Dikkat: Ezcümle Rakip Deniz Baykallaşıyor!


baykaleskfoto

13 koca sene... Sene 1995, Deniz Baykal CHP ile SHP birleştikten sonra genel başkan seçildiğinde Fenerbahçe defansında Uche ile Högh oynuyordu. Erol ile Tayfun gurbetten yeni gelmişti. Şimdi pek kimsenin hatırlamadığı Tarık flaş bir transfer, Kemalettin orta sahadaki savaşçı, Oğuz imparator, Engin, Aykut ve Saffet tecrübeli oyunculardı. Yılın bombası: Atkinson. O da Deniz Baykal'ın CHP'lilerin elinde patlaması gibi elimizde patladı.

13 sene birbiri ardına başarısızlıklarla geçti. CHP bilinen siyasi tarihte kazandığı seçimlerde bile kaybeden tek parti olarak yer aldı. Yenilgi üstüne yenilgi gelirken bir kayıp diğerini izledi, parti baraj altı kaldı, barajdan çıktığında da Türkiye'nin suları başka bir havzaya akıyordu. İktidara bir türlü gelemeyen, gelmek gibi bir isteği de asla gözükmeyen Deniz Baykal bu zaman diliminde kazandığı seçimlerden çok daha fazlasını kaybetti. Ancak kazandığı seçimler hep kritikti: Parti genel kurulları. Atanmış delegeler, belirlenmiş oy havzaları, delege ağaları, diğer genel başkan adaylarına atılan yumruklar, güvenlik görevlileri arkasında atılan nutuklar ve hepimizin zihnine kazınmış, unutmak için de çaba sarfetmekten başkası elimizden gelmeyen hazin görüntüler.

Velakin şu gerçeğin altını çizelim, tepeden yağmur gibi koltukların yağdığı özde demokratik genel kurullarda Deniz Baykal personası hep kazandı! Parti kaybederken kazandı, parti baraj altıyken kazandı, barajdan çıktığında kazandı. Zira Deniz Baykal'ın Deniz Baykal olmaklığı bir idealin ve politikanın Türkiye'de uygulanmasından değil, Deniz Baykal’ın CHP genel başkanı olmasından geçiyordu. Bu gerçekleştiği her durumda Deniz Baykal ve artık onun personası içerisine girmiş, şahsiyetiyle birleşmiş CHP -DE- kazanmış saylanıyordu. Saylanmak burada yalnız afilli bir kelime değil, tam olarak da belirttiği imge, elimizdeki hanelere Baykal kaybetse de hep "kazanmışçasına" yazdık. Kazandı diyemedik, Allah çarpar, ama ortada bir "başarı" da var.

Baykal bu durum karşısında jalapeno biberine maruz kalmışçasına şişen ve peltekleşen dillerimize derman oldu. Bize yeni bir perspektif kazandırdı! Buna hep beraber "Önder Sav basın açıklaması", "hassiktir" veya daha 90-60-90 bir seçenek olarak "Baykalesk perspektif" diyebiliriz.

Basitçe şöyle, herhangi bir durum / olgu / olay / kavram onun nedenlerinden bağımsız olarak ve görünen / bilinen / bilinebilir verilerin ihtiva etmediği "bir takım sebeplerle" gerçekleşmiştir ve bu sebepler o olay / olgu / kavram sebebiyle kötü / kaybetmiş / yerle yeksan olmuş ve hatta tarumar tarafın neden son derece başarılı, mükkkemmel bir zaferin müsebbibi ve sahibi olduğunu gösterir, göstermelidir, gösterecektir.

John Nash yani işte amerikalı şizofren sözde bilimadamı henüz daha İlker Başbuğ'un postmoderizm hakkındaki zihin açıcı tebliğine muttali olmamış ve Sinan Aygün makro iktisat tedrisatından dahi geçmemiş, CIA ajanı, Yalçın Küçük'ün şeceresine bakma zahmetine bile katlanmadığı Nobel Ödüllü oyun teorisinin kuramcısı bu perspektif karşısında kalp krizi geçirerek ölebilir -di- şayet ölmüş olmasaydı.

