Bir Denizlispor Hatırası



Başlık "Bir Denizlispor Hatırası", yazanı da Fenerbahçe taraftarı olunca ilk akla gelenin 2005-2006 futbol sezonu 34. hafta karşılaşması olduğunu biliyorum. Hani şu "normal şartlar altındaki en uzun uzatma rekoru"nu elinde bulunduran, Haluk Ulusoy ve arkadaşlarının Merkez Hakem Komitesi’nden bir görevli yardımıyla sağlıklı(!) bir şekilde bitmesini sağladıkları, konfetilerle süslenen(!) ve başarılı(!) hakemine daha sonra Avrupa seyahatleri kazandıran maç.

Yanıldığınızı söyleyemem ama benim hatıra dediğim biraz farklı…

Çocukluğumun ilk kahramanı Gulliver'di sonra Mike Hammer oldu. Ardından bir daha değişmemek üzere babam. Yaşadığım şehir değişti, hatta ülke. Küçükken pırasa yiyemezdim artık yiyebiliyorum. Aşkı biliyorum sanmıştım ama sonradan öğrendim aşk neymiş. Hep kendimden büyük kadınlara aşık olurdum, bir gün ilk defa kendimden küçük birine aşık oldum; hem de çok fena.

Bu liste uzayıp gider elbet. Ama doğduğum anla birlikte haneme yazılanları saymazsak hayatımda çocukluğumdan bu yana değişmeden kalan tek şey Fenerbahçe.

Bu kadar uzun süre hayatımda yer işgal edişinin sonucu olarak neredeyse her türden duyguya sebep oldu bir biçimde: öfke (AZ Alkmaar UEFA Kupası 3.Tur ikinci maçının uzatma dakikaları, en son oynadığımız Ankaragücü maçı, boş tribünler, özellikle de kombinesi olduğu halde maça gitmeyenler), utanç (Ali Şen’le başlıyor liste... Beline gelen ufacık taştan sonra kendini yerlere atan Otto Bariç ve sahadan çekilmemiz, beşinci yabancıyı sahaya aldığımız Beşiktaş maçı, Barcelona maçında sönen stad ışıkları, belki polisin aynı takımı tutan seyirciler arasına polis kordonu oluşturduğu ilk maç olan AZ Alkmaar birinci maçı), mutluluk (takımın sahaya çıkması, Alex’in tribüne koşması, Fenerbahçeli olmanın bizzat kendisi), gurur (üç sıfırdan dört üç diyalektiğine giriş, altı kasım altı sıfır, Fenerbahçe 88-89, tren istasyonunda bir Alman çocuğun montumun yakasındaki armaya bakarak "Fenerbahçe İstanbul" diye bağırması), özlem (köy ve mahalle takımlarıyla yapılan hazırlık maçlarını dahi izlemek, youtube'da eskileri anmak), haz (gollerin altıncısı, Anelka’nın Inönü'de sağ kanattan akışı), stres(neredeyse her maç sabahı başlayan bazen de günler öncesi başlayan, ancak çubukluyu sahada görmekle sonlanan mide ağrısı), umut (skor ne derse desin "bir gol atsak bu maçı kesin alırız duygusu"), acı (Nick Hornby’den daha doğrusu muhteşem çevirisiyle sanki Fever Pitch’i yeniden kaleme alan Bağış Erten’den çalarak; 'futbol takımları taraftarlarının acı çekmesine sebep olmakta eşi bulunmaz bir yaratıcılığa sahiptir (…) kendinizi en kötüsü için hazırladığınızda, onlar daha kötüsünü başarmanın bir yolunu hep bulurlar' ve neden bilmem bunlar içinde benim favorim 2006-2007 sezonu 9. hafta karşılaşmasında 25.dakikada iki-sıfır öne geçtiğimiz Ankaraspor maçının iki-iki berabere sonuçlanmasıydı).

