26 Ağustos 2012

Kocaman Alex


Aykut Kocaman ve Alex De Souza'yı canlı gözlerle seyretmiş çoğumuz için son günlerde yaşanan olayların aramızda bir sinir harbine dönüşmesi çok normal. Fakat iş o kadar kontrolden çıktı ki, 3 Temmuz sürecinin muazzam bir şekilde birleştirdiği taraftar sosyal medyada birbirini kesmeye(!) başladı. Sosyal medya deyip geçmemek lazım zira tribünlere yansıması çok da farklı olmuyor.

Öncelikle olayların çıkış noktasını hatırlamak lazım, toplum olarak günlük gündemimizle o kadar fazla haşır neşir oluyoruz ki, dün ve ondan önceki gün yaşananları tamamen unutuyoruz.

Aykut Kocaman, Fenerbahçe'den haksız ve vefasız bir şekilde gönderilen bir Fenerbahçe'li olarak sportif direktör olarak görevlendirildiği günden beri vakur, sakin, kararlı ve dik duruşuyla, 3 Temmuz sürecinde camianın üzerine ferahlatıcı etki yarattı. Bu deneyimi yaşamış olan bizler biliyoruz ki, Kocaman ne görev alırsa alsın iyi bir 'Lider' olduğunu tüm ülkeye çoktan ispatladı. Bu onun ilk liderlik gösterisi de değildi. Daha önce Daum'un gönderilmesi sırasında 'kötü adam' olmayı göze aldı ve yönetimi her türlü eleştiriden uzak tuttu.

Yönetim de bu işi sevdi. Tüm sorumluluk Aykut Kocaman'ın üzerindeyken, uzun yıllar boyu türlü olaylarla azalan kredileri etkilenmeden hayatlarına devam edebilme şansına sahip oldular. Bu şartlarda Aykut Kocaman'ın sahada olmak istemesi normaldi, yönetim de sportif direktör olarak sorumluluk yüklenen Aykut Kocaman'ın teknik direktör olarak da sorumluluğun tamamını almasına itiraz etmedi.

Malum 2010 - 2011 sezonunda yönetim de bu kararının arkasında durdu. İşler kötü giderken Aykut Kocaman'a gösterdikleri güven ve direnç ile sezon ortasında doruğa ulaşan kelle isteyen sesleri susturmak ve yola devam etmek mümkün oldu. Bu dönemde yönetim de Aykut Kocaman ile çalışmanın avantajlarını kullandı, yabancı teknik direktörler gibi söylenmeyen, kulübü ve reflekslerini bilen, kimi zaman öne çıkarak sorumluluğu paylaşan, bütçe yönetimi konusunda hassas bir teknik direktörle çalışmanın verdiği konfor onlar için de fazlasıyla büyüktü.

Gelelim Alex meselesine. O çoğumuz için Fenerbahçe'nin tam da kendisi. Bize yaşattıklarını asla unutamayız. Şu an Fenerbahçe taraftarı için Lefter ne ise Alex de o. Fenerbahçe'yi gördüğü anda Alex'i görmüş milyonlar var. Bu sevgi onu tanrılaştırdı. Taraflı tarafsız herkesin Alex'e olan sevgi ve saygısı Fenerbahçeliler için şartsız, koşulsuz, engellenemez bir sahiplenmeye dönüştü. Bu çok 'normal' olan durum ise, ne kadar profesyonel ve mütevazi görsek de Alex'i farklı davranışlar sergilemeye itti. Öyle ki, 0-0 giden ve etkisiz olduğu bir maçta bile 80. dakikada oyundan çıkmasına sinirlendi, itiraz etti, maç sonu eleştirel yaklaşımlar sergiledi. Taraftarın gözündeki 'tanrı' rolünü hiçbir şekilde kaybetmek ya da taviz vermek istemiyordu. Ben sakat değilsem, etkisiz de olsam 90 dakika oyunda kalmalıyım mesajını her defasında verdi taraftara.

Aykut Kocaman'ın sanıldığı gibi geldiğinden beri Alex'i göndermek istediğine kesinlikle inanmıyorum. Ama taktik anlayışına göre yedek bırakmak istediği çok maç olduğuna eminim. Taraftar ve yönetim baskısı ile çok maçta oynattığına da eminim. Yaşını ve yaşayabileceği sakatlıkları da düşünerek Alex'e bağımlı bir Fenerbahçe futbol takımı antrenörü olmak istemiyor. İlk senesinde bununla ilgili açık açık bir sürü demeç verdi. Denemeler yaptı, fakat Aziz Yıldırım'ın 3 sene üst üste şampiyonluk sözünün ilk senesinde bunu denemesinin bir kazaya sebep olabileceğini gören Başkan duruma müdahale etti. Fakat bu denemeler bile Alex'i motive etmeye yetmişti, arkasından müthiş bir performans göstererek Fenerbahçe'ye şampiyonluğu kazandırdı. Arkasından 3 Temmuz ile başlayan malum sezonda Alex gibi tecrübeli ve lider özellikleri olan bir futbolcuyu kaybetmek istemeyen Aykut Kocaman ondan hiç vazgeçmedi.

Bu sezon başında ise zaman zaman Alex'i yedek bırakacağını açık açık söylediği bir sezona girdik. Ve ilk kez bence çok da haklı olarak çok önemli bir maçta Moskova'da orta saha direncini arttırmak için yedek bıraktı Alex'i. Ne olduysa ondan sonra oldu ve Alex'in meşhur 'kıskançlık' mesajı geldi arkasından. Twitter'ı etki bir şekilde kullanan ve çok yakından takip edildiğini bile bile yine antrenörünün kişiliğine saldıran bir yazı yazmıştı. Zaten Aykut Kocaman'ın imajını ve dik duruşunu bozmak için tetikte bekleyen, 'mühürlenen villa' haberleriyle yoklamalar çeken medyanın eline bombayı bırakıyordu. Akıl aldığı ve dert yandığı arkadaşlarının bazılarının malum kişilere yakınlığı ve onların eline koz verecek o malum sms olayı ise tam bir facia.

Sonuç itibariyle iki akşam önecki kadro dışı bırakılma haberleri ve Alex'in yine twitter'dan 'mutsuzum' 'sakat değilim, hocanın karar' diye yazması ön yargılarla dolu ve geçen seneyi yaşanmamış gibi hafızasından silip atanların yemek tabağına bırakıyordu Aykut Kocaman'ı.

Bu kadar şey yazdık ve bir eksiklik gözünüze mutlaka çarpıyordur. YÖNETİM ve BAŞKAN. Onlar bu işin neresindeler, neden sesleri çıkmıyor, neden müdahale etmiyorlar? Sebebi çok basit, hem malum süreç bitmedi, devam ediyor hem de kimse Alex'i gönderen 'kötü adam' olmak istemiyor. Ve ilk göreve geldiği günden beri arkasına saklandıkları Aykut Kocaman'ı ön plana iterek arka tarafta sessizce bekliyorlar. Bu durum da Aykut Kocaman'ın hata yapmasına sebep oluyor.

Evet ilk günden beri bu krizi yönetemeyen ve Aykut Kocaman'ın kredisinden ve imajından faydalanarak arka planda kalan yönetimin bu 'kapı arkası' tavrı Aykut Kocaman'ın hata yapmasına ve harcanmaya çalışılmasına çanak tutuyor. Aykut Kocaman'ın teknik ve taktik olarak kusursuz olduğunu iddia edemeyiz, elbette ki birçok hatası vardır, bundan sonra da olacaktır. Alex konusunda da yanlışı vardır. Taraftarın ve camia'nın 'tanrı' gözüyle baktığı adamı idare etmek için özel seanslar düzenleyip, bir şekilde mutlu olmasını sağlayabilirdi. eğer hiç düşünmüyorsa kadroda (ki ben buna inanmıyorum, ondan faydalanmak istiyor ama sürekli değil) bunu sezon başında söylemeli ve yolları en başından ayırmalıydı.

