28 Şubat 2013
Kaos Teorisi
3 Temmuz
1 Yıl hapis
Son dakika kaçan 3 şampiyonluk
12 Mayıs katliam girişimi
CL Ligi men
45 Milyon Euro
CEV Wild Card iptali
CAS davasını geri çekme
Yargıtay Kılıcı
Alex'in gönderilme şekli
Doğru mu Samet?
Anons olayı
Aykut Kocaman'ın istifası
Aykut Kocaan'ın geri dönmesi
Tribün grupları ile yönetim kavgası
Tribün gruplarının kendi arasında kavgası
İstifacılar
Diktatörler, Ağabeyler, Reisler
Sözde muhalefetin tezgahları
SPK, Borsa Vurgunu
Caner, LAN
Meireles tükürük
UEFA 1 maç seyircisiz
UEFA 1 maç seyircisiz daha
UEFA 2 yıl gözaltı, tekrarında 1 yıl men
.......
.......
.......
Düşman Medya
Düşman PFDK
Düşman TAHKİM
Düşman TFF
Düşman Hakemler
Düşman Rakipler
Düşman İrlandalılar
Düşman Coritibalılar
Düşman Locacılar, twittercılar, blogcular
Düşman Ultraslar, tribüncüler
Düşman Muhalifler
Düşman Platini
Düşman UEFA
Düşman Futbolcular
Düşman Hoca
Düşman Yöneticiler
Düşman Başkan
Düşman Divan Kurulu
........
........
Hocam hazır dünya savaşı çıkmışken, bari 4-4-2'ye dönelim...
Not:
Kaos Teorisi;
- Düzen düzensizliği yaratır.
- Düzenin anlayamadığımız hali (kaos) varsa ki -illa ki olmalıdır- bundan dolayı düzensiz diyemeyiz. Yani düzenin dışına çıkmak imkansızdır.
- Düzensizliğin içinde de bir düzen vardır.
- Düzen düzensizlikten doğar.
- Yeni düzende uzlaşma ve bağlılık değişimin ardından çok kısa süreli olarak kendini gösterir.
- Ulaşılan yeni düzen, kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilemez bir yöne doğru gelişir.
Devamı ...
Teknik iflastan şatafata - Ünal Aysal nasıl şapkadan tavşan çıkarttı?
Başlangıç: Mali Genel Kurul'dan Aysal Çıkartmak
27 Mart 2011 tarihinde Süper Lig'in 26. haftası oynanmış, Galatasaray sadece 33 puan toplayabilmiş, ligde 11. sırada bulunuyordu. 26 haftada 10 galibiyet, 3 beraberlik ve 13 mağlubiyet alan kulüp 29 gol atarken 34 gol yemişti. Başta liseliler olmak üzere bütün kulüp ayaktaydı.
27 Mart tarihli Mali Genel Kurul'a Galatasaray bu şartlarda gitti. Kongre daha önce eşi benzeri görülmemiş bir takım uygulamalara sahne oldu. İbra oylamasının kapalı yapılması için verilen önerge Divan Başkanlığı yapan Türker Aslan'ın ilginç bir uygulamasına sahne oldu. Red oyu verenler salonda kalırken, karşı olanlar salondan çıkartıldı. Salonda kalanların oyları sayıldıktan sonra bu sefer gruplar yer değiştirildi, tekrar sayım yapıldı ve nihayetinde 674 kabul oyuna karşı 871 red oyu sayıldı. Türker Aslan bu uygulamayı mali ve idari ibra oylamalarında da denemek istedi ama itirazlar karşısında bu uygulamadan vazgeçildi.
Adnan Polat'ın itirazları bastırıldı
Sonuçta Adnan Polat mali yönden ibra edildi fakat idari yönden yapılan ibra oylaması sırasında Genel Kurul Divanı yönetimin idari yönden ibra edilmediğini ilan etti. Sayı o kadar mıydı, net çoğunluk var mıydı kimse bilmiyordu. Üstelik böyle bir uygulama da o tarihe kadar görülmüş şey değildi. Mali ve idari ibra hiç ayrı ayrı yapılmamıştı. Adnan Polat itiraz etti ama ne fayda? Bazı üyeler "istifa istifa" diye tempo tutmaya başlamış, yapılan itirazlar da bu baskı altında karşılık bulmamıştı. Türker Aslan başkanlığındaki divan Adnan Polat'ın itirazlarını reddetti.
Mali Genel Kurul'daki bu karar Galatasaray Tüzüğü'nün 87,22. maddesi ile Adnan Polat yönetiminin bittiğini de ilan ediyordu. Tüzüğe göre Adnan Polat yönetimi "Genel Kurulca mali ve/veya yönetsel yönden aklanmama durumunda, en geç 30 (otuz) gün içinde Olağanüstü Seçim Genel Kurulunu toplantıya çağırmak" zorundaydı. Üstelik yine tüzüğe göre mevcut yönetimden kimse seçime giremiyordu. Hürriyet bu olayı manşetten şöyle duyurdu: "Kongre İhtilali"
Kanunda idari ibra diye bir yöntem yok
Oysa ortada çok büyük bir yanlışlık vardı. Kanuna göre "idari ibra" diye bir yol bulunmuyordu. Mali ve idari ibra oylamasının birlikte yapılması gerekirdi. Peki Galatasaray bunu bile bile neden yapmadı? Çünkü Galatasaray Yönetimi mali açıdan ibra edilmemesi halinde haklarında davalar açılacak, kulüp ve yöneticiler büyük bir hukuki sorunla karşılaşacaktı. Şapkadan tavşan çıkartma metodu işte bu yüzden bulundu. Hem mali açıdan hukuki sorumluluk yaratılmayacak hem de "idari açıdan" ibra etmeme kararı ile Adnan Polat yönetiminin fişi çekilecekti.
Atı alan Üsküdar'ı geçti
Adnan Polat kendisine karşı kurulan bu oyunu görerek konuyu yargıya taşıdı. 2 yıl süren hukuk süreci sonunda 23 Şubat 2013 tarihinde Yargıtay "idari yönden ibra" diye bir hukuk yolunun olmadığını karara bağladı. 27 Mart 2011 tarihli Genel Kurul'un kararı geçersizdi. Adnan Polat ibra edildi.[2] Divan Kurulu'na yaptığı itirazlar hem "etik" hem "hukuki"ydi ama bu arada atı alan Üsküdar'ı çoktan geçti. 2011 yılında Galatasaray olağanüstü seçimli genel kurula gitti. Yapılan seçim sonucunda Ünal Aysal kullanılan 3968 oyun 2998'ini alarak başkan seçildi. İlk konuşmasında şöyle diyordu: "Tek vaadim var. Başarı, başarı, başarı.." [3]
Gayri hukuki bir yöntem sonucunda düşürülen Adnan Polat yönetiminin arkasından zorunlu olarak gidilen Olağanüstü Seçimli Genel Kurul'da seçilen Ünal Aysal, "şapkadan çıkan ilk tavşan" oldu.
Bugün hala şu soru cevap bekliyor. Yargıtay'ın kararı ortada. Buna göre Adnan Polat "ibra" edildi. Demek ki Galatasaray Tüzüğü'nün 87,22'inci maddesi gereği gidilen olağanüstü genel kurul da geçersiz. Dolayısıyla Ünal Aysal'ın seçildiği genel kurulun da bir hukuki dayanağı yok. Adnan Polat böyle bir dava açarsa ve meşru haklarını geri isterse ne olacak?
Cevabı vereyim, Adnan Polat böyle bir dava açmayacak, çünkü şapkadan çıkan tavşanlar artık onun taşıyamayacağı kadar fazla.
İkinci Bölüm: 3 Temmuz ve "yeni imkanlar"
Ünal Aysal Başkanlığa geldiği günki şartları bir açıklamasında şöyle tarif ediyordu:
"“Göreve geldiğimizde, kulüp hasta yatağında ölmüştü. Mali açıdan eksi 245 milyon TL’deydik. Hisse sahiplerinden bir tanesi müracaat etmiş olsaydı, şirket iflas ederdi. 16 milyon dolar da aylık giderimiz vardı. Gelir yoktu ve eski yönetim de gelirleri 2014 yılına kadar kullanmıştı. Kulübün 327 milyon dolarlık borcu vardı." [4]
Yani kulüp teknik iflas halindeydi.
Üstelik devletin yaptığı büyük bir hamiyete rağmen! Neydi bu hamiyet?
31 Aralık 2010 tarihinde kulüp KAP'a yaptığı açıklama kulübün karşılaştığı en büyük mali cezayı kamuoyuna duyuruyordu:
"Eylül 2010 tarihinde şirketimiz ile birleşmesi tescil edilen Galatasaray Spor ve Futbol İşletmeciliği Ticaret A.Ş.'ye tebliğ edilen raporlara dayanılarak; 2005-2009 hesap dönemleri için 29,30 milyon lira vergi aslı ve 43,95 milyon lira vergi ziyaı cezası talep edilmiştir. Söz konusu vergi inceleme raporları ile talep edilen vergi ve cezalara ilişkin olarak şirketimizce uzlaşma başvurusunda bulunulmuş olup, bu konudaki yasal prosedür devam etmektedir." [5]
Galatasaray vergi cezasını hemen ödemedi. Yasal prosedürlerin olgunlaşmasını ve vergi affının çıkmasını bekledi yakın zamanda da bu "af" kanunu hayata geçti.
Şubat 2011 tarihinde Galatasaray Sportif Sınai ve Ticari Yatırımlar A.Ş vergi konusunda Maliye Bakanlığı ile uzlaşma sağladığını duyurdu. G.Saray'ın açıklamasında uzlaşma sonucunda ödenecek vergi tutarının 2,93 milyon lira olarak belirlendiği, vergi ziyaı cezasının ise kaldırıldığı bildirildi. [6]
47 milyon dolarlık vergi affı
Böylelikle Galatasaray ödemesi gereken 73 milyon 250 bin TL (o dönemin kuruyla 48,8 milyon dolar)[7] tutarındaki borç yerine sadece 1 milyon 955 bin dolar tutarında bir para ödeyerek yaklaşık 47 milyon dolar kara geçti. Bu paranın bugünkü karşılığı 84 milyon 600 bin TL.
Yani 2011 yılı şubat ayında devlet hiç yoktan Galatasaray'ın kasasına 47 milyon dolar koymakla kalmadı, aynı zamanda bu zamana kadar vergisini ödeyen ve vergi borcu olmayanlara göre benzersiz bir avantaj sağladı. Bu tarihe kadar futbolcu transferi yapmak, takıma daha yüksek ücret vermek veya gelir arttırıcı yatırımlar yapmak yerine vergi ödeyenler, hem bu kaynaklardan oldular hem de Galatasaray'ın cebine giren 47 milyon dolar tutarında bir haksız rekabete maruz kaldılar.
Borç okyanusunda bir damla su: 47 milyon dolar
Ancak bu kadarı Galatasaray için yeterli değildi. Ortada Ünal Aysal'ın ifade ettiği gibi, gelirleri olmayan, bütün gelirleri 2014 yılına kadar kullanılmış ve aylık gideri 16 milyon dolar olan bir kulüp vardı. 327 milyon dolar borç da cabası. 47 milyon dolar bu borç okyanusunda bir damla sudan ibaretti.
Galatasaray'ın imdadına 3 Temmuz süreci yetişti.
3 Temmuz 2011 tarihinde başlayan gözaltılar ile Türk futbolu ekonomik açıdan bir deprem yaşadı. Bütün kulüplerin hisse senetleri düşüş eğilimi içerisine girdiler.
Rakipler can derdinde
Ancak konunun önemli tarafı şuydu, Galatasaray'ın rakipleri bu soruşturmanın da öznesiydi. Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın yöneticileri önce gözaltına alınıp tutuklanırken, mali kaynakları da belirsizlik ortamı nedeniyle bir dar boğaza girdi.
3 Temmuz - 10 Temmuz arasında medyaya bu kulüplerle ilgili onlarca haber servis edildi. Soruşturmanın ilk safhasında Fenerbahçe yalnız kalsa da 10 Temmuz tarihinden itibaren Beşiktaş için de şike yaptığı iddiasına ilişkin bir çok "bulgu" kamuoyuna sızdırıldı.
Kulüplerin yöneticileri tutuklanmış, finansal operasyonlarına sekte vurulmuş, transfer yapabilme kapasiteleri düşmüştü.
Ancak daha önemlisi, bu süreçte "suçlu" olarak kamuoyunun önüne atılan bu kulüpler hukuksal, finansal ve ahlaki bir lince uğrarken ve can derdindeyken, Galatasaray da bu operasyonu yürüten güçlerin hoşuna gidebilecek bir manevra yaparak, tutumunu operasyondan yana olarak yenidem konumlandırdı.
Siyasi manevralar yeni alanlar
Henüz 10 Temmuz gibi bir tarihte, yani henüz daha iddianame bile yazılmamışken, şüpheliler dahi soruşturma dosyasını göremezken, henüz savunma yapma hakları bile yokken Galatasaray Türkiye Futbol Federasyon'undan Fenerbahçe'yi küme düşürmesini talep etti. Bu ateş üfleyerek sönmez diye başlayan bildirge sonunda Galatasaray bulguların çok ciddi olduğunu ifade ediyor, savunma hakkını filan da hiç umursamadan TFF'nin "bu olayın üstünü kapatmadan" gereken cezaların verilmesini istiyordu.
Böylelikle Galatasaray operasyonu yürüten güçler açısından da benzersiz bir tavır almış oluyordu. Futbol dünyasının içerisinde olup, kendi etki alanındaki milyonlarca taraftarının rekabet güdüsüne hitap eden bu manevra ile operasyonu yürüten güçlerin çok ihtiyaç duydukları kamuoyu desteğinin oluşmasını sağlıyordu.
Bunu bir çok kez yazdık, bir kez daha yazalım, operasyonun mantığı aynı diğer davalardaki gibi basit bir hamle üzerinden yürüyordu. Operasyonun başladığı günden itibaren medya eliyle yüksek frekanslı bir iletişim ve algı yönetimi kampanyası kurmak, bu algı yönetimi ile karar verici otoriteleri baskı altına alırken kamuoyu desteği yaratmak, ortaya çıkabilecek "insani, hukuki, siyasi veya tarafgirlik" dürtüsünden kaynaklanabilecek her türlü çıkışa karşı alternatif kamplar oluşturarak kamuoyunu operasyon konusunda en azından "nötr" bir hale getirmek. Operasyonun bu ilk kanadının 3 - 10 Temmuz aralığında uygulandığını yine de beklenen desteğin gelmediğini, özellikle 10 Temmuz 2011 tarihli Fenerbahçe yürüyüşünden sonra ortaya çıkan mobilizasyonun ve "Fenerbahçe davası" algısının da operasyonu yürüten güçler tarafından "tehlikeli" bulunduğunu biliyoruz. Hiç değilse davayı yürüten savcı Mehmet Berk, iki şeyi bize söyledi:
1- Bu davanın da diğer davalar gibi bir kaç gün içerisinde unutulacağını düşünüyordu [8]
2- Operasyonun ilk haftasında (3 Temmuz - 10 Temmuz aralığında) medyaya sızan "haberlerin yüzde 90'ı yalandı." [9]
Yine de Galatasaray operasyonun bütününde bir çok açıklama, bildirge yayınlayarak TFF'den "ağır ve kati" bir ceza istediğini bildirdi.