Zira oyun teorisinde biliyorsunuz işte kazananlar var kaybedenler var, kuralları belli ve sınırlı zamana yayılmış herhangi bir settingde taraflar kendi faydalarını maksimize etmek için hareket ederler. Çatışan çıkarlar durumunda, yani 0 toplamlı oyunlarda, mutlaka bir kazanan ve bir kaybeden olmalıdır -dı- Baykelesk perspektife kadar. Zira her türlü oyun teorisiyle açıklanabilecek oyunda Deniz Baykal bu perspektifle mutlaka kazanır. Şaşmaz, sektirilmez, asla görmezden gelinemeyecek bir netlikte netice budur. Baykal kazanmıştır, mutlaka oyun kaybetmiştir.

Örnek? İşte son seçimler. Baykal kazanmıştır. İkinci parti olması, %20 küsür oy alması, halkın %80'ının Baykal'a oy vermemesi, her 5 kişiden 4'ünün CHP'nin kapısından içeri dahi girmek istememesi ve CHP'nin en büyük sorununun bizzatihi Baykal olduğunun yekün yekün araştırmada emsalsiz sayıda beyan edilmesi bu gerçeği değiştiremez. Çünkü Baykalesk perspektife göre kaybeden Baykal değil -diğerleridir-. Cahil halk, kömürlerle kandırılmış, vatan sevgisi gibi haşmet oranı yüksek bir duygudan muaf kitleler ÜÇ KURUŞA oylarını satmış, ABD seçimlere bişeyler karıştırmış, AB müdahale etmiş, sandıklara sis çökmüş, oylar fizik kurallarına aykırı bir açı almış ve en nihayetinde de hepsi de CHP seçmeni olan henüz de seçmen kayıtlarında bulunmayan MİLYONLARCA seçmen sandıklara niyeyse gitmemiştir. Hava sıcaktır. Temmuz ayında seçim mi olur -amına koyayım?-

Baykalesk perspektif seçimde CHP’nin yaptıkları, yapmadıkları, halkın belirli bir sınıfının örgütlü ifadesi ve çıkarlarını kamu ölçeğinde savunarak kolektif faydaya hizmet etmek isteyen bir partinin yapması gerekenleri yapıp yapmadığı ve hatta bir parti olup olmadığı gibi konularda nötrdür. Bunlarla ilgilenmez. Ortada bir idare varsa, o idarenin de "sol" olduğu kabul olunmuşsa soldur, ayrıca sol bir söyleme, demokratik açılımlara, iktidar olsa ne yapacağını söyleyen bir programa ve bir sistem eleştirisine ihtiyacı yoktur. İlla vardır diyenler için de 2 a4 sayfası tutarındaki akla hayale sığmayacak mükemmellikte ve şu evrendeki en olağanüstü printer çıktısı olan CHP ekonomi programı kafidir. Önemli olan; idarenin de içinde varolduğu statükonun savunulması, sorun statükonun değişmesi -evren-, müsebbib bundan menfaati olan çevreler -herkes-, çözüm statükonun tekrar kurulması -o güzel geçmiş nostaljik günlere hızlı ve kesken bir dönüş-dür. Nihayeten Baykalesk perspektifte belirli bir oyunda oyuncu olan ve fayda elde etmek isteyen gruplardan Baykal'ın dahil olduğu bu faydayı elde etmiştir, daha fazlası kozmosun bozukluğundan, güçteki kaymadan, abdabcahilhalk şekerimden mümkün olamamıştır, olacaktır, 20 seçim sonra. Belki. Laik bir inşallah.

Bu durum elbette ve tabi oyundaki diğer taraflar için inanılmaz kazançlarla doludur. Zira onlar yalnızca kazanmamaktadırlar, gelecekte varolabilecek her türlü oyunda da kazanmayı garanti altına almaktadır. Baykalesk perspektife sahip herhangi biriyle mücadele etmek; evrenin tamamını karşısına alan, verilere değil inançlara, kazanmak için sorun tespit edip, özeleştiri yapıp yenilenen bir odağa değil, kaybettikçe daha da kayalaşan bir katılaşmaya karşı olduğundan, evren birden kafayı yiyip haydi 60 sene öncesine topyekün ışınlanıyoruz demediği sürece kazanmak manasına gelmektedir. Rasyonelin irrasyonel ile karşılaşmasında evren rasyonelden yana taraftır ve irrasyonelin gerçekleşmesi -kalender Heisenberg evreninden dolayı- bir olasılıktır. Muhtemel değildir.

