Dikta Verimsizliği
Birey Kültü Üstüne temel bir kaç problemi ortaya koymaktaydı, “Aziz Yıldırım Fenerbahçe değildir. Aziz Yıldırım Fenerbahçe Başkanıdır ve her yönetim kurulu gibi kendi kamuoyuna karşı sorumludur. Oysa Yıldırım tamamen kendi karakterinden kaynaklanan sebeplerle bu tipte bir sorumlu yöneticilik yapamamaktadır. Her şeye muktedir olduğunu sanan ve her şeye müdahil bu karakter de bugün Fenerbahçe'nin sorunudur. “
İkinci temel çelişki Aziz Yıldırım’ın tek adam diktasının belirli alanlarda kurumsallaştırdığı ve modernleştirdiği Fenerbahçe Kurumu ile mevcut yönetim arasındadır.
Fenerbahçe tek adam diktası içerisinde; bu stilin işlevsel olabileceği yatırım, tesisleşme gibi alanlarda modernleşirken, yönetiminin kendisi bireyselleşmiş, tekilleşmiş, yönetim kurulu üyelerinin bile pek fazla söz hakkının olmadığı bir şahıslaşma sürecine girmiştir. Dolayısıyla modernleşmenin temel dinamikleri olan profesyonelleşme, uzmanlaşma, kurumsallaşma ve sistemleşme ile her şeye muktedir, her şeye müdahil, her şeye karar veren tarz arasında açık bir çatışma bulunmaktadır. Zira modernite tanımı gereği özgürleşme ve sorumlulukla ilgilidir. Örneğin modernleşen bir kulüpten kasıt nedir sorusunun ilk cevabı profesyonelleşmedir. Bu, yapılması gereken işleri bir işbölümü içerisinde dağıtarak, bu işleri yapacak bireyleri yetkinlikleriyle (liyakat) değerlendiren, onlara iş yapma insiyatifi ve işlerinde verimlilik / hedeflere ulaşma bakımından sorumluluk vaat eden bir anlayış anlamına gelir. Oysa eğer bir şahıs bir organizasyon içerisindeki bütün işlerden sorumluysa bu şarkiyattır, kabileciliktir, geri kalmışlıktır. Firavun tarzı bu yönetim tarzında iktidar, iktidar olmaklığı ile iktidar olmaya hak kazanmış, her şeyi bilen ve sorgulanamayan, her şeye de bizzatihi kendi karışandır. Dolayısıyla bireylerin insiyatif alanı yoktur. Belirli mevkilere gelmiş bireyler bu mevkilerin gerektirdiği işleri yaparken her zaman her şeye müdahil olan muktedirin kendisi ile karşılacak, insiyatif almak yerine onun emirlerini yerine getirmeye çalışacaklardır. Özgürlük değil itaat öne geçmektedir. Emirleri emre uygun bir şekilde sorgulamadan yapmak ve çoğu durumda dalkavukluk yetenekten çok daha önemlidir.
O halde soru da şudur: piyasa değeri 1.5 milyar dolara yaklaşan bir kulüp bu dinamiği nasıl kaldırır? Gittikçe büyüyen, ihtiyaçları, hedefleri ve rekabet hacmi gelişen bir kurum nasıl olur da aynı anda dogmatik bir itaat kültürü üstünde yükselebilir? Açıkça görüldüğü gibi bu baştaki liderin performansına bağlıdır. Konjuktürel olarak liderin doğru işler yaptığı dönemlerde kurum yükselecek ancak konjuktür değiştiğinde tek bir şahsa bağlı bu kurum hızlı bir şekilde çökecektir zira ne yönetim kurulunda, ne kongrede ne de kamuoyunda bir fren mekanizması kalmamıştır. Her şeyi kendi bağlayan yönetim, kendisinden başka hiçbir şey kalmadığından, hiçbir yere tutunamaz.
