31 Ocak 2011
Fenerbahçe 2 - Trabzonspor 0
STSL 30/01/2011
NTVSPOR
Spor Toto Süper Lig'de 19. haftanın kritik mücadelesinde Fenerbahçe, lider Trabzonspor'u konuk etti. Oldukça gergin geçen maçta, ilk yarıda oynadığı futbolla rakibinin yarı sahadan çıkmasına bile izin vermeyen Fenerbahçe, Niang ve Lugano'nun attığı gollerle rakibini 2-0 mağlup etmeyi başardı. Sarı-lacivertlilerde Selçuk, Trabzonspor'da ise Glovacki ve Tayfun Cora kırmızı kart gördü.
Maça hızlı başlayan Fenerbahçe, yaptığı presle rakibinin kendi sahasından hapsetti. 19. dakikada Alex'in sağ kanattan kullandığı köşe vuruşunda Lugano topu ağlara yolladı ve takımını 1-0 öne geçirdi. Bu golden sonra da sarı-lacivertlilerin hızı kesilmedi. 23. dakikada Mehmet Topuz sağ kanattan getirdiği topu ceza sahasına ortaladı, ön direğe koşan Niang klas bir vuruşla topu ikinci kez Trabzonspor ağlarına yolladı.
2-0'dan sonra Fenerbahçe oyunu rölantiye aldı. Topun rakipte kalmasına izin veren Fenerbahçe, sağlam defans yapısıyla rakibine pozisyon vermedi. Trabzonspor'un ilk yarıda gole tek yaklaştığı pozisyon, 42. dakikada Selçuk'un sol çaprazdan kullandığı serbest vuruştu.
İkinci yarıya Trabzonspor Colman-Yattara değişikliği ile başladı. Bu değişiklikle rakip ceza sahasında daha etkili olmayı hedefleyen Şenol Güneş'in hesapları pek tutmadı. Taa ki 64. dakikaya kadar. Fenerbahçe'de Selçuk, Jaja'ya yaptığı hareketten sonra kırmızı kart gördü ve Fenerbahçe 10 kişi kaldı.
Kazanılan serbest vuruşta Selçuk topu direk kaleye yolladı, Volkan'ın ellerinden seken top üst direğe çarparak kornere çıktı. Bu pozisyon Trabzonspor'un maç boyunca gole en çok yaklaştığı pozisyondu. Trabzonspor'un daha çok topa sahip olması ve 1 kişilik üstünlüğü 71. dakikada sona erdi. Alex'e sert bir hareketle faul yapan Glowacki ikinci sarı kartını görerek oyun dışı kaldı. 90. dakikada ise Tayfun Cora hakeme yaptığ itiraz sonucu direkt kırmızı kart gördü. Bu dakikadan sonra maçta başka gol olmayınca Fenerbahçe maçtan 2-0 galip ayrıldı.
Fenerbahçe bu sonuçla lider Trabzonspor ile puan farkını 4'e indirdi ve şampiyonluk için büyük bir adım attı. Sarı-lacivertliler, özellikle ilk yarıda oynadığı futbolla taraftarlarını mutlu etti. Ancak gelecek hafta oynanacak Manisaspor maçı öncesi 2 önemli oyuncusunu kaybetti. Sarı kart gören Gökhan Gönül ile kırmızı kart gören Selçuk Manisaspor karşısında forma giyemeyecek. Maç boyunca bir türlü istediklerini yapamayan Trabzonspor ise Ankaragücü maçından sonra bu maçta da puan kaybederek rakipleriyle olan puan farkının azalmasına engel olamadı.
FENERBAHÇE: 2 - TRABZONSPOR: 0
Stat: Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu
Hakemler: Bünyamin Gezer, Baki Tuncay Akkın, Nihat Mızrak
Fenerbahçe: Volkan Demirel, Gökhan Gönül, Lugano, Yobo, Andre Santos, Mehmet Topuz, Selçuk, Emre, Dia (Dk. 79 Bekir), Alex (Dk. 86 Özer), Niang (Dk. 87 Semih)
Trabzonspor: Onur, Serkan, Giray, Egemen (Dk. 19 Glowacki), Cale, Selçuk, Colman (Dk. 46 Yattara), Engin, Burak (Dk. 73 Tayfun), Jaja, Umut
Goller: Dk. 19 Lugano, Dk. 23 Niang (Fenerbahçe)
Kırmızı Kartlar: Dk. 65 Selçuk (Fenerbahçe), Dk. 70 Glowacki, Dk. 90 5 Tayfun (Trabzonspor)
Sarı Kartlar: Dk. 17 Colman, Dk. 56 Burak, Dk. 68 Jaja, Dk. 90 4 Cale (Trabzonspor), Dk. 40 Lugano, Dk. 43 Gökhan Gönül, Dk. 67 Emre, Dk. 75 Volkan Demirel (Fenerbahçe)
Devamı ...
28 Ocak 2011
Ömer Getirdi, Emir Bitirdi
Bir an önce maçı koparma hevesi ve gerginliğiyle maça girdik. Arka arkaya iki üçlükle öne fırlasak da içeriyi iyi kullanan ve hücum ribauntlarında etkinliğini hissettiren Valenica, skor olarak hep yakın kalmayı başardı. Kinsey'in yokluğunda Tomas'ın da erkenden ikilemesi yüzünden topa baskıyı yeterince yapamadık. Ömer'in ve Emir'in hücumda takımı sürüklemesiyle skoru kolay ürettik ama kendi potamızda da kolay sayılar görmeye başladık. Kolay basketi biz bulmak üzereyken yaptığımız top kayıpları farkın açılmamasına yol açtı ve ilk periyodu 21-20 önde kapattık.
İkinci periyot momentumu ele geçirdiğimiz ve tokatı atıp geçebileceğimiz bölümlerde yine çok basit top kayıpları yaptık. Clever ve Martinez'in orta mesafe şutlarıyla maça tutunmaya çalışan Valencia'ya karşı Mirsad'ın oyuna girmesiyle ribauntlarda dengeyi sağlayıp 7 sayılık bir avantajla devre sonuna girsek de Valencia farkın yine çift hanelere çıkmasına izin vermedi ve ilk yarı 37-33 sona erdi.
Üçüncü çeyrek Marko Tomas, Olympiakos maçının ikinci yarısındaki gibi başladı. Arka arkaya üçlüklerle farkı 9'a kadar çıkardık. Valencia bir kez daha geri gelmeyi becerdi. De Colo ile Martinez'in hücum ve Lischuk Javtokas'ın savunma katkısıyla skorda eşitliği tekrar yakaladılar. Sürekli skor olarak önde kalsak da bir türlü farkı 5-6 sayının ötesine çekemedik. Üçüncü periyodu da 2 sayı farkla, 54-52 önde kapadık.
Dördüncü periyot Ömer'in yine sazı eline aldığı savunmada birkaç top çalmayla kolay sayılar bulduğumuz bölüm sonrası bir kez daha hamle yapıp son 3-4 dakikaya 8 sayı önde girmeyi başardık. Artık kapıyı kapatıp maçı 6-10 sayı civarında bir farkla kazanabilecekken Valencia'nın bir kez daha gelmesine izin verdik. Son hücumlarda Emir'in ve Ukiç'in yanlış tercihleriyle son topta Valencia'ya kazanma şansını versek de Emir, son saniyede üst üste yaptığı iki blokla Martinez'e dur deyince maçı 75-73 kazanıp ikide ikiyi cebimize koyduk.
İyi oynamadığımız, 17 top kaybı yaptığımız, 18 hücum ribaundu verdiğimiz, rakibin bizden 15 kez daha fazla topu potaya gönderdiği bir maçı kazanmak aslında mucize. Üçlük yüzdemiz istatistik hanesinde bize üstünlük sağlayan yegane bölümlerden biri. Olympiakas maçındaki yüzde 80'den sonra bu maçta da yüzde 50 üçlük attık.(9/18)
Beş numara pozisyonunda oynayan iki oyuncumuz Kaya ve Oğuz'dan toplam sadece 4 sayı bulduk ki bu bizim uzunların ne kadar etkisiz kaldığının göstergesi. Oğuz ve Lavrinoviç aynı anda sahadayken neredeyse net ribauntumuz yok. Savunmada topa baskıyı hiç yapamadık maçın büyük bölümünde, dış adamlara daha önce alışmadığımız kadar boş şut verdik. Takım olarak bir oyuncuya bağlı olmadan skorun eşit dağıldığı bir takım olmamız çok iyi ama bu sistem içinde bazı oyuncuların kilit rolünü görmemizi engellememeli.
Bu takımın rahat maç kazanması için verim alması gereken bir numaralı oyuncu Ukiç. Bu sene Ukiç'in olmadığı Siena ve Karşıyaka maçlarını kaybettik, Ukiç'in rotasyon olmadığı için son periyotta dağıldığı Galatasaray maçını da kaybettik, yani Ukiç'in bu denli verimsiz olduğu bir maçı ilk kez kazanıyoruz diyebiliriz.
Ömer Onan'a artık parantez açmak falan az, heykelini dikmek lazım. Şahane bir oyun konsantrasyonuyla bildiğimiz savunmasına hücumda da öldürücülüğünü ekledi bu sene. Sene başından bu yana üçlük çizgisinin uzamasına rağmen ligde de Euroleague'de de %50' nin üzerinde üçlük atması mantık ve matematik dışı. Kaptanın bu performansına şapka çıkaralım.
Maçın ikinci kahramanı Emir'in Dikembe Mutombo'yu hatırlatan iki blogu da bu haftanın Top 10'unda bir numaradaki yerini alacaktır. Emir şu savrukluğunu biraz azaltsa, oyun zekasına bir de soğukkkanlılığını ekleyebilse Avrupa'nın en iyi çok yönlü oyuncusu olabilir, yine de sene başındaki verimsizliği düşünülürse bu seviyelerde bu denli katkı vermesi süper.
Uzunlarımızdan Mirsad dışında vasatı aşan bir performans gelmedi ama Oğuz'a bir çift sözüm var; Senin 33 yaşındaki kaptanın kendini yerden yere atarken sen de bir zahmet şu ayaklarını kaldır be Oğuz. 17 dakikada sadece 2 ribaunt alır mı 2.10 boyundaki bir adam?
Hakemlere gelirsek deplasmanda Barca ve Olympiakos maçlarını kazanmış bir takım olarak hala hakemlerden gerekli saygıyı görmüyoruz. Zaten taraftar olarak hakem üzerinde bir etkimiz yok, kıyamet koparılacak düdüklerde düşük yoğunluklu bir uğultu çıkıyor sadece. Resmen Valencia'yla deplasmanda oynuyormuşuz gibi düdük çalındı, hele ikinci yarıda devamlılık diye basket faul çalınan bir pozisyon var ki tam anlamıyla skandal.
Şimdi okyanusu geçtik önümüzde iki kağıt üzerinde kolay maç var. Bu iki maçı kayıpsız geçip Olympiakos ve Valencia'nın birbirlerini yemesini bekleyeceğiz. Biz iki Zalgiris maçını kazanıp bu iki takımdan biri de bu iki maçta tulum çıkarırsa 4. maçlar sonunda gruptan çıkmayı garantileyebiliriz. İkisi de birer maç kazanırsa son iki maçtan bir galibiyet çıkarmamız gerekebilir. Olympiakos'la burdaki maç da, Valencia'yla deplasmandaki maç da hiç kolay değil. Son olarak da Murat Kosova'ya bravo. Maçın bütün heyecanını sesine yansıtmayı bu kadar becerebildiği için.
Devamı ...
22 Ocak 2011
Antalyaspor 0 - Fenerbahçe 1
STSL 22/01/2011
NTVSPOR
Kötü biten 2010'un ardından 2011 de iç açıcı başlamadı Fenerbahçe için. Türkiye Kupası hasretine bir yıl daha eklenmesi, Alex ve Andre Santos krizleri ligdeki performansa nasıl yansıyacağı merak ediliyordu. Antalya'da geçirilen kampın tedavi edici unsur taşıdığı Aykut Kocaman ve futbolcular tarafından sıkça telaffuz edildi, Antalyaspor maçından 1 saat önce Trabzon'dan gelen haberle birleşince umutlar da bir nebze olsun yeşerdi.
Kocaman'ın yeni serüvenin ilk maçında daha önce kullanmadığı şekilde Alex-Niang-Semih üçlüsünü sahaya sürdü. İbrahim-Sedat-Uğur'dan oluşan dirençli orta sahasıyla rakibine cevap vermek isteyen ev sahibi, ilk 10 dakikada Tita ve Necati'nin şutlarıyla tehditkardı.
Antalyaspor'un önde oynama isteği maçı güzelleştiriyordu. Lakin, sol kanada geçen Niang, böyle de etkili olabileceğini 10'da gösterdi. Ceza sahası sol çaprazından şutu az farkla dışarı gitti.
20'de kullanılan kornerde ceza sahası içinde Emre'nin şutu Ömer'in ayaklarına takıldı, kontraya dönüşen atakta Antalyasporlu Erkan'ın son çizgiden yaptığı orta Volkan'da kaldı.
Devrenin ortalarından itibaren pas hatalarının sayısı arttı, tempo da düştü. Bitime 5 dakika kala yine bir duran top Fenerbahçelileri heyecanlandırdı. Alex'in ortasında arka direkte Emre'nin volesi, direğin hemen yanından gitti. Bu pozisyonun hemen ardından Gökhan Gönül'ün içine 'Messi' kaçtı. Orta sahadan aldığı topu, ceza yayının önünden harika bir aşırtma vuruşla filelerle buluşturdu: 0-1.
Hafta içinde 'her şey düzelecek' mesajı veren Gönül, takımını 2. yarıya moralli taşıyordu. İkinci yarıya takımlar aynı 11'lerle çıktı. 48'de Erkan'ın ortasında Yobo ters vuruşla tabelayı az kalsın değiştiriyordu. 49'da ise bu kez Uğur İnceman kaçırdı.
15 dakika boyunca Antalyaspor'un oyuna hükmetmesi Aykut Kocaman'ı müdahaleye itti. 62'de Semih çıktı, sakatlıktan bir kez daha dönen Özer girdi. Kocaman'ın pas yaparak baskıyı kırma düşüncesi meyvesini verdi. Antalyaspor'un etkinliğini minimize eden Fenerbahçe'ye karşı da Mehmet Özdilek üst üste Dijehoua, Kenan ve İlkem'i sahaya sürdü. Ancak oyunu kilitleyen Fenerbahçe sahadan istediği skoru alarak ayrıldı.