Galatasaray operasyona kamuoyu desteği yarattı
Galatasaraylı yazarların ve vatandaşların söyledikleri kulübü bağlamayacaksa da bu bildirgelerin nihayetinde Galatasaray kamuoyunu ikna etme noktasında çok önemli olduğu su götürmez. Bu, operasyonu yapanlar için arasalar bulamayacakları bir kamuoyu iletişim fırsatı yaratıyordu. Bu sayede operasyon en azından bir süre "siyasi", "hukuki" bağlamı dışında bir alanda "tarafgirlik, taraftarlık" alanında algılanmaya başladı. Galatasaraylılar bu yönde hareket ettikçe, Fenerbahçelilerin hukuki, siyasi itirazları da bir tarafgirliğin dışa vurumu gibi algılandı ve o şekilde iletilmeye çalıştı.
Bu algı elbette sonsuza kadar devam etmedi ama en azından tartışmanın yürüdüğü zeminin sürekli bir muğlaklık içerisinde kalmasına da yardımcı oldu.
Aralık ayında 6222 sayılı kanunun değişikliği ile ilgili teklif geldiği zaman, AKP, CHP, MHP ve BDP bu değişikliği onayladılar. O dönemde cemaat medyası bu yasa değişikliğinin Ergenekoncuların çıkmasına kadar gidecek bir süreci başlatacağını iddia etti. Kişiye özel yasa yapılmaz gibi klişeler ve "Aziz Yıldırım'ı kurtarma yasası" gibi sloganların eşliğinde yürüyen süreçte, AKP de içeriden çatırdadı ve yasaya AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar da apaçık itiraz ederek konumunu belirledi. Yasa TBMM tarafından kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de "içime sinmiyor" diyerek yasayı yeniden görüşülmek üzere TBMM'ye gönderdi.
25 milyon Galatasaray taraftarının 20 milyonu
O dönemde piyasaya AKP'nin bu operasyonun siyasi bedelleri olması sebebiyle bu yasa değişikliğine gittiği ve Fenerbahçe'yi bu sebeple kurtarmak istediği yönünde bazı görüşler de sürüldü. Bu görüşlere göre Fenerbahçe'nin geniş bir kitlesi vardı, bu kitle operasyon böyle devam edersek AKP'ye oy vermeyecekti ve Başbakan Tayyip Erdoğan da bundan çekiniyordu.
27 Ocak 2012 tarihinde Ünal Aysal bu şartlar altında Mehmet Ali Birand'ın bir programına katıldı. ( Birand, Ağustos 2012 tarihinde Galatasaray Sportif A.Ş Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi olarak atandı) [10]
Programda Ünal Aysal aynen şu açıklamayı yaptı: "Galatasaray'ın 25 milyon taraftarının hemen hemen 20 milyonunun ona (AKP'ye) oy verdiğini tahmin ediyorum. O yüzden bu noktada Başbakan'ın bizimle bir sorununun olduğunu sanmam" [11]
Bir açıdan Ünal Aysal Fenerbahçe'nin taraftarı karşısına Galatasaray taraftarını da çıkartıyor ve "oradan gidecek oy varsa buradan gelecek oy da var" diyerek bir mesaj veriyordu.
Galatasaray bilinçsiz olarak süreç içerisinde bu kadar operasyona ve onu yürüten güçlere angaje olmadı. Bu tamamen bilinçli, seçilmiş, öngörüşü olan bir politikaydı.
Bu politika sayesinde Galatasaray geniş medya imkanlarının yanı sıra hükümet veya paralel iktidar yapısı olan cemaat kontrolündeki medyada da yeni ortaklar ve ittifaklar kurma şansına sahip oldu. Mehmet Baransu, Rasim Ozan Kütahyalı ve türevlerinden, normalde Galatasaray'ın erişim / etkileme gücünün olmadığı Star, Zaman, Yeni Şafak gibi gazetelere kadar değişen bir geniş spektrumda Galatasaray doğrudan avantaj elde etti.
Beşiktaş suskun, Fenerbahçe isyanda
Fenerbahçe ve Beşiktaş dava ile uğraşırken iki farklı politika uyguladılar. Beşiktaş kendisini sessizliğe boğdu, dava ve arkasındaki siyasi / hukuki güçlerle kavga etmemeyi tercih etti.
Mehmet Ali Aydınlar'ın istifasından sonra da 27 Şubat 2012 tarihinde TFF Başkanlığına bir dizi lobi faaliyeti ve icazatten sonra Yıldırım Demirören seçildi.
Tarih apaçık gerçeği yazıyor, esasında Mehmet Ali Aydınlar ismini de ilk olarak ortaya çıkartan Ünal Aysal ile Yıldırım Demirören'di. O zamanlar "koalisyon" ortağı olan ve "Fenerbahçe'ye karşı" mücadele eden bu ikili, Aziz Yıldırım'ın desteklediği Göksel Gümüşdağ'a karşı bir aday arayışı içerisindeydi. 11 Haziran 2011 tarihinde Yıldırım Demirören'in Anadolu Hisarı'ndaki villasında Galatasaray, Trabzonspor ve Gaziantepspor kulüplerinin başkanları toplanmış ve TFF Başkan adayı olarak, Mehmet Aydınlar'ı çıkartma kararı almışlardı. [12]
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın, İstanbul Büyükşehirspor Başkanı Göksel Gümüşdağ'ı başkan adayı olarak göstermesi ve bunun için görüşmeler yapmasının ardından ortak aday konusu son bir kez masaya yatırıldı. Aziz Yıldırım'ın bu hamlesine karşılık dört kulüp, Mehmet Ali Aydınlar ismi üzerinde mutabakata vardı. Toplantıda, "Sayın Göksel Gümüşdağ değerli bir isim ancak Sayın Aziz Yıldırım'ın arkasından gitmeyeceğiz. Türk futbolunun bağımsız, tarafsız bir yapıya ihtiyaç var. Herkesin üzerinde hemfikir olacağı saygı göstereceği ve etkilemeyeceği bir isim olarak Sayın Mehmet Aydınlar en uygun aday" görüşü öne atıldı ve destek buldu.
Gün ola harman ola. Bu kutlu koalisyon bir kaç ay içerisinde çatırdayacaktı. Koalisyonun "mağlup" ve beklemediği gelişmelerle karşılaşan ortağı Yıldırım Demirören de TFF koltuğuna giderken arkasında milyonlarca dolar borcu olan, teknik direktörü ve bir yöneticisi şike davası sebebiyle tutuklanan bir kulüp bıraktı.
Fenerbahçe ise direniş stratejisini benimsemiş, davaya ve arkasındaki güçlere isyan eder bir haldeydi. Bu dönemde Fenerbahçe tam manasıyla bir "şeytan" ilan edildi. Aziz Yıldırım'ın aynı anda hem Ergenekoncu olduğu, hem Balyoz'a destek verdiği, hem ekonomik çıkar amaçlı suç örgütü kurduğu iddiaları üstüste biniyor, Fenerbahçe tarihi ile "darbecilik" gibi siyasal alanda izdüşümü olan iddialar piyasaya sürülüyor, Cengiz Çandar'ın tabiriyle Fenerbahçe'ye karşı bir 28 Şubat darbesi tüm aktörleriyle icra ediliyordu. [13]
Galatasaray büyük koalisyonun futbol yüzü
Şimdi Galatasaray açısından oyundaki aktörleri tekrar değerlendirince gözüken manzara daha açık. Fenerbahçe tamamen operasyonun gücü altında mücadele ediyor, finansal olanakları zorunlu olarak kısıtlanmış, medya etkinliği yok denecek kadar az, kamu ilişkileri sorunlu ve hakikaten de eğer "arzu edilen" ceza gelirse kolay kolay toparlanamayacak bir halde.
Beşiktaş medya ve hükümetten bu derece ağır bir baskıya uğramasa da finansal olarak bir çöküş yaşıyor, kulübün morali bozuk ve etkisiz.
Trabzonspor, tamamen 3 Temmuz sürecine kanalize olmuş durumda. Neredeyse doğal müttefik. Finansal olanakları kısıtlı, taraftarının güncel beklentilerinin yerini intikam, hırs gibi hisler almış.
Bu ortamda Galatasaray'ın hem siyasi alanda yeniden ittifaklar kurma, hem medya etkinliğini arttırma hem de ekonomik gücünü maksimize edebilme şansı var. Galatasaray da bunu bilerek ve isteyerek tercih etti.
"Türk futbolunun en temiz takımı", "adaletin bekçisi" sloganları ile yükseltilen Galatasaray itibarı, aynı anda başka hiçbir zaman diliminde ulaşamayacağı bir koalisyon ağının da göbeğine yerleşti. Galatasaray bu operasyonu yapan güçlerin futbol zeminindeki temsilcisi olarak konumlanırken, bu konumdan kaynaklanan yükümlülüklerini üstlendi ve o konumun sağlayacağı ayrıcalıklardan yararlandı.
Hükümet ile Cemaat arasında kavga
Beklemedikleri tek şey, Şubat ayında cemaatin yaptığı bir hareket oldu. KCK davası kapsamında Başbakan'ın "sır küpüm" dediği MİT Müsteşarı Hakan Fidan için açılan soruşturma cemaat ile hükümet arasındaki bağları tamir edilemez bir şekilde bozdu. (Bu bağların ne derece bozulduğunu Ahmet Turan Alkan'ın henüz bugün yayınlanmış -Başkanlık sistemi getiren bir anayasaya ben oy vermem- yazısında da görebiliyoruz) [14]
Bu dönemde kendilerini zorlu manevralar bekliyor, operasyona destek verirken hükümeti de incitmemeye çalışıyorlardı. Bu işte ne kadar mahir olduklarını ise aynı anda hem AKP İstanbul İl Kongresi'nin hem de Cemaatin marka organizasyonu olan Türkçe Olimpiyatları'nın TT Arena'da yapılması ile herkese göstereceklerdi.
Bu arada şike davası da sürüyor, futbol dünyası da bir krizden çıkıp diğer bir krize giriyordu. TFF Başkanının değişmesinden sonra, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Platini'nin de Türkiye'de olduğu bir dönemde "kişilerle kurumları ayırmak lazım" tartışmasını açtı. 58. madde değişikliği gündeme geldi. Fenerbahçe 58. maddenin değiştirilmesine tamamen karşı çıkıyordu. Bu hakikaten de Fenerbahçe'nin aleyhineydi. Bu yolla esasında Fenerbahçe'ye ceza verme şansı artıyordu. Dava hukuki bir dava olmadığı için siyasi mülahazalarla davaya bakılıyor, siyaset açısından en elverişli çözüm olan "ne şiş yansın ne kebap" stratejisinin gerçekleşebileceği bereketli bir zemin yaratılıyordu. Yani aynı anda hem Aziz Yıldırım'a ceza vermek, hem de Fenerbahçe'ye bir ceza vermemek, hem Galatasaray, Trabzonspor ve Cemaati tatmin edip hem de hiçbir oy kaybına uğramamak mümkün hale geliyordu. Siyaset karışmasa hukuki bir karar vermek zorunda olan yapı da böylelikle "biz yanlış bir karar verirsek Yargıtay nasılsa bozar" diyebilecek alana sahip çıkıyordu.
Galatasaray bu dönemde biraz da risk alarak 58. madde değişikliğine karşı çıktı ve cemaate yakın yazarların da talep ettiği yörüngede kaldı.
Siyasal kapitali finansal kapitale çevirmek, her külfetin bir nimeti var
Bu siyasi manevralar ve yoğun gündem ise Galatasaray'ın beklemediği bir fırsat aralığı yarattı. Ekonomik durumunu düzeltmek.
Futbol ve hukuk dünyasında yer yerinden oynarken, manevraları sayesinde siyasi kapital sahibi olan Galatasaray, etkin bir oyuncu olarak bu kapitali ve etki alanının yarattığı perdelemeyi finansal kapitalini arttırmak için kullandı. Neticede her külfetin bir de nimeti var.
Şimdi tekrar 3 Temmuz'un başına dönüyoruz. 10 Temmuz tarihli "bu ateş üfleyerek sönmez" açıklamasından sadece bir gün önce Galatasaray olağanüstü mali genel kurul yaptı.
Ünal Aysal Genel Kurul'da, 149.6 milyon doları banka kredileri olmak üzere, 328 milyon dolar toplam borç, 73,6 milyon dolar da ödeme zamanı geçmiş borç olduğunun altını çizerek, çözüm için yetki istedi. [15]
Galatasaray o döneme kadar tüm transfer sözleşmelerini Euro üzerinden yaptığı için kurlardaki hızlı artış sonucu büyük bir zararla da karşı karşıya kaldı. Transfer sezonunun başlamasından o güne kadar yüzde 16 yükselerek 2.5 TL’ye çıkan Euro’nun kulübe getirdiği kur farkı yükü 21.2 milyon TL’ye ulaştı. G. Saray sadece o yaz yapılan transferlerde bonservis ve garanti paralar olmak üzere toplam 70.6 milyon Euro’luk borcun altına imza atmıştı.
Yani mevcut borçların yanı sıra kur farkı nedeniyle ortaya çıkan fazladan yükler de Galatasaray'ın elini zorluyordu.
Hisse senedi reposu diye yetki alıp, hisse senedi satışı yapıldı
O zaman Ünal Aysal Genel Kurul'dan yetki istedi ve dedi ki "Talebimiz, hisselerin bankalara rehini veya hisse senedi reposu. Bu kesinlikle satış değil. Bankaya bir takım hisseyi vade sonunda aynı fiyatla geri almak suretiyle satıyoruz ve vade sonunda geri alıyoruz şeklindedir. Teknik olarak bir alış-satış muamelesi yapılıyor. Ancak bunu gerçekleştirmek için hisse satış yetkisi almamız lazım"
Yani hisse senedi reposu alacağını beyan ederek hisse satış yetkisi aldı. Ünal Aysal yine şöyle açıklıyor:
"Mali kurulda da bize yüzde 49’a kadar hisse senedi satma yetkisi verdi. Ve 600 milyona çıkacak şekilde karar alındı. Gizli bir durum yoktu. Bunlar ilan edildi zaten. İlan edilmeden bunlar yapılamaz. Bugün itibariyle 600’e kadar sermayeyi artırabiliriz. Bu izin var. Bu sır falan değil, herkes de biliyor."
Daha sonra Ağustos ayında (Ünal Aysal'a göre teknik sebeplerle repo yapılamadığı için) hisse senedi satışları gündeme geldi.
Galatasaray da 4 aylık bir süre içerisinde agresif bir şekilde hisse satışı yaparak yaklaşık 70 milyon dolarlık bir gelir elde etti.
Bunda ne var? Bunda şu var,
Birincisi, hisse senetlerini esasında hisse senedi reposu yapmak için almıştı yani Genel Kurul'u ve bu arada yatırımcıyı / vatandaşı / hukuki hak sahiplerini yanılttı. (Bu da hem ahlaka hem de SPK mevzuatına açıkça aykırı)
Bakın Mehmet Helvacı 1 Kasım 2011 tarihinde ne diyor:
"Aslında Ünal Aysal ve yönetimini de şikayet etmem gerekiyor ancak bunu yapmayacağım. Ancak şikayet etme durumum bu sebeplerden dolayı değil. GS'yi yönetenler doğru konuşmak zorunda... Son Mali Genel Kurul'da hisseler ile ilgili bir yetki istendi ve bu hisselerin satılmayacağı söylendi. Tutanaklarda da bu var. Ancak şimdi ne yapıyorlar, hisseleri satmaya başladılar. Ben, Aysal ve yönetimini bundan dolayı şikayet etmem gerekir, ancak etmeyeceğim." [16]
İkincisi, Galatasaray önce stad ile ilgili gelirlerini Stad A.Ş'ye sonra Futbol A.Ş'ye aktardı, daha sonra da Sportif A.Ş ile ile Futbol A.Ş 2010 yılında birleştirildi ve Futbol A.Ş'nin gelirlerinin de Sportif A.Ş'ye geçtiği beyan edildi.
