlik haline niye gelsin? Memlekette bin tane politize olması gereken mesele varken Fenerbahçe taraftarını Fenerbahçelilik üzerinden yeterince politize olmadınız diye eleştirmek nasıl bir saçmalıktır?
Fenerbahçe taraftarı "ya biz politize olalım" diye bir karar falan almadı sadece kulübün uğradığı lince karşı bir dayanışma gösterdi, bu sırada linci yapan kurumlar bizzat devletin ideolojik aygıtları olunca dolayısıyla düzene yönelik de bir eleştirel söylem gelişti. Bunun doğal olarak uzun süreli bir siyasal harekete dönüşmesi politize olarak diğer alanlara da sıçraması beklenemez, zira taraftar kimliği aralarında sınıfsal, dinsel, etnik, bin tane farklılık bulunan insanların politize olmaları için yeterli bir kimlik değil. Fenerbahçe taraftarının gösterdiği sadakat ve dayanışmayı yeterince politize olmadılar, derin işleri sorgulamadılar diye yargılamak hakikaten acayip bir kafanın ürünü. Ne yapacaktı Fenerbahçe taraftarı. Paris Komüni mi yapacaktı, Harp Okulu'nu ele geçirip hükümete muhtıra mı verecekti, siyasi parti kurup seçime mi girecekti?
Lince karşı koymaya çalışan kendisine açılan savaşa karşı ayakta kalmaya çabalamış yasama-yürütme-yargı-medya tarafından linçe tabii tutulmuş bir camianın tepkisini derin ilişkileri sorgulamadılar diye küçümsemek nasıl bir kafa ürünüdür. İşin ilginç tarafı şike meselesinin içinde başka meseleler olduğunu söylediğinizde yani bu meselenin derin yerlerle bağlantısını dile getirdiğinizde "ne alakası var herkes mi Fenerbahçe'ye karşı" diyen adamlar da aynı adamlar. Yani hem yeterince derin ilişkileri sorgulamadılar diye eleştireceksin, hem de kardeşim bu sorgulama yargılama şike meselesi değil falan diyince "ne alakası var" diyeceksin. Radikal tam bu kafanın yayın organı kimliğinde bir işlev gördü 3 Temmuz sonrası.
Samimi olarak merak ettiğim iki şey var Uğur Vardan 3 Temmuz sonrası ayet muamelesi yaptığı polis ve savcı mütalaaları hakkında ne şimdi ne düşünüyor, mahkemenin adil bir yargılama yaptığını düşünüyor mu, o taptığı savcının dava sonrası açıklamalarını duyunca basına sızan şeylerle verdiği kararı bir gözden geçirdi mi acaba?
İkinci soru da Radikal'in Ankara tayfasına , madem bu futbol düzeninden bu kadar şikayetcisiniz, kirli ilişkilerden bıktınız, hatta Fenerbahçe küme düşürülmedi diye Tanıl Bora gibi misak-ı milli içindeki futbola karşı yazı orucuna giriştiniz falan Allah şşkına bu düzenin 30 senedir göbeğinde bulunan İlhan Cavcav'ı kulübünüzden göndermek için ne yaptınız. Biz sadece taraftar kimliği olan bir blog olarak Aziz Yıldırım'ın yönetim üslubunu, tek adamlığını eleştiren 50 tane yazı yazarken,bu kulübün otoriter akılla değil daha çoğulcu yönetilmesini isterken siz ve Tanıl Bora -bildiğim kadarıyla Gençlerbirliği Kongre üyesi olarak- İlhan Cavcav'ın yönetim üslubunu eleştiren, kulüpteki yönetim işlevinden rahatsız olduğunuzu belirten kaç tane yazı yazdınız, Genel Kurul'da bunun için ne gibi bir çalışma yaptınız? Bir cevaplasınız da aydınlansak.
Devamı ...