Bunun açık bir örneğini küçük bir işletme için görebiliriz. Bu işletmede patron çalışanlarıyla birlikte çalışmakta ve onların işlerine karışmakta, bazı işleri üstlerine almakta ve hemen hemen her şeyi kendi yapmaktadır. Şirketin hacmi büyüdükçe daha fazla insan istihdam edilecek, patronun da daha fazla işe karışması gerekecek yani patronun birim işe daha az zaman harcayacaktır. Bu aradan patron her şeye karışan sorgulanamaz muktedir olduğundan çalışanlar insiyatif almak yerine patronun beğenilerine göre hareket etmeye başlayacak, ortada açık hedefler ve yapılması gerekenler bulunmadığı için de patronla aralarında geçen her çatışmada gittikçe daha az insiyatif almaya eğilimli olacak, en nihayetinde çalışanlar işleyemez hale gelecektir. Sonuç bu verimsiz iş yönetim süreci sonunda şirketin kritik kararları verememesi, kurumsal bir özeleştiri kültürü yerleşmediğinden süreçlerin denetlenememesi ve şirketin verimsizlik içerisinde rekabet gücünü kaybetmesidir.
İşte bu tarzın yarattığı sonuçları bir çok olayda gördük, bu tarzın yoğun biçimde eleştirilmesiyse travmatik bir olay olan Kayserispor maçından sonra oldu. Daha önce bir eleştiri ortamının açılmasının şart olduğunu ve bunun kulübe fayda getireceği bu blogda yer almıştı, Kayserispor maçından sonra gelişen ortam bunu doğrulamaktadır.
Önce, Aragones’in Aziz Yıldırım ile sıkıntı yaşadığını öğrendik. Bu sıkıntı bize yabancı değil, Mustafa Denizli, Daum ve Zico dönemlerinden bildiğimiz, “Başkanın soyunma odasına girip nutuk atması” manasızlığı. Farklı teknik direktörlerin dönemlerinde birbirini tekrar eden ve değişme eğilimi de göstermeyen bu hareket elbette belirli bir karakteri dışa vuruyor. Her şeye müdahil olmak isteyen, profesyonelliğe güvenmeyen, takımı emanet ettiği insanların yöneticilik vasıflarına inanmayan ve kendi konumunu sarsmak pahasına futbolcularla devre arasında motivasyon konuşmaları yapan bir yönetim anlayışını. Eğer profesyonellere güvenilip, insiyatif alanı bırakılıp denetlemekle yetinilemiyorsa bu bir “seçim” demektir ve her seçim gibi bunu yapamayanın zaaflarını gösterir. Dolayısıyla bir çok teknik direktörle devam eden bu yönetim anlayışı kendisine yönelik eleştirilerin temelini doğrulamaktadır.
Bu tipte bir şarki yönetim tarzının zaafları ise yalnızca soyunma odasıyla sınırlı kalamaz. Tek adam yönetimi elbette her şeyi kendi bildiğine, her doğrunun kendisinde mündemiç olduğuna, betondan anladığı kadar futboldan anladığına yüksek ve tartışmasız bir inanç duyacaktır, aksi halde zaten bu kadar müdahil olmaz.
O halde bu inanç kendisini yalnız yürütme noktasında değil, iletişim noktasında da gösterecektir. Mutlak güç haline gelmiş ve birey kimliği kurumun önüne geçmiş böyle bir şahıs psikolojik olarak da kurumla bütünleşeceği için kuruma yönelik her eleştiriyi kişiselleştirecek gene şahsına yönelik eleştirileri de genelleştirerek kulübe yansıtacaktır. Örneğin Fenerbahçe’nin sistemi veya transfer politikası ile ilgili eleştiriler Aziz Yıldırım tarafından şahsi savuşturma yöntemleriyle savuşturulurken, Aziz Yıldırım’ın bizzatihi şahsına yönelik eleştiriler (GFB ile daha önceki yıllarda yaptığı ‘organizasyonlar’, transfer politikasını tek elden belirlemesi vs) Fenerbahçe kurumuna yansıtılmakta ve insanlar Fenerbahçeli olmamakla sorgulanmaktadır.