Eski SPK Başkanı Ali İhsan Karacan bu birleşme için şöyle diyordu:
"Çıkış yolu olarak Galatasaray Kulübünün bir başka kapalı şirketi ile İMKB’ye kote bu şirketi birleştirmekte bulundu. SPK’nın koyduğu çağrı yükümlülüğü uzun sürede sürüncemede bırakıldı. SPK da bu sürüncemede bırakmayı seyretti ve gerekli mekanizmaları harekete geçirmedi. (Jet Fadıl adıyla anılan Fadıl Akgündüz’ün milletvekilliğini düşüren mahkûmiyetin çağrı yükümüne uymamak olduğunu da bu arada hatırlatayım). Sonunda Galatasaray sermaye piyasası sisteminin özüne ve ruhu ile ilkelerine aykırı bir şekilde bu iki şirketi birleştirmeyi başardı. Ne de olsa o futbol kulübü. O ne ister de olmaz ki? Bu yanlış ve yapılmaması gereken birleşme sonunda bugünkü zararlı bir şirket yapısı ortaya çıktı. " [17]
Galatasaray yatırımcılara Sportif A.Ş'nin Stad ile ilgili bir gelir sahibi olduğunu, bu gelirleri alacağını söyledi. Bu açıklamanın ardından hisse başına 400 liralarda dolaşan hisse senetleri satışı yapıldı, Galatasaray Kulübü de elindeki hisseleri bu değerden satarak payını yüzde 83'lerden yüzde 55'lere düşürdü.
Yani Galatasaray ne yaptı? Hiç olmayan bir şirket kurdu, bu şirkete belirli giderleri yükledi ve sonra da bu şirkete kendisinin sahip olduğu gelirleri koydu. Bu gelirler sebebiyle de hisse senetleri değer kazandı. Galatasaray da -normalde bunu yapmayacağını söylemesine rağmen- hisse senetlerini yüksek fiyattan satmaya başladı, hisse senedi sattıkça da hisse senetlerinin değeri düştü. Galatasaray da bu yolla 70 milyon dolar kadar gelir elde.
Meliha Okur bu durumu şöyle tarif ediyor [18] :
"Futbol endüstrisinin gelirleri limitli, borçları kısa vadeli. Oynanmayan maçlar dahil tüm gelirleri bankalara temlikli. Kulüpleri, sırtlarındaki devasa borçlar yoruyor.
Parti tutar gibi takım tutanlar da hem çok, hem boş konuştular. Sorunu anlatamadılar. Oysa cimbomda yönetim kilitlendi. İki ayrı gruba ayrıldı. Galatasaray'daki "finans cinliği" sıradan değil. Malum, Galatasaray'da sorun halka açılma modelinin yanlışlığıyla başladı. Finans yönetimini bilmeyen, sportif başarılarını paraya çeviremeyen kulüp, bankalardan bol bol kredi aldı, borçlandıkça sıkıştı. Yöneticiler çaresiz, önce stadın bitmesini beklediler. Sonra banka borçlarını yeniden yapılandırdılar. UEFA kriterlerine uygunluk belgesi bile alındı. Sonra da Sportif AŞ ile Futbol AŞ'yi birleştirdiler Sportif AŞ'de Galatasaray'ın payı yüzde 83'e çıktı.
İşte ne olduysa bu arada oldu! Sahip olduğunuz şirketin yüzde 99 hissesini satın, sattığınız hisse A Grubu olmadığı sürece sorun yok, kulübü yönetirsiniz! Buna güvenen Aysal yönetimi, 2011 Eylül'ünden itibaren hisse satmaya başladı. Hisse 400 liradan 150 liraya indi. Yüzde 28 hisse İMKB'de eridi. Galatasaray Derneği'nin payı Sportif AŞ'de yüzde 55'e düştü. Birileri bir günde 200 bin hisse aldı. Kim bunlar? Parayı nereden buldular? Kimin adına işlem yaptılar? Belli değil. Görünen köy kılavuz istemez. Ortalığa yayılan pis manipülasyon kokusu yetti.
SPK bir an evvel 2011 Ağustos- Aralık dönemindeki işlemleri incelemeli, perdenin arkasındaki banka trafiğini araştırmalı.
MASAK olaya el atmalı! Cimbom'u MASAK'lık edenler de bir an önce ortaya çıkmalı"
Sonra ne yaptı? 11 Ocak 2012 tarihinde Galatasaray KAP'a bir açıklama yaparak özetle şunu dedi:
"Galatasaray Sportif A.Ş borsaya yeni bir açıklama yaparak “Ey yatırımcı kusura bakmayın. Birleştiğimiz Futbol A.Ş meğerse Galatasaray Kulübü ile 2 yıl önce bir mutabakat yapmış. Buna göre kombine bilet satışları ve VİP koltuk ve locaların satışından elde edilecek gelir Galatasaray Kulübü’ne aitmiş. Hukuken birleşme alacak ve borçlar ile bütün hukuki ilişkilerin bir kul halinde devralan şirkete geçmesine yol açar. Biz de bu şirketi devraldığımıza göre stat gelirleri bize değil, derneğe gidecekmiş. Yapacak bir şey yok!”" . [19]
Böylece yüksek fiyattan hisse senedi alanların hisse senetlerinin değeri düştü, yatırımcı alenen yanıltıldı ve zarara sokuldu ve stat gelirleri de Galatasaray Derneği'nde kaldı.
Bir başka ifadeyle, Galatasaray önce bir şirket kurdu, sonra o şirkete kendi gelirlerini verdi, böylelikle o şirkete değer kazandırdı, sonra bu değer üzerinden hisselerini sattı, hisse sattıkça hisse başına düşen bedel aşağıya indi yani küçük yatırımcı zarar etti ve sonra da dedi ki "meğerse bir mutabakat varmış, dolayısıyıla meğerse bu gelirler yokmuş"
Sonra ne yapıldı? Galatasaray Kulübü loca ve gişe gelirlerini bir kez daha Sportif A.Ş'ye sattı! [20]
Bu kadarı Galatasaray'a yetti mi? Hayır yetmedi. (Ara toplam 47 milyon dolar vergi indirimi + 70 milyon dolar hisse senedi operasyonu üzerinden elde edilen gelir = 117 milyon dolar)
8 Şubat 2012 tarihinde Ünal Aysal şu açıklamayı yaptı:
"2010 yılı hesaplarına bakıldığında bu miktar 156 milyon liraydı. Yani meşhur teknik iflas denilen olay zaten mevcuttu. 2011′de de arttı, şimdi daha da yüksek. Aradaki fark futbolcu değerlemelerinden gelmektedir. 108 milyon liralık bir fark vardır ve bu fark harcamalardan değildir. Değerleme çalışmasında yapılan tashihten kaynaklanmıştır”
Yani Galatasaray bütün bu operasyonlara rağmen hala "teknik iflas" halindeydi.
Galatasaray bu açıklamadan sonra locaların pazarlanması için Denizbank ile kendisini mali yönden teftiş etmesi için de Deniz Yatırım ile anlaştı. Yani kendisini denetleyecek olanları da aynı zamanda kendisinin ticari ortağı yaptı.
Sonra da yüzde 9 bin 900 (evet 9.900) oranında bedelli sermaye arttırımı için SPK'ya başvurdu.
Rekor sermaye arttırımı
15 Şubat 2012 tarihinde haber basında şöyle yer aldı:
"Galatasaray rekor sermaye artırımına gidiyor. Kulüp 2.7 milyon lira olan sermayesini tam 9 bin 900 kat artırarak 2.7 milyon liradan 278 milyon liraya çıkarıyor. Kulübün küçük hissedarlarının cebinden bu işlem için 124 milyon lira çıkacak. İşin sırrı ise Arena'da bulunan VİP ve localar!" [21]
Halbuki Arena'da bulunan VIP ve Localar zaten Sportif A.Ş için gelir olarak gösterilmiş sonra derneğe geri verilmiş sonra da Sportif A.Ş'ye satılmıştı. Yani Sportif A.Ş zaten kendisine ait olan VİP ve locaları kullanmak için Galatasaray Kulübüne faiz ve belirli bir bedel ödemekteydi. Bir başka deyişle ev sahibi olan Sportif A.Ş önce kiracı oldu sonra da 16 yıllık kirayı Galatasaray'a peşinen ödedi. Bu da yetmedi, buradan elde edeceği gelirleri göstererek bedelli sermaye arttırımına gitti.
Bakın haber bu olayı ne kadar güzel anlatıyor:
"Galatasaray bu operasyonu yapmak için Türk Telekom Arena'daki loca ve VİP koltuk gelirlerini 2030 yılına kadar Sportif AŞ'ye devretti. Bunun karşılığını da 216 milyon lira (125 milyon dolar) olarak açıkladı. Şimdi sermaye artırımı yaparak 18 yıllık gelirleri hemen yatırımcıdan alacak. Operasyon sonucunda eğer yatırımcılar paylarına denk gelen rüçhan haklarını kullanırsa artık içinde VİP ve loca gelirlerinin de olduğu bir şirketin sahibi olacak ancak bunun karşılığında ödediği para Sportif AŞ kanalıyla zor durumda olan Galatasaray Spor Kulübü Derneği'ne gidecek. Böylece finansal olarak zor durumda olan, banka kredilerine yüksek faiz ödemek zorunda kalan kulüp, bu parayla bankalara 218 milyon liranın faizini 18 yıl boyunca ödemek zorunda kalmayacak. "
SPK müdahalesi
21 Şubat 2012 tarihinde SPK Başkanı Başkanı Vedat Akgiray, “Medyadaki bütün iddialar incelenir. Galatasaray hakkındaki iddialar da inceleniyor" dedi. [21] 7 Mart 2012 tarihinde de Galatasaray KAP'a bir açıklama yaparak yüzde 9900 oranında bedelli sermaye attırımının ertelendiğini ifade etti. [22]
Daha sonra SPK'nın olur vermesiyle Galatasaray Mayıs ayında yüzde 400 oranında bedelli arttırımını gerçekleştirdi.
Ancak bu neresinden bakarsanız bakın kabul edilemez bir durumdu. Neden?
Futbol A.Ş ile Sportif A.Ş usule aykırı bir şekilde birleştirildi.
Sonra hisse senedi reposu yapacağım diye hisse senedi satış yetkisi alınıp hisse senedi satışı yapıldı.
Sonra bu hisselerin temeli olan, şirketin gelirlerinin esasında kulüpte olduğu ortaya çıktı. Yani yatırımcı yanıltıldı.
Sonra Adnan Polat zamanında değeri 1.1 milyar TL'yi bulan ve hisse başına 400 TL değerindeki hisseler değer kaybına uğradı, hissedarlara da şu dendi "ya bana hisse başına 100 lira daha ver, ya da o hisseyi unut!"
Mayıs operasyonları
Aynen şöyle, Mayıs ayında Galatasaray'ın 1 hissesinin değeri 217 liraydı. Elinde bir hisse olan yatırımcıdan da 100 TL istendi. Yatırımcı 100 lira daha vererek payını korudu. Ancak artık elinde 1 değil 5 hisse vardı. Yani eskiden 217 TL değerinde 1 hissesi olanın şimdi toplamı 317 TL değerinde 5 hissesi oldu. Böylece yatırımcı hem cebinden 100 TL verdi hem de her hissenin değeri 217 liradan 63.4 liraya indi.
Ne karşılığında? Galatasaray Spor Kulübünün bütün maddi külfetlerini karşılayacak ancak hiçbir geliri olmayan, gelir elde etme araçlarını da satın almış ve bunun için bedel ödeyen bir şirket hissesi karşılığında.
Bu arada Galatasaray Kulübü Derneği kasasından da bedelli hisse arttırımı sırasında 1 kuruş çıkmadı. Oysa küçük yatırımcı hisse başına 100 TL para koymak zorunda kaldı.
Peki yatırımcı satın almak istemezse? O zaman da tek seçenek var zamanında 430 liradan aldığı hisseyi de güncel fiyatın yarısından satmak!
Bu hokus pokus yöntemi sayesinde Galatasaray ne kadar gelir elde etti? 280 milyon TL. O günkü kurdan 155 milyon dolar! [23]
Ara toplam:
47 milyon dolar devlet kıyağı + 70 milyon dolar satılmaması gereken hisse satışı + 155 milyon dolar bedelli operasyonu = 272 milyon dolar. Yani bugünkü parayla 489 milyon 600 bin TL.. Şapkadan çıkan tavşan!
Peki bu 489 milyon 600 bin TL'yi kim ödedi? Önce devlet vergiyi almadığı için, o verginin külfetini bütün Türkiye ödedi. İşin bu kısmı "yasal ama etik değil" Sonra çağrı külfetine uyulmadan yapılan hisse satışları ve orantısız bedelli arttırımı ile yine vatandaşlar ödedi.
Yani Galatasaray'ın yıllarca biriktirdiği borçları, kötü yönetiminin faturasını, yanlış transferlerin yarattığı açmazları, onlarca yönetimin yanlış kararıyla oluşan faturayı Türkiye ödedi.
Yetti mi? Yetmedi..
Eylül 2012 tarihinde yani ilk bedelli sermaye arttırımının tamamlanmasından sadece 2 ay sonra, Galatasaray yeni bir bedelli arttırıımına daha gideceğini açıkladı. Bu sefer hedef yüzde 300'dü.
Bakın haberde ne yazıyor:
"Galatasaray Sportif ödenmiş sermayesini, yüzde 300 bedelli artışla 55.76 milyon liraya çıkarma kararı aldı. Rüçhan hakları nominal değeri 1 TL olan beher hisse için 10 TL karşılığında primli olarak kullandırılacak” diyor. Bunun anlamı ise her bir hisse için 10 TL’nin üç katıyla sermaye artırımına katılınacağı. Böylece GS yatırımcısının elinde bu kez 20 hisse olacak. GS Sportif’in dünkü hisse fiyatı olan 48 liradan bedelli sermaye artırımı yapılacağını baz alırsak bedelli artırımdan sonra hisse fiyatı (bedelli parası da eklendiğinde) 17 lira civarında olacak. Yani elinde 20 hisse oluşacak olan yatırımcının elindeki hisselerin toplam değeri 340 lira olacak. Galatasaray Sportif yatırımcısı şirketteki aynı oranda payını korumak için 250 lira ek para koymak zorunda kalmış olacak. Sermaye artırımı kararından önce elinde bulunan hisse değeriyle (217 lira) birlikte yatırımcının GS hisselerinin değeri 467 lira olması gerekiyor. Yani 1 hissenin değerinin 23.35 lira olması yatırımcının zarar etmemesini sağlayacak. Ancak böyle olmayacak. Çünkü hissenin 48 lira olan dünkü değerinden yola çıkıp yüzde 300 sermaye artırımı yapıldığında hisse fiyatı 17 lira civarında oluşacak. Aradaki yüzde 27’lik fark da yatırımcının zararı olacak."
Yani Galatasaray SPK bu yola göz yumunca küçük yatırımcıdan daha da fazla para çekmek için oluşturduğu bu yola bir kez daha başvurdu. Kuruluşu yanlış olan, kurallara aykırı beyanatlar ve hamlelerle şişirilen bir şirketin hisselerini aynı kişiye tekrar tekrar satarken, Galatasaray Kulübü Derneği de 5 kuruş koymadan gelir aktarımı yoluyla zenginliğine zenginlik kattı.
İşte işin bu tarafı "yasal ama" denmeyecek kadar şaibeli.
Bir çok hisse sahibi sermaye arttırımının durdurulması için yargı yoluna gitti.