Fenerbahçe için kritik haftalardan ilki geçildi. Puan farkı 7 ve haftaya Şükrü Saracoğlu'nda adeta kader maçı var. Trabzonspor karşısında alınacak bir galibiyetle Fenerbahçe'nin üzerinde parlak bir güneş açabilir.
MEDİCAL PARK ANTALYASPOR: 0 - FENERBAHÇE: 1
Stat: Mardan Antalyaspor
Hakemler: Tolga Özkalfa, Ekrem Kan, Serkan Akarca
Medical Park Antalyaspor: Ömer, Erkan, Ali Turan, Deniz, Yenal (Dk. 79 İlkem), Sedat, Uğur, İbrahim (Dk. 79 Kenan), Tita, Mehmet (Dk. 78 Djiehoua), Necati
Fenerbahçe: Volkan, Gökhan, Lugano, Yobo, Dos Santos, Selçuk, Emre, Mehmet Topuz, Alex (Dk. 90 Gökay), Niang (Dk. 76 Dia), Semih (Dk. 62 Özer Hurmacı)
Sarı Kartlar: Dk. 66 Erkan, Dk 67 İbrahim (Medical Park Antalyaspor), Dk. 76 Lugano, Dk 89 Özer Hurmacı (Fenerbahçe)
Kırmızı Kart: Erkan Sekman (Karşılaşma tamamlandıktan sonra) (Medical Park Antalyaspor)
Gol: Dk. 41 Gökhan Gönül (Fenerbahçe)
Devamı ...
21 Ocak 2011
İtinayla Destan Yazılır
Barcelona deplasmanından sonra Olympiakos'u da deplasmanda yenmeyi başardık. Bu galibiyetin anlamı çok büyük ve tüm Avrupa'ya da müthiş bir mesaj verdik. Biz F4'ün en ciddi adaylarından biriyiz kardeşim diye vurduk yumruğu. Kendi sahasında en son 20 maç önce bir formalite maçını kaybetmiş olan takıma karşı Top 16 deplasman galibiyeti büyük iş. Bütün oyuncuların ve teknik kadronun alınlarından öpmek lazım. Maçın ilk yarısında Saras'ın top kayıpları ve kolay hücum ribauntları olmasa 5-6 sayılık üstünlük yakalayabilirdik. Ukiç ve Tomas'ın hücumda kontrolü ele almasıyla skorda öne geçsek de özellikle Oğuz ve May'in sahada olduğu bölümdeki ribaunt zaafiyeti ve Lavrinoviç ile Kaya'nın faul problemi yüzünden fark açılamadı. Rakibin korkulan kısa rotasyonunu iyi savunup etkinliklerini minimize etsek de bizim hatalarımızdan sayılar bulan Olympiakos ilk yarıyı berabere kapamayı başardı.
Üçüncü çeyrek ilk yarıda kötü yüzdeli üçlük atan Olympiakos, yüzdesini normalleştirince, Marko Tomas'ın hücumda mükemmel performansına rağmen içeriden bir katkı gelmeyince 5 sayı geriye düştük. Kaya'nın saçma sapan bir teknik faulle 5'lemesi, Oğuz'un hücumdaki etkisizliği ve hakemlerin her temasa düdük çalması verilerini üst üste koyunca rüzgarın Olympiakos tarafından geldiği düşünülebilirdi. Üçüncü periyotun sonunda Ukiç'in kontrolü tekrar sağlaması ve Ömer'in üçlüğüyle son çeyreğe 3 sayı geride girdik. Son çeyrek ilk yarı boyunca hayalet bir performans sergileyen Sean May'in katkısı, savunmada özellikle kısa-uzun pick and rolllerini müthiş savunan Lavrinoviç'in gayreti ve Ömer'in destansı performansıyla son 4 dakikaya dört sayı önde girdik. Ukiç'i dinlendirmek için oyuna giren Saras'ın üçlüğüyle momentumu tamamen lehimize çevirdik. Emir'in kritik hücum ribauntu sonrası bulduğu sayı ve son saniyede tıpkı Barca deplasmanında olduğu gibi Ömer'in basketiyle Pire'den müthiş bir galibiyetle döndük. 70-84.
İlk yarı 13 top kaybı yaptıktan sonra ikinci yarı sadece 6 top kaybettik. Saras ilk yarı felaket başlasa da ikinci yarıda ilk yarıdaki oyunun gölgesinden sıyrılmayı başarıp en krtik şutu soktu. Sean May ilk yarı ruh gibi dolaşırken en çok ihtiyaç duyduğumuz yerde skor katkısı verebildi. Ömer yorgun gözüküp kötü başlasa da muazzam bir performansla son periyoda damga vurdu. Bu oyuncular ve genel olarak takımında kötü durumdan ayağa kalkmayı becerebilmesi de takdire şayan. 8/10 gibi mantık ötesi bür üçlük yüzdesiyle oynadık, bence en kritik noktalardan biri de Olympiakos'dan daha fazla sayıda faul çizgisine gitmemiz. Spanoulis gibi faul aldırma konusunda doktora yapmış bir adamı sadece 4 kez serbest atış çizgisine gönderip rakibin kolay sayı bulmasını da önlemiş olduk.
Parantez açmamız gereken daha doğrusu Hırvatistan büyükelçiliğinde toplanıp sevgi gösterisinde bulunmamız gereken üç Hırvat Tomas, Ukiç ve koç Spahija'yı da kutlamak lazım. Takım iyi gitmiyorken, ve zaman zaman sistem tıkanırken Ukiç'in de Tomas'ın da sorumluluk alması takımı sahiplenmesi ve karakter göstermesi tüm takımı da canlandırdı. Ukiç'in 17 Tomas'ın 19 sayısını not edelim.
Bir not da Ntvspor için söyleyelim. Bilindiği gibi Euroleague yayın hakkını alıp maç yayınlamama gibi bir politika güdüyorlar ve bu saçmalığı Top 16'da da devam ettiriyorlar. Barcelona-Maccabi maçını banttan vermeye bile tenezzül etmeyen bir Euroleague yayıncısı nasıl olur anlamak mümkün değil. Neyse Real Madrid'in İspanya Kupası maçını vereceğiz diye bizim maçı bile banttan verebilirlerdi, buna da şükretmek lazım. Futbolla kafayı bozmuş sözde spor kanalı rolünü iyice içselleştirdi Ntvspor. Aynen devam.
Devamı ...
19 Ocak 2011
4. Yıl Raporu
NTVMSNBC - İSTANBUL - Hrant Dink'in 19 Ocak 2007 tarihinde uğradığı suikastin üzerinden tam 4 yıl geçti. Peki aradan geçen yaklaşık 1500 günde neler oldu? Dink ailesinin avukatlarından Fethiye Çetin, 4. yıl raporunu yayınladı.
Bugün artık, yargılamada gelinen aşama, dava dosyaları içeriği, bu dosyalardan elde edilen deliller, dava dışı soruşturma ve araştırmalar ile AİHM kararı ışığında, yorum ve yanıtlarımız netleşti" diyen Fethiye Çetin, raporu bütünlüklü bir değerlendirme için hazırladıklarını söyledi.
Raporda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Hrant Dink kararı, kararın ne anlama geldiği, önemli başlıkları ile yorumlandı. Aynı dosyaları inceleyen, dosyalar içindeki aynı delilleri değerlendiren AİHM yargıçlarının Türkiye’deki meslektaşlarından tamamen farklı sonuçlara ulaşmalarının nedenleri tartışıldı.
Rapor, suikast planlarından bütün ayrıntılarıyla haberdar olan devletin güvenlik güçlerinin neden harekete geçmedikleri ve neden cinayeti önlemediklerinin cevabını veriyor.
DÖRDÜNCÜ YIL RAPORU
"Hrant Dink cinayetine zemin hazırlayan süreç, bu süreçte rol alan kişi ve kurumlar ile cinayetin gerçek faillerini ve cinayetin nedenini önceki raporlarımızda tartışmış, konuya ilişkin sorular sormuş ve olası yanıtları vermiştik. Bugün artık, yargılamada gelinen aşama, dava dosyaları içeriği, bu dosyalardan elde edilen deliller, dava dışı soruşturma ve araştırmalar ile AİHM kararı ışığında yanıtlarımız, esas hakkındaki görüşümüzün de temelini oluşturuyor.
3. Yıl raporunda; "Cinayetin üzerinden geçen 3 yıl sonunda başladığımız yerde olduğumuzu söylemek hiç de abartılı bir tespit değil. Ancak, bu üç yılın sonunda cinayetin gerçek faillerinin ortaya çıkarılması yönünde kayda değer bir gelişme olmamakla birlikte, cinayetin işlenmesine zemin hazırlayan süreç ve ardından geçen üç yılda yaşanan gelişmeler bir bütün olarak ele alındığında failin kim ya da kimler olduğu konusunda ciddi emareler sunuyor. Bizi, ikinci yıl raporunda sorduğumuz soruların cevaplarına biraz daha yaklaştırıyor. Özellikle içinden geçtiğimiz süreçte, birtakım soruşturmalar ve yargılamalarla ortaya çıkan psikolojik savaş harekâtları, eylem planları, "sonuna kadar gidilecek" açıklamalarına, yüzlerce sayfalık raporlara rağmen cinayetin çözülmeyişi Hrant Dink’in neden öldürüldüğü sorusunu bir kez daha sormayı ve yanıtlamayı, Hrant Dink cinayetinin Türkiye siyasetinde nereye oturduğunu bir kez daha değerlendirmeyi gerektiriyor" şeklindeki tespitin ardından şöyle demiştik:
"Bu cinayetin, milliyetçi duygulara sahip üç-beş gencin işi olduğuna inanmak mümkün olmadığı gibi, bir biçimde emniyet ve jandarma bünyesine de sızmış, hukuk dışı bir güç ve yetki kullanan daha örgütlü bir yapının, bu üç-beş genci kullanarak bu cinayeti işlettiğine inanmak da mümkün değil. Genelkurmay Başkanlığı’ndan yargı makamlarına, hükümet sözcülerinden güvenlik birimlerine, medyadan paramiliter güçlere, tüm resmi/siyasi aktörlerin Hrant Dink’in öldürülmesinde, cinayetin önlenmemesinde, gerçek faillerin ortaya çıkarılmamasında sorumluluğu vardır."
Burada işaret edilen kurumlar ve mekanizmaların Dink cinayetinin hazırlanması, işlenmesi, cinayetin ardından delillerin gizlenmesi, karartılması, gerçeğin üstünün örtülmesi, yargı süreçlerinin sınırlarının ve çerçevesinin çizilmesi ve bu sınırların dışına çıkılmamasındaki uyumu dikkat çekicidir. Esasen bu uyum, cinayetin meşrulaştırılması yanında cezasızlığını da olağanlaştıran güçlü bir aygıtın ve zihniyetin varlığına tekabül etmektedir.
Cinayetin gerçek failinin, yani azmettirenin dokunulmazlığını ve cezasızlığını meşrulaştıran bu sistemin gerçekte cinayeti olağanlaştıran bir zihniyet dokusu yarattığını ve benzerleri gibi Hrant Dink cinayetinin de aydınlatılamayarak bu aygıtın ve zihniyetin her seferinde yeniden üretildiğini net olarak söylemek mümkündür.
Bu rapor, yukarıda işaret edilen aygıtın niteliğini ve nasıl çalıştığını, benzer davalarda ve bu davada nasıl yeniden üretildiğini, Hrant Dink cinayeti özelinde incelemek amacıyla ve yukarıda sunduğumuz tespitin dayandığı olguları ve delilleri incelemeye, soruşturma aşamasından başlamanın bütünlüklü bir değerlendirme açısından daha uygun bir yöntem olduğu düşüncesiyle hazırlandı.
DOKUNULMAYANLAR
Hrant Dink, 19 Ocak 2007 tarihinde öldürüldüğünde, cinayeti soruşturmak üzere özel yetkili iki savcı görevlendirildi ve CMK 153. Madde uyarınca dosyanın tümüne etkili olacak şekilde gizlilik kararı alındı.
Savcılar, emirlerindeki kolluk görevlileri aracılığıyla cinayeti araştırmaya başladılar. Cinayet günü televizyon kanallarında ve ertesi gün hemen bütün gazetelerde, Hrant Dink’in ölümünden çok kısa süre önce yazmış olduğu iki yazı haberleştirildi. ‘Neden Hedef Seçildim?’ ve ‘Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği’ başlıklı yazılarda Hrant Dink, kimler ve hangi kurumlar tarafından hedef gösterildiğini, kimler tarafından ve nasıl tehdit edildiğini, tedirginliğini açıkça yazarak bir bakıma katilin nerede aranması gerektiğine işaret ediyordu.
Sıradan ve olağan bir cinayet olayında şayet maktul, ölümle tehdit edildiğine, hedef gösterildiğine ilişkin bir yazı, bir mektup bırakmış ise, soruşturmayı yürüten savcı, bu mektubu, ya da yazıyı dikkate almak ve bu mektupta adı geçenler hakkında soruşturma yapmak zorundadır. Zira; Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160 ve 161. maddeleri uyarınca Cumhuriyet savcıları; "bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar. Maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri aracılığıyla her türlü araştırmayı yapar, yukarıdaki maddede yazılı sonuçlara varmak için bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi ister. Kamu görevlileri de yürütülmekte olan soruşturma kapsamında ihtiyaç duyulan bilgi ve belgeleri talep eden Cumhuriyet savcısına vakit geçirmeksizin temin etmekle" yükümlüdürler.
Soruşturmayı yürüten savcılar, Hrant Dink’in söz konusu yazılarını görmezden geldiler. Oysa, Dink ailesi fertleri, cinayetin hemen ardından, 12.02.2007 tarihinde müşteki sıfatıyla savcılığa verdikleri ifadelerinde bu yazılarda ismi geçen kişi ve kuruluşlardan şikayetçi olduklarını açıkça dile getirdiler. Savcılar, Hrant Dink’in yazıları gibi, Dink ailesinin şikayetini de araştırma ve soruşturma konusu yapmadılar. Takip eden zamanlarda Hrant Dink’in yazılarını ve yakınlarının şikayetini destekleyen çok sayıda delil sunmamıza ve defalarca talep etmemize rağmen, bugüne kadar cinayetin hazırlık sürecinde rol alan kişi ve kurumlar ile eylemler için soruşturma başlatılmadı.