Bu iki tarzın da son derece hastalıklı olduğuna şüphe yok. Bir yönetici sorumluluk alanında hesap vermek zorundadır. Hesap vereceği yerse yalnızca kongre salonu değildir. 20 milyonun üstünde taraftar sahibi, 100 senelik bir kulüp artık kamusallaşmıştır ve derin sosyolojik bağlar ile bağlandığı kitleye karşı sorumludur. Bu kitlenin kulübün temel finansman kaynağı olduğu da düşünüldüğünde, en azından bir bakkal dükkanı işletmecisinin müşterilerini bilgilendirmek ve hoş tutmak sorumluluğunu yönetimden de görmek hakkımızdır. Yıldırım bu noktayı sürekli geri plana itmekte sonsuz bir biat istemektedir. Örneğin Kulüp bu sene Zico ile anlaşmayacağını açık açık söyleme basiretini dahi gösterememiş, taraftarını bilgilendirmemiştir. Kulübün iletişimindeki birinci sorun da burada kendini göstermektedir, kulüp kendi kamuoyuna açılıp onları bilgilendireceği yerde içine kapanmış, hatta temel kararların ve bilgilerin yalnız yönetim kurulu çekirdeğinde dolaştığı, kamuoyunun umursanmadığı ve bu mecradan sadece onay bekleyen kısır bir hale gelmiştir. Halbuki kamuoyunu bilgilendirmek ve kamuoyunda bazı durumların tartışılmasını sağlamak ortak akıldan faydalanmak, gelecekteki kulüp politikalarını belirlemek için hayatidir.
İkincisi iletişimin bu dar, kişi odaklı yönünden dolayı kulübün hemen herkesle kavga etmesidir. Kulüpte "rakip" anlayışı kalmamış, tüm Türkiye Aziz Yıldırım (ve şahsında Fenerbahçe) düşmanları ile taraftarları arasında psikolojik bir bölünme yaşamıştır. Anadolu kulüpleri ile ilişkiler bozulmuş, rakip takımlarla sürekli bir kavga atmosferine girilmiş hatta (Bu tipte faşizan yönetim tarzının doğal sonucu olan) iç düşmanlar bile bulunmuştur. Dolayısıyla tribün grupları bölünmüş, kulüplerle kavga etmekle yönetim manasızca zaman harcamıştır.
Hamdi Akın bugün Sabah Gazetesi’nde yer alan demecinde bu durumu daha geniş bir açıyla şöyle anlatıyor: “
Aziz Yıldırım'ın futboldaki başarısızlığını stres yönetimini iyi yapamamasına bağlıyorum. Rahat olmadığı, arkadaşları ile ilişkilerini de bu rahatlık içinde kurmadığı için, baskı ve huzursuzluk ortamı; kendisine, yönetime ve futbolculara yansıyor.
Bu stresi üzerinden atabilirse, çevresi ve insanlarla barışık hale gelirse, 24 saatini bu işe ayırmış bir başkan olarak, zamanında yapmış olduğu fedakarlığın karşılığını alır.
Çevresine sempati ile bakmasında büyük yarar var. F.Bahçe'yi sempatik kılmak şu anda başarıyı getirir. Aziz Yıldırım bu işi isteyerek veya istemeyerek yapmıyor.
Futbolun bir spor, oyun, eğlence olduğunu kabul ederek bu başkanlığı yapsa, çok başarılı olacağını düşünüyorum. Ancak bunu böyle değil, ailesinin, şirketinin, yönetiminin, arkadaşlarının, basının sorunu haline getiriyor. Bu yüzden herkes ile kavga ediyor. Çeşitli dönemlerde kavga etmediği adam sayısı çok az. Şu anda ilişkisinin iyi olduğu insanlara bakalım; zamanında kavga etmiş. Kavga ettikleri ile de zamanında iyi geçinmiş.