Bir diğer faktör ise Emre'nin gönderilmesi ile orta sahaya bir türlü yapılmayan transferin de faturasının Aykut Kocaman'a çıkarılması. Ben ilk günden beri Emre gibi bir orta saha oyuncusunu kaybeden bir antrenörün orta sahaya transfer istememesine inanmıyorum. Aylarca orta saha için Hamit, Diarra, Costa gibi futbolcularla defalarca görüşmeler yapıp, alamayan yönetimin Aykut Kocaman transfer istemedi demesi 'alamadık' demesinden çok daha kolay tabi.

Son olarak, Alex, ben de dahil olmak üzere bir çoğumuzun 'tanrısı'... Ve Alex bunun feci olarak farkında.... Ama olaya derinlemesine şöyle bir bakarsak Aykut Kocaman'a hakaret etmek, istifasını istemek ve kelle avcılığına çıkmak için de olay çok 'iki taraflı'... Bize düşen ikisine de aynı oranda sahip çıkarak, sakince gelişmelere bakmak. İyi niyetli bakarsak bu tür krizler ve kaoslar hem Fenerbahçe için hem de Fenerbahçe efsaneleri Aykut ve Alex için bir motivasyon kaynağına dönüşebilir.

Yazar: Onur Kütük
Devamı ...

13 Ağustos 2012

Fenerbahçe'nin Kadro Planlaması ve Galatasaray Maçı


Tek maçlı kupa maçlarına çok fazla anlam yüklemenin bu maçlar sonucu zafer çığlıkları atmanın ya da karalar bağlamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Süper Kupa'nın kazanılması ya da kaybedilmesi bir Fenerbahçeli olarak beni çok meşgul eden bir şey değil, tabii rakip Galatasaray olunca kupadan çok maçın kendisi anlam kazanıyor ve bir Fenerbahçeli'nin Galatasaray mağlubiyetine kayıtsız davranması da eşyanın tabiatına aykırı. Ama daha kötüsü tek maçlık bir kaybedişten ziyade uzun süreli bir yetersizlik hali, aynı senaryoyu defalarca görme durumu insanın canını sıkan şey. Bu maça dair bir şeyleri söylemeyi ikinci plana bırakıp sezon içi planlamasına dair bir şeyler söylemek lazım.

Fenerbahçe'nin geçen sene Emre varken ve Christian müthiş bir sezon geçirirken bile orta sahada iki yönlü bir oyuncu eksikliği çektiği neredeyse herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir konuydu. Sezon bitti, öncelikli transferin bu bölgeye yapılması gerekirken Diarra-Hamit-Costa falan derken o bölgeye dair hareketlilik Emre'nin gidişi ve Mehmet Topal'ın gelişi oldu. Emre'nin gönderilmesi kararının Aykut Hoca'nın tasarrufu olduğunu biliyoruz, Emre'nin saha dışındaki sabıkalarının takımın genelini olumsuz etkilediği ve artık sürdürülemez hale geldiğini düşünüyordu hoca ki bu konuda kararını verdi. Böyle bir idari tasarrufa saygı duymak lazım. Emre'nin gidişiyle buraya iki tane üst düzey top kullanabilen oyuncu beklerken Emre'den çok daha yetersiz hatta Selçuk'tan da çok bir farkı olmayan Mehmet Topal'ı aldık. Yani geçen sene zayıf dediğimiz takviye istediğimiz Emre-Christian ikilisi bu sene Christian-Topal haline gelip daha da zayfladı. Fenerbahçe'nin çok kapasiteli bir hücum hattı var, Sow,Kuyt,Krasiç, Alex, Stoch doğru kullanıldığında her rakibin korkulu rüyası olabilecek bir hücum rotasyonu ama bu oyunculara top getirebilecek oyunun hücum tarafını rahatlatabilecek bir tane iki yönlü orta saha oyuncumuz yok. Yani hücum hattını şişirip orta sahayı bu kadar dayanaksız bırakmanın nasıl bir teknik direktör planlaması olduğunu anlamış değilim.

Biliyoruz ki Aykut Hoca futbolu temelde bir pas oyunu olarak görüyor, İstanbulspor zamanından bu yana topa kıskançlıkla sahip olup pas yapan bir takım tefekkürü olduğunu her platformda söylüyor. İyi oyun iyi oyuncularla oynanır diye bir futbol atasözü var biliyorsunuz Aykut Hoca'nın istediği iyi pas oyunu da bu bağlamda iyi pas yapan oyuncularla oynanır diyebiliriz. Peki dün akşam Galatasaray karşısına çıkan takım Aykut Kocaman'ın pas oyunu arzusunu nasıl yerine getirebilir Allah aşkına. İki stoper yani Egemen ve Bekir topu oyuna sokabilen oyuncular değil, (gerçi topu iyi kesebilen oyuncu oldukları da şüpheli)onların yerine hadi Yobo gelecek diyelim o da öyle bir oyuncu değil, bu adamların topu ulaştırdıkları Christian ya da Topal da pas oyunu oynamaya müsait oyuncular değil. Dün Christian sağa sola 20 tane pas atmıştır, bu paslar aslında sorumluluk alan zor paslar falan olmamasına rağmen en az 15 i hedefi bulmamıştır, hedefi bulanları da zaten Orhan Şam ve Caner kontrol edemedi. Galatasaray'ın ikinci golünde Selçuk'un Umut'a attığı pası bizim iki orta saha Topal ve Christian tüm sezon boyunca kaç kez atabilir mesela.Fenerbahçe'nin iki orta sahası Topal ve Christian da böyle araya pas atabilecek inisiyatif alıp oyunu rahatlatacak oyuncular değil hatta beğenilmeyen Selçuk bu inisiyatif alma konusunda başarılı olamasa bile bu ikiliden daha cesur bir oyuncu.

Şampiyonluk yolundaki en büyük rakibininin orta sahasında senin orta alanındaki oyuncularn bir sezonda atamayacağı bu tür pasları bir maçta atabilecek üç tane oyuncu varken (Melo, Selçuk, Hamit) nasıl bu rakiple başa çıkabilmeyi düşünüyoruz anlamıyorum.
Aykut Kocaman'ın kafasındaki pas oyununu sahaya yansıtabilecek nitelikte bir oyuncu gurubu yok Fenerbahçe'nin. Etkili bir hücum hattımız var ama topu oraya aktarma konusunuda çok ciddi yapısal sorunlarımız var. Geriden oyun kuracak kimse olmayınca Alex'in geriye gelip topu oraya buraya dağıtması durumu oluyor ki, bu da Alex'i en etkili olduğu bölgeden uzaklaklaşması dışında hiç bir işe yaramıyor. Yani pas yapan bir takım isteyip pas yapabilen yeterlilikte oyuncuları alamamak maalesef Fenerbahçe'nin oyun aklına dair ciddi şüpheler duymamıza neden oluyor.

Özel olarak Galatasaray maçına gelirsek Fenerbahçe iki sezondur dünle birlikte yedi tane maç yaptı Galatasaray'la. Deplasmanda kazandığımız iki maçta dahil bu yedi maçın hiç birinde oyunun anlamlı denilebilecek hiçbir bölümünde Fenerbahçe Galatasaray'a karşı bir üstünlük kuramadı. Geçen yıl Christian-Selçuk-Emre bir arada oynarken bile Arena'da inanılmaz mahkum bir ilk yarı oynayıp iki tane yemiş, üç-dört tane de net pozisyon vermiştik. Bilica'nın pres sonucu kaptırıp Elmander'in attığı golün aynısını dün Bekir'le kaptırıp yiyorduk ki Umut atamadı. Aykut Hoca'nın şu yedi Galatasaray maçını önüne koyup artık bir şeyleri değiştirmesi gerektiğini görmesi gerek. Bu takım rakip 10 kişi kalmışken bile nasıl baskı yiyor, niye oyunu rakip yarı sahaya yığamıyor, prese niye presle yanıt veremiyor geleneksel olarak psikolojik üstünlükle başladığı bir rakibe karşı niye bu kadar korkak bir profil çiziyor bunların cevabını artık bulması ve artık şu Galatasaray maçlarında her şeyi rakibe göre ayarlamaktansa biraz proaktif olması gerek.