Cinayetin, Genelkurmay Başkanlığı açıklaması ve ertesi gün Hrant Dink’in İstanbul Valiliğine çağrılması ile başlayan bir süreç ve bu sürece yayılan eylemler sonucunda gerçekleştirildiği, tüm delilleri ile tartışmasız bir biçimde ortaya çıktığı halde, bu süreç ve süreçte rol alan kişi ve kurumlar kararlı bir biçimde soruşturma dışında bırakıldı.
Oysa CMK 160. maddesi hükmünde son derece açık bir biçimde formüle edildiği gibi, savcıların harekete geçmesi için ‘suçun işlendiği izlenimi’ yeterliydi. Soruşturmaya başlanması için iddianame düzenlemede aranan "kuvvetli şüphe"ye de gerek yoktu.
MİT 3,5 YIL SONRA KABUL ETTİ
Cinayete hazırlık sürecinde rol alan kişi ve kurumlar ile eylemlerine kısaca değinmek, kimlere ve neden dokunulmadığı konusunda fikir verebilir.
'Agos Gazetesinin 6 Şubat 2004 tarihli nüshasında ve daha sonra Hürriyet Gazetesinde yayınlanan ve "Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in yetimhaneden alınmış bir Ermeni kızı olduğu"na ilişkin haberler üzerine Genelkurmay Başkanlığı bu yayınlar aleyhine, basın özgürlüğünün ve Türk vatandaşları ile kurumların görev sınırlarını da çizdiği çok sert bir açıklama yaptı. Mesajı alan kişi ve kurumlar ertesi günden itibaren harekete geçtiler.
Açıklamanın hemen ardından Hrant Dink İstanbul Valiliği’ne çağrıldı. Azınlıklarla ilgili iş ve işlemlerin yürütülmesinden sorumlu Vali Yardımcısı Ergun Güngör’ün odasında gerçekleşen ve iki istihbarat görevlisinin katıldığı görüşmeyi Hrant Dink, haddini bildirme operasyonunun başlangıcı olarak nitelemiş ve ‘artık hedefteydim’ diye yazmıştı. Bu görüşmeye katılan iki kişiden Özer Yılmaz’ın, Ergenekon davasında sanık olmasıyla, görüşmeye katılanların üst düzey istihbarat görevlileri oldukları ortaya çıktı. Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı da Mahkeme’ye gönderdiği 19.07.2010 tarihli yazı ile bu görüşmeyi ve görüşmeye katılanların MİT mensubu olduklarını, cinayetten tam üç buçuk yıl sonra kabul etti.
Görüşmeden iki gün sonra Agos Gazetesi önünde yapılan gösteride, Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz grup adına, "Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir" şeklinde açıklama yaptı.
Benzer bir gösteri de bundan birkaç gün sonra "Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu" tarafından yine Agos önünde yapıldı.
Bu olayların hemen ardından Hrant Dink’in "Ermeni Kimliği Üzerine" başlıklı ve dizi halinde yayınlanan yazısındaki bir cümlesi bahane edilerek, yeni bir saldırı kampanyası başlatıldı ve kimi kişi ve kuruluşlar, aynı elden çıkmış tek tip şikayet dilekçeleriyle Hrant Dink’i savcılıklara şikayet ettiler.
Sistemli ve tek merkezden yönetildiği izlenimi veren saldırılar, kimi internet sitelerinde ve kimi gazetelerde devam etti, bu saldırılarda Hrant Dink sürekli hedef gösterildi.
Adalet Bakanlığı’nın izniyle, Hrant Dink aleyhine "Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etme" suçunu düzenleyen eski TCK’nın 159. maddesi uyarınca dava açıldı. Davanın açılması için tek tip dilekçelerle şikayetçi olan şahıslar, örgütlü bir biçimde duruşmalara da katıldılar ve müdahil olmak talebiyle yine tek tip dilekçeler verdiler.
Yargılama, bilirkişilerin raporuna rağmen Hrant Dink’in mahkum edilmesiyle sonuçlandı.
Karar temyiz edildi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının tebliğnamesinde, bilirkişilerin görüşünün doğru olduğu ve kararın bozulması gerektiği belirtildi. Ancak Yargıtay 9. Ceza Dairesi kararı esastan oybirliğiyle onadı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu karara itiraz etti ancak itiraz makamı olan Yargıtay Ceza Genel Kurulu bu itirazı oyçokluğuyla reddetti.
Bütün bu süreç boyunca ve mahkeme kararları basına yansıdıkça, Hrant Dink’i hedef gösteren kesimler, Yargıtay kararını kendilerine dayanak göstererek, bu kez saldırılarını "tescilli Türk düşmanı" diyerek sürdürdüler. Yargıtay’ın kararı, Hrant Dink’in hedef gösterilmesi sürecinin son halkasıydı ve Yargıtay, bir bakıma, Hrant Dink’in ölüm fetvasının onanması anlamına gelen kararı ile Hrant Dink’i ölümcül bir saldırının tam ortasına atmıştı.
Hrant Dink, mahkumiyet kararı verildiği gün basına bir konuşma yaptı ve "Bu suç benim algılamamla ırkçılıktır ve ben böyle bir suç işlemedim. Bu benim alnıma sürülmek istenen kara bir leke, yargı eğer bunu düzeltmezse ülkemi terk eder, çeker giderim" dedi. Bunun ardından, Hrant Dink’in mahkum edildiği davada şikayetçi olan kesimler, başta Kemal Kerinçsiz ve Büyük Hukukçular Derneği, yine tek merkezden hazırlanmış tek tip dilekçelerle, bu kez "adil yargılamayı etkileme" suçlamasıyla Hrant Dink hakkında şikayette bulundular. Bu şikayet üzerine bir dava daha açıldı.
Burada, Hrant Dink’in bu açıklamasının bir sanığın aslında doğal ve yasal hakkı olduğunun, yasada tanımlanmış hiçbir suç tipine uymadığının altını çizmek gerekir. Buna rağmen, Hrant Dink’i öldürmenin altyapısını hazırlamakla görevli olanlar için, suç olsun olmasın elverişli bir bahane işlevi gördü. Bu şahıslar, Hrant Dink’i hedef tahtasına germe görevlerini yerine getirmişlerdi. Ancak savcının bu sözlerde suç unsuru olmadığını bildiği halde dava açması üzerine, hakimin önüne gelen davada suç oluşmadığı için iddianameyi geri çevirmesi ya da derhal beraat kararı vermesi gerekirken, davayı uzatarak her birinde bir linç girişiminin yaşandığı duruşmalar yapması; yargısal makamların davranış biçimlerini, süreçteki yer ve rollerini göstermesi bakımından önemliydi.
Hrant Dink hakkında şikayette bulunarak dava açılmasına neden olan Büyük Hukukçular Derneği ve üyelerinin yanı sıra başka gruplar da duruşmalara gelerek yine tek tip dilekçelerle müdahil olma talebinde bulundular. Bunlar arasında Ergenekon davasında yargılanmakta olan Oktay Yıldırım, Veli Küçük, Sevgi Erenerol, Kemal Kerinçsiz de vardı. Adliye önünde Kemal Kerinçsiz tarafından yönlendirilen bir grubun, üzerinde "Misyoner çocuğu Hrant, Türk Ermenilerinin huzurunu bozma, Hrant yediğin ekmeğe ihanet etme" yazılı bir pankart açması, pankartta misyonerlik vurgusu yapılması yürütülen plan ve planın merkezi hakkında önemli bir ipucu sunuyordu.
Hrant Dink aleyhine açılan davaların duruşmaları sırasında yaşanan fiili saldırılar, tehdit ve hakaretler basında da geniş yer buldu. Hrant Dink’in avukatının başvurusu üzerine alınan emniyet tedbirleri sayesinde Hrant Dink olası bir linç eyleminden kurtuldu ancak gerek Hrant Dink ve gerekse avukatları adliyeden polis araçları ile çıkarılabildi ve böylece korunabildiler.'
Değerlendirme
Burada dikkat çekici olan, devlet kurumlarından ülkü ocaklarına, istihbarat teşkilatından yargılama makamlarına kadar süreçte rol alan tüm kişi ve kurumların aynı hedef doğrultusunda ortak hareket etmeleriydi. Bu da sürecin tek merkezden ve bir plan dahilinde yönetildiğini ortaya koyuyordu.
Bu süreçte dikkati çeken ikinci husus, süreçte aktif rol alanların Hrant Dink’e ‘misyoner’ yakıştırması yaparak saldırmalarıydı. Misyonerlik, 2001 yılı Aralık ayında yapılan MGK toplantısında ‘iç tehdit’ olarak kabul edilmiş ve o zamana kadar milli güvenliğe tehdit olarak sayılan ‘azınlık faaliyetleri’ yanında, ‘misyonerlik faaliyetleri ’ de Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinde yerini almıştı.
2945 Sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu’nun 2. maddesinin (a) fıkrasında geniş ve kapsayıcı bir milli güvenlik tanımının ardından (b) fıkrasında bulunan; "Devletin Milli Güvenlik Siyasetinin; milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulunun belirlediği görüşler dahilinde, Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti ifade eder" şeklindeki düzenleme ile birlikte okunduğunda, yürütmenin bu belgeye uyum zorunluluğu açıkça ortaya çıkıyor. Buna göre, artık azınlık faaliyeti yürüttüğü varsayılan kişi ve gruplar yanında misyoner olarak sunulan kişi ve gruplara karşı yürütülecek hareketler de savunma hareket tarzı olarak kabul ediliyordu. Farklılık ve yabancılık öngörüsü üzerine kurulu iç düşman tanımı yapan bu belge gereğince ‘azınlık faaliyeti’ sürdürdüğü kabul edilenler ile ‘misyonerlere’ karşı yürütülecek mücadele "düşman"a karşı devletin savunulması (meşru müdafaa) siyasetinin bir unsuru haline geliyordu.
Tanımı yapılmayan, sınırları ve kapsamı çizilmeyen ‘azınlık faaliyetleri ‘ yanında ‘misyonerliğin’ de iç tehdit olarak işaret edildiği Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinin kabul edilmesinin ve özellikle AB uyum paketleriyle 2003 – 2004 yıllarında başta MGK Yasası ve 3194 Sayılı İller Yasası olmak üzere çok sayıda yasal değişikliğin ardından azınlıklara karşı her alanda saldırıların arttığı, medyanın azınlıkları, Hıristiyanları hedef alan programlar yaptığı, ders kitaplarına belirlenen tehdit kapsamında azınlıklara karşı nefret ve düşmanlık içeren bölümler eklendiği, öğretmenlerin zorunlu seminerlerden geçirildiği, yaygın fişlemelerin yapıldığı bir döneme girildi.
Dink cinayeti hazırlık sürecinde aktif görev üstlenen Sevgi Erenerol’un Genelkurmay Başkanlığı, kuvvet komutanlıkları ve üniversitelerde, ‘misyonerlik’ başlığı altında, misyonerliğin ülkedeki azınlıklar tarafından yürütüldüğü, ülkeye yönelik tehditlerin bir piramit arz ettiği ve bunun en tepesinde azınlıkların olduğu görüşünün propaganda edildiği seminerler verdiği, Ergenekon soruşturmaları sırasında ortaya çıktı.
Yukarıda değinilen yayınlar ve seminerlerin ardından, gayrimüslimlere ve gayrimüslim din görevlilerine karşı saldırılar birden bire arttı. Rahip Santoro’nun, Hrant Dink’in öldürüldüğü, Malatya’da Tilman Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in misyoner oldukları gerekçesiyle vahşice katledildiği, Mor Yakup Süryani Kilisesi rahibi Edip Daniel Savcı’nın, kimliği belirsiz üç kişi tarafından kaçırılıp üç gün sonra serbest bırakıldığı, İzmir’de Aziz Antuan Kilisesi Rahibi Adriano Franchini’nin bıçakla yaralandığı bir sürece girildi.
Hrant Dink cinayeti davası sanıklarından Yasin Hayal’in, 2002 Mart ayında askerden izinli olarak geldiği sırada, Trabzon Santa Maria Katolik Kilisesi rahibi Pierre Brunissen’i (Rahip Santoro’nun selefi) komaya sokacak şekilde darp etmesinin gerekçesi olarak ‘misyonerlik faaliyetlerini’ göstermesi de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ayrıca, son dönemlerde yürütülen operasyonlar sırasında çok sayıda ‘çete’ ve ‘mafya’ elemanı sanıkta, bakanların dahi ulaşamadıkları devletin milli güvenlik siyaseti belgesinin ve yine devlet siyasetine ilişkin gizli dokümanların çıkması, ilginç ancak tesadüfi değildir.
Dikkati çeken diğer bir husus da, Hrant Dink cinayeti hazırlık sürecinde aktif rol alan ancak dokunulamayan kişi ve kurumların bir kısmına daha sonra ‘Ergenekon’ adı verilen soruşturmalar sırasında dokunulmuş olmasıdır. Bu dava kapsamında aralarında Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol, Özer Yılmaz ve Levent Temiz’in de bulunduğu bu kişilere, terör örgütü kurma, yönetme, üyesi olma gibi suçlar da dahil olmak üzere ağır cezayı gerektiren çok sayıda suç isnat edildiği halde, bu kişilere, bugüne kadar Hrant Dink cinayetine ilişkin soru sormak dahi mümkün olamadı. Bu durum, dokunulmazlık ve dokunulabilirliğin yine devletin belirlediği çerçevede ve konularda mümkün olduğunu, Hrant Dink cinayetinin dokunulabilirlik çerçevesi dışında kaldığını gösterdi.
Dink Ailesi ve Avukatların tüm taleplerine rağmen soruşturma savcılarının soruşturmanın derinleştirilmesi ve bağlantıların araştırılması konusundaki "gönülsüzlük"lerini aşmak mümkün olamadı.
