İzlemeden Maç Eleştirisi



Bu coğrafyada çıkmış kitap-edebiyat dergilerinin en güzeli en dolusu ‘Matbuat’tı belki de. Matbuat'ta, yazarının müstear bir isimle yazdığını düşündüğüm bir köşe vardı; okumadan kitap eleştirisi.
Şimdi bundan bahsedeceğiz...

Hafta içinde bir arkadaşım cumartesi günü için anne babasıyla beraber şehirler arası bir gezi planından bahsedip ‘Sen de gelir misin?’ diye sorduğunda bir anlık empati neticesi ‘Elbette’ dedim.

Telefonu kapadığımda şaşkındım, çünkü maçın hangi gün olduğunu hesaba katmaksızın ‘olur’ dediğimi fark etmiştim. Futbol ve Fenerbahçe hiçbir vakit hayatımın merkezini işgal etmese de son on yıldır mecburiyetler dışındaki ayarlamalarını maç saatlerini göz önünde tutarak yapan bir bünye için bu yeni bir durumdu. ’Olum!pazaradır maç. Hem başka ne zaman olacak ki?’ kandırmacasını da yemedim elbette.

Bir şeyler oluyordu. Ama ne?..

Sabah erkenden çıkılan yolculuğun ilk durağında alınan ‘isim artı Avrupa’ adlı gazetelere bakmadım bile. Aylardan kasımdı ve ancak Dostoyevski okunarak geçilebilen bu günler tükenişe yüz tutmuştu. Yine de Beşiktaşlı baba spor sayfasını yutarcasına okumaya dalmışken artı Avrupa’lı gazetelerden birinin ön sayfasındaki spora dair manşete gözüm kaydı.

’Büyük başkan’ manşetten ‘yenersek şansımız yüzde 40'a çıkar’ diyordu. Nasıl hesapladığını anlamadım ama onunla bildiğimiz matematiklerin uyuşmadığını daha önceden tecrübe etmiştim. Zico, Aurelio ve E.B(28) konusunda düzenlediği basın toplantısının tesadüfen denk geldiğim bir yerinde elinde kalem bonservis bedeli ödemeden giden oyuncuların zaten kendini ‘amorti’ etmiş olduğunu söylüyordu: ’Mukavelesi bitmiş bir oyuncu gidiyorsa, burada zarar durumu olmaz, ancak oyuncuyu aldığımız değerden daha az bir değere mukavelesi bitmeden satarsam eksi yazabilirsiniz’ diyerek...

Edip Cansever geliyor aklıma ‘bir insan kendini nasıl amorti eder?/iş yeri değil mal değil.’

İnsanlar daha aralık ayı gelmeden Weihnachts havasına girmişler. Bol ışıklı vitrinler, Weihnachts alanları, sıcak şarap, ışıklandırılmış ağaçlar,lunaparklar ve dönmedolaplar...

Şehre ve kanallar vasıtasıyla şehrin içine sokulmuş nehrin sularına kar yağıyordu.

(Mitya üşüyordu, kasımın başlarıydı, sulusepken yağıyor, kar taneleri yere düşer düşmez eriyordu.)

St. Pauli istasyonundan geçtiğimizi fark etmem aklıma FC St.Pauli’ yi getirdi de ‘akşam ki maç ne olur?’ diye sormadım kendime.

(Alyoşa cezaevinin kapısını çaldığında vakit hayli geçti; kasım günleri ne kadarcıktır ki zaten.)

Dönüş yolunda Beşiktaşlı babanın merakını gidermek için telefona sarılan Galatasaraylı oğul bir yerleri aradı. Ben o sırada Karamazov Kardeşler okuyordum. Ama konuşma boyunca okuduğumu sandığım yerleri yeniden okumam gerekti; galiba gollerden birini Guiza atmıştı.

Skorda değişiklik olursa haber vermesini istediği kişi tekrar aramayınca maçın öyle sonuçlandığını anladık. Beşiktaşlı baba Mustafa Denizli’ nin teknik direktörlüğe getirilmesinin yanlışlığından dem vurdu. Bana fikrim sorulunca ‘bu maç Beşiktaş'ın şampiyon olmasının olanak dışı olduğunu gösterdi’ dedim. ’Bu Fenerbahçe'yi yenemeyen bir takım şampiyon olamaz.’

Asıl tuhaf olan gece yarısına doğru eve geldiğimde maçla ilgili bir şey duymak, okumak istemiyor olmaktı.

Ertesi gün öğleye kadar da Selçuk’ un Galatasaraydan sonra Beşiktaşı da boş geçmediğini bilmiyordum. Beşiktaş yöneticileri daha sonra vazgeçecekleri bir karar almamış. Hakem sonuca etki etmemiş ama ikinci sarı karta sebep olan birinci sarı kart var ya, o sarı kart Beşiktaşın fark atmasına engel olmuş... Eminim Mustafa Denizli Lig Tv ekranlarında ahkam kesmenin teknik direktörlükten daha kolay olduğunu da anlamıştır.