Sezon başı olması itibariyle oyundaki vasatlık tolere edilebilir ama meselenin tek maçlık performansa dayalı değil bir planlama ve kurgu hatası olduğunu düşünüyorum ki beni asıl endişelendiren de bu. Fenerbahçe'nin kadrosu bazı bölgelerde şişkin bazı bölgelerde çok eksik olarak sezona giriyor ve açıkçası Kuyt'ın performansı dışında iyimser olabilecek pek bir şey yok gibi görünüyor.

Maça dair konuşmuşken Cüneyt Çakır'ı anmadan olmaz. Cüneyt Çakır yüzünde falan yenildik demeyeyim zira Fenerbahçe kazanmayı kesinlikle hak etmedi ama kendisinin Misak-ı Milli sınırları içerisinde eyyam müessesisinin kralı olduğunu düşünüyorum. Bu adamın Uefa'nın gözbebeği olduğu bir dünyada ben de atom mühendisi olabilirim.
Devamı ...

11 Ağustos 2012

Bir Erkan Goloğlu Vardı Diyeler


Eğer 8 Ağustos tarihli son yazınız olmasaydı, 3 Ağustos tarihli yazınızın peşi sıra kendi kendime konuşarak yazmaya başladığım ve ucundan kenarından Rehavet biraderimle paylaştığım duygularım bir blog yazısına dönüşmeyecekti muhtemelen.

Geçen hafta ne olmuştu? Fatih’in hepimize, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedirten yazısına, ‘entelektüel’ olmadığınız halde tek ‘radikal’ olduğunuzdan olsa gerek cevap yazmış, “ben Fenerbahçe’nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim,” demiştiniz. Bu cümle beni hayal kırıklığına uğratmadı dersem yalan olur. Yine de, “Erkan Goloğlu bu, elbet bir bildiği vardır,” dedim.

Yine de yazınıza takılmış, eski bir olayı hatırlamıştım: Benim için kıymeti büyük bir tanıdığım bir doçentlik jurisine başkanlık etmek üzere Ankara’ya gelmiş, hem öncesinde hem sonrasında sohbetleşme şansı bulmuştuk. Doğal olarak, savunmanın nasıl geçtiğini, doçent adayını da sordum. Sorarken sorumun “bir dokun”a dönüşeceğini bilememiştim. “Çok kötü,” dedi. Nihai karar icin toplandıklarında, “ben bu savunmaya olur vermem,” demiş. Ama bizim coğrafyada işlerin nasıl yürüdüğü malum, adayımız doçent olacak. Bunun üzerine tanıdığım ‘bu iş olmaz’ oyu verirken, juride bulunan ve olası eleştirilerin ulaşamayacağı, ulaşsa da sallamayacak iki yaşlı üyenin oylarıyla adayımız arzuladığı ünvana kavuşmuş.

Sanırım anladınız...

Bu yazıya bu başlığı seçmek içinse bu haftaki yazıyı yazmanız gerekiyormuş. O halde baştan alalım.

'Ankara bebesi' değilim, ama hayatımı şehirlere üleştirdiğimde en büyük pay Ankara’dan yana düşer. Taşrayla metropol arasına sıkışmış ve ne olacağına bir türlü karar verememiş 'büyük şehir'in hem havasından hem suyundan nasiplendik. İyiki nasiplendik. Bu vesileyle bozkıra ve üzerinden eksik olmayan bir kaç parça buluta selam olsun.

Evime sizin dükkandan hiç tüp servisi yapılmadı. Dar zamanlar değilse tüpü getiren arkadaşlarla muhakkak sohbet etmişizdir, oradan biliyorum. Ama içimde, müdavimi olduğumuz kahvehanede arkadaşlarla king oynarken, sizin de aynı kahvehanenin bir köşesinde arkadaşlarınızla hoşkin oynadığınıza dair güçlü bir inanç var. Bülent Ortaçgil'i anarak 'Eylül Akşamı' da derdim ama bütün bunlar Ankara hatırası, İstanbul değil. Üstelik bu yazı da pek romantik sayılmaz.

Sizi Radikal Futbol günlerinden bu yana tanıyorum. Dergilerin bir şeylerin reklamını yapmak için çıkarıldığını düşünen, gazetelere güvenmeyen, bir gazeteyi son sayfasından okumaya başlayan (o zamanların Radikal’i icin söylersem; kültür-sanat ve spor sayfalarını okuduktan sonra televizyonum ve televizyon kültürüm olmamasına rağmen film tanıtımlarından bilgi devşirmek adına tv sayfasına bakıp gazete faslını tamam ederdim. Hakkını yemek istemem, eğer yazmışsa Hakkı Devrim’in yazdıklarını muhakkak okurdum. Bu vesileyle ellerinden öperim.) ve futbolu seven bir adam olarak Radikal Futbol bir çok insan gibi bende de çölde vaha etkisi yaratmıştı.

Benim için sadece salı günleri aldığı gazetenin bazen ihmale uğrayan eki yüzünden, “zaten tüm hafta boyunca istediğiniz tek bir şey var,” diyen kapıcımız, hemşehrisi ve arkadaşı market sahibiyle çok papaz olmustur.

Bazen 'dosya' etiketiyle sunulan yazıları sona bıraksam da, dergiyi ilk sayfadan itibaren, atlamaksızın okurdum. Hatta kendimle dalga geçerek söylersem, sayfa numaralarını bile okuduğumu söyleyebilirim.

Yalnız bir istisna vardı; sizin yani, Erkan Goloğlu’nun yazısını en sona bırakırdım. Çünkü, onun yazdıklarını okumak, şölenleri hatırlatan yemek masasının etrafında toplanmış dost meclisiyle yemek sonrası yenilecek tatlı gibiydi. Bu hayatta en sevdiğim bileşim vardı o yazılarda; ironi ve hüzün kardeşliği... Dergi ortadan kalktığı halde almaya devam ettiğim ‘Salı günü Radikalleri’nde de, artık internetten okudugum günlerde de hep aynı sey oldu. Yazılarınızı her defasında en sona bıraktım.

Yazdıklarınızda, olur olmaz her yerde karşımıza çıkan ’Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı’ lanetini hatırlatan ’Futbol Sadece Futbol Değildir’ dillere persenk saptamasına itibar etmez, diğerlerinin çok düştüğü hataya düşmezdiniz. Sizi ne zaman okusam, “futbol basit bir oyundur, süslü laflarla onu kirletmenin kimseye faydası yoktur,” dediğinizi duyardım.

Diğerlerinin o hataya düştüğü zamanlarda da iyi yazılmış her metni okumaya talip yanım sayesinde okumanın bizzat kendisinin verdiği hazla avuttum kendimi. Hayatın her alanı gibi futboldan da çıkan öyküler neyse de, entelektüelim madem şovumu yapayım duygusunun metnin önüne geçtiği, bazen bizzat kendisi olduğu durumlarda ise bağrıma taş basıp önümüzdeki haftalara baktım.

Çölde vaha dedik, boşuna demediğimiz için de bir Fenerbahçeli olarak bundan daha fazlasına katlandım. Bağıs Erten dışında kalanların (ki o da bir süre sonra tıpkı üç temmuz sürecinde olduğu gibi bir biçimde sus(turul)acaktı) saklamaya gerek duymadığı, hatta bir madalya gibi göğüslerinde taşıdıkları bir şey vardı: Fenerbahçe nefreti. Sanki sert müzik sevdalılarının siyah kirli tşörtleri, siyah kot pantolonları, siyah derimontları, uzun saçları gibi. Bilirsiniz, en az biri dahi eksik olsa adam olabilirsiniz ama rock’çı asla.