OGÜN SAMAST BİR SAAT CHAT YAPMIŞTI
Yukarıda değinildiği gibi soruşturma evresinin karar almaya yetkili yargı organı savcılıktır. Savcılık soruşturmayı bizzat ve/veya adli kolluk marifetiyle yapar. Hrant Dink cinayeti soruşturmasında, cinayete hazırlık sürecinin bütün ısrarlarımıza rağmen dikkate alınmadığı yukarıda anlatıldı. Ancak, soruşturmanın tek eksiği yukarıda değindiklerimiz değildi. Maddi gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi ve cinayet saikının belirlenebilmesi açısından çok büyük önem taşıyan deliller toplanmadı, kimi deliller bu aşamada yok edildi, çok önemli deliller soruşturmayı yürüten savcılardan gizlendi, hatta deliller üzerinde oynandığı gibi sahte deliller de üretildi, ancak delilleri toplamayanlara, gizleyenlere, yok edenlere de dokunulamadı. Örneğin:
Kolluk tarafından el konan Akbank Osmanbey Şubesine ait ATM kamera kayıtlarının cinayet gününe ait önemli bir bölümü Emniyet birimlerinde yok edildi ve bugüne kadar tüm çabalara rağmen bu görüntülere ulaşılamadı. Görüntülere takılan ve cinayetin ardındaki örgütü ve saikı deşifre edebileceği kuvvetle muhtemel kişi ya da kişilerin bu şekilde saklandığı kuşkusu bugüne kadar giderilemedi, gidermesi için de hiçbir ciddi adım atılmadı.
Çok önemli bir delil olmasına rağmen sanık Ogün Samast’ın cep telefonu ve sim kartına ilişkin ifadeler arasındaki çelişki ve karmaşıklık çözümlenmedi, işin gerçeği araştırılmadı ve bu konu da diğer benzerleri gibi bir muamma olarak kaldı. Oysa, tanık ifadelerine göre, cinayetten sonra Ogün Samast, cep telefonunu çok sık kullanmıştı. Bu tanıklar da halen bulunamadı ve bugüne kadar duruşmada dinlenmeleri mümkün olmadı.
Ogün Samast, cinayetten hemen önce, bir saatten fazla zamanını Agos’un bulunduğu Sebat Apartmanının yanındaki Şafak Sokaktaki İnternet Kafe’de geçirmiş ve birileriyle chat’leşmişti. Cinayet zanlısının cinayetten hemen önce gittiği mekan, bu mekanın sahiplerinin ve o sırada orada bulunan kişilerin tanıklığı ve zanlının kullandığı bilgisayar kayıtları çok önemli olduğu halde, polis, bu konuda hiçbir araştırma yapmadı. Kafeyi işleten polis memuru Cavit Kılıç’ın ifadesine de talebimiz üzerine cinayet tarihinden iki ay sonra başvuruldu. Bilgisayarlar kayıtlarına ise halen ulaşılamadı.
Oysa Samast’ın cinayetten önce birileriyle chatleştiği internet kafe, bir binanın ikinci katındaydı ve tabelasında Kritik Güvenlik Sistemleri, Temizlik Hizmetleri ve Danışmanlık Şirketi yazılıydı yani buranın bir internet kafe olduğu dışarıdan bakıldığında anlaşılamıyordu. Şirketin sahibi Adem Kılıç’ın Feriköy Karakolunda görevli polis memuru oğlu Cavit Kılıç, cinayet günü bürodaydı. Cinayetten iki ay sonra alınan ifadesinde, Ogün Samast’ı hiç görmediğini söylemişti. Oysa Cavit Kılıç, daha sonra Mahkeme önünde verdiği ifadede cinayet gününe ve Ogün Samast’a dair çok önemli ayrıntılar anlatıyor, soru üzerine bu bilgileri cinayet günü terörle mücadele ekiplerine de aktardığını söylüyordu.
Cinayetin ardından Ogün Samast, Şafak Sokakta koşarken Saray Kumaşçılık kameralarına takıldı. Samast’ın hemen arkasından onu izleyen ve uzaklaştığını gördükten sonra, sokağın köşesindeki inşaatın kapısından içeri girip kaybolan iki kişiye ilişkin hiçbir araştırma yapılmadı. Oysa davranışlarıyla şüphe çeken bu iki kişinin eşkali, Samast’ın yalnız olmadığını söyleyen kimi tanıkların anlatımlarıyla örtüşüyordu.
Akbank ATM ve Saray Kumaşçılık Mağazasının kameralarına, cinayet günü, çeşitli noktalarda yaptığı telefon görüşmeleri ile takılan ve oldukça şüpheli görünen şahsın kimliği soruşturma aşamasında hiçbir şekilde soruşturma konusu yapılmadı. Bu konudaki taleplerimiz de bugüne kadar karşılanmadı ve bu şahıs bir sır olarak kaldı.
Adli kolluğun yukarıda değinilen ve CMK madde 161/5 uyarınca suç oluşturan eylemleri bugüne kadar soruşturulmadı, talebimize rağmen soruşturulması için bir girişimde de bulunulmadı. Bu genel tavrın istisnası olarak kabul edilebilecek bir girişim ise bir başka makam tarafından engellenerek kuralın bozulmasına izin verilmedi. Şöyle ki:
Soruşturma savcılarınca, Trabzon İl Jandarma Komutanlığı ve Trabzon Emniyet Müdürlüğü görevlilerinin cinayet öncesi ve sonrasında görevi ihmal, görevi suiistimal, suç delillerini yok etmek, gizlemek ve değiştirmek, suçluyu kayırmak gibi eylemleri ve bu eylemlerin sorumlusu olan bazı görevlilerin kimlikleri tespit edildi.
Ancak, tespitler isabetli olmasına rağmen, görevsizlik kararı bir o kadar isabetsizdi ve bu karar bir yanıyla yargılamanın gidişatını ve kaderini de belirledi. Savcıların on bir başlık altında sıraladıkları suçlar, CMK 8/2 itibarıyla cinayet davası ile bağlantılı suç kapsamındaydı ve ana dava ile birlikte görülmeliydi. Ancak savcılar, bu eylemlerin kendi görev alanları dışında kaldığı gerekçesiyle görevsizlik kararı vererek, soruşturmayı yürütmesi için dosyayı Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdiler. Trabzon Savcısı ise hiçbir araştırma yapmaksızın, dosyadaki delillere rağmen takipsizlik kararı vererek görevlilerin dokunulmazlık zırhını deldirmedi.
Soruşturma savcılarınca on bir başlık altında sıralanan eylemlerden bazıları şöyleydi:
Yasin Hayal ve Erhan Tuncel’in cep telefonları üzerinde önleme dinlemesi yapılmış ancak bu husus soruşturma savcılarından gizlenmişti. Öğrenilmesi ve talep edilmesi üzerine eksik bilgiler gönderilmiş yeniden talep edildiğinde ise kayıtların imha edildiği bildirilmişti.
Trabzon Emniyet Müdürlüğü görevlileri, sanıklardan Mustafa Öztürk’ün de önleme dinlemesine alınmış olduğunu savcılardan gizlemişlerdi. Dinlemenin, savcılarca TİB Başkanlığı’na yazılan bir yazı üzerine tesadüfen ortaya çıkması üzerine sorulmuş ancak bu kez de soruşturma savcılarını yanıltıcı bilgiler verilmişti. Bu bilgilerin de doğru olmadığı daha sonra anlaşılmıştı.
Trabzon Terörle Şube Müdürü Yahya Öztürk’ün, cinayet öncesinde Yasin Hayal’e "Bu bayrak düştü. Ya Yasin kaldıracak ya Erhan kaldırır, bu görev sizin" şeklinde sözler sarfettiği, Yasin Hayal’in babası Bahittin Hayal’e cep telefonunun ekranında BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun resmini gösterdiği tespit edilmişti.
Trabzon Emniyet Müdürlüğünden gönderilen ses ve mesaj kayıtlarını içeren DVD ve yine Trabzon Emniyet Müdürlüğünce hazırlanan SMS kayıtlarına ilişkin iletişim tespit tutanağında, Tuncay Uzundal’ın cep telefonundan Erhan Tuncel’e ait cep telefonuna gönderilen 16.12.2006 tarihli mesaj içeriği Trabzon Emniyet görevlilerince değiştirilmişti.
Erhan Tuncel’in, Mc Donald’s bombalamasından sorumlu tutulmaması karşılığında yardımcı istihbarat elemanı yapıldığı ve bombalama olayı sonrasında yaralı Yasin Hayal’in kanlı pantolonu görevlilere teslim edildiği halde, bu delilin emniyet görevlilerince yok edildiği tespit edilmişti.
DELİLLER ÜZERİNDE OYNANDI
Güvenlik ve istihbarat birimlerinin, maddi gerçeği ortaya çıkaracak nitelikteki bilgi ve belgeleri sakladıkları, değiştirdikleri, yok ettikleri, yalan beyanda bulunarak soruşturma makamlarını yanıltmaya çalıştıkları, deliller üzerinde oynadıkları olgusu, bu aşamanın en belirgin ve sistematik olgusu olarak ortaya çıktı. Bu eylemlerin her biri ciddi cezaları gerektiren suç oluşturmasına rağmen, güvenlik ve istihbarat görevlilerine bu suçlarla ilgili bir soruşturma açılmadı ya da eksik de olsa soruşturma savcılarınca başlatılan soruşturma girişimi başka makamlar tarafından kesin olarak sonuçsuz bırakıldı.
CMK 153/2 md. uyarınca alınan gizlilik kararı, yasada belirtilen amacının tam tersi bir uygulama ile delillerin gizlenmesi, yok edilmesi ve çizilen sınırlar içinde delillerin ayıklanması için kullanıldı. Yasada, gizlilik kararının gerekçesi; "ceza adaletinin doğruluk, dürüstlük, gerçeğe ulaşma ilkelerine uyulması amacıyla, gerçeği ortaya çıkarmak, delillerin karartılmasını, suçluların kaçmasını ve tedbir almasını önlemek ve suçsuzların haksız yere zan altında kalmamasını sağlamak" şeklinde açıklanmıştır. Hrant Dink soruşturmasında ise bu karar, yasada belirtilenlerin tam tersini gerçekleştirmenin en önemli aracı haline getirildi. Dosyanın tümüne etkili olacak şekilde alınan gizlilik kararı ve bu kararın sağladığı olanaklar, gerçeği ortaya çıkarmaya değil gerçeğin üstünü örtmeye, delillerin karartılmasını önlemeye değil aksine tam da karartılmasını sağlamaya, suçluların kaçmasını ve tedbir almasını engellemeye değil suçluların her türlü tedbiri almalarına yaradı.
KOVUŞTURMA AŞAMASINDA DOKUNULMAYANLAR
Dosyanın tümüne etkili olacak şekilde verilen gizlilik kararı nedeniyle gizli yürütülen soruşturmanın ardından, Hrant Dink cinayeti davası, 20.04.2007 tarihli 2007/368 Sayılı iddianame ile açıldı. Hukuki vasıflandırması esas itibarıyla doğru ve yerinde olan iddianameye göre, cinayet, ortak karar ve faaliyet planları çerçevesinde zamana yayılan ve tamamı ideolojik maksat taşıyan eylemler sonucunda, örgütlü bir yapı tarafından gerçekleştirilmişti. Ancak, aynı iddianame, cinayetin ardındaki örgütü, tetikçi ve onun yakın çevresiyle, yani Pelitli Mahallesi’ndeki ayağıyla sınırlamıştı.
İddianame ile çizilen çerçeveyi ve sınırları zorlayacak, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması yolunda önemli fırsatlar sunacak ve yargılamanın gidişatını bu yönde etkileyecek talepler, sistemli bir biçimde reddedildi.
Kabul edilen talepler ise muhatap kurumlarca karşılanmadı; yazılan yazı içeriklerine tatmin edici cevaplar verilmedi; hatta kimi görevliler kendilerini adeta Mahkeme’nin üstünde görerek yargılama konusu hakkında görüş bildirmeye kalkıştılar. Bu görevliler kimi kez gayri ciddi cevaplar vererek yargılama faaliyetine saygısızlık ettikler, bazen de gerçeğe aykırı beyanlarda bulunarak mahkemeyi yanlış yönlendirdiler. Bu davranışları da suç oluşturduğu halde dokunulmazlık ve cezasızlık kuralı bu konuda da kararlı biçimde uygulandı.
Sistemli bir biçimde reddedilen taleplerimize örnek vermek gerekirse;
Hrant Dink, 12 Ocak 2007 tarihinde Agos gazetesinde yayınlanan "Neden Hedef Seçildim" başlıklı yazısında hedef gösterilme sürecini anlatıyor ve bu sürecin başlangıcı olarak İstanbul Valiliğindeki görüşmeyi işaret ediyordu. Kendisiyle İstanbul Vali Yardımcısı Ergün Güngör’ün odasında iki Devlet görevlisinin de katılımıyla yapılan görüşmeyi anlattığı bölümü Hrant Dink şu sözlerle bitiriyordu. "Haddimi bilmeliydim… Dikkatli olmalıydım… Yoksa iyi olmazdı!..." Ve hemen arkasından, "artık hedefteydim" diyerek şunu da ekliyordu; "Hakikaten de sonrası iyi olmadı. "
Hrant Dink’in tehdit olarak algıladığı ve hedef gösterilme sürecinin başlangıcı olarak işaret ettiği bu görüşmede hazır bulunan devlet görevlilerinin kimliği, görevleri ve bu görüşmede ne sıfatla bulunduklarının sorulmasını talep ettik. Talebimiz üzerine, Mahkeme, 02.07.2007 tarihli ara kararında; "İstanbul Vali Yardımcısı Ergün Güngör’ün odasında maktül Fırat Dink ile yapılan görüşmede hazır bulunan emniyet görevlilerinin kim oldukları görev ve sıfatlarının İstanbul Valilik makamından sorulması için yazı yazılmasına" karar verdi. Soru son derece açık ve net olmasına karşın İstanbul Valiliği, cevabi yazısında, ara kararda yanıtlanması istenen soruların hiçbirini yanıtlamadı. Ara karar yerine getirilmemişti. Somut sorulara cevap verilmediğinden Hrant Dink ile yapılan görüşmede hazır bulunan emniyet görevlilerinin kimlikleri ile görev ve sıfatlarının İstanbul Valiliğine tekrar sorulması için yazı yazılması talebimizi Mahkeme heyeti, talebin karşılanmış olduğu gerekçesiyle reddetti. Oysa yukarıda açıkladığımız gibi bu talep karşılanmadı, yasal zorunluluğa rağmen Valilik yetkililerince Mahkemenin ara kararı yerine getirilmedi. Mahkemece sorulan soru cevaplanmadı. Mahkemeye bu yönde defalarca talepte bulunmamıza karşın İstanbul Valiliğine yeniden yazı yazılmasını sağlamak mümkün olamadı. Mahkeme heyeti, bu ara karar yerine getirilmiş gibi davrandı.