SPK Müdahalesi
SPK da 1 Şubat 2013 tarihinde bu işe bir dur dedi. [24]
Yetmedi 13 Şubat 2013'de bir açıklama yaparak "yasal mı etik mi, tavşan mı şapka mı" tartışmasına güzel bir izahat getirdi:
"Borsada işlem gören ortaklıklar tarafından yapılacak nakit sermaye artırımlarında, sermaye artırımından elde edilecek fonun ortaklığın mevcut sermayesini aşması ve Kurul'un Seri:IV, No:41 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu'na Tabi Olan Anonim Ortaklıkların Uyacakları Esaslar Hakkında Tebliğ'inde tanımlanan ilişkili taraflara olan ve ortaklığa nakit dışındaki varlık devirlerinden kaynaklanan borçların ödenmesinde kullanılacak olması durumunda sermaye artırımı, 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu'nun (SPKn) 23'üncü maddesi çerçevesinde önemli nitelikteki işlemler arasında sayılacağı belirtilerek, ''Bu durumda söz konusu sermaye artırımı sebebiyle Kurul'a yapılacak başvuru öncesinde, SPK'nun 24'üncü maddesi gereğince ortaklara ayrılma hakkı verilmesi gerekir. Ayrılma hakkı verilmesine ilişkin işlemler tamamlanmadan yapılacak sermaye artırım başvuruları Kurulca değerlendirmeye alınmaz'' denildi." [25]
Yani SPK dedi ki hem ayrılma hakkı vereceksin hem de ortaya nakit para koymak zorundasın.
Ünal Aysal da bunun üzerine 130 milyon dolar değerinde nakit para koymak zorunda olduğu için Riva arazisini ipotek ettirme kararı aldı. Halbuki Galatasaray Tüzüğünün 147. maddesi böyle bir operasyona da engel oluyordu. Hatta son Divan Kurulu'nda bazı üyeler yönetimi hiçbir yetki olmadan hareket etmekle suçladılar ve mahkemeye gideceklerini de ifade ettiler. [26]
Tam bunlar olurken 13 Şubat 2013 tarihinde SPK Galatasaray'a bir ceza verdi:
"SPK bültenine göre, futbolcu sözleşmelerine ilişkin fesih bedellerinin UMS/UFRS hükümlerine aykırı olarak hazırlanıp kamuya açıklanması ve finansal tablolara hatalı olarak yansıtılan değer artış fonunun aktif toplamının önemli bir kısmını oluşturması (yüzde 42-44) nedeniyle şirkete 369 bin 834 lira tutarında idari para cezası tesis edilmesine karar verildi.
Kurul ayrıca, Özel Durumların Kamuya Açıklanmasına İlişkin Esaslar tebliğlerinde yer alan düzenlemelere aykırı olarak, zamanında veya hiç açıklanmayan veya eksik olarak açıklanan toplam dokuz farklı özel duruma ilişkin olarak da şirkete 343 bin 392 lira tutarında idari para cezası uygulanmasına karar verdi.
Kurul, GS Sportif AŞ'ye toplamda 713 bin 226 lira idari para cezası tesis edilmesine karar verdi.
Bültende GS Sportif AŞ'nin, GS Futbol AŞ ile birleşmesine ilişkin 28.07.2010 tarih ve 2010/164 sayılı yönetim kurulu kararında imzaları bulunan yönetim kurulu üyeleri Adnan Polat, Mehmet Yiğit Şardan, Mahir Haldun Üstünel, Murat Yalçındağ, Ali Haşhaş, Mümtaz Tahincioğlu ve Selim Sayılgan hakkında, aykırılığın gerçekleştiği 2010 yılı için belirlenen azami idari para cezası tutarı esas alınarak ayrı ayrı 114 bin 464'er lira tutarında idari para cezası uygulanmasının da karara bağlandığı duyuruldu."
Yani SPK, bütün operasyonların temeli olan Futbol A.Ş ile Sportif A.Ş birleşmesinde usulsüzlük yapıldığını da karara bağladı.
Şimdi durum şu:
Galatasaray 2010 yılında usulsüz bir şekilde Futbol A.Ş ve Sportif A.Ş'yi birleştirdi.
2011 yılında Galatasaray önce vergi uzlaşması ile vergi borçlarından kurtuldu, arkasından mali genel kurulda Adnan Polat yerine Ünal Aysal göreve getirildi.
Ünal Aysal kendisi göreve geldiği tarihte değeri 1.1 milyar TL olan Sportif A.Ş'nin hisse senetlerini satmayacağını ancak hisse senedi reposu yapmak için satış yetkisi alması gerektiğini ifade ederek Genel Kurul'dan yetki aldı. Bu yetkiyle hisse satışı yaptı. Burada Sportif A.Ş'nin esasında varolmayan gelirleri sebebiyle değeri yüksek olan hisse senetlerinin satışından Galatasaray gelir elde etti, bu arada küçük yatırımcı "silkelendi" Arkasından da stad gelirleri esasında kendisinde olması gereken Sportif A.Ş'ye satıldı, bu gelirler gerekçe gösterilerek yüzde 400 bedelli sermaye arttırımı hayata geçirildi, buradan milyonlarca dolar daha piyasadan toplandı, Galatasaray hisseleri düşüş yaşadı, küçük yatırımcı mağdur oldu. Galatasaray bu işin tadını aldığından bir kez daha bedelli sermaye arttırımına gitmek istedi ama SPK "nakit koymazsan bu işe giremezsin" dedi. O arada bütün operasyonu başlatan sürecin de esasında usulsüz olduğuna hükmetti.
Şimdi ne olacak?
SPK'nın konuya ciddi bir şekilde eğilip, bütün bu olayları araştırması ve usulsüzlükleri ortaya çıkartması gerekiyor.
Eğer bu yol açılırsa, bunu bütün kulüpler tekrar tekrar yapabilir. Fenerbahçe veya Beşiktaş'ın 2040 - 2080 gelirlerini gerekçe göstererek yüzde 198200 oranında bedelli sermaye arttırımı yapmalarının önünde hiçbir engel yok.
Eğer SPK bedelli sermaye arttırımı yapılırken tüzel kişiliğin nakit olarak katılmak zorunda olduğunu ortaya koyuyorsa bu gerçekleşmeden yapılan operasyonlar hakkında da inceleme başlatmalı.
Açılan davalar acilen sonlandırılmalı.
Çünkü bu durum sadece sporda haksız rekabet yaratmıyor, Türkiye açısından çok önemli olan menkul kıymetler borsasında işlem gören şirketleri ve onlara yatırım yapan ulusal ve uluslararası yatırımcıları da etkiliyor. Borsanın güvenilirliliği bahis konusu.
Türkiye bütün bunların mümkün olduğu bir ülke olmamalı.
Türkiye vergisini ödeyen ve usulü dairesinde, akıl ve mantığa uygun olarak, basiretli bir şekilde davranan insanların kazandığı bir ülke olmalı.
Herkes de bu sorumluluğu yerine getirmek görevine ve zorunluluğuna sahip.
Birinci Bölüm
[1] http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/17382981.asp
[2] http://sporaktif.dha.com.tr/adnan-polat-ibra-edildi_431725.html
[3] http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/17784125.asp
İkinci Bölüm
[4] http://t24.com.tr/haber/aysal-yatirimcilarin-bir-kismi-ya-kumarbaz-ya-da-kararlari-okumuyor/215695
[5] http://www.ntvmsnbc.com/id/25166416/
[6] http://www.internethaber.com/iki-kulube-163-milyonluk-torba-affi-325265h.htm
[7] http://www.tcmb.gov.tr/kurlar/201102/02022011.html
[8] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20926576.asp
[9] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1091078&CategoryID=77
[10] http://www.cnnturk.com/2012/spor/futbol/03/07/m.ali.birand.galatasaray.yonetiminde/652067.0/index.html
[11] http://www.cnnturk.com/2012/spor/01/27/unal.aysal.20.milyon.gsli.ak.partiye.oy.verdi/646619.0/index.html
[12] http://papazincayiri.blogspot.com/2011/08/mehmet-ali-aydnlar-nasl-secildi.html
[13] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1086901&CategoryID=98
[14] http://www.zaman.com.tr/ahmet-turan-alkan/eger-kiymet-i-harbiyesi-varsa-buyrunuz-destek_2058607.html
[15] http://www.futbolekonomi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1836:galatasaray-neden-hisse-satyor&catid=110:tugrul-aksar&Itemid=60
[16] http://www.turkspor.net/detay.asp?id=70131
[17] http://www.thelira.com/yazar/26/ali_ihsan_karacan/1828
[18] http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/okur/2012/10/18/cimbomu-masaklik-edecekler
[19] http://www.gazeteport.com.tr/yazar/2/yavuz_semerci/2014
[20] http://www.haberturk.com/yazarlar/yavuz-semerci/819570-taraftar-mutlu-yatirimci-mutsuz
[21] http://borsayorumum.com/spkden-galatasarayin-yuzde-9-900-bedelli-sermaye-artirimina-inceleme.html
[22] http://ekonomi.haberturk.com/para/haber/716133-kucuk-ortagina-vip-bedel-odetecek
[23] http://www.hisseonerileri.net/sirket-haberleri/gsray-galatasaray-as-de-sermaye-artirimi-simdilik-ertelendi.htm
[24] http://ekonomi.haberturk.com/is-yasam/haber/776594-gs-yatirimcisinin-kaybi--27yi-bulur
[25] http://spor.internethaber.com/spor/diger-haberler/galatasaray-istedi-spk-reddetti-150768.html
[26] http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1302781-spk-halka-arz-kurallarinda-degisiklige-gitti
[27] http://spor.bugun.com.tr/gsaray-riva-yi-ipotek-ettiriyor-haberi/222787/
Devamı ...
Uefa Kararı Üzerine: Yurtta Linç Dünyada Linç
Bu gece itibariyle nurtopu gibi bir UEFA sopamız daha oldu,”dünyanın etik merkezi ,adil futbolun kutsal yuvası Uefa Fenerbahçe’ye seyircisiz oynadığı bir maçta sahaya meşale atılması nedeniyle bir maç seyircisiz oynama cezası ayrıca 2 sene içinde herhangi bir olay tekrarında Avrupa Kupalarından men cezası vereceğini açıkladı. Tabii ki bu olay artık alışageldiğimiz üzere haksızlık rakibine yapılınca orgazm olan insanlar ülkesinde ve dış temsilciliklerde törenle kutlanmaya başlandı bile.
Şu olayda ilk olarak hedef gösterilecek şey taraftarın meşale atması ya da böyle bir organizasyon yapması değil, bu olay ayrıca tartışılabilir ama büyük resmi görmek açısından önceliğimiz bu cezanın dayandığı gerekçelerin aptalcalığı ve UEFA’nın Fenerbahçe’ye karşı hasmane tutumu.Taraftar bunu organize yapmış olsa bile hatta Fenerbahçe ceza alsın diye yapmış olsa bile ortada bu kadar ağır ceza verilecek bir durum yok, yani şu durum karşısında önce UEFA'yı değil taraftarı eleştirirsek, sanki ceza meşruymuş gibi bir hava veririz ki en son yapacağımız şey bu cezanın meşru olduğunu kabul etmek.
Yani şöyle örnekleyeyim kapalı alanda sigara içti diye birisine 5 sene hapis cezası veriliyorsa olaya yol açan fiilin yanlış olması birinci öncelik değil olayın sonucunda verilen kararın adaletsizliği birincil hedef olmalıdır.Kardeşim sen de içmeseydin sigarayı demek bu durumda komik bir durum olur.Burda da olayın kendisiyle yaptırımı arasında bence yukarıdaki örneğe benzer derin bir orantısızlık var. Yani bu olayın birinci faili UEFA. Şimdi böyle söyleyince bazı gerizekalıların “evet bütün dünya Fener’e düşman zaten ha ha ha ” diye bir savunma yapmalarına aldırmadan şunu söylemek lazım. Fenerbahçe üzerine yürütülen operasyonun çok net bir UEFA ayağının olduğunu zaten Şampiyonlar Ligi’nden men kararı sırasında görmüştük. Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’nden men kararı bizzat 3 temmuzu icra eden irade tarafından fazla tepki görmemek için UEFA’yla danışıklı dövüş sonucu alınmış bir karardı. Bu kararın piyonları olarak görev yapanlar görevlerini ifa ettikten sonra çeşitli görevlerle ödüllendirildiler ve operasyon tamamlanmış oldu.
Biz 3 Temmuz sonrası UEFA’ya gönderilen günlük ve haftalık değerlendirmelerde ve iddianameye ait bölümlerde sadece Fenerbahçe’yle ilgili bölümlerin gönderilip soruşturmada geçen diğer takımlarla ilgili bir halt gönderilmediğini de bu operasyon olup bittikten sonra alkolün etkisinden çıkmış Cornu sayesinde öğrendik.
Dolayısıyla böyle bir federasyon ve böyle bir kamuoyu ve böyle bir görünmez iradenin ve tetikçilik yapan bir medyanın olduğu bir ülkede UEFA’dan Fenerbahçe aleyhine gelecek her karar meşruiyeti sorgulanmadan “kusuru kendilerinde arasınlar” diye geçiştirilecek bunu adımız gibi biliyoruz. Ben kusuru kendimizde falan aramıyorum kardeşim. Fenerbahçe’ye verilen Şampiyonlar Ligi’nden men kararı daha önce Porto ve Milan’a uygulanmamışken Fenerbahçe’ye uygulandı ve Fenerbahçeliler dışında bir Allah’ın kulundan bu karara eleştiri gelmedi bu ülkede, şimdi de sahaya bir tane meşale geldi diye kulübe 2 yıl Avrupa kupalarından men cezası verip Demokles’in kılıcıyla 2 yıl yaşayın diyen bir cezanın hiçbir meşruiyeti yok.
Bugüne kadar sahaya meşale atıldı diye ya da maçı durduracak şekilde oyuna müdahale oldu diye kime ceza vermiş UEFA? Partizan’ın Marsilya’nın böyle hiç maçı olmamış mı mesela? Lazio maçında ırkçılık yapıldığı için 2 maç ceza verip, Fenerbahçe’ye saha dışından meşale atıldı diye 1 maç ceza vermenin akılla, mantıkla, hukukla bağdaşır bir tarafı yok. Direkt kırmızı kart gören İbrahimoviç’e 2 maç verip Meireles’e 3 maç ceza vermenin matematiğini de anlamış değilim. Ama UEFA’nın söz konusu Fenerbahçe olunca elinin rahat olmasının nedeni belli. Muhatap Fenerbahçe olunca nasıl olsa ülke federasyonundan ya da siyasi kanallardan en ufak bir eleştiri gelmeyeceğini,hatta iyi yapmışsınız diye tebrik mesajları alacağını kendi kurulları içerisindeki Türklerin “oh oh ne iyi biraz daha verseydik daha iyi olurdu” diyeceğini, hatta cezanın birebir muhatabı olan Fenerbahçe’nin bile Cas’a gitmeyeceğini bilen UEFA elini kolunu sallaya sallaya böyle ceza vermeye cüret edebiliyor.
Fenerbahçe seyircisiz bir maçta seyircilerin eyleminden nasıl sorumlu olur, Fenerbahçe’nin sorumluluğu stadın bitiminden itibaren kaç kilometrekarelik bir alanı kaplar. Meşale stadın etrafından değil Üsküdar’dan atılsa da Fenerbahçe’mi sorumludur UEFA bunlara bir cevap verse de öğrensek.
Sahaya dışarıdaki meşale gösterisinden bir tane meşale düştü diye ceza falan verilmez. UEFA Fenerbahçe’yi sürekli cezalandırılması gereken sabıkalı üye sıfatıyla değerlendirip böyle bir ceza veriyor ve UEFA içindeki Türk görevliler de bu işe çanak tutuyorlar. Şenes Erzik her ne hikmetse 3 Temmuz’dan bu yana tek kelime etmiyor, aslında Şampiyonlar Ligi’ne Fenerbahçe’nin değil Trabzon’un alınması konusunda Türkiye-Uefa arasında köprü görevi gördüğünü görmemek için kör olmak lazım. O zaman da susmayı tercih etmişti şimdi de böyle bir abukluk karşısında “böyle de ceza verilmez ki” diyemeyecek kadar etkisiz bir Fenerbahçe Kongre üyesi bir Uefa Aşbaşkanıyla karşı karşıyayız. UEFA’ya itiraz edilecektir muhakkak ama arkasında kendi ülke kamuoyu olmayan bir itirazı kolaylıkla reddeceklerdir. Fenerbahçe’nin artık bu çaresizliğe alışması değil buna çözüm üretmesi lazım.