Dürüst olayım, hayatın her alanında karşılaştığımız bu ‘ötekileştirme’ bir kaç örnek dışında umrumda bile olmadı. Ama merak ederdim, bu okumuş koskoca adamlar, lig dörtlüsü, hadi bırakalım dörtlüyü, Galatasaray ve Fenerbahçe arasında nasıl ayrım yapabiliyorlardı? Mesele başka bir konu olsa, bozuk düzende sağlam çark olmaz, diyecek bu adamlar, bu dörtlü arasından nasıl oluyor da Fenerbahçe’yi ayırt edebiliyorlardı. Kim bilir, renkler çoktan kirlenmiş birinciliği Fenerbahçe’ye vermişlerdi.

Uzatmanın manası yok. Fatih bunun nedenlerini, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedirten yazısında altına imzamı atmakta tereddüt etmeyeceğim şekilde açıkladı nasıl olsa. Yine de sizden duymak isterdim: Neden Fenerbahçe?

Muhtemeldir ki, bu yazılanları okuyor olsanız bile bu soruya cevap vermez, verseniz bile savunma hattınızı “dil yanlışları” üzerine kurardınız. Yerinizde olsam ‘dahi’ anlamındaki ‘-de’ ve ‘-da’lara bakardım, savunmam en çok oradan açık veriyor.

Çünkü bu yazıya sebep olan yazıda, Aethewulf’un cok yerinde sorusu yerine, sınav kağıdı dolu görünsün isteyen öğrenciler gibi çalıştığınız cevapları yazmışsınız. Küfür çirkin, bunu tartışmak bile en az küfrün kendisi kadar çirkin. Ama ben sizden bunu duymazdan gelme büyüklüğünü gösterip sorulara cevap vermenizi beklerdim.

En azından size, “ben Fenerbahce’nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim,” dedirten bildiklerinizi söyleyin bize. Kendi adıma, ait oldugu klana bağlı üniversitenin reklamını yapmak icin, “Türkiye birincisi tercihini yaptı,” haberinin yapıldığı bir gazetede çalıştığınız ve aynı gazetede “saha ve şartlar müsait oldukça bundan sonra da” çalışmayı planladığınız, bu cemaatin sike soruşturması ve davası sırasında tutumu apaçık ortada olduğu halde ikna olmaya hazır biçimde bekliyorum cevabınızı. Lütfen söyleyin; belki bizi düştüğümüz yanlıştan döndürecek yol bu cevapta saklıdır.

Hem siz, Tanıl Bora mısınız ki susasınız? Yoksa, “Erkan Goloğlu ve bütün kimlikleri” de bundan böyle bulundukları yerin, tuttukları mevzinin emniyetine itimat ederek yaşamayı mı tercih edecek?

Son yazınızı yeniden okudum ve neden bu başlığı seçtiğimi bir defa anladım.

Ve “ben henüz ayıp ettiğimiz kanaatinde değilim.”
Devamı ...

8 Ağustos 2012

Primatların sahip olduğu asgari ahlak


Frans De Waal, primatların davranış kalıplarını inceleyen bir dizi deneyi sunarak bir açık gerçeği ortaya koyuyor, ahlak ve ahlaki tutum sadece insanlara ait bir özellik değil. Tersine, primatlar da (ve hatta filler) ahlaki tutum alabiliyorlar, birlikte çalışabiliyorlar, hak ve adalet anlayışı geliştirerek bu yönde talep edebiliyorlar.

Bir deney çok etkileyici. İki denek maymun var ve bunlara doktorlar tarafından bierr taş veriliyor. Sistem basitçe şöyle, denek maymun taşı doktora verdiğinde, doktor ona yiyecek bir şey veriyor (salatalık).

Deneyimizde iki maymun var, yanyana ve birbirini görebilecekleri birer kafesteler. Doktor, maymun taşı verdiğinde doktor salatalık verirse hiç problem yok, maymunlar keyifle salatalığı yiyorlar. Ancak doktor bir oyunbozanlık yapıyor. Maymunlardan biri taşı verdiği zaman ona salatalık veriyor, öteki taşı verdiği zaman ona erik veriyor. Sonuç? Sonuçta kendisine salatalık verilen maymun "isyan" ediyor. Alıyor o salatalığı doktorun kafasına atıyor...

İsyan duygusu bir haklılık ve hak temeline dayanıyor. Taşın karşılığı ya eriktir, ya salatalık. Bir maymun bile, kendisine başka, diğerine başka muameleyi kabul etmez, etmiyor. Maymunlar bile adaleti, eşitliği istiyor.

Daha ilginci, Frans de Waal şöyle anlatıyor: "Bunun ahlaki tutum olmadığını, sadece isyan olduğunu söyleyenler oldu. Ahlaki tutum kendisi erik alırken başkasının salatalık almasına karşı çıkmak denildi. Bazı deneylerde gördük ki, maymunlar arkadaşlarına da erik verilene kadar kendilerine erik verilmesini reddediyor." Yani, bir maymun bile kendisine farklı muamele edilmesine isyan ediyor ve bir maymun bile kardeşine yapılan haksızlığı reddediyor.

Ahlakın, adaletin, felsefi değerlerin insana özel, bize özgü olduğunu zannederek kendimizi büyütmemiz işin bir kertesi, bizim bu temel değerlerin esasında gerisinde olduğumuzu görmek konumuz.

Burada küfür edilmesi hoş değil. Yorumlarda bazen oluyor. Ben de sıkılıyorum. İnsanların içlerinde biriktirdikleri öfke çok büyük.

Ancak bu duyguya bu kadar uzak kalınmasını da anlamıyorum. Çünkü isyan zaten steril bir şey değildir. Haksızlığa uğramış insanların isyan duygusunun yarattığı öfkeye bakıp da onların her birinden Gandhi vari tutum beklemek doğru değil. Keşke, yorumların içeriğini değil de neden böyle bir öfke olduğunu analiz edebilselerdi. Keşke kendilerine hakaret edilmesi ile yaşadıkları alınganlık yerine, bu insanlardaki öfkenin nedenini sorabilselerdi. Keşke, haksızlığa karşı ne yaptıklarına bir bakabilselerdi.

Primatların sahip olduğu asgari ahlak bile diğerleri zulme uğrarken bunu reddetmeyi ve bir haksızlığa uğrarsan isyan etmeyi emderiyor.

Bu kadarcık alandan bile geriye düşmüş ve bunu dahi konuşamayacak hale gelmişsek, kalemi şiire bırakmakta fayda var:

"kim güvenir peki tarihe
iki kaşın arası varsa
yolunu bulmak için ateşi savunmak yetiyorsa
avuçta gül ezip göğe fırlatmak
neye yarar tenimizi yeniden tanımlamaktan başka"
Devamı ...

4 Ağustos 2012

Tekmili Birden Radikal Spor Servisine Sorular


Erkan Goloğlu'nun 3 Agustos tarihli Radikal'de, blogda yazdığım "Entelektüellerin Şike Soruşturmasıyla İmtihanı" başlıklı yazıya dair yanıtından sonra bir şeylere açıklık getirelim.İlk olarak yazıda sitem edilen şey entelektüellerin futbola ilgi göstermesi yazıp çizmesi değil, konu Fenerbahçe olduğunda bu kesimin hoyratlaşması,başka konularda gösterdikleri şüpheci tavrı bu konuda göstermemeleri, ve kendince zaten karanlık buldukları birilerinin mağduriyeti söz konusu olsa bile bu konuda ağızlarını açmanın kendilerinin bulunduğu hijyenik muhalefet koltuğunu tehlikeye düşüreceğini düşünerek susmaları.