Bu cinayetin perde arkasındaki örgütlü yapının ortaya çıkarılabilmesi için olayı temsil eden tüm delillerin toplanması, bütünü temsil etme ihtimali olan tüm parçaların birleştirilmesi, örgütü deşifre edecek tüm ipuçlarının değerlendirilmesi gerekirdi. Bu nedenle, cinayete ilişkin tüm dava ve soruşturmaların tek elden yürütülmesi maddi gerçeğe ulaşmak için önemliydi. Fakat mahkeme nezdinde yapılan birleştirme talepleri de ne yazık ki her seferinde reddedildi.
Yine yukarıda dile getirdiğimiz gerekçelerle, cinayet sürecinde devlet görevlilerinin rolü olup olmadığı hususlarını mahkeme eliyle araştırılmasını sağlamak amacıyla dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay ve Trabzon Jandarma Alay komutanı Albay Ali Öz’ün mahkemede tanık olarak dinlenmesi yönündeki taleplerimiz de reddedildi. Böylece dokunulmayan bu kişilerin tanık olarak dinlenmesi de mümkün olmadı.
MİT'E BELGE GİTMEMİŞ!
Bu taleplerin reddedilmesi, bir anlamda yargılamayı iddianame ile çizili sınırlara hapsederek, amacından uzaklaştırdı, ana ekseninden kaydırdı, olayın ve örgütün küçük bir parçasına kilitlenmeye yol açtı. Sonuçta dava, 2004 yılında başlayan suç oluşturan eylemler bütününden sadece tetiğin çekildiği ana ve bu eylemleri belli bir plan dahilinde sürece yayılmış olarak gerçekleştiren örgütlü yapının sadece tetikçilerden oluşan ayağına kilitlenmiş oldu.
Mahkemece kabul edilen taleplerimiz ise muhatap kurumlarca karşılanmadı ve sorulan sorular yanıtlanmadı. Bu yöndeki çabalarımız, TİB gibi MİT gibi kurumların sistematik, bilinçli ve ısrarlı direncine takıldı. Örneğin;
Hrant Dink cinayetinin hazırlanması ve planlanmasına ilişkin olmak üzere çok sayıda istihbari bilginin Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’na iletildiği dosya kapsamı ve yargılama dışı soruşturmalar ile ortaya çıktığından, Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan bu bilgilerin sorulmasını talep ettik. Talebimiz doğrultusundaki ara kararıyla Mahkeme, cinayete ilişkin tüm istihbari bilgilerin gönderilmesini istedi. İstihbarat Daire Başkanlığı, ara kararda cinayet öncesi bilgiler sorulmasına rağmen Mahkemeye, cinayetten sonrasına ait ve zaten dosyada da bulunan kimi ifadeler ile bilgileri içeren bilgiler gönderdi. Bunun üzerine Mahkeme’den gönderilen cevabi yazının ara karara uygun olmadığını belirtip, İstihbarat Dairesine yazı yazılarak cinayet öncesine ait bilgilerin tekrar sorulmasını talep ettik. Bu talebimizi kabul eden Mahkeme, İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na tekrar yazı yazdı; bu yazıya dilekçemiz de eklendi. Ancak, sonuç değişmedi ve İstihbarat Daire Başkanlığı bu ara kararı da bundan sonra verilen kararları da yerine getirmedi. Ara kararı yerine getirmeyen sorumlular hakkında işlem yapılması talebimiz de bugüne kadar kabul edilmedi.
Yargılamanın başından beri hemen her duruşmada Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nı (TİB) ilgilendiren taleplerimiz ve bu kuruma sorularımız oldu. Mahkeme bu taleplerimizin hemen hepsini kabul etti; soruları ve talepleri verdiği arar kararlarla TİB’e gönderdi. TİB Mahkeme’nin yazılarına karşı yazılar yazdı, ancak bu yazıların hiçbirinde mahkemenin ara kararında sorduğu soruları cevaplamadı, yani ara kararları yerine getirmedi. TİB’in Mahkeme’ye gönderdiği yazılarda somut sorulara cevap vermekten, kararları yerine getirmekten özellikle kaçındığı, bu yazıların sadece, kurumca matbu olarak hazırlanmış ve kanun, yönetmelik ve ilgili mevzuatı içeren birbirinin tıpkı basımı yazılar olduğu, ara karar ile sorulan soruları karşılamaktan tamamen uzak, ilgisiz beyanlar içerdiği görüldü.
2937 Sayılı Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu uyarınca MİT’in, devlet istihbaratının toplandığı ve toplanan bilgilerin koordine edildiği kurum olması ve ayrıca MİT İstanbul Bölge Müdürlüğü görevlilerinin Hrant Dink’in hedef gösterilmesi sürecinin başlangıcındaki rolleri nedeniyle, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’ndan İstanbul Valiliği’ndeki görüşmeden başlayarak Hrant Dink cinayetine, cinayet sanıklarına ilişkin bilgilerin sorulmasını talep ettik. Mahkemece bu talebimiz kabul edildi ve talep dilekçemizde dile getirdiğimiz soruları cevaplaması için MİT’e yazı yazdı. MİT Müsteşarlığı Mahkeme’ye gönderdiği cevabi yazıda, dava sanıkları ya da başka şahıslar tarafından Hrant Dink’e yönelik, suikast ya da benzeri saldırı olayları düzenleneceği konusunda önceden kendilerine intikal etmiş bilgi bulunmadığını, emniyet müdürlüklerinden, jandarma il komutanlıklarından Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı güvenlik ve istihbarat birimlerinden kendilerine önceden herhangi bir bilgi aktarılmadığını, sanıkların ya da sair illegal ya da özellikle legal, hatta siyasi kuruluşların bu cinayete ilişkin faaliyetleri konusunda da intikal etmiş bir bilgi bulunmadığını bildirdi. Bu yazı içeriği her şeyden önce gerçeği yansıtmıyordu. Ülkenin en büyük ve tüm bilgilerin toplandığı istihbarat teşkilatı yetkilileri doğruyu söylemiyor, Mahkeme’den bilgi gizliyordu. Bu yazı içeriğinin doğru olarak kabulü, öncelikle, MİT görevlilerinin, kendi teşkilatlarından daha kısıtlı yetki ve olanaklarla görev yapan diğer istihbarat kurumlarınca elde edilen bilgilerden hiçbirini elde etmeyerek görevlerini ciddi biçimde ihmal ettikleri, ülkede olan-bitenden bihaber oldukları anlamına geliyordu.
Ayrıca, MİT’in bu beyanı, 2937 Sayılı MİT Yasasında düzenlenen ve MİT Müsteşarı başkanlığında kurulan ‘Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu’ ve bu kurulun yasada belirlenmiş görevleri ile açıkça çelişiyordu. Yazıdaki bilgilerin doğru kabul edilmesi halinde, başta MİT olmak üzere ülkenin diğer tüm istihbarat kurumlarının Hrant Dink cinayetine ilişkin olarak görev ve yükümlülüklerini yerine getirmediklerini ve yasaya aykırı davrandıklarını da kabul etmek gerekiyordu. İstihbarat kurumları arasında koordinasyon zorunluluğu sadece MİT yasasında değil, 2559 Sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Yasası ile 2803 Sayılı Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Yasasında da düzenlenmişti.
Bu cevaba göre, MİT görevini yapmamıştı. Ancak, Valilik’teki görüşmeyi doğruladığına göre, bu görüşmenin hangi görev tanımına göre yapıldığını açıklaması gerekiyordu. Ancak bu yönde bir açıklama yapmadı ve böylece MİT görevlilerinin, Hrant Dink’le Valilik’teki görüşmeyi, yasada belirtilen görevlerinden hangisi kapsamında gerçekleştirdiğini anlamak şimdiye kadar mümkün olmadı.
DİKKAT ÇEKİCİ DEVLET GÖREVLİLERİ
Davanın seyrini etkileyen en önemli husus, iddianame ile çizilen sınırın ötesine geçilmesine izin verilmemesiydi. Yargılama Makamı’nın gönülsüzlüğü, resmi kurumların ve bürokrasinin direnciyle birleşince etkili ve kapsamlı olmaktan uzak, görünürde bir yargılama faaliyeti sürdürüldü. Bu süreçte her kurum, adeta güçlü bir irade tarafından kurgulanan bir oyunda kendisine biçilen rolü oynadı.
Cinayeti önleme konusunda belirleyici görevi ve işlenmesinden dolayı sorumluluğu olanlara dokunulmadı. Dokunulamayanların kritik konumlardaki devlet görevlileri olmaları dikkat çekiciydi.
Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinde azınlıkların ve misyonerlerin iç tehdit (iç düşman) olarak tespit edildiğine yukarıda değinilmişti. 2937 Sayılı MİT Kanununa göre, MİT’in başta gelen görevi, Milli Güvenlik Siyaseti belgesini hayata geçirmek üzere çalışmalar yapmaktır. Devletin diğer tüm istihbarat kurumlarına da bu doğrultuda çalışma zorunluluğu getirilmiştir. Hatta istihbaratla görevli olmayan devlet kurumlarının da belgenin hayata geçirilmesinde görev alma yükümlülüğü söz konusudur. Bütün bunlar ile bürokrasinin cinayet sonrasındaki direnci ve uyumu da bir başka dikkat çekici nokta olarak kaydedilmelidir.
ZİNCİRLEME YARGI TAMLAMASI
Devletin can ve mal güvenliğini korumakla sorumlu bütün güçlerinin Hrant Dink’e yönelik cinayet planlarından en ince ayrıntısına kadar bilgi sahibi oldukları halde hiçbir önlem almadıkları soruşturmalar ve incelemeler sırasında açıkça ortaya çıktı. Bu bilgi ve bulgular üzerine Hrant Dink cinayetini bildikleri halde önlem almayanlar hakkında 4483 Sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun uyarınca inceleme başlatıldı. Trabzon Emniyet görevlileri, Trabzon İl Jandarma görevlileri, İstanbul Emniyet görevlileri ile Samsun Emniyet ve Jandarma görevlileri hakkında başlatılan bu incelemelerde, güvenlik güçleri ile istihbarat görevlilerinin, Hrant Dink’i ve onu öldürenleri izledikleri, Hrant Dink’in yaşamının yakın ve ciddi tehlike altında olduğunu bildikleri halde harekete geçmedikleri, cinayeti önleyici tedbirler almadıkları ortaya çıktı. Ancak bu yöndeki somut tespitlere ve sayısız belgeye rağmen, 4483 Sayılı Yasaya göre yürütülen inceleme ve soruşturmalar, Hrant Dink’in neden korunmadığı sorusunu yanıtsız bıraktığı gibi korumayanların suç oluşturan eylemleri yaptırımsız kaldı.
Örnek vermek gerekirse;
İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlileri hakkında yapılan üç incelemede, delillerin yok edildiğini, sahte belge düzenlendiğini, gitmedikleri göreve gitmiş gibi gösterdiklerini tespit eden müfettişler, en azından görevi ihmal sayılabilecek fiillerin söz konusu olduğu gerekçesiyle görevliler hakkında soruşturma açılması gerektiği yönünde görüş bildirmelerine rağmen bugüne kadar tek bir görevli hakkında soruşturma açılmadı. Dosyadaki üç inceleme raporuna, bilirkişi raporlarına, somut delilleri rağmen İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevlilerine dokunmaya yönelik girişimi durduran, bu görevlilere yargı yolunu kapatan bu kez İstanbul Bölge İdare Mahkemesi oldu. Onca delile rağmen yargı yolunu kesin olarak kapatan İstanbul Bölge İdare Mahkemesi hakimlerinin tarafsız davranmadıkları, anayasal ve yasal yükümlülüklerini yerine getirmedikleri iddiasıyla yaptığımız şikayet, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından gerekçesiz olarak reddedildi. HSYK da hakimlere ve dolayısıyla İstanbul Emniyet görevlilerine dokundurmayan gerekçesiz kararı ile süreçteki işlevini ve rolünü yerine getiriyordu.
Trabzon Jandarma görevlileri hakkında yürütülen soruşturmada, cinayetten sonra sahte belge düzenlendiği, bazı belgelerin yok edildiği tespit edilmesine rağmen bu suçlardan hiçbir işlem yapılmadı. Yürüyen davada ise hesap sorulabilirlik ve yaptırım konusunda herhangi bir sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Zira bu dava, sanıklara isnat edilen suçun basit bir görevi ihmal suçu olması nedeniyle zamanaşımı ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı sonucuna bağlı olarak yaptırımsız kalacağı ve dolayısıyla dokunulmazlık ve cezasızlık kuralının bir istisnası olamayacağı anlaşıldı.
Samsun’da yakalanan Ogün Samast’a Emniyet ve Jandarma görevlilerince kahraman muamelesi yapıldığının ortaya çıkması ve konuya ilişkin fotoğraf ve kamera kayıtlarının basına sızması üzerine başlatılan inceleme ve soruşturma da diğerleri gibi sonuçsuz kaldı.
Bir diğer soruşturma süreci Trabzon Emniyet Müdürlüğü Görevlileri hakkında başlatılan ön inceleme süreciydi. Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisine bütün ayrıntıları ile vakıf olan ancak, hiçbir önlem almadıkları gibi, cinayet sonrasında da delilleri gizlemekle, yok etmekle vb. suçlanan Trabzon Emniyet Müdürlüğü görevlileri de tüm inceleme ve soruşturma süreçlerinden kendilerine en ufak bir kusur dahi atfedilmeden çıkarıldı.
Bütün bu inceleme ve soruşturmalar sırasında, sorumluların kimlikleri teşhis, suç oluşturan eylemleri de tespit edilmesine rağmen sorumlular ve eylemleri dava konusu edilmedi ve sonuçta bu suçlar da cezasız kaldı. Büyük uğraşlar ve çabalar sonunda Trabzon jandarma görevlilerine açılmak zorunda kalınan davada ise, sanıkların ağır cezalar gerektiren eylemleri iddianameye konu edilmedi.