Parantez içlerine yaptığım listeler kesin değildir muhakkak çoğalır. Ama kesin olan "nefret". Fenerbahçeden bir defa nefret ettim.

Öncesini biliyorsunuz; beş gol atıp iki maçta da yendiğimiz, doksan artılarla lige tutunan, Haluk Ulusoy ve yakın arkadaşlarının desteğini hep yanlarında hisseden, MHK korumasında yoluna devam eden, pozisyon itirazlarını dahi yüzlerinde "ama bizim paramız yok ki!" ifadesiyle yapan fakat villalarda oturup, en lüks otomobillere binen futbolcuların sürüklediği,medyanın gösterime sunduğu filmin fakir ama gururlu genci Galatasaray'ın bir puan önünde son haftaya girmiştik.

Borges "İmkansız reddedilmiş mümkündür ve kuzeye gidildikçe imkansızlar çoğalır." diyordu ve biz yeterince kuzeyde değildik.

Bütün bu normallikler olurken, başka bir yerde hayat hükmünü sürüyor Denizlispor'un kümede kalması son maça kalıyordu. (rakiplerinin ve Denizlispor’un son haftalardaki skorları ayrı bir hikaye)

Fenerbahçe ise garip bir şekilde bütün iddaacıların kendisine oynadığı maçta Vestel Manisaspor'a yeniliyordu. Garip diyorum çünkü Vestel Manisaspor'un tuzu kuruydu, kulüp başkanı bizdendi. Zaten para bizde kum gibiydi. Ama yenildik. Bu benim en çok gurur duyduğum yenilgidir. Eğer bu coğrafyada hatır şikesi söz konusu ise bunu en rahat uygulayacağımız maçta yenilmiştik biz. Eminim siz de rastlamışsınızdır, maçtan sonra "Paranız yetmemiştir" diyen yüzsüzler de çıktı (belki beni komplo teorisyeni yapacak ama hiç akla gelmeyecek hesapların yapıldığı bir ülkede yaşadığımızı düşünmedim de değil).

Ve maç günü geldi. İçimde maça dair hiçbir şüphe yoktu. Kazanacaktık ve bitecekti. Sevgilim ve neredeyse bütün bir sezon maçları beraber izlediğimiz arkadaşlarla o güne kadar uğurlu saydığımız Ankara İzmir Caddesindeki Deniz Kıraathanesine gittik. Maç başladı ve bitti. İçimizde ne çok İrlandalı varmış meğer. Maçı Fenerbahçeliden çok sayıda Galatasaray taraftarıyla izlemişiz. Nedense bunu maç sırasında anlayamadık.

Üzülmeme ya da kısa süreli de olsa şok yaşamama fırsat olmadı, çünkü sevgilim bana bir şey söylemeden mekandan fırladı. Normalde de hızlı yürüyen kız sanki bu defa uçuyordu. Üst geçidin üzerinde güçlükle yakalayabildim onu. Kolundan tutup kendime çevirdiğimde bir yandan kolunu kurtarmaya çalışarak öfke ve kırgınlık dolu bir sesle "Bana bundan sonra Fenerbahçeden bahsetme" dedi. Ağlamak üzereydi, kalbi kırılmıştı.

Ve sevgilimi ben de dahil hiçbir şeyin üzmeye hakkı yoktu. İşte o zaman nefret ettim Fenerbahçe'den. Sadece sarıldım ve içimden küfür ettim.

Ama itiraf etmeliyim o nefret kolaylaştırdı, Mayıs'ın kalan günlerine tahammül etmeyi. Hatta bütün bir yaza.

Aradan zaman geçti; şehir değişti, mevsim değişti, takvimler değişti…

Çok şey değişti.

Hala o akşam üzeri üst geçidin üzerinde ne hissettiğini bilmiyorum. Çünkü o an bir daha konuşulmadı.

"O an" sadece nefret bahsinde geçti.



0 comments:

Yorum Gönder