Burada ikinci perdeye gelelim. Daha önce bu Şampiyonlar Ligi’ne katılma mevzusunda da sık sık gündeme getirmiştik. Fenerbahçe’nin kendisine karşı oluşturulmuş bu nefret kampanyasını, itibarsızlaştırma düzeneğini yok edecek bir şeyler yapması gerek. Yeni yönetimin ilk işi gerek yurt içi gerek yurtdışında alanında en iyi olan hukukçular ve halkla ilişkiler şirketleriyle çalışmak olmalıydı. UEFA nezdinde hakkında kampanyalar düzenlenirken, organize itibarsızlaştırma çabaları sarf edilirken elin kolun bağlı durursan daha çok böyle cezalarla karşılaşırız.
Çok mu zor 4-5 kişilik bir ekiple anlaşıp Cenevre’de bu algıyı kırmak için bir kampanya yapmak sadece futbol için söylemiyorum biz bu lobi eksikliği yüzünden geçen yıl voleybolda wild card alamadık. Yani bunun birebir acısını mağduriyetini yaşamışız, daha kaç karar daha alınması gerek bu kurumlarla onların anladığı dilden ilişkileri geliştirmemiz için? Şu olay olduğunda aynı gün 4 tane Fenerbahçe için çalışan profosyonel Uefa Disiplin Komitesi üyeleriyle birebir temasa geçip meselenin nasıl olduğunu anlatsa, gözlemci raporu gelmeden kendi dosyalarını paylaşacak kadar profesyonel bir çalışma yapmış olsa aynı cezayı alır mıydık, bence almazdık.
Fenerbahçe yönetimi 3 Temmuz sonrası bu lobi, halkla ilişkiler ve danışmanlık meselesinin ne kadar önemli olduğunu bizzat damdan düşerek görmesine ve yaşamasına rağmen halen bu meselelerle ilgili tek adım atmadı. Yahu bu ülkenin federasyonlarından da siyasetinden de, medyasından da kamuoyundan da bizi savunacak bir eylem gelmesini bekleyecek kadar saf olmaya devam edecek miyiz?
UEFA’yla ULEB’le CEV’le ilişkileri yürütecek, sadece somut olay olduğunda değil 24 saat onlarla temas edebilecek sosyal becerisi olan ehil insanlarla çalışmanın maliyeti bu lobisizlik yüzünden yaşadığımız maddi manevi maliyetten daha mı çok olur?
Burası bir önceki sezonun Şampiyonlar Ligi şampiyonunu kupaya davet etmeyen CEV’i “kavgalı olduğunuz insanı düğününüze çağırmazsınız karar normal” diye savunabilen Erol Ünal’ların,Uefa Türk takımlarına 8 yıl ceza verecek diye yaygara koparan Mehmet Ali Aydınlar’ın , Fenerbahçe’nin yüzde bir bile aklanma ihtimali yok diyen Lütfi Arıboğan’ın ülkesi. Tezer Özlü’nün Taksim’deki 1 Mayıs 1977’den sonra söylediği “burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” sözünden mülhem Fenerbahçe için de 3 Temmuz sonrasında diyebiliriz ki “bu ülkenin Federasyonları ve bütün kurumları bizim değil bizi yok etmeye çalışanların federasyonları/kurumları”.
Havasında suyunda oksijenden çok Fenerbahçe nefreti bulunan bu ülkede Fenerbahçe’nin kaderi Fenerbahçeli olmayan kurullara bırakılamaz, ya kendi lobimizi, kendi hakkımızı kendi örgütlenme yeteneğimizle yapacak uzun vadeli bir plan yaparız ya da gelenin geçenin vurduğu ve ne ceza alsa kamuoyunca “sukut suikastiyle” karşılanıp 3 temmuzcuların Fenerbahçe'yi cezalandırma şiarı haline gelen "yurtta linç dünyada linç" sloganının öznesi oluruz
Oscar Pistorius meselesi malumunuz, suçludur ya da suçsuzdur bizim meselemiz değil ama beklenmedik ve trajik bir durumla karşılaştığı zaman tekil bir kişi olmasına rağmen o haldeyken adam bir itibar yönetimi şirketiyle anlaşma yapmayı akıl etti. Biz neredeyse iki senedir kriz halinde Demokles’in kılıcı kafasında sallanan milyonlarca seveni olan bir kulüp olarak stratejik düşünüp halkla ilişkiler, itibar yönetimi, evrensel bir spor hukuku danışmanlığı işini halledemedik. Bu kadar büyük belalarla karşılaşıp hala en ufak bir kurumsal akıl örgütlenmesine gitmemek akıl alır gibi değil.
Son söz de Platini ve şurekası için.Kendi pislikleriniz,oğlunuzun pislikleri, Dünya Kupası için Katar ve Rusya’dan neler vaat edildiği, Europol’un şike soruşturması kapsamında neden hiçbir halt yapmadığınız gibi şeyler karşısında göstermediğiniz hassasiyeti söz konusu Fenerbahçe olunca sahaya meşale atılması konusunda göstermeniz göz yaşartıcı. Allah belanızı versin.
Devamı ...
27 Şubat 2013
Bir yılın muhasebesi: Yalanlar, gerçekler ve yeni hayat
Muhasebenin en güzel tarafı dönem içerisinde nerede hata yaptığınızı, neyin eksik, neyin yanlış olduğunu ortaya çıkartması. Bu tipte bir muhasebeye futbol dünyasının dışında Türkiye'nin de daha geniş olarak ihtiyacı var. Bugün konumuz ise bu ikisinin de kesişim kümesi. 3 Temmuz sürecinde ortaya çıkan argümanlara, o argümanların taraflarına ve sonuçlara baktığımız zaman kimin "haklı", kimin "haksız" ve kimin hangi maksatla davrandığını da görebiliyoruz.
Soruşturmanın ilk haftası, 3 Temmuz - 10 Temmuz 2011
İddia: Çok ciddi bulgular var. Sanat eseri gibi bir soruşturma. "Meslek hayatımın iddia ediyorum en iyi dört dörtlük bir soruşturması", "bu ateş üfleyerek sönmez" TFF kanaatle de karar verebilir, Fenerbahçe küme düşürülmeli.
3 Temmuz süreci başladıktan sonra tanınmış tanınmamış medya mensupları ve kamu görevlileri toplu bir halde ve adeta tek bir ağızdan bu cümleleri değişik yerlerde ifade ettiler. Emniyet güçleri inanılmaz bir soruşturma süreci geçirmişti, sarsılmaz, dönülmez, görenleri şaşkına çeviren kimsenin reddemeyeceği deliller vardı. Bu "bulgular" da medyada çarşaf çarşaf yayınlandı. Cemaate yakın isimler hızlı bir şekilde kararın çıkmasını ve TFF'nin gereğini yapmasını talep ettiler.
Karşı iddia: Medyaya yansıyan bulguların 6222 sayılı kanun anlamında bir şike suçunu göstermediğini, bu insanların masumiyet karinesini ihlal ettiğini, tek yanlı bir propaganda ile toplumda bir algı yaratılmaya çalışıldığını, henüz iddianamesi bile yazılmamış, şüphelilerin iddiaları dahi göremediği ve savunma yapma hakkının elinden alındığı bir ortamda karar verilmesinin cinayet olduğunu söyledik.
Sonuç: Soruşturmayı yürüten Savcı Mehmet Berk, Ertuğrul Özkök'e verdiği röportajda soruşturmanın ilk safhasında medyada yer alan haberlerin yüzde 90'ının yalan olduğunu söyledi. O yalanları sızdıranların kim olduğu ve niçin sızdırdıkları, medyanın nasıl tek elden bütün bu yalanlara hiçbir filtreleme uygulamaksızın bastığı ve niçin bunun sorgulanmadığı hala ortaya çıkmadı.
İddia: Ortaya çıkan bulgular çok ciddi, TFF süreci yavaşlatmaya çalışıyor halbuki bu durum Türkiye'nin aleyhine olur, UEFA gereken cezayı verir. "Eğer kangren olmuş parmağı biz kezmezsek gelir başkası keser" dolayısıyla TFF Fenerbahçe'yi küme düşürmek zorundadır.
Bu iddialar çerçevesinde savcılık bir süre sonra iddianamede bulunan delilleri TFF'de bulunan bir kozmik odaya yerleştirdi. Savcılar ve TFF Yetkilileri bulguları UEFA yetkilileri ile paylaştı.
Nitekim UEFA Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'ne almayarak "şike" yaptığını kabul etmiştir.
Karşı İddia: Henüz insanların sadece şüpheli olduğu, savunma yapma şanslarının bulunmadığı bir ortamda masumiyet karinesi ve TFF'nin ilgili disiplin yönetmelikleri gereği TFF hiçbir yaptırım uygulayamaz. UEFA'nın yerel bir olayda müdahil olma hakkı yoktur, dolayısıyla UEFA'nın da bir yaptırım uygulayabilme şansı bulunmamaktadır. TFF tek taraflı olarak bir ceza verirse, bu bir hak ihlali yaratır ve bunun bedelini öder.
Sonuç: UEFA TFF'ye bir mektup yolladı, TFF bu mektuba dayanarak Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ne katılma hakkını men etti. TFF Tahkim Kurulu itiraz üzerine verdiği kararda alınan bu kararın TFF tarafından değil de UEFA tarafından alındığını, TFF'nin bağlı bulunduğu üst federasyon kararına uymak zorunda olduğunu söyledi. Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'ne katılamadı. CAS'a malum dava açıldı. TFF Başkanı aylar sonra istifa ederken kendisinin hukuk müşavirleri tarafından kandırıldığını söyledi. Yetmedi Pierre Cornu önce "Türkiye Futbol Federasyonu tarafından Fenerbahçe'nin bu işten yüzde bir bile kurtulma ihtimalinin olmadığı bildiriminin yapıldığını, soruşturmanın sonunda Fenerbahçe'nin masum çıkma ihtimalinin olmadığının bizzat Federasyon tarafından iletildiğini" söyledi arkasından da bu dilekçesini geri çekti. UEFA daha sonra kararın UEFA tarafından değil TFF tarafından alındığını ifade etti. Fenerbahçe belli ki bazı "dengeleri" gözeterek CAS davasını daha sonra çekse de, süreci CAS davasına götüren argümanların tamamen haklı olduğu ortaya çıktı.
Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ne katılma hakkı elinden alındıktan sonra UEFA sopası uzun bir süre gündemde olacaktı. Hatta Ocak ayında Mehmet Ali Aydınlar istifa ettikten ve bütün bunlar kamuoyuna yansıdıktan sonra bile UEFA sopası Türk futbolunun üstünde bir hayalet gibi gezinmeye devam edecekti.
Gerçekte böyle bir sopa hiç olmadı. UEFA bir çok kararında TFF tarafından yürütülen davanın yerel bir dava olduğunu ve yerel karar alma organlarının kararlarına saygı duyacağını bildirse de TFF'yi baskı altına almak için bu UEFA sopası hikayesi devam ettirildi.
Amaçlanan UEFA sopası ile TFF'ye bir karar aldırmak, daha sonra "uzman" ve "bilirkişi" konumunundaki TFF kararını gerekçe göstererek özel yetkili mahkemede cezaların kesinleşmesini sağlamaktı.
Bu dönemde Fenerbahçe taraftarı ve bizler ısrarla bu davaya özel yetkili mahkemelerin bakma hakkı olmadığını ifade ettik. Daha sonra bunu Cumhurbaşkanı da kabul edecek, "her türlü davayı buraya sokuyorlar" diyecekti. [4]
İddia: Dava ile "futboldaki ergenekon" açığa çıkarılmaktadır, futbolun bağırsakları temizlenmektedir.
Karşı İddia: Bu dava temelde cemaat tarafından kontrol edilen unsurlar ve medya grupları tarafından yürütülmektedir, bir cemaat operasyonudur, benzeri ÖYM'lerde görülen davalardan hiçbir farkı yoktur ve hükümet de buna yol verdiği için sorumludur.
Sonuç: Aralık ayında 6222 sayılı kanun değişeceği zaman cemaat medyası bunun ergenekoncuların çıkmasına kadar gidecek olaylar zincirinin başlangıcı olduğunu, bunun bir "Aziz Yıldırım'ı kurtarma yasası" olduğunu, bireye özel yasa çıkartılamayacağını ifade etti. Cumhurbaşkanı yasayı veto ederek geri görüşülmek üzere TBMM'ye yolladı. Bunun üzerine 6222 sayılı yasayı değiştiren kanun teklifi AKP'lilerin önderliğinde ve Başbakan'ın açık desteği ile tekrar kabul edildi. Sonuçta bir tek Aziz Yıldırım ve Fenerbahçeliler bu yasadan yararlanarak tahliye edilmedi.
Ama daha ilginci, bu yasa ile başlayan hükümet ve cemaat arasındaki çatlak Şubat ayında dev bir çatışmaya dönüştü. KCK davasında MİT Müsteşarı, Eski MİT Müsteşarı ve yardımcısı KCK terör örgütüne yardım ve yataklık gibi bir suçlamayla ifade vermek üzere çağrıldı, bütün Türkiye ÖYM'lerin hükümetin kontrolünden çıktığını, başka odakların kontrolü altında olduğunu gördü, Başbakan "alacaksan beni al" diye bağırırken apar topar "MİT Müsteşarı" için kişiye özel bir yasa çıkartarak onu koruma zırhı altına aldı. Şamil Tayyar ve Hakan Şükür televizyon kanalında futboldaki ergenekon konu başlığı altında Aziz Yıldırım'ı dahi ergenekoncu ilan ederken susanlar bile bağırmaya başlamıştı. Bazı Fanatik GS'li ve AKP'liler "Recep Tayyip Erdoğan da mı Ergenekoncu orospu çocukları" diye tweetler atmaya başladığı bu zaman diliminde Türkiye'de hiç kimse artık cemaatin ÖYM operasyonlarını ve sorumluluğunu tartışamaz bir hale geldi. Sene sonunda AKP ÖYM'leri kaldırmak için düğmeye bastı, cemaat medyası ÖYM'lerin kalkması halinde Ergenekoncuların tahliye olacağını, Türkiye'de darbeler yapılacağını, darbecilerin de hepimizi kıtır kıtır keseceğini ifade etti. AKP kanadından insanlar ise ÖYM'lerin kaldırılması konusunda kararlı olduklarını ve belirtilen korkuların gerçek olmadığını beyan etti. Neticede sayısı 8'ı bulan ÖYM'ler kaldırıldı, onların yerine 30 tane Bölgesel Ağır Ceza Mahkeme'si açıldı. ÖYM'lerin yeni dava açması engellendi ancak mevcut davaları sürdürmelerine izin verildi.
Hükümet, ÖYM'leri kapatırken "kontrolden çıktıklarını", "toplumsal vicdanı yaraladıklarını", "haksız uygulamalara imza attıklarını" söylediği ÖYM'lerin bu uygulamalara bir süre daha devam etmesine müsaade etti.
İddia: Bu tamamen hukuki bir davadır, yargı bağımsızlığı var, yargıya güvenelim, yargı en doğru sonucu verir.
Karşı İddia: Bu tamamen siyasi bir davadır, her siyasi dava gibi siyasi nedenler ve konjukturle sonucu belirlenecektir.