Devlet memurları ve kamu görevlilerinin yargılanmalarına ilişkin usul ve koşulları düzenleyen ve yukarıda sayılan inceleme ve soruşturmalarda uygulanan 4483 Sayılı Kanun, idarenin memurlarınca yürütülen incelemeler sonucunda suç işleyen kamu görevlisinin yargılanmasını yine idari makamların vereceği izne bağlıyor.
Oysa, bir cinayetin önlenmesindeki sorumlulukları nedeniyle kamu görevlileri hakkında yürütülen bir soruşturmanın etkili kabul edilebilmesi için, genel olarak, soruşturmadan sorumlu olan ve incelemeleri gerçekleştiren kişilerin, olaylara karışan kişilerden bağımsız olmaları gerekmektedir.
Ancak,
4483 Sayılı Yasa uyarınca yürütmeye mensup bireyler hakkında yürütülen soruşturmalarda iddialar, yine yürütme erkine mensup ve olaylara karışan diğer memurlarca esastan incelenmektedir. Örneğin, somut olayda İstanbul Valisi Muammer Güler, hem olayların sorumlusu hem de karar merciidir.
Ayrıca, Hrant Dink’in yakınları bu sürece dahil edilmemiş sadece karara itiraz hakkı tanınmıştır ki bu durum, suçtan zarar görenlerin meşru menfaatlerinin korunması açısından çok önemli bir eksikliktir.
Bütün bunlara ek olarak; itiraz makamı olan Bölge İdare Mahkemeleri, incelemeyi duruşma açmadan, tarafları dinlemeden, tanıkları çağırmadan dosya üzerinden yürütmektedir.
Bütün bu nedenlerle, 4483 Sayılı yasayla öngörülen sürecin etkili ve maddi gerçeği ortaya çıkarmaya yönelik derinlikli bir soruşturma olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
Ancak bu yasa, Hrant Dink cinayeti yargı sürecinde, cinayetin hazırlanışında sorumluluğu ve rolü olan, cinayetten sonra suç delillerini gizleyen, katil zanlısına kahraman muamelesi yapan devlet memurlarını adeta korumak için bir kalkan olarak kullanıldı. Devletin suça bulaşmış bütün memurları bu yasanın koruyucu şemsiyesinden yararlandırıldı.
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ (AİHM) KARARI
AİHM, 14.09.2010 tarihli Hrant Dink kararıyla, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin dört kez ihlal edildiği sonucuna vararak Türkiye’yi oy birliği ile mahkum etti. Mahkeme (AİHM), Türk devletinin, öncelikle Hrant Dink’in yaşam hakkını korumak için pozitif tedbirleri almayarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, yaşam hakkına ilişkin 2. maddesini maddi boyutuyla ihlal ettiği sonucuna vardı. Bunun dışında, Hrant Dink’in yaşam hakkının yakın ve gerçek tehlike altında olduğunu bilen güvenlik güçleri hakkında etkili bir soruşturma yürütmediği için Sözleşmenin 2. maddesinin usulî boyutuyla da ihlal ettiğini belirledi. Ayrıca Sözleşmenin 10. maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğü hakkı ile 13. maddesinin de ihlal ettiğine hükmetti.
Hedef gösterilme sürecindeki somut olay ve olguların, Hrant Dink’in yaşamına yönelik ciddi, gerçek ve yakın bir tehlikenin varlığına işaret ettiğini belirtilmesi ve Hrant Dink’e verilen mahkumiyet kararının Yargıtay’ca onanmasının bu sürecin son halkası olduğunun vurgulanması, kararın en önemli yanlarından biri olarak dikkati çekti.
AİHM, cinayetin planlandığı ve hazırlandığı yerin sorumlusu olarak Trabzon Emniyeti ve Trabzon Jandarması ile cinayetin işlendiği ve mağdurun ikamet ettiği yerin sorumlusu olarak da İstanbul Emniyetinin, Hrant Dink’in yaşamının korunmasından sorumlu olduklarını belirleyerek bu kurumların ayrı ayrı ya da birbiriyle koordineli biçimde; planlanmasından ve yakında işleneceğinden haberdar olmalarına rağmen Hrant Dink cinayetinin engellenmesi amacıyla harekete geçmediklerini tespit etmiştir. Tespitin ardından bu görevlilere karşı başlatılan soruşturmaların, güvenlik güçlerinin neden harekete geçmediklerinin ortaya çıkarılması ve cezalandırılması yönünden sonuçsuz bırakılmasının etkili bir soruşturma yürütme yükümlülüğünün ihlali niteliğinde olduğu sonucuna varmıştır.
Bunun yanı sıra, alt düzey görevlilerin müfettişlere yalan beyanlarda bulunmaya zorlanmasının, söz konusu olaylarla ilgili delil toplamak için adımlar atılması ödevine yönelik açık bir ihlal ve sorumlu olanların tespit edilmesi için yürütülen soruşturmanın kapasitesine engel olunması yönünde planlı yürütülen bir işlem olduğuna karar vermiştir.
AİHM ayrıca, güvenlik güçlerine yönelik soruşturmaların, sadece, hepsi yürütme erkine mensup olan ve olaylara karışanlardan tamamen bağımsız olmayan diğer memurlarca (Vali, İl İdare Kurulu) esastan incelendiğini, bu durumun tek başına söz konusu soruşturmaların zayıflığını gösterdiğini belirlemiştir.
Hrant Dink’in ifade özgürlüğünün ihlali konusunda Türk yargısına hakim olan görüşü değerlendiren bölümü, kararın bir başka çarpıcı yanını oluşturmaktadır.
AİHM, suç isnat edilen ifadeyi kullandığı yazı dizisinin tamamı incelendiğinde, Hrant Dink’in "zehir" olarak tanımladığı şeyin "Türk kanı" değil, Ermenilerin "Türk halkına yönelik algısı" ve Ermeni diasporasının Türkiye’nin 1915 olaylarını soykırım olarak tanıması yönünde yürüttüğü kampanyanın saplantılı niteliği olduğunun açıkça gözler önüne serildiği hususunda Yargıtay Başsavcısının görüşünü paylaşmıştır. Yargıtay’ın söz konusu ifadeyi yorumlayıp fiili ifadeye Türk kimliği kavramını yükleme biçimini analiz ettikten sonra, Yargıtay’ın aslında Hrant Dink’i, 1915 olaylarının soykırım teşkil ettiği görüşünü inkâr etmesinden ötürü Devlet kurumlarını eleştirdiği için dolaylı olarak cezalandırdığı sonucuna varmıştır.
AİHM yargıçlarının, son derece düşündürücü ve Türk yargısı için utanç vesilesi olması gereken bu tespitine göre, Yargıtay hakimleri, Hrant Dink’i dava konusu edilmeyen ve esasen suç oluşturmayan, ancak resmi teze aykırı başka görüşlerinden ve sözlerinden dolayı cezalandırmışlardır. Hukukun en temel ilkelerine aykırı bu kararlarının temelini, yargıçların 1915 olaylarına ilişkin resmi teze bağlılıkları ve önyargıları oluşturmuştur. Oysa yine AİHM’e göre tarihsel gerçeğin araştırılması ve tartışılması, ifade özgürlüğünün bütünleyici bir parçası olması yanında Mahkemelerin, yargıçların tarihsel bir sorun hakkında ‘hakemlik etme’ yetkisi bulunmamaktadır.
Dokunulmazlık ve Cezasızlık, Hrant Dink cinayeti soruşturma ve yargılama süreçlerinin temel sorunu olarak ortaya çıktı. Onca incelemeye, soruşturmaya, yargılamaya, hukuki girişime, kamuoyu baskısına rağmen devlet görevlilerine dokunulamadı. Bu durum, suçların cezasız kalması sonucuna yol açtığı gibi önceki deneyimlerle birleşerek güvenlik ve istihbarat görevlilerine dokunulmaz, hesap sorulamaz algısını pekiştiren bir iktidar alanı yarattı.
Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak hukuki ve hukuk dışı süreçlerin tümü, dokunulmazlık ve cezasızlık uygulamalarının sistematik olduğunu ve bir kural haline geldiğini kanıtladı. Yargı süreçlerinin ve makamlarının da bu kuralın uygulanması ve herhangi bir sızıntıya meydan verilmemesi amacıyla kurgulandığı, kuralı bozması muhtemel girişimlerin bir başka mekanizma tarafından engellendiği, tesadüfen oluşmuş bir çatlağın da bir başka makam tarafından onarıldığı bir mekanizma olarak tasarlandığı ortaya çıktı.
Dokunulmazlık ve cezasızlığın yarattığı keyfi alan yanında, siyasi irade yoksunluğunun da devlet görevlilerinin direncini ve cesaretini arttırdığı, siyasi irade olmadıkça resmi kurumların direncini kırmanın mümkün olmadığı bir kez daha anlaşıldı.
Hrant Dink cinayeti, soruşturma, inceleme ve yargılamaları, yargı makamlarının, devlet görevlilerinin işlediği kimi suçları diğer yargılamalardan farklılaşan bir yaklaşımla ele aldıklarını, yargılama süreçlerini derinleştirmek yerine, ellerine verilenlerle yetinen, çizili sınırlar içinde görünürde bir yargılama ve soruşturma yürüten bir davranış birliği sergilediklerini gösterdi.
Devlet ve devlet görevlileri söz konusu olduğunda cezadan ve yaptırımdan kaçınma temelinde farklılaşan bu yaklaşım, en somut biçimiyle AİHM’in Hrant Dink kararıyla gözler önüne serildi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçları, inceledikleri dosyalar ve dosya içerikleri aynı olmasına rağmen, aynı bulgular ve verilere bakıp Türkiye’deki meslektaşlarından tamamen farklı sonuçlara ulaştılar. Bu farklılığı, iç hukuk ile uluslararası hukuk arasındaki çelişki ya da mevzuat farklılığı ile açıklamak mümkün değil. İç hukukta da kullanması halinde, yargıcın elinde yeterince malzeme ve hukuksal dayanak mevcut. Temel hak ve özgürlükleri koruyan yasal düzenlemelere, sözleşmelere, Anayasanın 90. maddesine rağmen bu farklılık, AİHM yargıçları ile Türkiye’deki meslektaşlarının devlete değen yargılama süreçlerine farklı zihinsel kodlarla yaklaştıkları, insan hak ve özgürlüklerini korumak yerine devleti koruma ve kollamayı misyon edinen bir yargı kültürü ile açıklanabilir.
Bu tutum, devletin yüksek menfaatlerini kutsayan ve bu menfaatler uğruna kurumların hukuk dışına çıkmasını normalleştiren zihniyetin yansımasıdır. Bu zihniyet ve bu yargı pratiğiyle adalete erişimin mümkün olmadığı, benzerleri gibi Hrant Dink cinayetinde de bir kez daha ve bütün açıklığıyla ortaya çıktı.
Hrant Dink aleyhine açılan soruşturma, kovuşturmalar, mahkumiyet kararı, bu kararın Yargıtayca onanması, cinayet sonrası yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar, süreçte yer alan yargısal makamların, kararlarını, hukuka değil, devletin ideolojisine ve devletin derinliklerinden gelen işaretlere göre oluşturduklarını tüm açıklığıyla ortaya çıkardı. Milliyetçi, ırkçı, ayrımcı, vatandaşını tehdit olarak gören resmi ideolojik formasyonu koruma ve kollamayı misyon edinmiş bir yargısal mekanizmanın ya da korumasız bırakıldığı için bu mekanizmanın bir parçası durumunda kalan yargı makamlarının temel hak ve özgürlükleri koruma bilinciyle hareket eden yargı makamlarıyla aynı sonuçlara varamayacağı çok açık olarak ortaya çıktı.
4 YIL SONRA GELİNEN NOKTA
Yukarıda başlıklar halinde değinilen olgular, işaret edilen kurumlar ve mekanizmaların Dink cinayetinin hazırlanması, işlenmesi, cinayetin ardından delillerin gizlenmesi, karartılması, gerçeğin üstünün örtülmesi, yargı süreçlerinin sınırlarının ve çerçevesinin çizilmesi ve bu sınırların dışına çıkılmamasındaki uyumu ve ideolojik ortaklığı dikkat çekicidir. Esasen bu uyum ve ortaklık, cinayetin meşrulaştırılması yanında cezasızlığını da sağlayan ve olağanlaştıran güçlü bir aygıtın ve zihniyetin varlığına tekabül etmektedir. Bu güçlü aygıt devletin ta kendisidir. Hrant Dink’in hedef gösterilmesi, mahkumiyetiyle sonuçlanan yargı süreçleri ve öldürülmesi, cinayet yargılamalarının tıkanması, yani sürecin bütün olguları, devletin ideolojisini ve siyasetini işaret etmektedir.
Vatandaşlarının canını korumakla yükümlü devletin, zaman içinde kapsadığı kişi ve gruplar değişse de vatandaşlarından bir bölümünün (iç) düşman olduğuna karar verdiği, bu düşmana karşı yürütülecek mücadelede, cinayet dahil yasaların suç olarak tarif ettiği eylemlerin yargılanmadığı, bu nedenle, suçların ve suçluların cezasız bırakıldığı, hukuk dışına çıkan görevlilere bu eylemleri nedeniyle dokunulmadığı bir devasa mekanizma kurguladığı açıkça ve bir kez daha ortaya çıktı.
Kutsal devlet anlayışı ve siyasi kültürü ile şekillenen bu kurgu, devlet için, hukuk dışına çıkmayı, cinayet işlemeyi meşrulaştıran hatta özendiren, katilleri kahramanlaştıran bir sistemi mümkün kılıyordu.
İç düşman tanımının devletin ideolojisini ve toplumun homojenliği bozan farklılık öngörüsü üzerine kurulu olduğu, Hrant Dink cinayeti sürecine eylemleri ya da eylemsizlikleriyle katılan tüm aktörlerin bu tanım etrafında birleştikleri tespit edildi.
Bütün bu tespitlere ek olarak; Hrant Dink’in hedef gösterildiği süreçte, darbe hazırlıklarının yapıldığı, ülkenin önemli ve tanınmış gazeteci, yazar ve aydınlarına suikast planlandığı, aralarında Hrant Dink’in de bulunduğu bu kişilere ilişkin ölüm listelerinin oluşturulduğu bugün ortaya çıkan bilgiler arasındadır.