Ben onu kulübü stresli yönettiği için eleştiriyorum. Bu da herkesi etkiliyor. Durup dururken kameraman ile kavga ediyor. Ama adamın işi o. Oraya onu çekmek için gelmiş. Lüzumsuz yere tansiyon yükseliyor, huzur kalmıyor. Sıkıntı budur.
Bu tavır, baskı ortamı yaratıyor ve futbol takımının tüm dinamikleri bunu hissediyor.
Her işe karıştığı, her şeyi bildiği için yönetim kurulu üyelerinin toplantılarda diyecek bir şeyi kalmıyor. Kulübün içindeki her olaya profesyoneller kadar vakıf.
Görevler yöneticilerde olmadığı için, kimse inisiyatif almıyor, bir şey söyleyemiyor. Çünkü başkan hepsinden daha çok işlerin içinde. Bu nedenle yönetim kurulu toplantıları çok kısa sürerdi, 10 dakikada biterdi.”
Eski bir kulüp yöneticisi ve başarılı bir iş adamı olan Hamdi Akın’ın bildiği bir şey var, modernleşme ve profesyonelleşme bir kurumun kaynaklarını verimli ve etkin bir şekilde kullanarak güçlü rekabet edebilme imkanı yaratmaktadır. Bu daha çok yönetim aklıyla ilgilidir, yönetici burada süreç yönetimi yapmakta, belirlenen hedeflere ulaşmak için yetki ve sorumluluk alan ekibin performansını denetlemekte ve onların daha verimli çalışabileceği şartları sağlamaktadır. Bu tipte bir yönetim dinleyen, çözüm odaklı, hedefe ulaşmak için toplam faktörleri geliştirmeye adanmış uzun vadeli bir süreç yönetimi tarzıdır, despotik bir tahakküm değil.
Oysa tek adam diktası ve onun şarki yönetim tarzına yönelik eleştiriler genellikle “Ne yani patron işçilerine karışmasın mı, her şeyi serbest mi bıraksın, bostan korkuluğu mu olsun?” gibi indirgemelerle veya “nerede görülmüş öyle yönetim” retorik sorularla karşılanmaya çalışılıyor. Halbuki tek adam diktasına karşı çıkanların istediği başıbozuk bir anarşi ortamı değil, modern ve profesyonel bir kurumsal yönetim. Bir kişinin sorumsuzca her istediğini yapacağı bir yer değil, herkesin sorumluluklarının olduğu bir kurum isteniyor. Dolayısıyla Aziz Yıldırım’a yönelen eleştiri de “neden kulübü yönetiyorsun” değil, “neden kulübü bu ilkel şekilde yönetiyorsun”. Cevabınsa gözükmediği tek bir yer var: amatör şube sporcularının “Hep destek tam destek”manşetli bildirgeleri.
Fenerbahçe belli ki bir değişim türbulansından geçiyor, bundan sonraki maçların tamamı kazanılsa ve Fenerbahçe şampiyon olsa dahi bu yönetim tarzının nasıl bir risk taşıdığı, kulübün kurumsallaşmamasının ve profesyonellik eksikliğinin nasıl sorunlar gebe olduğu ve başarıların kırılganlığı artık gün ışığına çıkmıştır. Bundan birkaç ay önce Şampiyonlar Ligi Yarı Finali’nin mümkün gözüktüğü bir atmosferden ligin sıradan takımlarına karşı dahi galip gelip gelmeyeceği belirsiz bir atmosfere geçiş bu kadar kolay olduysa her şey konjuktürel demektir. Bunu uzun vadeli, istikrarlı bir başarı atmosferine çevirmek ise bu sorunu tespit etmekten geçiyor.
Yıldırım’a yaptıkları için teşekkür etme vaktimiz geldi, Fenerbahçe artık yeni bir faza geçmeli.
18 Temmuz 2012 22:20
şöyle bir gerçek var ki, aziz yıldırım gülen bir abimiz. baya baya gülüyor!