3 Ağustos 2012
Muhafazakar Radikal
Ancak madem böyle bir tartışma başlamış bulundu ve biz de pek de beğenmediğim o sahnenin parçası olduk, bir iki kelam etmek lazım. Neden? Çünkü eğer şu içimdekileri buraya yazmazsam, onlar içimde büyüyor, adeta fireball gibi kalelerimi sallıyor. Tek nedeni bu. Allah'a şükür, ne Aydın Doğan'ın ne de okyanus ötesi ikametgahlı organizasyonların medya uzantısı değiliz, Albayrak'ların inayetiyle, hükümetin baskısı ve teşviğiyle, Devlet Bankalarından alınan kredilerle oluşan, oluşturulan bir yapı da olmadık. Tarihimizde pijama ile karşıladığımız bir Başbakan da, "dostlarını kaybeden helak olur, giyme o zulüm hırkalarını" diye seslendimiz "eski dost" ön sıfatlı, seyrek bıyıklı asabi şahsiyetler de yok. Dilediğimiz gibi yazma, içimizden geldiği gibi konuşma hürriyetine sahibiz.
Diyeceksiniz ki, "bu insanlar bir yerde çalışmasınlar mı, insan çalıştığı yerin otomatik portakal temsilcisi, birebir aynı görüşlere, dünya bakışına sahip olan robotu mu?" Elbette değil. Elbette Doğan Medya Grubunda da, diğer medya grubu ve şebekelerinde de fikri hür, vicdanı hür insanlar var, oluyor. Sayılarının çoğalmasını umut ediyoruz. Ne yazık ki, içinde bulunduğumuz bu partizanca medya çağında, fikirlerin değil konumların, hakikatin değil siyasi yararların tartıldığı a4 kağıtlar baskın ve sayıları üçü beşi geçmese de namus timsali insanlar var. Biz de onların yüzü suyu hürmetine, insanların "konumlarını" değil de fikirlerini tartışmaya ahdediyoruz.
Misal Erkan Goloğlu... Diyor ki ben entelektüel değilim. Eyvallah. Dilimiz, elimiz, belimiz kırılaydı da demeyeydik. İronisinin bile üstünde bol durduğu bu zat-ı muhterem bu konuda o kadar şaşmaz, sekmez bir şekilde haklı ki, "neden" diye sorsalar 6 paragraf cevap yazabilirim. Bir tanesiyle yetineyim. Diyor ki, "Bolivya 2. liginde haksızlığa uğramış bir takım bulsam, inansam buna, sırtımda Papazın Çayırı'na çift kaleye taşırım. Ben Fenerbahçe'nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim."
Yani diyor ki, "adil yargılanma ilkesinin bütünüyle ihlal edildiği, soruşturmanın gizliliği ilkesinin lağv edildiği, "şike kamerada" manşeti, Emenike fotoğrafı kolajıyla bizim dahi haberlerini manşet manşet verdiğimiz, 3 temmuz sürecinde, yetkisi olmayan bir mahkemenin sürdürdüğü ve sonuçta örgüt bulamadığı, 1 yıllık yargılama sürecinde Fenerbahçe bir haksızlığa uğramadı!"
İnsanlar özgürlüğünden oldu, olsun, Fenerbahçe'nin adı bir yıl boyunca örgütlü bir şekilde şike yapmakla itham edildi, edilsin, insanlar adil yargılanma hakkından mahrum kaldı, kalsın, bir çok insan içeride özgürlüğünden mahrum olduğu için gerçekleri kamuoyuyla paylaşamadı, amenna, tek taraflı bir yayıncılık anlayışı ile bir kamuoyu algısı üretimi yapıldı, maşallah..
Entelektüel, tam da kelimenin kökeni gereği intellectual bir faaliyetin de konusudur. Zekice bir şey söylemesi, mümkünse bunun da bir bilgiye dayanması, "intelligence" sahibi olması, hatta bir de bunun analizi gerekir. Bir insan nihayetinde bu kadar kaba saba bir cümle kurabiliyorsa, Erkan'cım alınmasın ama ona entelektüel demek zul olur, kabalık olur, başka insanların kemikleri sızlar.