Yine, aynı süreçte, devlet yapılanmasında değişime ve kurumlar arasında farklılaşmaya hatta çatışmaya tanık olundu. Bu değişim ve farklılaşma, hedef durumunda olan kimi aydınların yaşamlarını korumaya yönelik tedbirler alınmasıyla sonuçlandı. Kurumlar arası çatışma, çok sayıda aydın ve gazetecinin yaşam haklarının da güvencesini oluşturdu. Örneğin, Orhan Pamuk, talep etmediği halde, kendisine koruma tahsis edildi. Mehmet Ali Birand, zamanın MİT Müsteşarı’nca koruma altına alınarak öldürülmekten kurtulduğunu geçenlerde açıkladı. Bu ülkenin değerli aydınları Orhan Pamuk ve Mehmet Ali Birand’ın yaşamının korunması doğrultusunda alınan ve son derece haklı ve doğru bulduğumuz tedbirlerin yine aynı süreçte Hrant Dink’ten esirgendiğine de tanık olundu.
Birbirleriyle kavgalı kurumların Hrant Dink cinayetinin hazırlığına katkı, işlenmesine kolaylık ve katil zanlısına kahraman muamelesi konusundaki uyumu, devlet kadrolarında mevcut bir başka güçlü zihniyetin ne kadar yaygın ve içselleştirilmiş olduğunu gösterdi. Sürece bir bütün olarak bakıldığında bu zihniyetin, cinayetleri içselleştiren, olağanlaştıran, meşrulaştıran farklılıklara, özellikle Ermenilere düşman ittihatçı geleneğin uzantısı olduğunu söylemek hiç de yanlış bir tespit olmayacak.
Devletin yüzyıllık ittihatçı geleneğinin temelini oluşturan Ermeni düşmanlığının, bu cinayet sürecinde rol alan tüm kurum, kişi ve grupları birleştiren önemli bir faktör olduğu bu davada, adalete ulaşmanın yolu, bu düşmanlıkla ve bu düşmanlığın beslendiği tarihsel süreç ve devlet geleneğiyle yüzleşmekten geçiyor.
Karar süreçleri, hazırlığı ve yargılanışındaki yöntemler bu davayı benzerlerinden farklı kılmıyor. Ancak bu dava, benzeri suikastların ve faili meçhul bırakılmış olayların tümünü yeniden yargı alanına taşıma, devletin ve yargının geleneksel bakışı ile hesaplaşma potansiyelini taşıyor.
Bu dava, geçmişin ağır ve karanlık yüküyle yüzleşme ve başa çıkma yolunda başta siyasi irade olmak üzere herkese, her kesime önemli fırsatlar sunuyor. Bu fırsatı değerlendirmek elimizde."
Devamı ...
4 Yıldır Yok
19 Ocak 2011 - Çağrı filmi from Umit Kıvanç on Vimeo.
4 Yıl önce Veli Küçükler, Kemal Kerinçsizler, Levent Temizler, Emin Çölaşanlar hedef gösterdiler, 4 Yıl önce İstanbul Valiliği'nde tehdit ettiler, İstanbul Valiliği'nin haberi vardı, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün haberi vardı, Trabzon İl Jandarma Alayının haberi vardı, 4 yıl önce Erhan Tuncel azmettirdi, eline silah verdiler gönderdiler, ölüsünün arkasından "kılıç artığı" dediler, "bırakın ermenici olmayı" diye şarkı söylediler, Beyaz bereyle stadlara gittiler, delilleri kararttılar, cinayet münferittir diyeni vali yaptılar, Meclis'te soruşturmadılar, hükümetin bakanları emniyet müdürlerine soru sorulmasını bile engelledi, adalet gelmedi. 4 yıl önce bu ülkede gözümüzün içine baka baka birini öldürdüler ve katiller gözümüzün içine baka baka bize hakaret ettiler. Adalet istiyoruz. Kardeşimizi öldürdüler.
Devamı ...
1907 ÜNİFEB'den Yılın En İyileri Anketi
Buradan ulaşabileceğiniz ankette yılın blogları arasında Çizgiden Çıkaran, Canarino, Marko ve Yerden Şut Üstten Aut bloglarıyla birlikte biz de varız. Diğer adaylardan da şahsen tanıyıp çok sevdiğim insanlar var, o yüzden bize oy verin demeyeceğim. Anket kaybetmeye alışmış bir blog olarak ikincilik madalyalarımıza bir yenisini ekleriz en fazla. Daha önce bir parçası olduğum ve ilk günlerinden beri içinde bulunduğum ÜNİFEB tarafından bu şekilde takdir edilmek bile bizim için yeterli oluyor. 2010 analizi yapmadık blogda, bu vesileyle kısaca özetlersek hiç fena olmaz. Sarı Melekler Kadıköy'de ayakta alkışlansın kampanyamıza herkesin içtenlikle destek vermesi ve bu fikrin Fenerbahçe taraftarı sayesinde gerçeğe dönüşmesi tam da burada yazarken hedeflediğimiz şeylerden biriydi, çok da keyifliydi. Kampanyanın başarılı olması da değildi mutlu olmamızın sebebi, belki her yazıda dolaylı veya direkt olarak yazdığımız, Fenerbahçe taraftarının sosyal bir bütün olarak düşünülmesi ve taleplerini dillendirmeleri, buna cevap almaları hep arzu ettiğimiz bir şeydi. Fenerbahçe daha demokratik olabilir, demokratik olursa daha keyifli, daha büyük kulüp oluru gösterdiği için değerliydi.
1907 ÜNİFEB de yaptıklarıyla değerli bir grup. Anketleri sadece blog anketi de değil, tüm Fenerbahçe camiasına değerlendiriyorlar. Artık gelenekselleşen bu ankete katılıp onları onurlandırmak da şık bir davranış olurdu. Kime oy verirseniz verin ama bence 1 dakika ayırıp oyunuzu kullanın, üstelik bu sene foruma üyelik şartı da yokmuş, herkes oy kullanabilir.
Kime oy verirseniz verin dedim ama şakaydı: Bence Alex'e oy verin.
Devamı ...
14 Ocak 2011
Utanmazlar ve Aptallar
Fenerbahçe'nin bir ton sorunu var, orta sahasının göbeği, kanatlar. Bu maç bunlardan bahsedeni Allah çarpar. İkinci ligde küme düşmeme mücadelesi veren bir takımdan daha kötü bir orta sahamız yok, kanattaki oyuncularımız daha az yetenekli değiller. Oyuncu kalitesi, teknik taktik şablon, bunların hepsini geçin, bu maçta koca Roma Ordusunu sapanlarla dövdüler. Niye? Çünkü bu futbolcular utanmaz kardeşim. Bu adamların artık utanma duygusu kaybolmuş, ar haya, hava civa.
Aykut Hoca saha kenarında "ayakta kazık gibi dikilin" diye bağırsa, taktik olarak da satrançtaki macar açılışını verse, dizilişimiz 2 - 1 - 3 - 4 olsa bu futbolcuların gene Yeni Malatyaspor'u yenmesi lazım. Bu ekibin bizlere, kendilerine, ailelerine ve Türkiye'ye neden Yeni Malatyasporlu oyunculardan 100 kat fazla para kazandıklarını göstermesi gerekiyor. Bu seviyedeki bir futbolcu Yeni Malatyaspor'a yenilmeyi içine sindirebiliyorsa futbolu bıraksın, gitsin balıkçılık yapsın, marangozlukla uğraşsın. Türkiye liginin en çok kazanan oyuncusu olacaksınız, Türkiye Süper Lig'in şampiyonluğuna oynayacaksınız, en düşüğünüz senede milyon dolar kazanacak, sonra ikinci ligde küme düşme mücadelesi veren, imkanı belli Yeni Malatyaspor'a yenilip hayata devam edeceksiniz. Bu bir futbolcunun ruhunun öldüğünü gösterir. Kazanma ruhunun, isteğinin, kişisel saygınlığına olan hassasiyetinn artık kaybolduğunun ifadesidir. Bu futbolculardan, kimse kusura bakmasın, hiçbir şey olmaz. Bunların hepsi utanmaz.
Bir de aptallar var.
Kardeşim, şurada 2 senedir yazmadığımız yazı, söylemediğimiz kelime, göstermediğimiz neden kalmadı. Aziz düşmanlığından, Fenerbahçe düşmanlığına kadar türlü çeşit absürdlükle itham edildik. Söylediklerimizin doğru çıkmasından başka bir üzüntümüz yok.
Aziz Yıldırım bu kulübü yönetemiyor. İlkel, şarklı bir tiran zihniyetiyle soyunma odası basarak, fırça çekerek Azizsilinlemesinin, bir başarısızlık karşısında teknik direktör atıp yenisini getirmesinin, transfer politikasını kendi belirlemesinin, takımda kendisinden habersiz kuş uçurtmamasının, profesyonellere güvenmemesinin, bütüncül bir aklı kullanma basiretinin olmamasının, tek adamlığa bayılmasının gösterdiği tüm psikolojik, sosyal ve entellektüel yetersizlikleri sebebiyle yapamıyor.
Bu çağda, bu şekilde, bu seviyedeki bir kulüp yönetilmez. Dedik, anlamadılar, anlamadıkları gibi "Aziz reyis, süper tesis yaptı valla"dan ibaret argümanlarla karşımıza çıktılar.
Sonuç bu.
Sinir sisteminiz alınmışa döndünüz. Bundan 4 sene önce Fenerbahçe Yeni Malatyaspor'a yenilse yer yerinden oynardı. Bugün vaka-i adiye. Alıştık yenilmeye. Duyargalarımızın hassasiyeti gitti, resmen dokunduğumuzdan, yaşadığımızdan tat alamıyoruz.
Öfkelenemiyoruz bile.
Tam 3 senedir bu adamcağız bas bas ben bu işi yapamıyorum diye bağırıyor. Zico'yu gönderdiği günden bu güne kadar devamlı yokuş aşağı gidiyoruz. Ayağa kalkacak cesaretleri yok, orada kös kös oturuyorlar. Tribünler bitti, tribün grupları dağıldı, futbolcular bitti, ANTU'de ancak açılış sayfası hazırlasınlar.
Aptallar, körü körüne bağlılar, gözlerini karartmışlar, hala tesis, saha maha diyorlar. Bu kulüp ruhunu kaybediyor. Bu kulüp kazanmaya olan inancını, büyüklük düşlerini, halkla olan bağlarını, toplumdaki sevgisini, renklerin timsal ettiği değerleri kaybediyor.
Şu kulüpte iyi olan her şeyin Aziz Yıldırım'ın el atmadığı alanlar olması da tesadüf değil zira Aziz Yıldırım tek adamcılığı, her şeye müdahil olma isteği, diktaperverliği, ortak aklı öldürmesi, ben betondan da anlarım futbolcudan da anlarım türü mesnetsiz kendine güveni ile nereye dokunsa öldürür, öldürmekle yükümlüdür.
Aptal gibi izleyip destekliyorlar. Kalkın ayağa. Aziz Yıldırım istifa etmedikçe, Fenerbahçe, Fenerbahçe olmayacak. Halka uzak, tribünleri sessiz, yenildiği zaman yüzü kızarmayan, iddiasız bir takım haline döndük, bu Fenerbahçe değil, bu Fenerbahçe'nin ceseti bile değil, Fenerbahçe forması ile sahaya çıkmış bir Aziz Yıldırım ve artık onun tutmadığı sözlerden, gerçekleştiremediği vaatlerden, büsbütün kulübü kötü yönetmesinden dolayı hesap verme vakti verdi.
Biz daha iyisini hak ediyoruz.
Devamı ...
10 Ocak 2011
Turgay Atasü İstifa Et
Geçtiğimiz haftalarda TFF Doping Kurulu Başkanı ve TBF Sağlık Kurulu Başkanı sıfatlarıyla Prof. Dr. Turgay Atasü'nün açıklamaları Anadolu Ajansı tarafından verildi. (Açıklamalar burada) Hatırlarsak "Taurasi'nin B numunesinde de bir değişiklik olmaz. Ben bugüne kadar böyle bir değişiklik görmedim. Çünkü bu testleri gerçekleştiren laboratuvar, pozitif çıkan sonuçları bir kaç kez tekrarlıyor. Taurasi bu duruma göre normalde 2 sene ceza alır. Dünya basketbolunun zirvesinde biri ama ne yapalım, o da kullanmasın" demişti ve ülkede hukuk ve düzenin olmadığını bir kez daha bize hatırlatmıştı.
Çok geçmeden kendisine destek gelmiş. Şaşırtıcı değil tabii ki. Dünya algıları Fenerbahçe'nin lehine her şeye zırlayıp aleyhine her şeyi coşkuyla alkışlamak olan amaçsız insanlardan bahsediyoruz. Yine de bu kadar açıkça hukuk çiğneyen bir harekete destek olabilmeleri ya olayları kavramakta sıkıntı çektiklerini ya da gerçekten nefretle beslenen ve hukuk, adalet umursamayan insanlar olduklarını gösteriyor. Çok da ciddiye alınmaması gereken bu tipleri bir tarafa koyup asıl meseleye gelelim.
Doping kontrolleri bir kurala bağlıdır ve süreci bellidir. Buna göre A numumesi pozitif çıkan bir oyuncu B numunesinin de incelenmesini talep edebilir ve ancak bundan sonra hakkında kesin karar verilebilir. Taurasi ister dünyanın en etkili doping ilacını kullanıyor olsun, isterse bu ilacın kaçakçılığını yapıyor olsun; karar veren kurumlarda çalışan insanların süreç tamamlanmadan hüküm verme hakkı yoktur. İsterse 1 milyon B numunesinde sonucun hiç değişmemiş olduğunu görsün, Prof. Dr. Turgay Atasü böyle bir kural varsa o testin sonucunu beklemek zorundadır.
Bu yapılan açıklamanın, kendi göreceği davanın detaylarını haberlerden öğrenen bir hakimin davaya girmeden "Evet, cezası belli gibi zaten, tanıkları dinlesek de değişeceğini sanmıyorum" demesinden bir farkı yoktur. Turgay Atasü, açıklamasıyla hukuğu çiğnemiştir. Bu yapılanın savunacak hiçbir yanı yok. Taurasi'nin B numunesinde sonucun değişmemesi, sonucunda kulüple sözleşmesinin iptal edilmesi tamamen alakasız konulardır. Sonuç belli olmadan ve kurul toplanıp oyuncunun savunması alınmadan kararı ve cezayı kendince belirlemesi akla, mantığa sığacak bir davranış değil. Bu yapılan açıklama sonrası Turgay Atasü'nün hatasız olduğunu savunmak için de en hafif tabirle cahil cesaretine sahip olmak gerek.