Ayrıca Goloğlu'nun bahsettiği şekilde entelektüel kelimesini faşist diktatörlerin sevdiği şeklinde tabii ki kullanmıyoruz. Anti-entelektüalizm yapmadan da entelektüel denilen kitlenin bir özeleştiri yapması gerektiğini söylemek herhalde bizi Kenan Evren'le falan aynı kategoriye sokmaz. Tam tersi entelektüellere yönelik her eleştiriyi anti-entelektüalizm gibi algılamak da en az Kenan Evren kafası kadar tehlikelidir. Diğer bir tespite yanıt vereyim, entelektüel sosla yaklaşanların medyada yazıda bahsedilen bir ağırlıkları olmadığını belirtiyor Erkan Bey. Bahsedilen etkinin medyada kapladığı yer açısından bir etkiden bahsetmediğimi, daha çok okuyup, yazan, çizen dünyayı takip etmeye çalışanların , -hadi televizyoncu deyimiyle söyleyelim A-B grubunun- hakim algılarını şekillendirmede bu entelektüel soslu yaklaşımın başat etkisi olduğunu düşündüğümü ve bu vesilesiyle hacminden daha fazla etki alanı olan bir söylemin özneleri olduğunu düşünüyorum.

Erkan Bey'in yazının sonunda söylediği "Fenerbahçe'nin haksızlığa uğradığını düşünmüyorum" sözüne de gereken yanıtları bir alttaki yazıda Aethewulf epey uzun bir şekilde vermiş zaten o konuda fazla söyleyecek bir şey yok sadece buna çok şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Zaten Radikal'in mağduriyet algısının söz konusu Fenerbahçe olunca paralize olduğunu, vicdan terazisinin şaştığını defalarca gördük. Biraz daha genelleyerek ve Radikal'in tümüne bu durumu teşmil ederek anlatayım meseleyi.

Geçen hafta bu gazetenin 3 Temmuz bilirkişisi rolünde olan Kenan Başaran Twitter hesabında 12 Mayıs'da çıkan olayların ardından gözaltına alınıp yaklaşıp 4 ay hapis yatan iki kişinin duruşmasının olduğu gün bu çocukların Beşiktaşlı ve Galatasaraylı çıkması üzerine "umarım bir gün Beşiktaş ve Galatasaray için de hapis yatacak Fenerbahçeliler bulunur" gibi bir şey yazdı. Orada bulunmak dışında bir suçu olmayan, polislerin gerçek üstü görgü tanıklıklarıyla Toma'ya kafa attıkları iddia edilen şahısların 4 aydır suçsuz yere içeride tutulmasından zerre hicap duymadan, sanki bu adamlar kendilerini feda ederek, Fenerbahçe'yle dayanışma duygularını göstermek için gidip hapis yatmış ve Galatasaraylı ve Beşiktaşlıların diğerkamlılıklarını yansıtan birer temsilciymiş gibi Fenerbahçeli taraftarların da Galatasaray ve Beşiktaş için hapis yatmalarını temenni eden, bunlar arasında garip bir mütekabiliyet kurarak Türk futboluna nurlu ufukların böyle geleceğini düşünen bir kafayla 3 Temmuz sürecini takip eden bir gazetenin Fenerbahçe'yi bırakın mağdur bulmayı soykırım suçlusu saymadığına şükretmek gerek.

Yine Radikal Gazetesi'nin 3 Temmuz sonrası tabloid gazetelerden geri kalmayan, emniyet verilerini sorgusuz sualsiz veri kabul eden, 3-10 Temmuz arası o korkunç lince ortak olmakta en ufak bir tereddüt göstermeyen Spor Müdürü Uğur Vardan'ın 2 Ağustos'daki yazısından bir pasaj hatırlatalım.

"
Tabii bazen idealle gerçek aynı yerde buluşmuyor. Onlar ‘gizlilik’ nedeniyle karar vermekte zorlanıyor ama biz hiç de ‘gizlilik’ gözetilmeksizin basın yoluyla paylaşılan onca bilgi ve belge ışığında çoktan kendi kararlarımızı vermiştik. Peki bu durumda şu soruyu sormamız gerekmiyor mu, basına ‘Gizlilik’ yok, ama Etik Kurulu ve Federasyon’a var. Bu ‘gizli’ olmayan çelişkiyi bize kim açıklayabilir?".
Sayın Vardan ortada iddianame yokken, herhangi bir savunma yapılmamışken kendi kararını vermiş polisin sızdırdığı, halkla ilişkiler operasyonuyla algı yaratmaya çalıştığı ortamda Radikal'in Spor Müdürü kesin kanaatini vermiş ama daha ilginci söz konusu Fenerbahçe olunca bu kadar polise, savcıya inanmaya teşne ruh haline sahip Vardan'ın o sıralarda yine Galatasaray'la ilgili başlatan 2006'daki Denizli'ye teşvik davasına yaklaşımı nedense ilkinden 180 derece farklı.

"
Bildiğiniz üzere bu tür durumlarda gazetemizin ‘Nöbetçi hukukçusu Bağış Erten üzerinden, ceza hukukçularına danışıyoruz. Dün de Bağış’ın bilgilerine başvurduğu Av. Serbülent Baykan konuya ilişkin çok net konuştu: “Bu yasanın çıktığı tarihten önce hiçbir şike suçu kovuşturulamaz. Yasanın çıktığı tarihten önce ceza hukuku açısından şike suç değil. Soruşturmayı yöneten makamlar zaten bunu biliyordur. Önlerine 12 Nisan 2011 öncesinden bir belge geldiyse, bu belge deliller dosyasına konulabilir, ama suç isnadında kanıt olarak kullanılmaz.” Baykan’ın açıklaması, dünkü operasyonun ‘gaz alma’ niyeti taşıdığını doğrular nitelikte."

Aynı makamlar Fenerbahçe aleyhine bir şey yayınladı mı Etik Kurulu, mahkeme falan gözetmeden biz gazetelere yanısıyanlarla kararımızı verdik diyen Vardan aynı kaynaklar Galatasaray'ı işaret eden bir şüphe işaret ettiği zaman hukukun doğrularını hatırlayıp medyaya sızan şeylerle kanaat oluşturmuyor. Bunun bir gaz alma operasyonu olduğu teşhisini koyuyor.

Spor müdürü ve dava takip eden muhabiri bu kafada olan bir gazeteden bundan sonra da beklediğimiz bir şey yok. 3 Temmuz'dan önce de kafalarında kirli olan Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe imgesinin bir vesileyle linç edilmesi sırasında adı geçen öznelerin mağduriyeti söz konusu olsa bile onu savunmanın romantikliklerine objektifliklerine sol görüşlü kimliklerine zarar vereceğini düşünerek bu toplumsal lince ses çıkarmadan alkış tutmak objektif Radikal'liginize hakikaten çok yakışıyor.

Bu aşamada tekrar Erkan Bey'in söylediklerine geçeyim, Erkan Bey'in Fenerbahçe'nin mağdur olduğuna inanmaması kendi içinde son derece tutarlı. Çünkü bu kendine korunaklı muhalif bir konum seçen dilin sahiplerine göre Fenerbahçe'nin herhangi bir mağduriyete uğraması zaten söz konusu bile olamazdı. Fenerbahçe son maç Bursa'ya şampiyonluğu kaybettiğinde yine Radikal'de diğer 17 takımında buna sevinmesinin "kibirin yenilmesinden" dolayı olduğunu ifade edip bunun doğruluğunu selamlayan Fenerbahçeli Bağış Erten bile bu söylemin dışında değildi. Bütün yatırımını Fenerbahçe'nin zalimliği kibri, rahatsız edici büyüklüğü üzerinden yapmış buna göre konum almış bir entelektüel söylemin tutup da Fenerbahçe mağdur oldu demesini beklememek lazım. Bu entelektüel söylemin olmazsa olmazı Fenerbahçe'nin naturası gereği mağdur olamayacağı zaten.