Çünkü adil yargılanma hakkının varlığı, tam da medeni bir toplumun neden kurulduğu ile ilgili felsefi bir sorundur. Binlerce yıl süren deneyimler sonucunda, insanoğlu, çok temel bir gerçeğin şaşmaz, sekmez bir şekilde hayatını düzenlemesi gerektiğini öğrendi, bütün insanlar hakları bakımından eşittir. Kan, soy, ırk gibi ayrımlar sebebiyle, bir grup insanın egemenlik gücünün yekününe sahip olup diğer insanlar üzerinde bu gücünü sürekli bir halde icra ettiği toplumlar da aynı çağı yaşasak da medeni damgası yemezler. Niye? Çünkü böyle toplumlarda ezenle - ezilen, güçlü olanla güçsüz olan arasında, hakkaniyete, insaniyete, beşeriyete sığmayacak bir ayrım bulunur. Medeni toplum, güçlünün haklı olduğu barbar toplumu, haklının güçlü olduğu bir toplum düzenine olan aşkıyla aşmış, onu geçmiştir. Yani kardeşim, adil yargılanma hakkının ihlali normal bir toplumda insanların isyan etmesine neden olur.
Normal bir toplumda, insanlar sabaha karşı evlerinden apar topar alınmaz, polis onların montajlanmış görüntülerini medyaya servis etmez, emniyet müdürleri "19 maçta şike ve teşvik primi suçu tespit ettik" gibi "suç hakkında karar veren" açıklamalarda bulunmaz, emniyet mensupları eşkal fotoğraflarını, teknik takip kayıtlarını, ifade tutanaklarını internete upload etmez. İnsanlar yargılanmadan suçlu olarak kamuoyunun önüne atılmaz, onların da hakları "masumiyet karinesi" gereği korunur. Medeni bir toplumda delil üretilmez, savcılar delil üretmekle değil, varolan delillerin değerlendirilmesi ile uğraşır. İnsanlar peşin peşin cezalarını çeksin diye tutuklu yargılanmaz, yetkisi olmayan mahkemeler davayı gasp ederek bu işi yürütmez. Neden?
Çünkü adil yargılanma hakkı diye bir şey var. Çünkü mahkemeler siyasi iktidarın veya örgütlü grupların hesaplaşma alanları değil, insanların haklarının korunduğu, bir zarar varsa bunun bulunduğu, suçun cezalandırıldığı ve masumların ayrıldığı, tarafsız, bağımsız, muhakeme organlarıdır. Böyle olmak zorundadır. Eğer tersi olursa, Erkan Goloğlu veya Radikal tayfasının hak ve hürriyetlerini kim koruyacak? Bir zarara uğrasalar veya bir haklarını kullansalar, sonu gelmeyecek kovuşturmalarda, yıllarca tutuklu kalarak yargılanmalarının önündeki engel ne? İnsan eşitliği ve özgürlüğünü korumanın yolu, işte bu garanti mekanizmasını kurmaktır ve buna ister demokratik hukuk devleti diyin, ister açık toplum, insan onuruna layik bir şekilde yaşamak istiyorsanız buna ihtiyacınız var.
Böyle mi? O zaman tutarlılık lazım.
Şimdi Radikal tayfası ile sorun ne? Sorun şu, zaten partizanca, herkesin konumunu temel alarak yazısını yazdığı ve siyasal faydaların hakikatin önüne çıktığı bir atmosferde, "radikal" duruş, doğruyu, inandığını, vicdanen kabul ettiğin değerlerle tutarlı bir şekilde söyleme cesaretini göstermektir. Mevcudu, konumu, arkadaşların arasındaki statünü, dar ve kapalı alanlarda yer bulan isminin ağırlığını değil, hakikati korumaya biraz olsun meyledersen bu radikal duruşu gösterme gücüne, şevkine sahip olacaksın. Gösterdiler mi? Hayır, hala "şike kamerada" manşetinin gösterdiği alanda hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlar.