Bu satırları yazarken cevaba biraz olsun yaklaştığımı hissediyorum. Bir süredir Fenerbahçe konusunda mutsuzum. (Doğrudur. Dizgi ve düzelti hatası yoktur: mutsuzum)

Her şey bize nisan ayında Avrupa maçı seyrettirmeyi başaran Fenerbahçe'den sonra oldu.

’Tekrar edilemeyen başarılar’ ve ‘tesadüf’ denlemini kurmak için erkendi.

Galatasaraya aptalca yenildik ve bu yetmezmiş gibi bir biçimde Sivasspor'un hakettiğini almasına engel olduk.

Zico mutlaka kalmalı diyenlerden olmasam da veda zamanlarının çirkinliğini büyük olma iddiasındaki hiçbir kulübe yakıştıramam. Fenerbahçe'ye asla... Oysa Zico ile devam edip etmeyeceğimiz ilk devre sonunda belli olmalı, son maçta çiçeklerle uğurlanmalı idi. Son ana kadar ihmal edilmiş bir anlaşma zemini bize hiç ama hiç yakışmamıştı. Bayern Munih yöneticileri sezon bitmeden şampiyonluğunu ilan eden takımlarının hocası Hitzfeld’ le yeni sezonda çalışmayacaklarını çok önceden açıklayıp en son maçta onu çiçeklerle uğurlayabiliryorsa biz de aynısını yapabilmeliydik.

Hemen ardından E.B(28) transferi patladı. Kavganın 'eski Galatasaraylılıktan olduğu düşünülerek halkla ilişkilerde uzman bir edayla olayın bu yanı savunulmaya çalışıldı; profesyonellik, artık böyle olmalı, zaten çocukluktan bu yana Fenerbahçeli.. Yakın bir zamanda aslında annesi ‘Eğer Galatasaray'a gitmezsen hakkımı helal etmem’ dediği için Galatasaray'a gittiğini yoksa Florya'ya adım bile atmayacağını, anne sevgisinin buna neden olduğunu öğreniriz. Elbette babası olamaz. Babasının Fenerbahçeli olduğunu bir süredir biliyoruz. Oysa baştan ayağa yanlış bir transferdi bu. Hem çok para verilmişti hem de Fenerbahçe'nin ihtiyaçlarına cevap verecek süreklilikte ve yetenekte değildi. Hal ve gidiş notu ise ortalamanın çok ama çok altındaydı.

Yine büyük olma iddiasındaki bir takımın bir transfer komitesinin hatta bir transfer politikasının olmadığını görmemiz de aynı günlere rastlar.

Deplasmandaki Partizan maçı ve ligteki Gaziantepspor maçı futbola dair umutlarımızı kırar nitelikteydi. Ama biz hiçbir zaman takımın hep kazanmasını, hatta farklı kazanmasını, hatta bütün golleri röveşata ile atmasını isteyenlerden değildik. Tek isteğimiz iyi futboldu; kısmetse de kazanalım. Aksi takdirde kombinesi olduğu halde maça gitmeyenlerden, son on dakikayı seyretmeden stadı terkedebilenlerden ne farkımız olurdu.

Ama hiç şüphesiz en kötüsü Hacettepespor maçıydı. Kendimi sanata vermeyi ilk defa o zaman düşündüm galiba. Çünkü gerçek manada kötüydük.

Art arda gelen Arsenal, Galatasaray ve Ankaraspor maçları beni yeniden umutlandırsa da Ankaragücü maçında her şey bitti.

Ankaragücü gol atamadığı için bir puanı kurtardığımız o maçtan sonra lige dair bir hevesim kalmadı. Bir hafta sonra Beşiktaş'ı yenmenin bir manası yoktu çünkü. Artık futbol aklım bir maçı başka bir maçla telafi etmeyi anlamıyordu. Üstelik asıl rakibimiz dediklerimizi yenip durmak da yetmiyordu ne şampiyonluğa ne de başka bir şeye.

Artık kararlıydım opera besteleyecektim.

Tam burada adam sırtını seyirciye dönsün ve kızın gözlerine bakarak, bu karanlık gözlerin derinliklerinde parlayan ışığa dair bir şarkı söylesin istiyorum ve bu şarkı ‘Kopkoyu karanlık bir gecede, bu karanlık tarafından yutulmakla tehdit edilen ama direnen, engin denizde ilerlemekte olan küçük bir teknenin ışığını’ anlatsın.

Sözün sonuna yaklaşırken; Beşiktaş'ı yenmiş olmak bir şeyi değiştirmiyor bence.

Belki üst üste beşinci galibiyeti istatistik hanesine kaydetmek.

Bir de Figo ve Barcelona bayrağı vesilesiyle futbol sahalarına taşınan mastercard reklamı.

Bu kadar.

Not gibi: Üstteki fotoğraf mevsimin ilk karı... Berlin Olimpiyat Stadının yanındaki tarihi bilinemez açık yüzme havuzuna kar düşüyor.


1 comments:

  1. Adsız dedi ki...

    Hi PVH,I loved your insights on the 4-4-2.I have posted it as a main post on my blog.I hope i have your permission.

    Great insights.

    Pep
    moltocalcio.com

Yorum Gönder