Sonuç: Dava beklenildiği ve emsal tüm davalarda olduğu gibi siyasetin yoğun etkisi altında bitti. Tayyip Erdoğan "kişilerle kurumları ayıralım" gibi bir söylemle "Aziz Yıldırım'a ceza kesin ama Fenerbahçe'ye bir ceza vermeyin" orta yolunu işaret ederken, hem cemaati tatmin etti, hem de kendi istediğine en yakın sonucu dayattı. Fenerbahçe'nin tüm karşı çıkmasına rağmen, uzun bir süre Ankara'da lobi yapan ve yüksek mevkilerden icazet alan Yıldırım Demirören tarafından meşhur 58. madde değişti, kişiler ve kurumlar ayrıldı. Bu kararla ÖYM'lere de bir yol açıldı. Artık ÖYM kararı TFF'yi tam manasıyla bağlamıyor, kişilere verilen cezalar kurumlara verilen cezalar için bir gerekçe olmuyor, bir başka deyişle rahat rahat kişilere ceza verilebilir oluyordu. TFF önce savunmaları aldı sonra da savunmalar ve iddiaları değerlendirerek Fenerbahçe'yi akladı. Emniyetin 19 maçta şike ve teşvik primi tespit ettik açıklaması ile başlayan gayri hukuki süreç hiçbir maçta şike ve teşvik primi bulunamadan sona erdirildi. Buna karşın mahkeme "biz bir yanlış yaptıysak Yargıtay düzeltsin" gerekçesi ile Aziz Yıldırım'a örgüt kurup yönetmek ve şike suçundan 6 yıl 3 ay hapis cezası verdi. Aziz Yıldırım'ın korkutucu örgütü tercüman Samet Güzel, İlhan Ekşioğlu ve Şekip Mosturoğlu'ndan ibaretti. Aynı davada Beşiktaş Teknik Direktörü Tayfur Havutçu da (herhalde bu kadar tutuklu yattı ayıp olmasın diye) 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı, yattığı süre ceza süresine denk getirilerek tahliye edildi.
Bazı kulüpler bu kararlar ertesinde Türkiye'nin 8 yıl men edilebileceğini, UEFA'nın çok sert cezalar vereceğini iddia ettiler, bu iddialar da karşılıksız kaldı. Fenerbahçe önce Şampiyonlar Ligi'ne kabul edildi, arkasından da UEFA Avrupa Ligi'nde mücadelesine devam ediyor.
Bütün bunları neden anlattım?
Çünkü bir grup insan inat ve ısrarla bir yıl boyunca hiçbir hukuki argümana dayanmadan, yazılı, görsel ve sosyal medyada aynı yalanları söylemeye, bu yalanlara yeni yalanlar katmaya devam ediyorlar.
Çünkü bu insanlar, haksız çıkmaktan utanmıyor. Haksız çıktığında da "haksızmışım" demiyor.
Çünkü bu insanlar "o an" her şeyi savunabiliyor. Savunma almadan ceza verilmesini de, UEFA'nın yetki alanı dışında bir alanda ceza verebileceğini de, davanın çok hukuki olduğunu da, sanat eseri bir soruşturma olduğunu da söylüyor, söyledikten sonra tamamı yalan çıkınca da utanmadan bunları hiç söylememiş gibi aynen kaldıkları yerden hayata devam edebiliyor.
Bu insanlar Recep Tayyip Erdoğan'ın Fenerbahçe'yi kurtardığını söyleyebiliyor ama Fenerbahçe'nin en başta nasıl bu duruma düştüğünü, kimlerin etkili olduğunu, 58. madde değişmesinin Fenerbahçe'ye bir ödül değil esasında ceza olduğunu, bu durumun ÖYM'leri "orta yolcu" bir karar verme şansı ile başbaşa bıraktığını, hukuk sisteminin iflas ettiğini söyleyemiyor.
Bugün de alenen Fenerbahçe'nin TFF'yi kontrol ettiğini, bir Fenerbahçe medyası olduğunu filan iddia edebilecek çıldırmışlık seviyesi de devam ediyor.
Süreç sonunda bu davaya muhatap olan bütün takımların ağır bedeller ödediğini ise söyleyen sayısı neredeyse hiç yok.
Halbuki 3 Temmuz'dan önce Galatasaray'a 36 puan fark atan Trabzonspor'un kadronun çekirdeği gitti. Teknik direktörü istifa etti. Başkanının istifası Avni Aker'de isteniyor.
Beşiktaş oturmuş bir kadroya sahipken, ağır bir mali krize girdi, teknik direktörü ve oyuncu grubu değişti. Yıldırım Demirören başkanlığı bırakırken Beşiktaş'ı bir borç batağına oturttu.
Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'ne katılamadığı için 40 milyon € para kaybetti. Kemikleşmiş kadrosunu dağıtmak zorunda kaldı. Psikolojik olarak çok yıpratıcı bir sezondan sonra, neredeyse darbe yemiş bir şekilde yerinden kalkmaya çalışıyor.
Yani Türk futbolundaki tüm dengeler değişti.
3 Temmuz koalisyonu bugün hala varlığını sürdürürken, Türkiye'nin hukuk, adalet alanında yaşadığı sarsıntı, kurumsal bir yapı halinde futbol sahalarına da yansıdı.
Bu dönüşümden fayda çıkarmak için pozisyon alanlar teknik iflas durumundaki kulüplerinin finansmanını vergi afları, SPK operasyonları ile düzlüğe çıkartıp, diğer kulüplerden dağılan bazı futbolcuları da bünyelerine katıp, aldıkları medya - iktidar rüzgarı ile yükselirken, diğer kulüpler adil rekabet koşullarının hiçbirinin olmadığı bir yarışta oynamaya zorlandı.
Beşiktaş stadını kendi imkanlarıyla yapmaya çalışıyor, Trabzonspor hala Akyazı projesini bekliyor, Fenerbahçe mali sistemini düzenlemek, yerli yerine oturtmak, bir daha böyle olaylar gerçekleşirse daha dirençli olabilmek için kurumsal yapısını oturtmaya, finans yatırımları yapmaya konsantre oluyor.
Bugün mücadele edilen şeyin sadece futbol sahalarındaki bir maç sonucu olduğunu zannetmek akıl almaz derecede saf bir aptallık göstergesidir.
Bugün mücadele edilen şey hayatın bütün alanlarına sinmiş, her alanda kendine koalisyon ortakları devşiren, bu ortaklar ve elindeki iktidar araçları ile kendi imgeesinde bir dünya yaratan ve bu dünyanın "ötekilerine" de yaşam alanı bırakmayan doymaz bir canavara karşıdır. Bu mücadele futbol sahasında bir "görünüm" alanı yakalmıştır ama bu canavar siyasette de, sinemada da, sokakta da, tiyatroda da, hukukta da emniyette de var. Bu canavarın elleri her yere uzuyor, her yere dokunuyor, her yerden bir ötekiler ve mağdurlar atlası çıkartıyor.
Bizim bu blogdaki konumuz "Fenerbahçe" olsa da, Fenerbahçe üzerinden hayata dair çıkarımlar da yapmak mümkündür. Bu mümkünatların en önemlisi de kendi alanında kendini geliştirerek dnüşmeyenlerin bu mücadele karşısında biçare olacağının altını çizilmesi. Eski refleksler ve eski hareket kalıpları bugünün sorunlarını çözmüyor.
Karşımızda "gerçeklikle" hiçbir bağı olmayan, kendi dar faydasına ulaşmak için her türlü operasyonu yapabilen, makyevalist bir şekile hareket eden bir yeni insan türü var.
Bu insan türü tek ve en büyük mazeretin arkasında yaptığı her pisliği çamaşır makinesine sokarak temizliyor: Başarı.
Askeriyeye gidenler bilecek "hiçbir mazeret başarının yerini tutamaz" diye bir söz vardır. Bu söz "mazeret bulma, başar" anlamıan gelmez, tam tersine şunu söyler: yaptıkların için başarıdan / sonuçtan daha iyi bir mazeret bulamazsın. Amaca giden yolda her şey mübah. Ne yaparsan yap, sonuçta başarı varsa onun korkunç gölgesinde sığınabilirsin.
Bu bir ahlak konusu. Bu ahlakın her alanda görünüm şekilleri var. Yapmış olmayı, başarmayı, kazanmayı her zaman üstte gören, kazanmış olmanın, kazanmaya giden yolların her ne olursa olsun doğru olduğuna inanan, doğru vuruşun "gol olan vuruş" olduğuna biat etmiş, bundan başka bir argüman da tanımayan, kazananın kazandığı sürece her zaman bir numara oldğunu ve diğerlerinin de yok edilmesi gereken "ağlak" birer başarısızlar olduğunu zanneden bir insan ahlakı ile karşı karşıyayız.
Güç oyunlarından çıkmış, güç politikasını bilen, karşıdakini yenip ayakta kaldıkça kendisini "haklı" ilan eden, gücün hakkı da yarattığına iman edip, haklı olanın güçlü olan olduğunu ve kalan herkesin de biat etmesi gerektiğini yoksa onların da eskinin tezeği ve tarihten süpürülmesi gereken bir takım yoksunlar olduğunu imleyen bu ahlak yapısıyla da mücadele etmek önümüzdeki sorun.
Neden hatırlattım?
Yalan söylediler ve utanmıyorlar. Yalanlar sonucunda kazandılar ve mutlular.
Tekrar söyleyecekler, tekrar söylüyorlar ve bu devam edecek.
Bu yüzden doğruları söyleyenlerin de artık güçlü olması, onların da oyunu sahada bozması, bozmak için elinden geleni yapması, hem iyi oynaması, hem açık vermemesi, hem ahlaklı olması hem de kazanması gerekiyor.
Oyunun yeni kuralı bu.
Şimdi ilkeyi pratiğe uygulayalım.
Fenerbahçe kazanamazsa 3 Temmuz sürecinde ifade ettiği tüm doğrular geçersizleşecektir. Bu doğruların bir anlamı ve ehemmiyeti kalmayacaktır.
İletişim kanallarının tamamında organize olmuş, kitle iletişim araçlarını manipüle etme şansı olan iktidar bloğu ile yandaşlarına karşı, bir biçimde öteki olmuşların seslerini doğru bir şekilde ifade etme imkanı yoktur.
Sözlerimiz filtrelerden geçiyor ve filteler sözlerimizi de canavarlaştırıyor. Yapamadıklarımız bizim düşmanlaştırılmamız, ötekileştirilmemiz, başarısız gözükmemiz için birer bahaneye, kazandıklarımız ise "tesadüflere" indiriliyor.
Fenerbahçe "kan ter içinde" 3-1 kazanırken, Galatasaray 2 avans veriyor 4'te maçı bitiriyor.
Hürriyet Gazetesi Galatasaray muhabiri tweeter accountunda yarım yamalak duyduğu bilgiler üzerinden "saygı, spor ahlakı çok başka bir şey hocam" diyebiliyor, bir başkası "Kocaman şerefsizler" tweeti atabiliyor.
Baransuların, Serhat Uluerenlerin, Rasim Ozanların, Erman Toroğluların baş köşesine oturduğu bir medyada Rıdvan "Galatasaray'ın şu futbolcusuna kırmızı kart verilmeliydi" dediği için adeta linç ediliyor.
Ne yapacağız?
Bugün yönetimin en önemli sorunu bu ve bu bir başka yazının konusu. (bkz: Conan)
[1] http://www.gazeteboyut.com/istifanin-perde-arkasi-kandirildim-ikili-oynadilar
[2] http://papazincayiri.blogspot.com/2012/01/uefa-ve-tff-bir-danskl-dovus-hikayesi.html
[3] http://papazincayiri.blogspot.com/2011/08/tuzun-koktugu-yer.html
[4] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20881975.asp Devamı ...
18 Şubat 2013
Şeytanın Aklı
Türkiye'de yaygın bir komplo teorisi kültürü var. Bütün olayları ilgili, ilgisiz, pek az bilgi ve daha da az delille birleştirip birbirine bağlayıp "her şeyi açıklayan tek bir teori" yazmak buralarda ata sporu kabilinden değer görüyor. Ancak bu işin hakikaten bu seviyelere düşmesi de insanın canını sıkıyor. Banu Avar'ların filan yazdığı komplo teorilerinin yanında bir ilkokul talebesinin afacan çalışkanlığına benzeyen yazılardan bahsediyorum.
TFF'nin 3 Temmuz sürecinde hukuk müşaviri olan ve Mehmet Ali Aydınlar'ın kendisini kandırmakla itham ettiği Sn. İlhan Helvacı'nın ağabeyi eski Galatasaray 2. Başkanı Mehmet Helvacı sağolsun Galatasaray'lıları uyarmış. Bu uyarı nedense hukuki bir konuda değil de, Fenerbahçe'nin bir holding bünyesinde bir PR şirketi ile anlaştığı, bu PR şirketinin de kadın ve çocukları kullanarak (nedense?) toplumsal her fırsatı değerlendirerek" bir takım Fenerbahçe yararına işler yapılacağı yönünde olmuş. Tabi bu durumun milli birlik ve bütünlüğümüze etkileri de ortada. Galatasaraylılar kızmakta haklı. Fenerbahçe'nin bir PR ajansı ile çalışması Türkiye için bayağı tehlikeli bir durum.
Sayın Helvacı bunu 5 Temmuz 2012 tarihinde yazmış. Malum davanın üstünden 1 yıl geçtikten sonra. Böyle bir durumun gerçekleşmesini, Fenerbahçe'nin bir PR şirketi ile anlaşmasını ve derdini daha iyi / etkin anlatmasını gerçekten çok arzulardım. En azından anons krizi, Alex'in takımdan ayrılışı ve daha bir çok olay yaşanmadan önlenir, Fenerbahçe'nin de kriz yönetimi ve medya iletişim alanında yaşadığı büyük zaafiyet biraz olsun pansuman bulurdu. Ne yazık ki yaşanan olaylar bana böyle bir ajansın varlığını değil de eksikliğini gösteriyor.
Neyse herkes kendi meşrebince bir şey buluyor tabi, ilginç olan bu "uyarı fişeğinin" çok geniş kapsamlı bir komplo teorisiyle harmanlanarak önümüze sunulması.
Şimdi 12 Numara nasıl kuruldu Mehmet bunu bir çok defa uzun uzun anlattı. 3 temmuz sürecinde atılmış bir adım, adımın nedeni de kulüp yönetiminin böyle bir oluşuma ihtiyaç duyması değil, bizzatihi Mehmet'in aklına çok da güzel bir şekile bunun gelmesi oldu. Kendisinin bu kadar tehdit edilip, hedef gösterileceğini bilseydi bu işe yine de girer miydi bilemiyorum ancak bu süreçte bir çok cesaret gösterdi, maddi manevi bir çok zorluğa göğüs gerdi ve bu işi yürüttü.
Diyelim 12numarayı Ali Koç kurdurdu -ki böyle bir şey yok ama- velev ki böyle, ne olur ki? Yani suç mudur? Ali Koç karanlık bir mafya lideri midir, Abdullah Çatlı mıdır, insanların bir araya gelmekten utanacağı bir insan mıdır, birisini haksız yere hapse mi atmıştır, insanların malına mı el koymuştur, canına mı kast etmiştir? Benzer örnek değil ama bakın Ethem Sancak ne diyor: "Star Gazetesini Erdoğan'a destek olmak için almıştık" (bkz: http://haber.sol.org.tr/medya/ethem-sancakdan-carpici-itiraf-star-gazetesini-erdogana-haberi-68059)
Papazincayiri ise bundan 5 yıl kadar önce arkadaşlarla yaptığımız sohbetler neticesinde kuruldu. Bunu uzun uzun anlatmıştım, (bkz: http://papazincayiri.blogspot.com/2009/06/ekip.html) O tarihten bu güne kadar da normalde kendi aramızda yaptığımız sohbetleri dünyanın 4 bir tarafına dağıldığımız için fiziken yapamadığımızdan burada yapmaya devam ediyoruz. Ekip de zaman içerisinde büyüdü gelişti, bir çok arkadaş katıldı.
