Karayollarında Maç Dinlemek
Biraz mürekkep yalamış 80 sonrası kuşak ne zaman futbolla olan tutkulu ilişkisini mazur göstermek istese Nick Hornby'nin Fever Pitch kitabına atıf yapar. Ben de bozmayayım geleneği, kitabı okurken bir şeye tutkuyla bağlı olmanın bir şeye tutkuyla bağlı olmayanların gözünde ne acayip bir hal alabildiğini bir kez daha farkettim. Hornby'nin Arsenal'e kayan tutkusunun bu satırlardaki muadili sarı-laciverttir. Hayatı anlama konusunda kafa patlatmış bir sürü filozof hayatı anlama metodları keşfetmişler kendilerince; kimi üretim ilişkilerine bakıp çözmüş şifreyi kimi kadın-erkek dengesizliğine, kimi kültürel farklılıklara.
Hayatı anlamlandırmak için kah tüme varmışlar kah tümden gelmişler. Hayatı anlamak için epey bir çaba sarf ettim ben de ama hayatımı anlamlandırma konusunda 7 yaşından beri çubuklu sarı–lacivert formayı metodoloji olarak seçtim. Hornby'e göre işim çok daha zordu çünkü o sadece futbol takımının maçlarına göre hayatını planlıyordu bense basketbol ve voleyboldaki bayan ve erkek takımlarının maçlarını da hayat planlamama dahil etmek zorundaydım. 7 yaşındayken bu tutkulu ilişkiyi görenler büyüyünce azalacağını düşünüyorlardı 15 yaşındayken üniversitede azalacağını söylemeye başladılar, üniversitedeyken, çalışmaya başlayınca azalacağını söylediler. Artık kimse bunun azalabileceğini söylemiyor. Taraftar olmak için asgari tutkuya sahip olduğum konusunda sessiz bir konsensüs var. Sonunda baştan beri fiili durumumu garipseyen insanlar artık "bunu da böyle kabul edelim" noktasına geldiler nihayet. Zaman zaman cumartesi günleri çıkıp sosyalleşmek, hoşlanılan bir kızı tavlamak için çaba sarf etmek gerektiğini düşündüğüm oluyor ama televizyonda arka arkaya Fenerbahçe'nin voleybol ve basket maçlarını izleyip akşama futbol maçıyla nokta koymayı bir şekilde vicdanıma daha kolay kabul ettiriyorum. Eğer vicdanımı boşverip maçları izlememeyi göze alıp maçtan haber alamamışsam o saatlerde bulunduğum yerlerde fiziken oluyor ama ruhen olamıyorum zaten. Kendimi en çaresiz hissettiğim yerlerde bu hafta sonu olduğu gibi şehirlerarası otobüsler.
Yaklaşık 7 yaşından beri yolculuk sırasındayken oynanmakta olan bütün Fenerbahçe maçlarını hatırlıyorum. 88-89 sezonunun ilk haftası Antalya'dan tatilden dönerken şöförün yanına gidip 5-0 lık rize galibiyetine tanık olduğum Antalya-Konya karayolu hala bereketli bir sezonu hatırlatır bana. Bu hoş anıyla başlayan otobüs yolculuklarına tekabül eden maç anılarıma dün sevimsiz bir tanesi eklendi. Kezman penaltıyı auta atınca gol yiyeceğimizi hissetmiştim. Son saniyede Mehmet şut pozisyonda dedikten sonra spikerin bir an "ve inanılmaz bir golü kaçırıyor" diyecekmiş gibi nefes aldığını düşünüp nefessizce öne doğru eğilmiştim ki spiker benim beklediğimi söylemedi. "Top ağlarda" diye bağırdı sadece. Radyodan maç dinleme pratiğini iyice unutmuş olduğum için önce bir süre anlam veremedim hem daha geçen hafta uzatmanın son dakikasında gol atan bir takım uzatmanın son dakikasında gol yiyemezdi, bu 5-10 saniyelik algılama ile algılamama anında maçı seyredemediğim için duyduğum pişmanlık, kapanan puan farkı 4 maçlık fikstür öndeki türbanlı kadın her şey birbirine karıştı ve penaltıyı kaçıran Kezman'a küfür olarak döndü. Futbolu da Fenerbahçe'yi de biraz bunun için seviyoruz galiba; 50 kilometrelik yola bile bir trajedi sığdırabiliyorlar. Truva Turizm'i bilenler için söylüyorum, goller deniz tarafındaki koltuktayken atıldı.
0 comments:
Yorum Gönder