Soruyorum, kardeşim iki insanın yaptığı telefon konuşmasının bilinçli bir şekilde sızdırılması mı haberdir, yoksa o konuşmanın içeriği mi? Bir gazeteci, adalete, özgürlüğe, demokrasiye inanmış bir insan neye bakar? Bu insan oturup da iki adam kendi aralarında konuşurken bir kadın hakkında edepsiz bir sohbet yaptılar diye "kadını aşağılayan konuşmalar!!!"ı öne çıkartıyorsa, zorba, zalim ve haksız bir iktidarın o konuşmayı piyasaya sürme nedenine conformist bir şekilde uyum sağlıyor, onun değirmenine kap kap su taşıyor demektir. Niye? Ulan çünkü o konuşma "iletişimin gizliliği" ilkesi çerçevesinde korunuyor, üç kişiye ihtilat etmediği için hakaret bile sayılmıyor. Neden? Çünkü orada objektif bir zarar yok. Zarar oluşmaya müsait değil. Ama sen bu konuşmayı sızdırırsan artık bir zarar var. Niye? Çünkü hem 3'den fazla kişiye ulaşıyor, yani o konuşma alenileşiyor, insanlar o konuşmada konu olan şahsı ve dili görüyor, hem de özel hayatın, iletişim gizliliği ilkesinin ruhuna fatiha okunuyor, üstüne bir de devlet yetkisini kullanarak yapılan teknik takibin gene bu yetkiyi kullanan makamlar tarafından sızdırılması meşrulaşıyor. Azıcık akıllı adam, bu kadar büyük bir zarar yekünü karşısında, "kim sızdırıyor kardeşim bu konuşmaları, ne hakla" diye sorar, bizim basın "ne konuşmuşlar" televole eşiğini aşamıyor.
Peki bu arkadaşlar ne yaptı? Elbette muhafazakarlıkla en uyumlu hareketi. Sızdıran hakim otoriteden hiç bahsetmeden, iki tane tutuklu adam hakkında dedikodu yaptılar. Güçlü olana karşı sessiz, güçsüz olana karşı zorba olmak, ahlakın gözle görüldüğü bir alan değildir.
Bir başka örnek, alınmasın, Kenan Başaran üç gündür aynı minvalde gidip geliyor, Aziz Yıldırım Mehmet Ağar'ı ziyaret etmiş, bir de hükümete teşekkür etmiş.
Şimdi baştan başlayalım, Mehmet Ağar ziyareti, insani bir davranıştır. Adam üç kere ziyaret etmiş, Aziz Yıldırım da bir kere onu ziyaret etmiş. Ödenmesi gereken bir borç gibi. Ancak Aziz Yıldırım'ın o insanla bir araya gelmesi, mazlum ve zalimlerle arasına koyduğu o büyük uçurumu da daraltır. Kendisine neticede yakışmaz. Hoş olmayan, kötü, basbayağı yanlış bir harekettir. Amma velakin be kardeşim, burada tam üç noktada bu olayı bu kadar büyüme hakkı elinizden alınmıştır. Mehmet Ağar Galatasaray delegesi olarak TFF Genel Kurulu'na katılırken sesiniz ne kadar çıktı? Tıs. Mehmet Ağar'ı eski Galatasaray Başkanı, Kaptanı ve şu anki Teknik Direktörü ziyaret etti, ne dediniz? Tıs. Üçüncüsü de, ne yazık ki ücretinizi ödeyenler Mehmet Ağar'dan çok daha temiz insanlar da değiller. Kürt sorunundan Türkiye demokratikleşmesini baltayanlara kadar bir çok sorunda onların da izi, emeği, çalışması var. Elinde bulundurduğu medya gücünü, hükümetlerle kurduğu çok boyutlu ilişkilerle, ihale almak ve finansal durumunu güçlendirmek için kullanan bir zihniyetin yaptıkları da, attığı / attırdığı manşetler de hepimizin hafızalarına kazınmış durumda. Şurada kulüple hiçbir ilgisi olmayan, bir gün kulübünden maaş almaması, armaya duyduğu sevgiden başka bir şeyi olmayan insanlara Aziz Yıldırım'ın davranışları üzerinden onbin gömlek biçiliyor, siz içinde bulunduğunuz cehennemden bu seslere bu kadar har vermeye nasıl kalkışıyorsunuz?