Böyle bir rahatlıkla Tayyip "karşımda Deniz Baykal olduğu için mutluyum" diyebilmektedir. Kendi partililerinden daha iyi performans göstererek kazanmasını garanti altına alan bu insana duyduğu şükran duygusunu anlayışla karşılamalıyız.

Ancak ve yalnız bu mutluluk eksik bir mutluluktur. Hatalıdır. Çünküsü, bu mutlulukta karşı tarafın durağanlığı, kayalığı ile statüko haline getirdiği diğer tarafın kazanması, oyundaki diğer kişi için de uzun vadede zararlı sonuçlara sebep olacaktır. Oyunun gittikçe önceden belirlenmiş bir sonuca dönüşmesi, oyunculardaki rekabet azmini ve onun doğal getirisi gelişimi azaltır. Baykaleskizm karşısındaki taraf yalnız rahatlamayacak, gelişme hali de son bulacak, halinden memnun bir hale gelecektir. oyunun kalitesi de devamlı düşecek, diğer oyunların açtığı perspektifleri -örneğin Britanya siyasetinin politika üretme becerisini- gösteremeyecektir. Oyuncular, sınırlı standart oyunda kazansa dahi, oyunun sonuçlarına maruz kalanlar -biz, hepimiz- güdük, akıldışı, cahil cühella bir siyasete maruz kalmak durumunda kalırız. Kalmaktayız. Türbana sıkıştık kaldık.

Şimdi başlığa geri dönüş, dikkat: Ezcümle rakip Deniz Baykallaşıyor!

Üç büyüklerden kalan ikisi son yıllarda unutulmayacak kadar çok başarısızlık yaşadılar. Bu yenilgileri, ise asla ve kata analiz etmediler. Suçlu, hakemler, federasyon, taraftar, Fenerbahçe, Aziz Yıldırım, kutsal ittifak, medya, ruhsuz futbolcular, futbolun kuralları, uğursuz koltuklar, paf takımla çıkılamayan maçlar ve dahasıydı. Ancak ve yalnız sorun hep başkasıydı. diğeri, öteki, o.

Hiç bir sorunu, eleştirilecek tek bir yanı, bozukluğu olmayan, la yuhti kabul edilmiş bulunan takımlarının futbolu analiz edilmedi. Mevkisinde duramayan sol bekler, ayağından top kaçıran stoperler, kalitesiz futbolcular, o futbolcuları oralara koyan yanlış transfer politikaları, o politikalar ile harcanan milyon eurolar, o eurolar gökten zembille inmediği için şişen borç hanesi, o borç hanesini -cebinden- sübvanse eden başkanlar ve cebinden bu parayı ödeyerek başkan olmak istemeyen genel kurul üyelerinden mürekkep başarısızlık manivelası bilerek, isteyerek, kimsenin de sikinde olmamasından analiz edilmedi.

Halbuki sorun belli. İki klüp çok kötü yönetiliyor. Fecaat yönetiliyor. Gümbür gümbür çöküşe gidercesine yönetiliyor. Mali sıkıntılar kaliteli futbolcu transferini, kaliteli futbolcu olmaması klubün aldığı sonuçları nasıl etkiliyorsa, yanlış transferler yaparak klubü şahsına borçlandıran yöneticiler alternatifsiz kalmakla koltuklarını sağlama alırken, klübü de bu başarısızlığa mahkum ediyorlar. Ancak kötü yönetimin tek sebebi çarçur edilen paralar değil, alternatif mali kaynakların geliştirilmemesi, klüplerin sürdürülebilir bir finansa sahip olmaması, alt yapı çalışmalarını yapmamaları, bunlardan elde edilecek gelirlerden de mahrum olmaları.