Memlekette Galatasaray'dan AKP'ye cemaatten, Kemalistlere herkesin mağdur olma hakkı vardır ama bu korunaklı muhalifliklerini oligarşinin en büyük halkası Fenerbahçe'ye göre alanlara göre Fenerbahçe kapısına kilit vursa, Fenerbahçeliler kollarına sarı yıldız taksa bile bu Fenerbahçe mağdur olamaz. Yine Radikal'in James Gist'in kanında uyuturucu çıkması haberini manşetten nasıl verdiğini hatırlayalım. "Alma Hacettepe'nin ahını" manşetiyle Fenerbahçe'nin Taurasi olayında yaşadığı mağduriyetin de aslında mağduriyetten sayılmadığını sanki mağdur olanın Fenerbahçe değil de Hacettepe olduğunu Radikal'in kafasında Fenerbahçe ve mağduriyet sözcüklerinin asla yan yana gelemeyeceğinin bin beş yüzüncü örneğini görmüştük. Nitekim bu mağdur olamama meselesinin şahikasını da Mayıs ayında gördük. Bolivya'da olsa taraftara, tapılacak romantik nesneler muamelesi yapacakları 12 Mayıs olaylarında bile bu taraftar mağdur olamadı bu entelektüel söylem sahiplerine göre.

Polisin Heysel faciasının provasını yaptığı 12 Mayıs'ta doruk noktasına oluşan ama ondan önceki her mitingde ya da adliye önünde de şiddete uğrayan, Avrupa şampiyonu takımını havaalanında karşılarken bile polisin sistematik şiddetine maruz kalan bir taraftarın uğradığı zulüm karşısında lal kesilen, "yahu durun bu kadar da olmaz diyemeyen" bir dilin Fenerbahçe'ye keşke biraz daha politize olsalardı diye akıl vermesi de ancak bu topraklarda yaşanabilecek bir entelektüel ataleti olarak okunabilir.

Bundan bir hafta önceki yani 25 Temmuz tarihli "Acaba Neden Politik Olamadılar? "başlıklı yazısında Erkan Goloğlu Fenerbahçelilerin yeterince politize olamadığını belirtiyordu. Kendisine soralım: Bir kulüp taraftarının takımının uğradığı haksızlığa tepki üzerinden politikleşmesi normal bir şey midir Allah aşkına? Fenerbahçe nasıl üzerinden politikleşen bir kitle hareketi olabilir? Yani insanın tesadüfen edindiği bir kimlik, babası, amcasından geçen bir alışkanlık olan takım tutma pratiği politik bir kimlik haline niye gelsin? Memlekette bin tane politize olması gereken mesele varken Fenerbahçe taraftarını Fenerbahçelilik üzerinden yeterince politize olmadınız diye eleştirmek nasıl bir saçmalıktır?

Fenerbahçe taraftarı "ya biz politize olalım" diye bir karar falan almadı sadece kulübün uğradığı lince karşı bir dayanışma gösterdi, bu sırada linci yapan kurumlar bizzat devletin ideolojik aygıtları olunca dolayısıyla düzene yönelik de bir eleştirel söylem gelişti. Bunun doğal olarak uzun süreli bir siyasal harekete dönüşmesi politize olarak diğer alanlara da sıçraması beklenemez, zira taraftar kimliği aralarında sınıfsal, dinsel, etnik, bin tane farklılık bulunan insanların politize olmaları için yeterli bir kimlik değil. Fenerbahçe taraftarının gösterdiği sadakat ve dayanışmayı yeterince politize olmadılar, derin işleri sorgulamadılar diye yargılamak hakikaten acayip bir kafanın ürünü. Ne yapacaktı Fenerbahçe taraftarı. Paris Komüni mi yapacaktı, Harp Okulu'nu ele geçirip hükümete muhtıra mı verecekti, siyasi parti kurup seçime mi girecekti?

Lince karşı koymaya çalışan kendisine açılan savaşa karşı ayakta kalmaya çabalamış yasama-yürütme-yargı-medya tarafından linçe tabii tutulmuş bir camianın tepkisini derin ilişkileri sorgulamadılar diye küçümsemek nasıl bir kafa ürünüdür. İşin ilginç tarafı şike meselesinin içinde başka meseleler olduğunu söylediğinizde yani bu meselenin derin yerlerle bağlantısını dile getirdiğinizde "ne alakası var herkes mi Fenerbahçe'ye karşı" diyen adamlar da aynı adamlar. Yani hem yeterince derin ilişkileri sorgulamadılar diye eleştireceksin, hem de kardeşim bu sorgulama yargılama şike meselesi değil falan diyince "ne alakası var" diyeceksin. Radikal tam bu kafanın yayın organı kimliğinde bir işlev gördü 3 Temmuz sonrası.

Samimi olarak merak ettiğim iki şey var Uğur Vardan 3 Temmuz sonrası ayet muamelesi yaptığı polis ve savcı mütalaaları hakkında ne şimdi ne düşünüyor, mahkemenin adil bir yargılama yaptığını düşünüyor mu, o taptığı savcının dava sonrası açıklamalarını duyunca basına sızan şeylerle verdiği kararı bir gözden geçirdi mi acaba?

İkinci soru da Radikal'in Ankara tayfasına , madem bu futbol düzeninden bu kadar şikayetcisiniz, kirli ilişkilerden bıktınız, hatta Fenerbahçe küme düşürülmedi diye Tanıl Bora gibi misak-ı milli içindeki futbola karşı yazı orucuna giriştiniz falan Allah şşkına bu düzenin 30 senedir göbeğinde bulunan İlhan Cavcav'ı kulübünüzden göndermek için ne yaptınız. Biz sadece taraftar kimliği olan bir blog olarak Aziz Yıldırım'ın yönetim üslubunu, tek adamlığını eleştiren 50 tane yazı yazarken,bu kulübün otoriter akılla değil daha çoğulcu yönetilmesini isterken siz ve Tanıl Bora -bildiğim kadarıyla Gençlerbirliği Kongre üyesi olarak- İlhan Cavcav'ın yönetim üslubunu eleştiren, kulüpteki yönetim işlevinden rahatsız olduğunuzu belirten kaç tane yazı yazdınız, Genel Kurul'da bunun için ne gibi bir çalışma yaptınız? Bir cevaplasınız da aydınlansak.




Devamı ...

3 Ağustos 2012

Muhafazakar Radikal


Hiç boşuna beklemeyin, Erkan Goloğlu ile papaz olmaya niyetim yok. Kendisine entelektüel diyerek büyük bir hata yaptığımıza kani oldum, özür dileyecek, bu iltifatı hak edecek hiçbir şey yapmadığına ekmek basacak hale geldim. Fatih'in müthiş yazısındaki en büyük hata kesinlikle burada, keşke entelektüellerle ilgili cümleye "erkan goloğlu hariç" diye başlayaydı da ben de şu kadar kısa ve sıkışık zamanımda hem o yazıyı okumayaydım, hem de iki arada bir derede şu yazıyı yazmak zorunda kalmayaydım.

Ancak madem böyle bir tartışma başlamış bulundu ve biz de pek de beğenmediğim o sahnenin parçası olduk, bir iki kelam etmek lazım. Neden? Çünkü eğer şu içimdekileri buraya yazmazsam, onlar içimde büyüyor, adeta fireball gibi kalelerimi sallıyor. Tek nedeni bu. Allah'a şükür, ne Aydın Doğan'ın ne de okyanus ötesi ikametgahlı organizasyonların medya uzantısı değiliz, Albayrak'ların inayetiyle, hükümetin baskısı ve teşviğiyle, Devlet Bankalarından alınan kredilerle oluşan, oluşturulan bir yapı da olmadık. Tarihimizde pijama ile karşıladığımız bir Başbakan da, "dostlarını kaybeden helak olur, giyme o zulüm hırkalarını" diye seslendimiz "eski dost" ön sıfatlı, seyrek bıyıklı asabi şahsiyetler de yok. Dilediğimiz gibi yazma, içimizden geldiği gibi konuşma hürriyetine sahibiz.