3 Temmuz sürecine kadar da Aziz Yıldırım ve yönetime karşı bir çok eleştiride bulunduk, bunlar da bu blogda hala duruyorlar. Aziz Yıldırım diye kısa bir arama bu konudaki şecereyi ortaya döker. (bkz: http://papazincayiri.blogspot.com/search?q=aziz+y%C4%B1ld%C4%B1r%C4%B1m)
3 Temmuz elbette bu durumu biraz değiştirdi. Neden? Çünkü bu kadar büyük bir haksızlıkta hala oturup da kurumsallaşma, oyuncu transferi, takım stratejisi gibi alanlarda eleştiride bulunmanın haksız ve aptalca olduğuna inandık. Bu inancımızda da haklı çıktık.
Davada ilk günden beri savunduğumuz her şey bugün hemen hemen geniş bir kamuoyu tarafından da kabul ediliyor. Daha geniş olarak özel yetkili mahkemelerin tamamında görülen hukuk ihlalleri de en sonunda Başbakan tarafından da kabul edildi, bu sebeple de özel yetkili mahkemelerin kaldırılması için kanun çıkartıldı.
Neydi o hukuk ihlalleri?
1- Masumiyet karinesi ihlal edildi. Daha insanlar gözaltına alınır alınmaz önce suçlu ilan edildiler sonra da haklarında ceza verilmesi talep edildi.
2- Sanıkların adil yargılanma hakkı yok edildi. Dava sırasında polis fezlekelerini sanıklar göremezken bu fezlekeler medyadaki belirli gruplara sızdırıldı ve haklarında kamuoyunda bir kanaat oluşturuldu.
3- Dava mahkemeden çok medyada götürüldü. Avukatlar müvekkillerini mahkemeden çok TV'lerde, gazete sayfalarında savunmak zorunda kaldılar.
4- Dava sırasında itham edilen suçu ispatlayacak temel delillerin hepsinde eksiklik vardı. Teknik takip dökümanlarının bir yorumu dışında, maddi, somut hiçbir delil ortaya konulamadı. MASAK Fenerbahçe'yi inceledi ve bir kuruş usulsüzlük bulamadı, hiçbir futbolcuya veya kulüp başkanına verilmiş tek bir liranın izi dahi bulunamadı.
5- Dava genel olarak bir Fenerbahçe davası olarak kaldı. Davada yargılanan diğerleri hakkınadki iddialar değerlendirilmedi, savunmanın bütün söyledikleri medya blokajıyla yok edildi.
Bunlar elbette Fenerbahçe davasına özel şeyler değil. Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Devrimci Karargah, KCK, tutuklu öğrencilerin davalarında da gördüğümüz şeyler.
Bu davada da aynı İlker Başbuğ veya MİT Müsteşarı Hakan Fidan davasında olduğu gibi Özel Yetkili Mahkeme yetki aşımı yaptı, esasında kanunen bakmaya yetkili olmadığı, 6222 sayılı kanun çerçevesinde Asliye Ceza Mahkemesi'nin bakması gereken bir davaya "ekonomik çıkar amaçlı suç örgütü kurarak, tehdit, cebir, şantajla temin etmek" gibi bir iddia ortaya atarak davayı görmeye devam etti.
Bir başka ilginç nokta da bu davanın paralel iktidar bloğu arasındaki çatlamanın da gün ortasına çıkmasına bir vesile olması oldu. Aralık ayında 6222 sayılı yasa değişirken cemaate yakın olduğu bilinenler "Aziz Yıldırım'ı kurtarma yasası" ve "bu yasa çıkarsa ergenekoncular da dışarı çıkar" gibi iddialarda bulunurken, en sonunda AKP Grup Başkanvekili "benim imzam Başbakan'ın imzasıdır" diyerek, hasta durumda olan Başbakan'dan aldığı destekle kanunu bir kere daha TBMM'ye getirdi, sonuçta da Aziz Yıldırım tahliye edilmedi ama haksız yere tutuklu bir şekilde yargılanan bazı insanlar tahliye edildi.
Hemen hemen biz de bunları yazmış, çizmiştik.
Şimdi buralardan gelinen nokta hakikaten akıl almaz bir nokta. Bu iddiaya göre biz "Aziz Yıldırım'ın adamıyız", "kulüpten maddi menfaat alıyoruz" zaten localarda gezmemiz de bunun ispatı.
O olayı anlatmıştım (bkz: http://papazincayiri.blogspot.com/2012/11/aziz-yldrm-bulusmas.html) ama bir daha anlatayım, Fenerbahçe Başkanı bizim de dahil olduğumuz bir grup insanla bir araya gelmek ve sohbet etmek için bizi yemekli toplantıya davet etti, biz de toplantıya iştirak ettik, daha sonra da maç izlemeye gittik, maç izlerken de bizi locaya davet ettiler, misafir olarak gösterilen yere oturduk, maçı izledik..
Burada herhalde hukuka, ahlaka, insanlığa sığmayacak bir durum yok? Bir Fenerbahçeliyim, Fenerbahçe başkanı da beni bir yere davet ederse ben de iştirak ederim. Zaten gizli saklı işler çeviren adamların oturup da 10.000 kişinin önünde maça gidip orada birlikte oturması kadar da aptalca bir şey olamaz. Ancak buna rağmen sanki çok gizli bir ayin varmış da ayinin orta yerinde yakalanmışız gibi bu durumun gündeme getirilmesi de karşımızdaki akıl kısıtını gösteriyor.
Orada yazarlar, çizerler, blog sahibi olan insanlar vardı. Elbette birbirimizi tanıyoruz, arkadaşız, fikir alış verişinde bulunuyoruz, konuşuyoruz. Mason locası gibi gizli değiliz, bir hizmet hareketi değiliz, kapalı, bilinmez, kuralları belirsiz bir illuminati de değiliz.
Aynı olayı Galatasaray ve Beşiktaş başkanına da tavsiye ederim. Bugün modern dünyada böyle büyük kulüp yöneticilerinin sosyal medyada veya klasik medyada yer alan insanlarla bir araya gelmesi, onlarla sohbet etmesi çok normal, makul ve doğru bir hareket. Bunu Obama da yapıyor, Cumhurbaşkanı da, herkes de yapıyor, yapacak. (bkz: Sosyal Medya Çankaya sofrasında - http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/85025/sosyal-medya-cankaya-sofrasinda.html) Konuşmada da gelişmeleri değerlendirdik, Aziz Yıldırım ile görüş farklılığımız olan yerler de oldu, orada da medeni insanlar olarak konuştuk, sohbet ettik. (Bir de dünyayı nasıl ele geçireceğimiz hakkında kapsamlı bir rapor çıkardık, sanıyorum o raporu birileri kaybetti ve kimse de not almadığı için bugün bunu gerçekleştiremiyoruz.)
Fatih Terim de nitekim Talip Doğan Karlıbel ve Mehmet Baransu gibi basınımızın mümtaz simaları ile bir araya geldi, şampiyonluk kutladı fikir alış verişinde bulundular.
Bu duruma bu kadar büyük anlamlar yüklemek, insanlara birer bankamatik veya "paralı asker" benzetmesi yapmak da hakaret olmanın ötesinde büyük bir haksızlık. Elbette bunu anlıyorum, hem taraftar gruplarının kendi yönetimleri ile gerçekten de akçeli ilişkiler içerisinde olduğunu biliyoruz hem de sportif rekabet, siyasal izdüşümleri ile birlikte bugün toplumda insanları birbirinden uzaklaştıran, ayıran, insanların ötekileşmesine neden olan bir noktaya geldi. Birilerinin Fenerbahçe hakkında iyi bir şeyler yazmasına bile tahammülü olmayan, bunu dahi kabul edemeyecek zihinler de aramızda dolaşıyor. O zaman da bu insanlar diyor ki "yahu bu adam bunları yazıyorsa mutlaka çok büyük bir maddi menfaat temin ediyor"
Sözün özü elbette böyle insanlar kendi meşreplerine göre bu öfkelerini bir yere kanalize ediyorlar. Yine de insan bunun en azından daha gelişkin bir yöntemle yapılmasını istiyor.
"Locaya gittiler, demek ki Aziz Yıldırım'ın askerleri, milyonları götürdüler" noktası hani komik demeyeyim ama o kadar düz ve basit ki insanın bu histerik cümle karşısında şevki de kırılıyor. Keşke hayat o kadar basit olsaydı. Keşke hayat iki tane blog yazısı ve birazcık tweetle insanların milyonları kırabildiği bir bilgisayar oyunu estetiğinde geçseydi. Öyle olmadığını da hepimiz biliyoruz.
Bu noktada bir ufak es vereyim mi? Mesela bu iddialar çeşit çeşit herkes için ortaya atılıyor. Demek ki Türkiye'de böyle bir zihin hastalığı var. O zihin hastalığı da şu, bu ülkede bazı insanlar kendilerinin "öteki" olarak gördüğü grupların "yararına / faydasına" olacağına vehmettiği şeyler söyleyen, yapan insanların o gruplardan büyük maddi menfaat temin ettiğine de inanıyorlar. Bunu doğrulayan örnekler de var. Ancak bunun aksine bayağı büyük bir örnek grubu da var. Mesela Hrant'ın Avrupalı vakıflardan milyon dolarlar götürdüğü söyleniyordu, adamcağız vefat ettiğinde ayakkabısının altının delik olduğunu gördük, Mesela Kuddusi Okkır'ın Ergenekon'un kasası olduğu söyleniyordu, milyonlara hükmeden bu insan vefat edince cenazesini belediye kaldırdı. Bu ucuz itham ve argümanın herhalde çok büyük bir gerçekliği olmadığını da görüyoruz.
Şimdi parantezi kapatayım, bu iddia burada da kalmamış, sözlükteki bir arkadaş da benim hukukçu, eşimin de pr sektöründe çalışmasından hareketle benim esasında bütün bunları kulüpten maddi menfaat kazanmak için kurguladığımı yazmış.
Bilemiyorum siz bunları okuyunca nasıl hissediyorsunuz ama bu haksızlık beni biraz kırıyor, üzüyor. Şöyle üzüyor, biz kendi işlerini yapan, bu işlerde de kendi emeğiyle geçimini sağlayan insanlarız. Bir insanın eşini hem de böyle bir olayda dile dolamak çok makul, insani bir tutum mu? Bu şekilde bir saldırı içerisine girmek gözü dönmüşlük değil de nedir? Siz herhangi bir şekilde bunu ahlakla, ahlaki bir davranışla birbirine ilintilendirebiliyor musunuz? Bir insanın ailesine, hayatına bu kadar hunharca saldırmak nasıl bir kalbin eseridir? Üstelik bunu adeta hedef gösterir bir üslupla yapmak insani bir şekilde anlamlanabilir mi?
Şahıs buna delil olarak ne sunuyor? Bir arkadaş grubuna yazdığım maili. Orada arkadaşlara attığım bu mail, daha sonra biri tarafından Ali Koç'a gönderilmişti, onu da bir cevval gazeteci arkadaş fotoğraflamıştı.
Esasında gizli saklı değil, onun çok uzun versiyonunu da burada yazmıştım. (Yönetime açık mektup: bazı öneriler - http://papazincayiri.blogspot.com/2011/08/yonetime-ack-mektup-baz-oneriler.html)
Bu önerilerin hemen hemen hiçbirinin yapılmamasının ve böyle tarihi bir vesika olarak kalması dışında da yazının uygulamaya geçen bir bölümüne rast gelmedim.
Ancak şu kadarını da ifade etmeme izin verin, bu Galatasaraylı arkadaş en azından şu kadarını bilsin, bu yazıda ve bahsi geçen mailde bir tek kelime bile Galatasaray'ın adı geçmiyor. Çünkü bütün bunlardan Galatasaray'ın sorumlu olduğunu düşünmüyorum. Galatasaray ne muhatap, ne düşman, ne de başka bir şey. Canını acıtmak istiyorum söyleminden de muhatabın Galatasaray olduğunu vehmetmesi çok basit bir görüş.
Galatasaray yönetimi bu olaylardan istifade etmek, kendisine bir avantaj sağlamak ve bu olayı kendi üstüne alınarak hareket etmek istemişse de böyle tanımlanamaz.
Burada Fenerbahçe'nin karşısında hukuk içine yerleşmiş, kamu otoritesi ve medyada bağlantıları olan, kendi elindeki gücü de kendi kısıtlı programı için kullanan bir grup insan vardı. Bu insanlara hangi ismi koyarsanız koyun bugün bu grup insan kabak gibi ortada gözüküyor.
Ve evet, herkesin de elindeki bütün imkan ve güçlerle bu hukuksuzluğun sahiplerine karşı mücadele etmesi gerektiğine inanıyorum. Ben de elimde hangi imkan varsa bu mücadeleye kendi meşrebimce devam edeceğim. Aksi düşünülebilir mi?
Bizler hukukun bu kadar hoyratça çiğnendiği, insanların leblebi gibi tutuklanabildiği, sırf tutuklananların isimleri, hayatları veya tipleri bizim hoşumuza gitmediği için bu mezalime sessiz kaldığımız bir ülkede yaşamaya mahkum da mahdum da değiliz. Bunu değiştirmemiz lazım. Birbirimize etnik, dini, kültürel ve hatta sportif ayrımlarla yumruk sıktığımız zamanlar, kaybedenin yine biz, bu yumruğu sıkanlar olduğunu göremiyor muyuz? Bugün sportif alanda nefret ettiğimiz rakip ve onun başkanı eza çekerken mutlu oluyoruz ama kimliğimizin başka bir boyutunun da etnik, siyasi veya dini inanışımız nedeniyle bu tuzakta vurulduğunu göremiyor muyuz?
Bütün bunları söylemek için birilerinden para almaya, birilerinin adamı olmaya ihtiyacımız yok, doğruyu, hayatta yaşadığını söyleme cesaretimiz olsun yeter.
Diyelim bu ülke bu seslerin çıkartılamayacağı kadar karanlık bir atmosfere düştü, o zaman da en azından gönlümüzle reddeder, itirazımızı da suskunlukla yaparız.
Nasılsa geçer bu günler, gelir yeni bir gün, aynı dünün geçtiği ve dünde kalan her şeyin de dünle yok olduğu gibi.. Devamı ...
5 Şubat 2013
Yönetimin "Sakıncalı Taraftarla" Mücadelesi
Türkiye’de gücü elinde tutan herhangi bir birimin o an kendini güçlü hissediyorsa demokrasi, hukuk, temel hak ve özgürlükler falan gibi dertleri olmadığını biliyoruz. Maalesef artık böyle bir toplumsal geleneğimiz oluştu. Herkes olayın mağduru durumundayken bu yüce kavramlara atfen hak talep ediyor, konjonktür değişip güçlü pozisyona geçince aynı hukuksuzluk duyarsızlık ve kayıtsızlığı başkalarına reva görmekten çekinmiyor.
Son yıllarda itiraz, protesto, yürüyüş gibi mevcut iktidara karşı yapılan her eylemin terörize edilip kriminalleştiği bir dönemden geçiyoruz. Birisini eleştirdiğiniz zaman o eleştirinin bireysel bir tasarruf olduğu akla bile getirilmeden hangi gruba hizmet ettiği, aslında hangi örgütün işine geldiği falan gibi akıl yürütmelerle kendinizi bir anda bir oluşumla yan yana bulabiliyorsunuz. Bizim gibi ne muhalefet etme kültürü ne yönetme kültürü demokrasiden nasibini almış bir ülkede herhangi bir karşıt söylemin direkt olarak zaptürapt altına alınması gerektiği düşünülüyor.