İlk anladığınızın aksine daha temel, daha basit bir düzeyden bahsediyorum. Mehmet Ağar'ın, bütün ağarlığı ile bu ülkenin üstünde yarattığı karabulutlar hepimizin malumu. Bu karabulutların sahibine karşı tepki duymak, onun kamuoyu önünde meşrulaştırılmasına karşı çıkmak herkesin en temel hakkıdır. Ancak bu hakkı neden seçimlik olarak kullanıyorsunuz? Bu noktada neden "radikal" bir tutum sergileyip eşitlikçi, adil bir bakış açısıyla, aynı davranış biçimini gösteren herkese hüküm vermiyorsunuz da, Aziz Yıldırım'ı parmakla çekip büyütüyorsunuz? Çünkü bu kolay. Çünkü bunun karşılığında bir bedel yok. Aydın Doğan, Tayyip Erdoğan'ın önünde iki büklüm olurken "patron yakışmadı" diyebilmek, gerçekten bir bedel ödemeyi gerektirir. Ödemeniz gereken bütün bedellerden kaçıp, size bedel ödetemeyecek insanlara karşı haşin, pervasız olmak, doğru, adil, akılcı bir tutum mu? Kabul edelim, Aziz Yıldırım, Fenerbahçe Yönetim Kurulu veya Taraftarı size bir şey yapamaz. Bu cümleleri kolaylıkla edersiniz, bir kısmında da haklısınız, ama içinde bulunduğumuz durum bununla ölçülmez. Güçlü haksızlara karşı tutumunuzla ölçülür ve hepiniz sınıfta kaldınız.
Dahası, yazı gönderdiğiniz gazeteyi bile okumuyor, takip etmiyorsunuz. Türk spor basını gerçekten çok üzücü, acınası, insanın içini sıkan bir halde.
Radikal Yazarlarından Yetvart Danzikyan, İki Otorite Arasında Türkiye başlıklı yazısında, "Şike yasasında revizyona gidilmesi AKP ile "diğer aktör" arasındaki çatlağı su yüzüne çıkardı" diyor.
Yetmiyor, Özgür Mumcu "AKP ve Cemaat Çatlağı" başlıklı yazısında, AKP ile Cemaat arasında yaşanan gerilimi, ayrılığı, ÖYM politikası temelli olayları uzun uzun anlatıyor.
Yetmiyor, Ahmet Şık "hükümetin cevaz verdiği alanda faaliyet gösteren bir çete"den bahsediyor. Yetmiyor, Şamil Tayyar'ın açıklamaları, 6222 sayılı yasa değişirken yaşananlar, ÖYM'lerle ilgili yasada yaşananlar bütün Türkiye'nin manşetlerinde.
ve Kenan Başaran'ın cemaat ile hükümet arasında bir ayrım, bir çatışma olduğundan haberi yok! Bol ünlemli tweetlerinde "böyle bir ayrılık mı varmış!" diye sorabiliyor.
Şimdi Radikal gibi bir gazetede yaşayan bir insanın kendi ülke gündemine ve gerçeklerine bu kadar bigane kalması hepimizin midesini ağrıtacak kadar travmatik bir durum. Sorun öymlerin gerçekten değişip değişmedi değil, sorun tam da o değişikliği mümkün kılan durumlar ile o değişikliğin o seviyede kalmasına gerekçe olan siyasi faktörlerin analizinin yapılamaması. Hükümet, cemaatin elindeki alanı kendine bırakırken, kendi belediyelerini, kendi yandaşlarını koruyabileceği ve kendisine bağlı hizmet edebilecek bir neoöym süreci yarattı, bu stratejik bir manevraydı, çünkü bugün öymlerde süren davalarda yargılanan insanların aniden dışarı çıkması hükümetin de faydasına, menfaatine olabilecek bir durum değil. Aynı ÖYM - Emniyet merkezlerinde konsolide olan gücün rakipsiz, kontrolsüz, tek başına kalarak AKP ve AKP politikalarının da üstüne çullanmasının istenmediği gibi. Şimdi şu analizi yapabilecek biri yok mu? Aç en azından Cengiz Çandar'a bir sor. O da yok. Bu kadar veriye ulaşabilecek bir noktada durup, bu kadar habersiz kalmak insanı öfkelendiriyor.
