Bir Erkan Goloğlu Vardı Diyeler


Eğer 8 Ağustos tarihli son yazınız olmasaydı, 3 Ağustos tarihli yazınızın peşi sıra kendi kendime konuşarak yazmaya başladığım ve ucundan kenarından Rehavet biraderimle paylaştığım duygularım bir blog yazısına dönüşmeyecekti muhtemelen.

Geçen hafta ne olmuştu? Fatih’in hepimize, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedirten yazısına, ‘entelektüel’ olmadığınız halde tek ‘radikal’ olduğunuzdan olsa gerek cevap yazmış, “ben Fenerbahçe’nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim,” demiştiniz. Bu cümle beni hayal kırıklığına uğratmadı dersem yalan olur. Yine de, “Erkan Goloğlu bu, elbet bir bildiği vardır,” dedim.

Yine de yazınıza takılmış, eski bir olayı hatırlamıştım: Benim için kıymeti büyük bir tanıdığım bir doçentlik jurisine başkanlık etmek üzere Ankara’ya gelmiş, hem öncesinde hem sonrasında sohbetleşme şansı bulmuştuk. Doğal olarak, savunmanın nasıl geçtiğini, doçent adayını da sordum. Sorarken sorumun “bir dokun”a dönüşeceğini bilememiştim. “Çok kötü,” dedi. Nihai karar icin toplandıklarında, “ben bu savunmaya olur vermem,” demiş. Ama bizim coğrafyada işlerin nasıl yürüdüğü malum, adayımız doçent olacak. Bunun üzerine tanıdığım ‘bu iş olmaz’ oyu verirken, juride bulunan ve olası eleştirilerin ulaşamayacağı, ulaşsa da sallamayacak iki yaşlı üyenin oylarıyla adayımız arzuladığı ünvana kavuşmuş.

Sanırım anladınız...

Bu yazıya bu başlığı seçmek içinse bu haftaki yazıyı yazmanız gerekiyormuş. O halde baştan alalım.

'Ankara bebesi' değilim, ama hayatımı şehirlere üleştirdiğimde en büyük pay Ankara’dan yana düşer. Taşrayla metropol arasına sıkışmış ve ne olacağına bir türlü karar verememiş 'büyük şehir'in hem havasından hem suyundan nasiplendik. İyiki nasiplendik. Bu vesileyle bozkıra ve üzerinden eksik olmayan bir kaç parça buluta selam olsun.

Evime sizin dükkandan hiç tüp servisi yapılmadı. Dar zamanlar değilse tüpü getiren arkadaşlarla muhakkak sohbet etmişizdir, oradan biliyorum. Ama içimde, müdavimi olduğumuz kahvehanede arkadaşlarla king oynarken, sizin de aynı kahvehanenin bir köşesinde arkadaşlarınızla hoşkin oynadığınıza dair güçlü bir inanç var. Bülent Ortaçgil'i anarak 'Eylül Akşamı' da derdim ama bütün bunlar Ankara hatırası, İstanbul değil. Üstelik bu yazı da pek romantik sayılmaz.

Sizi Radikal Futbol günlerinden bu yana tanıyorum. Dergilerin bir şeylerin reklamını yapmak için çıkarıldığını düşünen, gazetelere güvenmeyen, bir gazeteyi son sayfasından okumaya başlayan (o zamanların Radikal’i icin söylersem; kültür-sanat ve spor sayfalarını okuduktan sonra televizyonum ve televizyon kültürüm olmamasına rağmen film tanıtımlarından bilgi devşirmek adına tv sayfasına bakıp gazete faslını tamam ederdim. Hakkını yemek istemem, eğer yazmışsa Hakkı Devrim’in yazdıklarını muhakkak okurdum. Bu vesileyle ellerinden öperim.) ve futbolu seven bir adam olarak Radikal Futbol bir çok insan gibi bende de çölde vaha etkisi yaratmıştı.

Benim için sadece salı günleri aldığı gazetenin bazen ihmale uğrayan eki yüzünden, “zaten tüm hafta boyunca istediğiniz tek bir şey var,” diyen kapıcımız, hemşehrisi ve arkadaşı market sahibiyle çok papaz olmustur.