Yönetimimiz kulübün hakkı çiğnendiğinde sessiz kalıyor, yine öyle olacaktır. Aslında Turgay Atasü görev başındayken TBF'ye her türlü baskı ve tehdidi yapmaları ve bu işin peşini bırakmamaları gerekiyor fakat biliyoruz ki böyle bir uğraşları olmayacak. Ülkenin spor kurumlarında çalışan bir tane aklı başında insan varsa Turgay Atasü'nün bu açıklama sonrası görevde kalmasının saçmalık olduğunu bilir ve görevden aldırmak için elinden geleni yapar. Her türlü çamura bulaşmış TFF ve TBF'den de böyle bir hamle beklemek de hayalcilik. Ülkenin tepesinden dibine kadar her yerinde hukuksuzluk, haksızlık, rüşvet, kayırma var. Spor takımlarını takip etmek bile mide bulantısından başka bir işe yaramamaya başladı.
Devamı ...
4 Ocak 2011
"Olaylar, ancak Sporda Şiddet Yasası'nın çıkması ile önlenebilir"
Başlıktaki cümleyi Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener kurmuş. Cadı avı başlıyor. Bırakın Avrupa'da, Dünya'da olan biteni, Türkiye'de spor tarihinden haberi olmayan insanların yöneticilik yaptığı kurumlardan ancak böyle bir yasa beklenirdi. Yasada korkunç maddeler var. Bunlar şurada özetlenmiş. Bazıları çok tanıdık geliyor. Örneğin "Seyirciler artık üzerinde TC kimlik numarası olan elektronik ortamda üretimiş biletlerle maça girebilecek." Margaret Thatcher'ın 80'lerin sonunda İngiltere'de aldığı önlemler. Holiganizmi hapis cezası tehdidiyle önlemek de onlarda aşırılmış bir fikir. Bu fikirleri uygulayanlar neden 90'ların ortalarında vazgeçildiğine de bakmış mıdır? Sanmıyorum.
* Koro halinde küfürlü tezahüratta bulunanlara 6 aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılabilecek."Galatasaray ile Fenerbahçe U-17 takımlarının oynadığı müsabaka sırasında meydana gelen olaylar ve genç futbolcuların dayak yemesi bardağı taşırdı" cümlesinin korkunçluğu geçen ay oynanan Beşiktaş - Bursaspor maçını da hemen anımsatıyor. O maçta binlerce polisin yanında gidip rakip taraftarları bıçaklayan insanlar vardı. Hemen o maçtan sonra bu yasa teklifi ilk kez dillendirilmeye başlandı. En son da U17 maçını bahane ederek pek itiraz görmeden çıkaracaklar.
* Irkçı, etnik aleyhte tezahürat yapanlar 1 yıla kadar hapis cezası alabilecek.
* Biletsiz maça girenler 1 yıla kadar hapis cezası alabilecek. Alkollü gelenlere ise 3 yıla kadar hapis cezası.
Üniversitede yurtta kalırken öğrenci temsilcisiydim ve yurtta kalan öğrencilerin şikayetlerini yönetime iletiyordum. Bir gün taleplerimizi istemişlerdi, biz de öğrencilerle konuşup okul yönetimine iletmiştik. Kızların erkek, erkeklerin kız yurtlarına girmesini yasaklayan kuralın yurt yönetmeliğinden çıkarılmasını talep etmiştik, savunmamız da çok basitti "biz üniversite öğrencisiyiz." Buna karşı pek bir itiraz üretemediler, üç dört kere toplandık ve her defasında bir bahaneyi duyuyorduk, sonunda yumurtladılar "öğrenci velilerine gösterecek bir kuralımız olmalı, öyle istiyorlar, siz yine istediğinizi yapın, biz göz yumuyoruz zaten." Bunun uygun bir çözüm olamayacağını, bir kişi bile bu kural nedeniyle ceza alırsa açık bir haksızlığa uğrayacağını söyledik, tabii ki dinlemediler.
Bu yeni yasa da şekilsel olarak bu anlattığıma çok benziyor. Küfür etmek gibi bir suça "3 yıla kadar" ceza önerilmesini caydırıcılık olarak açıklayıp, çok aşırı durumlar dışında uygulanmasının zor olacağını, bu yüzden çok da itiraz edilmemesi gerektiğini söyleyeceklerdir. Caydırıcılık için uygulanması mümkün olmayan kural koymak kuralsızlığı ve faşist baskıyı hukuk postuna sokup uygulamaktır. Koro halinde küfür etmek nedir, nasıl tanımlanır, suçluları nasıl bulunur, 300 metre ilerideki bir kamera küfür ettiğinize nasıl emin olabilir gibi sorular arasında biliyoruz ki taraftarlık ve şiddet denilince suçlu ve masumu ayırmak konusunda bir çabaları yok zaten.
Maça giden herkesin bildiği gibi orada bulunmanız polis tarafından dövülmeniz, gaz yemeniz, göz altına alınmanız için yeterli. Geçen sene Trabzon maçından sonra yanında çocuklarıyla gelen aileleri bile döven, 5 sene önce Manisa'da suçlu suçsuz herkesi darp eden, geçen sene Fenerbahçe'nin 3 tribün grubundan rastgele insanları göz altına alarak onların tribün aktivitelerini durduran polis koro halinde küfür edenleri tespit edip adil cezalar verecekmiş. 3 kişilik bir arkadaş grubunuzla kaçan gole aynı anda "hasssss" refleksi vermeniz bile koro halinde küfür sayılabilir. Bu durumda 2 yıl hapis cezası alırsanız kimse hakkınızı da savunmaz çünkü maganda bir holigansınızdır.
Bu yasanın saçmalığı da tam olarak burada başlıyor. Her tecavüz, cinayet olayında bilincini yitirip idam geri gelmeli diye bağıranlar gibi en ağır cezayla infaz ederek sorunun çözüleceğini düşünüyorlar. Oysa önerdikleri şey bu cezaları hak etmeyenleri, hatta masumları bile geri dönülemez cezalarla cezalandırıp hayatlarını karartmak. Özellikle pis adamlar olarak resmedilen taraftarlar söz konusu yasaların hedefi olunca masumla suçluyu ayırt etmek konusunda pek istekli de olmayacaklar. Bunun örneklerini daha önce defalarca gördük.
Bir de bu iki yüzlülük feci halde mide bulandırıyor. Şiddete ve küfüre karşı yasa çıkarıyoruz diyenler daha geçen ay doğmamış bebeği öldüren polis şiddetinin ne kadar faydalı olduğundan bahsediyor, kendisine şikayet eden çiftçiye "terbiyesizlik yapma lan" diyordu. Bütün dünyada otoriteye yönelik bir eleştiri olan yumurtayı bile şiddet aracı ilan edip polis gazı ve dayağını düzen sağlamak için gereken bir araç olarak gördüğünü söylüyordu. Daha geçen sene alakasız bir ülkede alınacak alakasız bir karar nedeniyle ülkedeki kaçak göçmenleri topluca kovacağını söylüyordu. Bu imza atan eller geçen aylarda terör örgütlerinde sünnetsizlerin yer aldığını dillendiriyordu. Şimdi ırkçılık ve şiddete karşı önlem alıyoruz diyorlar. Bu yasalar neyi önleyecek hakikaten, ülkede düzen yeniden mi kurulacak? Yasaya imza atan bakan sünnetsizler diye müslüman olmayan halkları terörle ilişkilendirdikten bir gün sonra taraftarlar yabancı bir oyuncuya "sünnetsiz pipiler Türkiye'den ne bekler" tezahuratı yaparsa ırkçılıktan ceza mı alacaklar?
Devamı ...
3 Ocak 2011
Efes Maçı: 15 Dakikalık Savunmanın Zaferi
Maça iki takım da felaket savunma örnekleriyle başlayınca çok kolay sayıların atıldığı iki, üç dakika izledik. Vujcic-Lavrinoviç eşleşmesinde Lavrinoviç'in savunmada yapılabilecek tüm pozisyon hatalarını 5 dakikada yaparak hayranlığımızı kazandığı bölümde Efes Pilsen skorda öne geçti. Hücumda Tomas'ın deliciliği sayesinde ve Efes'in pick and roll savunmasını bazen cezalandırdığımız için sayı bulduk ama neredeyse her Efes hücumu sayı olunca skorda 7 sayı geriye düştük. Lavrinoviç'in savunma zaafiyetine Oğuz da eşlik edince ilk periyotta tam 24 sayı yedik. 19-24.
İkinci çeyreğin başında yine karşılıklı basketler vardı. Farkı bir an önce kapatalım düşüncesiyle kullanılan acele şutlar ve dış sutlardaki isabet oranının yerlerde sürünmesi sonucu Efes skorda önde kalmayı başardı. Wisnievski saçma sapan işler yapmasa ve Thornton'dan katkı alabilseler farkı açabilirlerdi. Devre sonuna doğru Ukiç'le kendimize gelip savunmayı biraz toparlasak da Kerem'in süre dolarken attığı üçlük sonrası, Ukiç'in sayısıyla devreye dört sayı geride girdik. 37-41.
İlk devre oynadığımız oyuna ve yaptığımız savunmaya bakıldığında 4 sayı geride olmak son derece iyi bir sonuçtu. Efes yerine daha düzeni işleyen bir takıma karşı olsaydı en az 10-12 sayı geride bitirirdik ilk yarıyı.
İkinci yarıya soyunma odasında muhtemelen bir hayli fırça yemiş olarak çıktık. Hücumda kolay sayılar bulurken savunmada vidalar sıkılmaya başlandı. Ömer Rakoçeviç'i tamamen devre dışı bıraktı, Kaya içeriyi kararttı. Lavrinoviç, Vujcic karşısında nispeten daha iyi durdu. Sezon başındaki savunma sertliğini tekrar yakaladık. Ömer'in üçlüğüyle maçta ilk kez öne geçtik ve farkı çeyrek sonunda Jasikevicius'un gözlerimizin pasını silen asisti ve Oğuz'un basketiyle 7 sayılık bir avantajla kapattık. 56-49.
Son çeyreğe üçüncü çeyrekteki savunma sertliğini devam ettirerek ve hücumda da arka arkaya bulduğumuz üçlüklerle momentumu tamamen alarak girdik. Bir ara 17-1 civarında bir seri oluştu üçüncü çeyrek sonu ile dördüncü çeyreğin ilk bölümünde. Kerem'in üçlüğü Efes'in 8-9 dakikada bulabildiği tek saha içi isabetiydi. Son üç dört dakika Efes'in tam saha baskısı karşısında 15 sayılık fark bir anda eridi. Spahija'nın sahada tek guard bulundurması, Ömer'in kaçırdığı iki faul, Kaya'nın hediye ettiği hücum ribauntu, Mirsad'ın bir top kaybı bir erken atışı ve Jasikevicius'un top kaybı sonrası fark 4'e kadar düştü. Cumhurbaşkanlığı maçı sonunu andırsa da Marko Tomas'ın faulleri sokması ve Kaya'nın Kerem'e yaptığı blokla bitmiş maçı bir daha bitirmek zorunda kaldık. Ömer'in son saniye üçlüğü de skoru belirledi. 81-72.
Maçın bizim adımıza kahramanı elbette ki Tomas. Maçın başından sonuna kadar oynadığı her dakika takımın en iyisiydi. 22 sayısı, 3 ribauntu, savunmaya verdiği katkıyla maçın yıldızıydı. Yardımcı oyuncu da Kaya Peker oldu. 16 sayı, 8 ribaunt, 3 asistle kağıt helva kıvamındaki boyalı alan savunmasını ayağa kaldırdı. Lavrinoviç bildiğimiz gibi, artık bir umudum ya da beklentim yok kendisinden, adam resmen hafızasını kaybetmiş ve basketbola dair bildiği her şeyi unutmuş gibi oynuyor.
Ukiç-Saras guard ikilisinin hücum performansı son derece iştah açıcı. Saras'ın uzunları sınıf atlatacağı sinyalini daha ilk maçtan göstermesi çok olumlu, ama bugün maçın sonundaki gibi gölge savunma yapmaması gerek tabi. Efes sene başından bu yana Keremlerin sırtında gidiyor, bu maçta sene başından beri istikrarlı katkı aldıkları Sinan ve Thornton'dan hiç katkı alamadıklarını düşünürsek sadece iki oyuncudan verim alarak Fenerbahçe'yi yenmeleri pek mümkün değildi. Maçın başındaki rezil savunmamız yüzünden kolay sayılar bulsalar da savunmamızın üst kademeye çıktığı ve sertlik düzeyinin arttığı bölümde kırıldılar.
Saras'ın oynamasına yaptıkları itirazi ise son derece komik. Bu maçın bahsettikleri gibi bir erteleme maçı olmadığı gayet açık. Bu maçın Pazartesi günü oynanacağı 10 gün önceden belliydi, sanki 8. hafta maçı 12. haftanın ardından oynanmış gibi federasyonun gün ayarlamaları sanki ertelemeymiş gibi algılamaları anlamsız. Bu itirazdan bir şey çıkacağını düşünmüyorum ama burası Türkiye olduğu ve basketbol federasyonunun her türlü eylem ve işlemi zaten Allah'a havale olduğu için her şey olabilir demek lazım yine de. Spormax de şu maçları iki yorumcuyla yayınlama hevesinden vazgeçsin, iki yorumcu da birbirinin söylediklerine imza atmaktan maçı konuşmayı unutuyorlar. Savunmaların yerlerde süründüğü ilk yarı boyunca "kalite çok üst düzeyde" diye haykırmaları da bir hayli ilginçti.
Maçı kazandık, Efes'le aramızda iki galibiyet fark oldu bunlar güzel şeyler ama sahada can sıkıcı şeyler de var. En önemlisi de Spahija'nın maç sonu konusunda üst üste iki hafta kontrolü kaybetmesi. Başa baş giden maçların son bölümlerinde saçmalıyoruz, inşallah Top 16 öncesinde düzeliriz.
Devamı ...