Bir nokta daha var, bu da çok temel bir nokta,
Türkiye'de yaşayan biri ya adil bir tutum alacak ya da almayacak. Karar vermek zorunda. Bu siyasi iktidar ile sahip olduğu statü, güç, mutluluk, zenginlik ve diğer herhangi bir sebeple ÖYM'lerde süren veya sürmekte olan davalara karşı bir destek veren herkesi anlıyorum. Hepsini. Bugün Türkiye'de buralarda görülen davalara peşin peşin destek veren sadece üç grup insan kaldı, cemaatçiler, fanatik Galatasaray ve Trabzonsporlular. Hepsinin de bu davalara ilişkin bir ideolojik okuması, bekledikleri bir fayda, vermek istedikleri bir zarar var.
Ancak tutarlı, ahlaklı, kendisini bu değerlerle konumlandıran bir insan bu kepazeliğin hiçbir boyutuna destek veremez. Vermemeli.
Basılmamış bir kitabın toplatıldığı Radikal gazetesi yazarları, uyuyor musunuz kardeşim? Başınıza bu geldi. Bunu yapabilecek, örgütlü, imkanlı, belli bir sistemi, stratejisi olan bir güç var. Kar mı yağdı Radikal binasın? Doğa olayı mı bu? Biri planladı, uygulama kararı aldı ve bunu yapabilecek gücü olduğunu gösterdi. Size bunu yapan gücün başka davalarda başka şeyler de yapabileceğini, tam da bu güce sahip olduğu için yapacağını göremiyor musunuz?
KCK davasında MİT Müsteşarını terör örgütüne yardım ve yataklık etmek, örgüt üyesi olmasa da örgüt amaçları doğrultusunda faaliyet göstermekten, Büşra Hocayı verdiği dersten, Zarakoğlu gibi insanları akla hayale gelmeyecek garip bağlantılarla örgüt üyeliğinden suçlayıp, tutuklamaya kalkan bir irade var ortada. Bu irade, Ahmet Şık'ı, başka bir bilgisayara yerleştirilmiş delille, yüzlerce subayı sahte cdlerle suçluyor. 52 yaşında bakire bir kadının fuhuş yaptığını iddia edip örgütlü casusluk davası açıyor, sonra örgüt bulamadığı halde insanları cezalandırıyor. McAfee programının "devletin gizli belgesi" olduğunun iddia edildiği, Hanefi Avcının Marksist Leninist Terörist, Nedim Şener'in ergenekoncu olduğunu öğrendiğimiz yepyeni bir operasyon stratejisi, Cihan'ı taktığı poşiden, Berna'yı yeleğinden, TRT canlı yayınında denizaltıda olan adamı da darbe belgesi üretmekten içeri atıyor.
Bu sistem, dinliyor, ayırıyor, servis ediyor, medya gücüyle kamuoyu algısı yaratıyor, mahkemelerde verilen hızlı tutukluluk kararları ile insanları ailelerinden, çocuklarından ediyor. Hepiniz de görüyorsunuz. Şimdi bunu yapan güç, bir anda Fenerbahçe davasında Oslo mahkemesi mi oldu, Stockholm yargısı, Kopenhag Emniyet Güçleri mi davayı yürüttü? Hayır. Aynı şeyler, farklı yoğunlukta bu davada da yaşandı, yaşanıyor ve siz tam da diğer muhafazakarlar gibi, muhatabın adı ağız tadınıza uymadığı için zulmün karşısında sessiz kaldınız.
Ağzınızdaki tek cümleyi İbrahim Seten veya Mehmet Baransu bile söylüyor: "ama şike yaptılar"
Ama şike suçunun cezası, montaj görüntülerin servis edilmesi, özel yetkili mahkemede 1 yıl yargılanmak, ifade tutanaklarının, eşkal görüntülerinin medyaya el altından verilmesi, hakkında hüküm verilmemiş davada aylarca "şikeci" diye insanları suçlu göstermek, hasta insanları uzun tutukluluk şartlarına mahkum etmek değil. Şike suçunun cezası, adil bir yargılanma sonucunda verilecek mahkumiyet kararı ile belli olur. Adil olmayan, bağımsızlığını, tarafsızlığını kaybetmiş, hukukun değil siyasi mülahazaların egemen olduğu, adaletsiz uygulamaların sebil gibi aktığı bir yargılama sürecine bir insan gözünü kapatamaz. "Vicdani kanaatim bu" diyen insanın "vicdanen sahip olduğu somut değerler"i korumak için de hareket etmesi gerekir.