Profesyonelleşmek yerine Sinan Enginleşen yönetimler gaz, motivasyon, öfke, buhrandan mürekkep açıklamalarla klübün bir şeyler elde etmesi için çalışırken, başarısızlıklar üstüne gelen taraftar gazabına da hep aynı kalkanı açıyorlar: Şok edici büyük transfer ve "İbne federasyon orospu çocuğu hakemler" veyahut "Temiz eller"

İkisini de yapamıyorlar. Zaten yönetim tarzlarıyla kulüpleri yönetmemeleri gerektiğini kesin ve net bir şekilde ispatlayan yönetimler bu sayede taraftarın öfkesini yalıtıp, transferle bir parça ağızlara bal çalarken -Lukunku balı tadından yenmez- istekler, beklentiler de klübü daha fazla, daha büyük gerçekleşmeyecek sahte hedef koymaya itiyor. Daha fazla gerçek dışı hedef, gerçekleşmeyince daha fazla taraftar baskısı, daha fazla taraftar baskısı daha büyük "operasyon", "takıma müdahale", "hoca gönderme", "şok edici büyük transfer: Delgado" olarak geri dönüyor ve nihayet her sene sonu acı, hüsran, başarısızlık ve Baykalesk izahatlar.

Üstelik gerekçe de var, neticede Beşiktaş ve Galatasaray ligi 2. ve 3. bitirebiliyorlar. Neticede, bir başarı var. Neticede puan farkı 38 değil. Neticede belki de şampiyon olabilirlerdi eğer federasyon, hakemler, kaçan goller, direkte patlamayan şutlar, daha iyi teknik direktör, önlibero Servet ve Baki ne lan olmasaydı.

Perspektifin yanılsaması burada. Zaten Beşiktaş ve Galatasaray’la herhangi bir Anadolu klübü arasındaki fark Sevilla ile Galatasaray, Beşiktaş arasındaki fark kadar. Zaten, bu klüpler transfer bütçeleri, oyuncu kaliteleri, mali durumları, taraftar destekleri ile ikinci ve üçüncü olmaları garanti olarak lige başlıyorlar. Bu başarı değil, başarısızlık. Ancak ikincilik bir diğer taraftanda birinciliği "kıl payı" kaybetmek anlamına geldiğinden herkes bunu böyle hissediyor. Taraftar psikolojisi. Leverkusenden 5, Liverpool'dan 8 yemek bir şeyi göstermez, lig ikincisi / üçüncüsü olan takım "iyidir" engelleniyordur.

Halbuki başarı uzun vadede, sürdürülebilir bir şekilde mevkileri almakta. Başarı bu. Ve Fenerbahçe şu durumda buna yalnız en yakın takım değil, gelecekte de alternatifsiz bir biçimde buna sahip olabilecek tek takım. Fenerbahçe yalnızlaşıyor, çünkü rakiplerinin rakip olarak kalmaları ancak zamanla ilgili bir sorun. Bugün, rakipler, yarın böyle giderlerse olmayacaklar. Borç yükü altında ezilecek, resesyona girecek, hedefleri küçültecek ve nihayetinde rakip olmaktan da kesin ve kati bir şekilde çıkacaklar, çıkabilirler.

Bu bazı Fenerbahçelileri sevindirebilir. Ama bu tipte bir Tayyip yanılsaması bize yakışmaz. Üzülmemiz gerekir, rakip kaybettiğimiz için değil, Türkiye Ligi’nin standartı düştüğü için. Zira Fenerbahçe Ronaldinho'yu, Eto'o yu buraya getirmek istiyorsa bu yalnızca parayla ilgili bir şey değil, ligin standartı ve prestijiyle de ilgili bir şey. Güney Amerikanın 23-28 yaş arası, yıldızlaşmış yetenekleri Villareal gibi takımlara gidebiliyor, ancak Türkiye'ye gelmiyorsa, şampiyonlar liginde üst seviyede mücadele edecek takımların transfer potası günün yıldızlarıyken, Fenerbahçe'nin ya Güney Amerikada top oynayan potansiyel yıldızlar ya da yıldızlığının son demlerindeki Avrupada top koşturan futbulcularsa Fenerbahçe de Avrupa mücadele alanında ayakları bağlı mücadele ediyor demektir.

Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu ancak Şampiyonlar Ligi şampiyonu çıkaracak bir ligden çıkar. Münferit, tek başına bir başarı mümkün değildir. Bu pota bir Şampiyonlar Ligi şampiyonu çıkaracaksa da ligin kalitesi, standartları yukarı çıkmalıdır.

Dilemma burada, Fenerbahçe daha büyük başarı istiyorsa rakiplerinin ayağa kalmasını, daha iyi olmasını da istemeli. Aksi halde onların liginin standartları Fenerbahçe'yi de bağlayacak. Ve gene Fenerbahçeliler, şampiyonlar ligi kupasını müzelerinde istiyorlarsa -inşallah, amin- önce Baykallarından kurtulmalılar, zira karşıda Baykalesk perspektif oldukça lokal zafer hep bizim, evrensel olansa ofsaytta.