Bazen 'dosya' etiketiyle sunulan yazıları sona bıraksam da, dergiyi ilk sayfadan itibaren, atlamaksızın okurdum. Hatta kendimle dalga geçerek söylersem, sayfa numaralarını bile okuduğumu söyleyebilirim.

Yalnız bir istisna vardı; sizin yani, Erkan Goloğlu’nun yazısını en sona bırakırdım. Çünkü, onun yazdıklarını okumak, şölenleri hatırlatan yemek masasının etrafında toplanmış dost meclisiyle yemek sonrası yenilecek tatlı gibiydi. Bu hayatta en sevdiğim bileşim vardı o yazılarda; ironi ve hüzün kardeşliği... Dergi ortadan kalktığı halde almaya devam ettiğim ‘Salı günü Radikalleri’nde de, artık internetten okudugum günlerde de hep aynı sey oldu. Yazılarınızı her defasında en sona bıraktım.

Yazdıklarınızda, olur olmaz her yerde karşımıza çıkan ’Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı’ lanetini hatırlatan ’Futbol Sadece Futbol Değildir’ dillere persenk saptamasına itibar etmez, diğerlerinin çok düştüğü hataya düşmezdiniz. Sizi ne zaman okusam, “futbol basit bir oyundur, süslü laflarla onu kirletmenin kimseye faydası yoktur,” dediğinizi duyardım.

Diğerlerinin o hataya düştüğü zamanlarda da iyi yazılmış her metni okumaya talip yanım sayesinde okumanın bizzat kendisinin verdiği hazla avuttum kendimi. Hayatın her alanı gibi futboldan da çıkan öyküler neyse de, entelektüelim madem şovumu yapayım duygusunun metnin önüne geçtiği, bazen bizzat kendisi olduğu durumlarda ise bağrıma taş basıp önümüzdeki haftalara baktım.

Çölde vaha dedik, boşuna demediğimiz için de bir Fenerbahçeli olarak bundan daha fazlasına katlandım. Bağıs Erten dışında kalanların (ki o da bir süre sonra tıpkı üç temmuz sürecinde olduğu gibi bir biçimde sus(turul)acaktı) saklamaya gerek duymadığı, hatta bir madalya gibi göğüslerinde taşıdıkları bir şey vardı: Fenerbahçe nefreti. Sanki sert müzik sevdalılarının siyah kirli tşörtleri, siyah kot pantolonları, siyah derimontları, uzun saçları gibi. Bilirsiniz, en az biri dahi eksik olsa adam olabilirsiniz ama rock’çı asla.

Dürüst olayım, hayatın her alanında karşılaştığımız bu ‘ötekileştirme’ bir kaç örnek dışında umrumda bile olmadı. Ama merak ederdim, bu okumuş koskoca adamlar, lig dörtlüsü, hadi bırakalım dörtlüyü, Galatasaray ve Fenerbahçe arasında nasıl ayrım yapabiliyorlardı? Mesele başka bir konu olsa, bozuk düzende sağlam çark olmaz, diyecek bu adamlar, bu dörtlü arasından nasıl oluyor da Fenerbahçe’yi ayırt edebiliyorlardı. Kim bilir, renkler çoktan kirlenmiş birinciliği Fenerbahçe’ye vermişlerdi.

Uzatmanın manası yok. Fatih bunun nedenlerini, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedirten yazısında altına imzamı atmakta tereddüt etmeyeceğim şekilde açıkladı nasıl olsa. Yine de sizden duymak isterdim: Neden Fenerbahçe?

Muhtemeldir ki, bu yazılanları okuyor olsanız bile bu soruya cevap vermez, verseniz bile savunma hattınızı “dil yanlışları” üzerine kurardınız. Yerinizde olsam ‘dahi’ anlamındaki ‘-de’ ve ‘-da’lara bakardım, savunmam en çok oradan açık veriyor.

Çünkü bu yazıya sebep olan yazıda, Aethewulf’un cok yerinde sorusu yerine, sınav kağıdı dolu görünsün isteyen öğrenciler gibi çalıştığınız cevapları yazmışsınız. Küfür çirkin, bunu tartışmak bile en az küfrün kendisi kadar çirkin. Ama ben sizden bunu duymazdan gelme büyüklüğünü gösterip sorulara cevap vermenizi beklerdim.