Ama fenerbahçe şike yaptı, 12 mayısta yaşananların özrü olamaz. Orantısız bir polis şiddeti ile, 5 yaşındaki çocuklara TOMA'dan tazyikli su sıkıp, bütün bir stada ve dışına biber gazı atıp, sokak aralarına, apartman boşluklarına kadar gidip, buralarda biber gazı ile insan avlamak "şike suçunun" doğal reaksiyonu değildir. Siz vicdanen insanların şike yaptığına inanabilirsiniz, delillere bakar bir muhakeme edersiniz, tartışırız, ancak insanlara uygulanan mezalime karşı sessiz kalırsanız ve bunun gerekçesi olarak da bu kadar konuyla alakasız bir şeyi sunarsanız, ahlaki bir şey söyleme hakkını kaybedersiniz.
Yani Aziz Yıldırım'dan hiçbir batımda daha temiz değilsiniz, Fenerbahçe'den daha üstün, daha ahlaklı kurumlarda hayatınızı sürdürmüyor, Fenerbahçe taraftarından daha temiz, daha ahlaklı bir konumsal üstünlükte de bulunmuyorsunuz. Neticede meslek örgütlenmesi bile olmayan, sendikalaşamamış, geleceği bir patronun iki dudağı arasında sıkışmış kalmış gazeteciler olarak, hükümetle çok boyutlu ilişkileri sebebiyle özgürlüğünüzü kısıtlayan patronların boyunduruğu altında, bu sistemin bir çarkı olarak hareket ediyor, zorbalara karşı sessiz, zulüm görenlere karşı da ahlak bekçisi olma iki yüzlülüğünü gösteriyor, inandığınız değerleri bile herkese eşit bir şekilde ifade edemiyor, istediğiniz dünya ile varolan dünya arasında sıkışıp kalıyor, bu şizoid pozisyonunuza tekmili birden tüm memlekete akıl vererek çözmeye çalışıyor ve bu mesleği hakkıyla yapan insanların yazılarını bile okuyamıyor, anlayamıyor, kendi gazetenizi bile takip edemiyorsunuz. Spor basının hali bu.
Sizi suçlayacak değilim, prangalarınızı, kelepçelerinizi görüyor, yazmak zorunda olduklarınızı anlıyorum. Sadece, aynı gazetede sizinle birlikte yazan bazı insanlar kadar cesur olabilirsiniz.
Siz de şu veya bu takımın fanatiklerinin öfkesi pahasına, kardeşim bu ne biçim bir yargılama süreci diyebilirsiniz. Bize "keşke Trabzonu suçlamasaydı, mantıken haklılık vermiş oldu" filan gibi garabetler üretmek yerine, Köksal Bayraktar gibi bir abideye güvenir, hukuki tanjantı ölçer sonra temel alanda "bağımsız, tarafsız olma özelliğini kaybetmiş öymlerde görülecek bir davanın, bu davayı buraya taşıyan iradeden bağımsız bir karar alma şansı da yoktur, şike varsa da yoksa da böyle ortaya çıkmayacak" diyebilirsiniz.
şike suçunun işlendiğine kalben inanan bir taneniz, bu suç işlenmişse de işlenmemişse de öym'de verilecek kararın kamu vicdanında hiçbir anlam ifade etmeyeceğini, bu kurumun güvenilirlilğini kaybettiğini, dolayısıyla hakikatin ortaya çıkamayacağını ifade etmek cesaretine sahip olmalıydı. Şike suçuna inanıyorsanız bu kararın adil bir mahkemeye bırakılmasının sizin de elinizi güçlendireceğini, insanların bunu sindirmesini ve kabul etmesini de kolaylaştıracağını görebilmeliydi.
Onu bile göremediniz..
Dolayısıyla sitemimiz büyük, bizim size verdiğimiz değer fazla çıktı. Entelektüel olmadığınızı kabul ettik. Şimdi sizin kendinize verdiğiniz değeri bir öğrenmemiz gerekiyor, gerçekten de o cümleleri yazabilecek, yazma gücüne, dirayetine sahip misiniz?
Devamı ...