4 comments:

  1. musti336 dedi ki...

    müthiş..

  2. Adsız dedi ki...

    Olmuyor, olmayacak, yazamiyorsunuz futbol. Siyaset ve tarih yazmaya geri donun, futboldan anlamiyorsunuz, hem de hic.
    "Futbol yazan entelektuel" furyasindan eksik kalin.

  3. aethewulf dedi ki...

    musti336, ki kendisi hep beraber şahadet ettiğimiz gibi isim sahibi, teşekkür ederim.

    isimsiz, ki kendisi isimsiz, isim sahibi olmasına gerek duyulmayacak bir şey yazmış. burada ben nihat genç olaydım derdim ki yılansı gece faresi, haftalık olaydım derdim ki takma isimlerin -isimsizlerin- arkasına saklanıp serbest atış yapanlar, türk telekom olaydım derdim ki "bu site kapatılmıştır" amma velakin allah'a şükür henüz cerebrumumu aldırmadım, analiz kabiliyetim var.

    diyene değil, denilene bak, hep yekün bakalım,

    siyaset ve tarih yazabildiğimi düşündüğün için teşekkür ederim. önce bu. çünkü senin de herkesin şahadet edebileceği gibi siyasi analiz yapmak ve tarihsel perspektif sunmak futbola göre çok daha karmaış bir denklemde doğru sonuçları bulmakla özdeştir. birinde kamusal, tek tek fertlerden oluşan bir toplumun bugünü, dünü veya yarını hakkında eldeki sınırlı sayıdaki araç ve parametre ile çıkarımda bulunulur. ilkeler vardır. sert ve genelde istisnasız ilkeler. istisnası olduğu zaman ilke olmaktan çıkan kurallar. böylesi dalgalı bir zeminde hareket etmek futbola göre çok daha fazla zaman, ilgi, emek ve daha önemlisi bilgi ister. bunu övmek, bir insanın hayata karşı duruşunu övmektir, teşekkür etmek şart,

    ancak futbol yazmayın derken isimsiz, bir bağlantı kurdum, muhtemelen bunun sebebi futbol yazan entelektüellerden biri - bir başkası- olduğumuzu düşünmesi.

    yanlış. kati suretle yanlış. bu kadar iltifata kaba kaçacak kadar net bir yanlış.

    zira, furya olsun diye, yazabiliyorken yazmak için ve hatta bir çoğumuz yeniden yazabilmek için yazıyoruz. iş, güç, hayat gailesi arasında boğazımızda kalan kelimeleri, arkadaş sohbetlerine sıkıştırdığımız geyikleri, saçma sapan esprileri kaybolup gideceğine bir yerden tekrar izleyip okuyabilmek için yazıyoruz. önce bu. önce kendimize yazıyoruz. unutmayalım diye, hatıratımıza ekleyelim diye.

    sonra okumak isteyen ve okuyacak olanlara yazıyoruz.

    bizim gibi keyif alanlara.

    en başta da söylediğimiz gibi taraflı, subjektif yazmamızın sebebi de bu. çünkü miyop olmadıkça görülebilecek kadar net gerçeklik, kataraktı aşar şekilde ortada: biz hep beraber yaptığımız sohbete devam etmek için yazıyoruz ve sohbete diğerlerini bekliyoruz.

    şimdi isimsiz beğenmemiş ki bu harika bir insan hakkının kullanılmasından ibaret. yorum yazabilecek, bu külfete katlanacak kadar da bundan dolayı alevlenmiş, bu da yazının temas kümesinde bulunduğunu gösterir, etki tepkiyi doğurmuş.

    amma velakin bu tepkiyi biraz daha yukarı çıkaralım, mhp seçmeni ermanlar, bikinili ahmetler, gürcan bilgiçler, selçuk yulalar, kazım kanatlardan mürekkep iqsu yer seviyesinde bir evrende biz ve bizim gibilerin yeri mutlak ve kati surette bulunmaktadır ve hatta bulunmalıdır.