En azından size, “ben Fenerbahce’nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim,” dedirten bildiklerinizi söyleyin bize. Kendi adıma, ait oldugu klana bağlı üniversitenin reklamını yapmak icin, “Türkiye birincisi tercihini yaptı,” haberinin yapıldığı bir gazetede çalıştığınız ve aynı gazetede “saha ve şartlar müsait oldukça bundan sonra da” çalışmayı planladığınız, bu cemaatin sike soruşturması ve davası sırasında tutumu apaçık ortada olduğu halde ikna olmaya hazır biçimde bekliyorum cevabınızı. Lütfen söyleyin; belki bizi düştüğümüz yanlıştan döndürecek yol bu cevapta saklıdır.

Hem siz, Tanıl Bora mısınız ki susasınız? Yoksa, “Erkan Goloğlu ve bütün kimlikleri” de bundan böyle bulundukları yerin, tuttukları mevzinin emniyetine itimat ederek yaşamayı mı tercih edecek?

Son yazınızı yeniden okudum ve neden bu başlığı seçtiğimi bir defa anladım.

Ve “ben henüz ayıp ettiğimiz kanaatinde değilim.”


5 comments:

  1. birkan dedi ki...

    Ben vaktiyle o tayfadan gayriresmi bir cevap edinmiştim.Saracoğlu ve ''bağışladığı'' stad arazisi, stada
    ismi verilmesi, Fenerbahçe yönetimini oluşturan iş adamı profili vesaire vesaire.
    Blogdaki insanların öfkesi tam da buna işte.
    İstanbul gibi bir yerde birileri arazi sahibi, üstüne üstlük bir de bildiğin ada (etrafı suyla çevrili kara parçası) sahibi, bunlara coğrafi şekillerin her türlüsü mübah, ülkeleri kurban olsun onlara, hiç lafı bile edilmez, gayet doğal bir şeydir, ama Fenerin stadı problemdir.
    Saracoğlu ve yönetim profili problemdir çünkü yine aynı birileri sırtını Anap'a hiç dayamadı (o sırt bir yerlere dayanmaktan hiç bıkmadı ya, neyse), zaten onların yönetim kurulu esnaf ve zanaatkarlardan oluşur.Mesele ihaleyse kralını yap, yeter ki çat pat Birand Fransızcası bil, memleketin radikalleri bile sana hasta.
    Ayıptır, bir kendinize gelin.Bu kadar mı körsünüz? Yahu insan biraz olsun sıkılır, ''senelerdir bir Fener muhabbeti gidiyor, nedir ulan her taşından altından Fener mi çıkıyor'' der.
    Utanmasalar ''Sauron da Fenerliydi'' diyecekler.
    Bu tayfa; ötekileştirmenin, spesifik bir gruba yönelik bitmek bilmez olumsuzlamanın iğrençliğini en yakından bilmesi gereken tayfa.
    En iyisinin hali bu işte.

  2. alonzoeb dedi ki...

    hergün internetten radikal sayfasına girip ''kenan ve erkan ne demişlerdir bu eleştiriler karşısında'' diye bakıyorum ..tıssssss.......(bey demedik diye hakaret sayarlar mı acaba)

  3. Smintheus dedi ki...

    Erkan Goloğlu aslında diyor ki: "yazdıklarınızı okudum. cevab veremedim."

  4. Adsız dedi ki...

    bırakın şunları allahaşkına... bu kadar üzerlerine yazı yazmaya değmez... bir insanın kalitesi güç karşısında ne kadar durduğuyla anlaşılır... yelkenleri indirenlere bu kadar kıymet vermek gerekmez... şuan daha önemli meselelerimiz var... gerekçeli kararla ilgili bir yazı hazırlayında gerçek gündemimize dönelim...

  5. deddaq dedi ki...

    Sauron takim tutmuyodur bence :) saka bi yana fenerbahcenin haksizliga ugradigi ayan beyan ortadayken bu radikal arkadaslardan neden destek bulamadigi onemli bir konu, eger bu yazilar azicik da olsa ozelestiri yapmalarini sagladiysa cok iyi. kufur konusuna gelirsek erkan gologlunu bilmem ama kufuru hakeden de sadece kufurden anlayanda cok su dunyada. usluba takilmamak lazim amina koyim. amina koyim ortalama bir turkun uc noktasidir, en sevdigi noktalama isareti vazgecilmezi alex de souzasidir.

Yorum Gönder