Diyeceksiniz ki, "bu insanlar bir yerde çalışmasınlar mı, insan çalıştığı yerin otomatik portakal temsilcisi, birebir aynı görüşlere, dünya bakışına sahip olan robotu mu?" Elbette değil. Elbette Doğan Medya Grubunda da, diğer medya grubu ve şebekelerinde de fikri hür, vicdanı hür insanlar var, oluyor. Sayılarının çoğalmasını umut ediyoruz. Ne yazık ki, içinde bulunduğumuz bu partizanca medya çağında, fikirlerin değil konumların, hakikatin değil siyasi yararların tartıldığı a4 kağıtlar baskın ve sayıları üçü beşi geçmese de namus timsali insanlar var. Biz de onların yüzü suyu hürmetine, insanların "konumlarını" değil de fikirlerini tartışmaya ahdediyoruz.

Misal Erkan Goloğlu... Diyor ki ben entelektüel değilim. Eyvallah. Dilimiz, elimiz, belimiz kırılaydı da demeyeydik. İronisinin bile üstünde bol durduğu bu zat-ı muhterem bu konuda o kadar şaşmaz, sekmez bir şekilde haklı ki, "neden" diye sorsalar 6 paragraf cevap yazabilirim. Bir tanesiyle yetineyim. Diyor ki, "Bolivya 2. liginde haksızlığa uğramış bir takım bulsam, inansam buna, sırtımda Papazın Çayırı'na çift kaleye taşırım. Ben Fenerbahçe'nin henüz haksızlığa uğradığı kanaatinde değilim."

Yani diyor ki, "adil yargılanma ilkesinin bütünüyle ihlal edildiği, soruşturmanın gizliliği ilkesinin lağv edildiği, "şike kamerada" manşeti, Emenike fotoğrafı kolajıyla bizim dahi haberlerini manşet manşet verdiğimiz, 3 temmuz sürecinde, yetkisi olmayan bir mahkemenin sürdürdüğü ve sonuçta örgüt bulamadığı, 1 yıllık yargılama sürecinde Fenerbahçe bir haksızlığa uğramadı!"

İnsanlar özgürlüğünden oldu, olsun, Fenerbahçe'nin adı bir yıl boyunca örgütlü bir şekilde şike yapmakla itham edildi, edilsin, insanlar adil yargılanma hakkından mahrum kaldı, kalsın, bir çok insan içeride özgürlüğünden mahrum olduğu için gerçekleri kamuoyuyla paylaşamadı, amenna, tek taraflı bir yayıncılık anlayışı ile bir kamuoyu algısı üretimi yapıldı, maşallah..

Entelektüel, tam da kelimenin kökeni gereği intellectual bir faaliyetin de konusudur. Zekice bir şey söylemesi, mümkünse bunun da bir bilgiye dayanması, "intelligence" sahibi olması, hatta bir de bunun analizi gerekir. Bir insan nihayetinde bu kadar kaba saba bir cümle kurabiliyorsa, Erkan'cım alınmasın ama ona entelektüel demek zul olur, kabalık olur, başka insanların kemikleri sızlar.

Çünkü adil yargılanma hakkının varlığı, tam da medeni bir toplumun neden kurulduğu ile ilgili felsefi bir sorundur. Binlerce yıl süren deneyimler sonucunda, insanoğlu, çok temel bir gerçeğin şaşmaz, sekmez bir şekilde hayatını düzenlemesi gerektiğini öğrendi, bütün insanlar hakları bakımından eşittir. Kan, soy, ırk gibi ayrımlar sebebiyle, bir grup insanın egemenlik gücünün yekününe sahip olup diğer insanlar üzerinde bu gücünü sürekli bir halde icra ettiği toplumlar da aynı çağı yaşasak da medeni damgası yemezler. Niye? Çünkü böyle toplumlarda ezenle - ezilen, güçlü olanla güçsüz olan arasında, hakkaniyete, insaniyete, beşeriyete sığmayacak bir ayrım bulunur. Medeni toplum, güçlünün haklı olduğu barbar toplumu, haklının güçlü olduğu bir toplum düzenine olan aşkıyla aşmış, onu geçmiştir. Yani kardeşim, adil yargılanma hakkının ihlali normal bir toplumda insanların isyan etmesine neden olur.

Normal bir toplumda, insanlar sabaha karşı evlerinden apar topar alınmaz, polis onların montajlanmış görüntülerini medyaya servis etmez, emniyet müdürleri "19 maçta şike ve teşvik primi suçu tespit ettik" gibi "suç hakkında karar veren" açıklamalarda bulunmaz, emniyet mensupları eşkal fotoğraflarını, teknik takip kayıtlarını, ifade tutanaklarını internete upload etmez. İnsanlar yargılanmadan suçlu olarak kamuoyunun önüne atılmaz, onların da hakları "masumiyet karinesi" gereği korunur. Medeni bir toplumda delil üretilmez, savcılar delil üretmekle değil, varolan delillerin değerlendirilmesi ile uğraşır. İnsanlar peşin peşin cezalarını çeksin diye tutuklu yargılanmaz, yetkisi olmayan mahkemeler davayı gasp ederek bu işi yürütmez. Neden?

Çünkü adil yargılanma hakkı diye bir şey var. Çünkü mahkemeler siyasi iktidarın veya örgütlü grupların hesaplaşma alanları değil, insanların haklarının korunduğu, bir zarar varsa bunun bulunduğu, suçun cezalandırıldığı ve masumların ayrıldığı, tarafsız, bağımsız, muhakeme organlarıdır. Böyle olmak zorundadır. Eğer tersi olursa, Erkan Goloğlu veya Radikal tayfasının hak ve hürriyetlerini kim koruyacak? Bir zarara uğrasalar veya bir haklarını kullansalar, sonu gelmeyecek kovuşturmalarda, yıllarca tutuklu kalarak yargılanmalarının önündeki engel ne? İnsan eşitliği ve özgürlüğünü korumanın yolu, işte bu garanti mekanizmasını kurmaktır ve buna ister demokratik hukuk devleti diyin, ister açık toplum, insan onuruna layik bir şekilde yaşamak istiyorsanız buna ihtiyacınız var.

Böyle mi? O zaman tutarlılık lazım.

Şimdi Radikal tayfası ile sorun ne? Sorun şu, zaten partizanca, herkesin konumunu temel alarak yazısını yazdığı ve siyasal faydaların hakikatin önüne çıktığı bir atmosferde, "radikal" duruş, doğruyu, inandığını, vicdanen kabul ettiğin değerlerle tutarlı bir şekilde söyleme cesaretini göstermektir. Mevcudu, konumu, arkadaşların arasındaki statünü, dar ve kapalı alanlarda yer bulan isminin ağırlığını değil, hakikati korumaya biraz olsun meyledersen bu radikal duruşu gösterme gücüne, şevkine sahip olacaksın. Gösterdiler mi? Hayır, hala "şike kamerada" manşetinin gösterdiği alanda hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Soruyorum, kardeşim iki insanın yaptığı telefon konuşmasının bilinçli bir şekilde sızdırılması mı haberdir, yoksa o konuşmanın içeriği mi? Bir gazeteci, adalete, özgürlüğe, demokrasiye inanmış bir insan neye bakar? Bu insan oturup da iki adam kendi aralarında konuşurken bir kadın hakkında edepsiz bir sohbet yaptılar diye "kadını aşağılayan konuşmalar!!!"ı öne çıkartıyorsa, zorba, zalim ve haksız bir iktidarın o konuşmayı piyasaya sürme nedenine conformist bir şekilde uyum sağlıyor, onun değirmenine kap kap su taşıyor demektir. Niye? Ulan çünkü o konuşma "iletişimin gizliliği" ilkesi çerçevesinde korunuyor, üç kişiye ihtilat etmediği için hakaret bile sayılmıyor. Neden? Çünkü orada objektif bir zarar yok. Zarar oluşmaya müsait değil. Ama sen bu konuşmayı sızdırırsan artık bir zarar var. Niye? Çünkü hem 3'den fazla kişiye ulaşıyor, yani o konuşma alenileşiyor, insanlar o konuşmada konu olan şahsı ve dili görüyor, hem de özel hayatın, iletişim gizliliği ilkesinin ruhuna fatiha okunuyor, üstüne bir de devlet yetkisini kullanarak yapılan teknik takibin gene bu yetkiyi kullanan makamlar tarafından sızdırılması meşrulaşıyor. Azıcık akıllı adam, bu kadar büyük bir zarar yekünü karşısında, "kim sızdırıyor kardeşim bu konuşmaları, ne hakla" diye sorar, bizim basın "ne konuşmuşlar" televole eşiğini aşamıyor.