Şimdi bu yazının meramına gelelim.Bugün Fenerbahçe yönetimi bir açıklama yayınlayarak Mersin İdman Yurdu deplasman biletlerinin kulüp tarafından alındığını ve kimlik fotokopisiyle satılacağını duyurmuş. Böyle bir karara gerekçe olarak da son zamanlarda kulübe zarar verici eylemlerde bulunmuş taraftar tavrından bahsetmiş. Aslında niyetin ne olduğu belli, yani Fenerbahçe Gaziantep’deki tribün olayları nedeniyle 10.000 TL ceza ödediği için böyle bir yola falan gitmedi bunu hepimiz biliyoruz. Fenerbahçe yönetimi kendisini protesto eden bir grubu biletler üzerinde dağıtım kontrolünü tutarak etkisizleştirmek istiyor. Bu grubun neye hizmet ettiği, protestolarının haklı mı haksız mı olduğu ikincil bir tartışmanın konusudur. Ama bir yönetim taraftar grupları arasında nüfuzunu kullanıp makbul taraftar- sakıncalı taraftar ayrımını resmileştirirse bu tavrın sonu iyi yerlere gitmez.
Genç Fenerliler’i yönetim olarak beğenmiyor olabilirsin, sana karşı bir takım komplolar içinde olduklarını falan da düşünebilirsin ama bu grupla böyle mücadele edemezsin. Bu gruptan yönetim olarak rahatsızsan 50 tane platformda “bunlar şu amaçla şöyle şöyle bir organizasyon içindeler taraftarlarımızın kahir-i ekseriyetinin bunları bilmesini ve bu gruba itibar etmemesini istiyoruz” dersin o zaman aklı selim sahibi insanlar da sana inanır ve tavır koyar.
Ancak bir grup bizi protesto etmesin diye herkesi fişleme yoluna gitmek,herkesten kimlik fotokopisi isteyip taraftarın sicilini tutmak gibi işlerle uğraşmak bu kulübe yakışmıyor. Fenerbahçe yönetimi böyle yöntemlerle kendilerini protesto eden kitlenin niceliğini ve etki gücünü bırakın azaltmayı arttırır.
Ayrıca diyelim bu grup gerçekten Fenerbahçe’ye zarar vermek amacıyla yönetimin istifasını istiyor bizde yönetimin bu tavrına uyup bu eylemini onayladık. Yarın herhangi bir gruba üye olmayan sıradan bir Fenerbahçeli tribünde “yönetim istifa” diye bağırdığında onun da aynı gerekçelerle kriminalize edilmeyeceğinin garantisi ne? Yani aynı fikirde olmadığımız sevmediğimiz birileri için önlenmesi gerektiğini düşündüğümüz protesto hakkını ertesi gün kendimiz için nasıl talep edebileceğiz? Bu toplumun tüm kesimleri nefret ettikleri insanlar mağdur olduğunda ses çıkarmayıp sadece sevdikleri mağdur olduğunda ayağa kalktığı için bugünkü hukuki garabetleri yaşamıyor muyuz? Daha bir sene önce nefret objesi haline getirilerek linç edilmeye çalışılmış, sahasında 12 Mayıs’da emniyet tarafından toplu katliam provası yapılmış bir kulüp öyle ya da böyle kendisini istemeyen kendi taraftarına karşı onları fişleyerek mi kendini savunma yolunu seçer ?
Hangi amaç ve saikle olursa olsun maça gitme hakkının yönetim tarafından kontrol edilip, taraftarın sicil bilgilerinin tutulması anti demokratik bir tavırdır. Bugün şu duruma ses çıkarmayıp sırf “sevmediğimiz insanlar maça gitmesin işte ne güzel” diyen insanların Balyoz davasında “üç beş delil sahteymiş canım olur öyle şeyler adamlar zaten darbeciydi” diyen ÖYM aşıklarından bence hiçbir farkı yok.
Hayatımda bir taraftar grubuna ne üye oldum ne de herhangi birine sempatim var. Bana sadece Fenerbahçeli sıfatı yetiyor. Genç Fenerliler’i de Başkan’la kanka olduğu günlerde de sevmezdim düşman olduğu bugün de sevmiyorum. Ama bütün bunlar yönetimin bu tutumunu meşru görmeyi gerektirmez. Nefret ettiklerinize karşı da aynı değerleri savunabiliyorsanız o zaman konjonktürün değil vicdanınızın sesini dinliyorsunuz demektir.
Devamı ...
4 Şubat 2013
Hoca, Yönetim ve Büyük Resme Bakmak
Bu sene artık vaka-i adiye haline gelen iç saha yenilgilerinden birini daha aldık. Eskiden 40 maçlık 30 maçlık seriler yakalayan takımın bir- iki aylık süre içerisinde kendi sahasında üç kez sıradan takımlara yenilmesini hazmetmek açıkçası hiç kolay değil.
Webo transferi sonrası Aykut Kocaman tek forvetli oyun planını revize edip Webo’yu en uca Sow’u sağ kenara Kuyt’u da sol kenara atarak başladı. Taraftarın müthiş desteğiyle önceki maçlara göre daha ısırgan ve istekli bir Fenerbahçe görüyorduk ki sağolsun Volkan bu seneki felaket performansına yine acayip bir gol yiyerek devam edince yine bu sene artık alışkanlık olduğu üzere maça 1-0 geride başladık. Çok planlı ve organize olmasa da ilk yarı itibariyle Sivas kalesinde baskı kurmayı başardık birkaç net pozisyon ve kaçan bir penaltı sonrası devreye mağlup girdik. O kadar baskılı başlayamadığımız ve Sivas’ın kontra pozisyonlar bulmaya başladığı bir dakikada golü bulduk, golden sonra baskıyı daha da artırmamız gerekirken kontrolü kaybettik, son 20 dakika özellikle oyuncu değişikliklerinden sonra takımın hücum etkinliği düşerken Sivas özellikle kalecisinin müthiş isabetli uzun degajları sonrası pozisyon bulmaya başladı ve duran toptan Volkan’ın bakışları altında bir gol daha bulup şampiyonluğa dair umutların yeniden doğduğu bir günü tamamen umutsuz bir geceye dönüştürdü.
Fenerbahçe’nin bu sene ligde kötü gitmesine dair oyuncular isteksiz, koşmuyor falan gibi şeyler üzerinden kötü gidişi oyuncuların bireysel performanslarına bağlayan bir görüş var, Aykut Kocaman’ın istifasından sonra oyuncuların da bizzat bu görüşü doğrularcasına “sorun bizde” diye açıklama yapmaları ve hocaya söz vermeleri de bunu doğrular nitelikte ama sorunun sadece oyuncuların daha çok koşması ya da istemesiyle alakalı olmadığını Sivas maçında da gördük.
Fenerbahçe’nin sorunu anlık günlük bir performans sorunu değil. Bu takımın oyun aklında ve saha içi planlarında problem var. Fenerbahçe’nin ligdeki en verimli oyuncusu Sow. Webo transferi sonrası Webo’yu oynatmak için Sow’u en uçta oynayan oyuncu rolünden sağ içe deplase olarak kaleden uzaklaşan bir rolde oynatmak felaket bir tercih. Yani elinizde kaleye yakın olduğunda iş yapan ama yanında kendisine yardımcı olacak hücumcular bulunmadığı için etkisizleşen bir oyuncu varken onun yanına ya da arkasına bir oyuncu koyacağınıza Webo’yu en uca koyup Sow’u kanata çekmenin akılla mantıkla bir izahı yok.
Aykut Kocaman’ın Kuyt ısrarını da anlamak mümkün değil. Adamın form durumu bir aydır yerlerde sürünüyor ,geçen hafta Antep maçında 2-1’ i bulduktan sonra yine sahanın dökülen ismi Kuyt’ı almak yerine Sow’u oyundan almıştı bu hafta da golü atmış, morallenmiş ve kenardan ortalara en iyi kafa vurabilecek durumdaki Webo’yu oyundan alıp hiçbir şey yapmayan Kuyt’a 90 dakika sabretti. Bir de takımın birinci penaltıcısı olarak Kuyt’ı neye dayanarak birinci penaltıcı seçmişler onu da anlamadım, topla ilişkisi bu kadar problemli olan bir oyuncunun birinci penaltıcı olmasıneresinden bakarsan bak tuhaf.
Kuyt’un neden çıkmadığıyla ilişkin 2-3 ay önce de bir soru sorulmuş ve Rıdvan Dilmen Aykut Kocaman’ın Kuyt’ı takımın ve oyunun lideri olarak gördüğü için onu pek çıkarmak istemediğini söylemişti “Yüzde Yüz Futbol”da. Kuyt zaman zaman katkı yapabilecek mücadele eden fedakar oynayan bir oyuncu olabilir ama saha içi liderlik vasıflarına sahip olabilecek bir oyuncu kesinlikle değil, hele üzerine oyun planı inşa edilebilecek bir oyuncu asla değil. Zaten Aykut Kocaman’ın aklındaki oyun planında en kilit rolleri Kuyt ve Christian gibi son derece yetersiz oyunculara vermesi takımın bu halde olmasının en önemli sebebi. Rol ve görev tanımları yanlış kurulmuş bir kadroda kolay kolay toparlanamıyor. Yani şöyle düşünelim oyunun merkezinin ve aklının Oğuz, Okocha,Baliç, Revivo, Rapaiç, Hoojdonk, Alex gibi oyunculara verildiği bir gelenekten Kuyt ve Christian’ın kilit oyuncu olduğu düzene. Yorum yapmaya gerek yok
Sivas maçını bir kenara koyup büyük resimde başka sorular sormak da lazım tabi. Aykut Kocaman basın toplantısında Emre’yle ilgili “niye gitmişti niye döndü” sorusuna yanıt vermek istemediğini söyledi. Şimdi 6 ay önce Emre’nin affedilmez hatalar yaptığını söyleyerek takımdan gönderilmesini buna bağlıyorsan ve ben de basit bir taraftar olarak “hocaya saygısızlık yaptıysa iyi olmuş gitmesi” diyorsam o zaman bu adam geri dönünce benim de bu adamı gönderen merciden bir açıklama beklemem son derece doğal. Oysa ne yönetimden ne hocadan bir açıklama var. Yani Emre’nin hatası affedilmez değilse neden o zaman yollayıp yerini doldurmak için milyonlarca euro bonservis verip Meireles-Topal’ı aldık. Yok Emre’nin hatası gerçekten affedilmezse 6 ayda ne değişti de geri döndü. Fenerbahçe yönetiminin ve teknik heyetinin “biz yaptık oldu” havasında işler yapması ve taraftarı her durumda kendilerine sorgusuz sualsiz destek vermek zorunda özneler gibi algılamasından artık vazgeçmesi lazım. Bir ay boyunca bir oyuncunun peşinden koşup alamayınca Fenerbahçe’nin menfaatleri için almadık falan diye saçma sapan 90’lardaki olağanüstü hal bölge valisi açıklamaları gibi açıklama yapmaması lazım.
Benim şu transfer döneminden çıkardığım sonuç yönetimin Aykut Kocaman’ın sene sonunda her halükarda takımdan ayrılacağını düşünmesi dolayısıyla yüksek maliyetli transfer işine girmediği. Yönetimin bu sene bu takımdan bir ümidi olmadığının da bir nevi göstergesi. Açıkçası Fenerbahçe’nin sorunun iki-üç transferle çözülemeyeceğini düşünüyorum ben de. Aykut Kocaman oyunun emek ve koşu kısmını fetişleştirip hüner ve akıl kısmını ihmal edilebilir olarak değerlendirdiği müddetçe Fenerbahçe için hiçbir formasyon hiçbir transfer istenen sonucu vermeyecek.
Fenerbahçe yönetimi için de ayrı bir parantez açmam gerekiyor. Geçen seferde yazmıştım ortada Fenerbahçe yönetimi diye bir şey yok, hareket hali Yargıtay kararı nedeniyle kısıtlanmış, bütün eylemsizliklerini devam eden hukuki sürece atfen açıklayan bir Yönetim Kurulu’muz var. Aziz Yıldırım’a muhalif olan hareketin rezilliği şu anki yönetime koşulsuz destek verilmesi anlamına gelmiyor. Ben yönetimdeki bazı isimlerin Fenerbahçe’nin bu hafta kimle oynadığını bile bilmediklerini düşünüyorum. Tamamen yine tek adama endekslenmiş her şeye karar verenin tek kişi olduğu bir yapıyla devam ediyoruz. Aziz Yıldırım’ın tek adam kültürünün mağduru olup hapislere düşmüş birisi olmasına rağmen ısrarla tek adamlığa teşne yönetim anlayışıyla devam edişini nasıl açıklayacağız ?
Fenerbahçe için toparlanma senesi olabilecek yeniden canlanma senesi olabilecek daha doğrusu olması gereken bir seneyi ne hale getirdik. Futbol takımının antrenörü istifa edip geri döndürüldü, erkek basketbol takımının antrenörünün tazminatı yüksek diye sözleşmesini feshedemedik, erkek voleybolda takıma uyum sağlamış antrenörü gönderip yerine getirdiğimiz antrenörü de gönderdik, kadın voleyboldaki koç bence tüm koçlar içindeki en zayıf halka zaten . Sene başı planlamaların neredeyse bütün branşlarda iflas etmiş olması bir yönetim başarısızlığıdır. Bütün bu sportif planlama hatalarının yanında meydanı tamamen Galatasaray’ın ele geçirmesini izlemeleri de cabası.
Ben Aziz Yıldırım’a hapisten çıktıktan sonra hapisteki tavrının dışarıda da devam edeceğini düşündüğüm için bir şans verilmesi gerektiğini düşünüyordum. Yıllardır onun tarz-ı siyasetinden şikayetçi olan sürekli eleştiren birisi olarak o gün kongre üyesi olsam sadece Fenerbahçe başkanını Fenerbahçe kongresi belirler mesajını dosta düşmana göstermek için oyumu Aziz Yıldırım’a verirdim.
Ancak başkanın yeni dönemde de eski alışkanlıklarından çok bir şey kaybetmediğini görüyoruz ve benim kendisinden artık bir umudum yok. İşin kötü tarafı yönetime ehil,birilerinin maşası gibi davranmadan Fenerbahçe’yi yönetmeye aday bir muhalefet de yok. Fenerbahçe’nin mevcut yönetime körü körüne bağlı başkanın her hareketinde hikmet arayan ve sayısı epey kalabalık gruplardan da, kulübü ele geçirmek için şeytanla bile işbirliği yapabilecek , trübünde “şike” diye bağırabilecek derecede kendinden geçmiş gruplardan da kurtulup bağsız/bağlantısız bir üçüncü yol bulması lazım. Körü körüne destek de körü körüne muhalefet de bizi uçuruma götürüyor. Artık bir devlet/cemaat projesi olduğu iyice ayyuka çıkan Galatasaray’la mücadele etmek için Fenerbahçe’nin tarihte olduğu gibi sırtını halka dayaması gerek. Ne mevcut yönetim, ne onları devirmeyi kafaya koymuş mevcut oluşum bu mücadeleyi yürütebilecek durumda.
Eğer Fenerbahçe bir üçüncü yol bulamazsa “Dinamo Galatasaray”’un şampiyonluklarında reyting yükselten figüran rolüne doğru hızla ilerliyor. Acıbadem’in durup dururken Cluj’a sponsor olması Schalke kurada çıkar çıkmaz THY’nin Schalke sponsorluğu, bedelsiz sermaye artırımları, iki sene önce meteliğe kurşun atan 70 cente muhtaç olan kulübün gözünü karartıp milyon eurolar saçarak oyuncu alması bize çok şey anlatıyor. Bunlarla sahada mücadele edebilecek bir futbol takımı ve saha dışında mücadele edebilecek bir yönetim istiyoruz . Şu an aradığımız iki şeye de ulaşılamıyor maalesef.
Devamı ...