    hayatı boyunca yaptığı en büyük çıkarım futbola ilişkin bir komplo teorisi olan hıncalların evreninde sesimiz duyulmalıdır. bu alışıldık bir ses değildir, bu bilindik bir ses değildir, kulaklar buna henüz hazır dahi olmayabilir,

    ancak vahşet, savaş, kavga, düşmanlıktan mürekkep bir analiz ortamında futbola insani bir renk katmak da ancak katılımla mümkün olacaktır. bizim bunu ne kadar iyi yaptığımızdan ayrık olarak buna ne kadar dahil olup, futbola meşruiyet kazandırmamız da burada gerçek ve tek geçer akçedir. bu bir tuğladır. duvar örülmesine yardım edeceğini umduğum bir tuğla.

    bugün medyayı istila etmiş bir droid ordusu kadar hissiz, duygusuz, umarsız ve hepimizin duygusal tarlalarına şövenizm ve öfke tohumları ekmekten başka hiç bir işe yaramayan yazarlar ordusu karşısında kendimi yalnız yazmaya ehil değil mecbur da hissediyorum. eğer bu işten hiç zevk almasaydım gene yazardım, yazmalıydım, bu arenayı da onların bed seslerine alternatifsiz bırakmak tek sesli bir koroya hayatı talim etmek kadar adaletsiz olduğundan buna mahkum ve mahdumdur.

    burası yalnız futbol hakkında değil, burası fenerbahçe üzerinden hayata dair bir şey söylemek üzerine kuruldu. mücadeleye dair bir şey, isyana dair bir şey, iyiliğe, adalete, onura ve hepimizi birleştiren ideallere dair bir şey. önce ve kesinlikle muhabbetin konusu buydu, sonra gerisi geldi.

    şimdi ahmet çakarları, maratonları, "biz asker bir millettik şansal"ları dinlemekten kulakları uyuşmuş olanlar "hem de hiç" diye bunu yargıladıkları zaman kontrastta biz ancak şunu diyebiliriz, "okumayın"

    kalın kendi aleminizde, burası başka bir alem, alemler içerisinde.

    sesi duyan gelsin, muhabbete espri katacak olan, bir kuple de kendinden verecek olan gelsin, burası han kapısı, isteyen girmesin. onlara değil sesimiz, duyan gelsin.

  4. Adsız dedi ki...

    Teker teker bakıyordum yazılara. buna bir baktım, başlıkta "ezcümle" geçiyor. aha dedim, kesin aethewulf bu, he hee.. herhalde bazı kelimeler hayatım boyunca yanında aethewulf koduyla dolaşacak kafamda(örneğin, müsebbib :) )

    futbol yazıları hiçbir zaman tarih ya da siyaset yazıları kadar objektif olamıyor, doğası gereği de olması mümkün değil. oturup ortada somut bir şeyi tartışamıyorsunuz. argümanlar sunup, karşıdakini çürütemiyorsunuz. sanıyorum beni, futboldan, gs-fb tartışmalarından, sonu gelmeyen hakem eleştirilerinden carttan curttan uzaklaştıran da bu fazla subjektiflikti. sanki bu tartışmaların ya da konuşmaların hiç birinin "bence en güzel çiçek papatya" cümlesinden bir farkı yok gibiydi. çoğunlukla yapılan da aynı takımı paylaşıyorsanız dediklerinize katılınır ama farklıysa katılınmaz. oturup bu tür yazıları analiz edemiyorsunuz falan filan. bu sebepten de uzun vadede bana hiç bir şey kazandırmıyor bunları okumak.

    herkes insan tabii, hiç kimse robot değil. onun için herkesin "bence en güzel çiçek" ile başlayan cümleler kurması doğal. bir kişiden hep aynı konular üzerine eğilmesini beklemek de saçmalık(belki de daha doğrusu bencillik). hepsini okumak zorunda değiliz en nihayetinde. sonuçta futbol yazılarını okumak bana ne kadar anlamsız geliyorsa, tanımadığım birinin yazdığı konulara ket vurmaya çalışmak, ya da onu kafamın içinde oturttuğum furyadan çıkarmak da o kadar anlamsız.

    neyse, çok konuştum, bu yazı da güzel olmuş, eline sağlık diyelim.

    ps: tabii söz konusu kişi eskisi kadar siyaset ve tarih yazmayı bırakıp artık hep futbol yazmaya başlamışsa, bir kulağının çekilmesi şarttır belki de :))

Yorum Gönder