Peki bu arkadaşlar ne yaptı? Elbette muhafazakarlıkla en uyumlu hareketi. Sızdıran hakim otoriteden hiç bahsetmeden, iki tane tutuklu adam hakkında dedikodu yaptılar. Güçlü olana karşı sessiz, güçsüz olana karşı zorba olmak, ahlakın gözle görüldüğü bir alan değildir.

Bir başka örnek, alınmasın, Kenan Başaran üç gündür aynı minvalde gidip geliyor, Aziz Yıldırım Mehmet Ağar'ı ziyaret etmiş, bir de hükümete teşekkür etmiş.

Şimdi baştan başlayalım, Mehmet Ağar ziyareti, insani bir davranıştır. Adam üç kere ziyaret etmiş, Aziz Yıldırım da bir kere onu ziyaret etmiş. Ödenmesi gereken bir borç gibi. Ancak Aziz Yıldırım'ın o insanla bir araya gelmesi, mazlum ve zalimlerle arasına koyduğu o büyük uçurumu da daraltır. Kendisine neticede yakışmaz. Hoş olmayan, kötü, basbayağı yanlış bir harekettir. Amma velakin be kardeşim, burada tam üç noktada bu olayı bu kadar büyüme hakkı elinizden alınmıştır. Mehmet Ağar Galatasaray delegesi olarak TFF Genel Kurulu'na katılırken sesiniz ne kadar çıktı? Tıs. Mehmet Ağar'ı eski Galatasaray Başkanı, Kaptanı ve şu anki Teknik Direktörü ziyaret etti, ne dediniz? Tıs. Üçüncüsü de, ne yazık ki ücretinizi ödeyenler Mehmet Ağar'dan çok daha temiz insanlar da değiller. Kürt sorunundan Türkiye demokratikleşmesini baltayanlara kadar bir çok sorunda onların da izi, emeği, çalışması var. Elinde bulundurduğu medya gücünü, hükümetlerle kurduğu çok boyutlu ilişkilerle, ihale almak ve finansal durumunu güçlendirmek için kullanan bir zihniyetin yaptıkları da, attığı / attırdığı manşetler de hepimizin hafızalarına kazınmış durumda. Şurada kulüple hiçbir ilgisi olmayan, bir gün kulübünden maaş almaması, armaya duyduğu sevgiden başka bir şeyi olmayan insanlara Aziz Yıldırım'ın davranışları üzerinden onbin gömlek biçiliyor, siz içinde bulunduğunuz cehennemden bu seslere bu kadar har vermeye nasıl kalkışıyorsunuz?

İlk anladığınızın aksine daha temel, daha basit bir düzeyden bahsediyorum. Mehmet Ağar'ın, bütün ağarlığı ile bu ülkenin üstünde yarattığı karabulutlar hepimizin malumu. Bu karabulutların sahibine karşı tepki duymak, onun kamuoyu önünde meşrulaştırılmasına karşı çıkmak herkesin en temel hakkıdır. Ancak bu hakkı neden seçimlik olarak kullanıyorsunuz? Bu noktada neden "radikal" bir tutum sergileyip eşitlikçi, adil bir bakış açısıyla, aynı davranış biçimini gösteren herkese hüküm vermiyorsunuz da, Aziz Yıldırım'ı parmakla çekip büyütüyorsunuz? Çünkü bu kolay. Çünkü bunun karşılığında bir bedel yok. Aydın Doğan, Tayyip Erdoğan'ın önünde iki büklüm olurken "patron yakışmadı" diyebilmek, gerçekten bir bedel ödemeyi gerektirir. Ödemeniz gereken bütün bedellerden kaçıp, size bedel ödetemeyecek insanlara karşı haşin, pervasız olmak, doğru, adil, akılcı bir tutum mu? Kabul edelim, Aziz Yıldırım, Fenerbahçe Yönetim Kurulu veya Taraftarı size bir şey yapamaz. Bu cümleleri kolaylıkla edersiniz, bir kısmında da haklısınız, ama içinde bulunduğumuz durum bununla ölçülmez. Güçlü haksızlara karşı tutumunuzla ölçülür ve hepiniz sınıfta kaldınız.

Dahası, yazı gönderdiğiniz gazeteyi bile okumuyor, takip etmiyorsunuz. Türk spor basını gerçekten çok üzücü, acınası, insanın içini sıkan bir halde.

Radikal Yazarlarından Yetvart Danzikyan, İki Otorite Arasında Türkiye başlıklı yazısında, "Şike yasasında revizyona gidilmesi AKP ile "diğer aktör" arasındaki çatlağı su yüzüne çıkardı" diyor.

Yetmiyor, Özgür Mumcu "AKP ve Cemaat Çatlağı" başlıklı yazısında, AKP ile Cemaat arasında yaşanan gerilimi, ayrılığı, ÖYM politikası temelli olayları uzun uzun anlatıyor.

Yetmiyor, Ahmet Şık "hükümetin cevaz verdiği alanda faaliyet gösteren bir çete"den bahsediyor. Yetmiyor, Şamil Tayyar'ın açıklamaları, 6222 sayılı yasa değişirken yaşananlar, ÖYM'lerle ilgili yasada yaşananlar bütün Türkiye'nin manşetlerinde.

ve Kenan Başaran'ın cemaat ile hükümet arasında bir ayrım, bir çatışma olduğundan haberi yok! Bol ünlemli tweetlerinde "böyle bir ayrılık mı varmış!" diye sorabiliyor.

Şimdi Radikal gibi bir gazetede yaşayan bir insanın kendi ülke gündemine ve gerçeklerine bu kadar bigane kalması hepimizin midesini ağrıtacak kadar travmatik bir durum. Sorun öymlerin gerçekten değişip değişmedi değil, sorun tam da o değişikliği mümkün kılan durumlar ile o değişikliğin o seviyede kalmasına gerekçe olan siyasi faktörlerin analizinin yapılamaması. Hükümet, cemaatin elindeki alanı kendine bırakırken, kendi belediyelerini, kendi yandaşlarını koruyabileceği ve kendisine bağlı hizmet edebilecek bir neoöym süreci yarattı, bu stratejik bir manevraydı, çünkü bugün öymlerde süren davalarda yargılanan insanların aniden dışarı çıkması hükümetin de faydasına, menfaatine olabilecek bir durum değil. Aynı ÖYM - Emniyet merkezlerinde konsolide olan gücün rakipsiz, kontrolsüz, tek başına kalarak AKP ve AKP politikalarının da üstüne çullanmasının istenmediği gibi. Şimdi şu analizi yapabilecek biri yok mu? Aç en azından Cengiz Çandar'a bir sor. O da yok. Bu kadar veriye ulaşabilecek bir noktada durup, bu kadar habersiz kalmak insanı öfkelendiriyor.

Bir nokta daha var, bu da çok temel bir nokta,

Türkiye'de yaşayan biri ya adil bir tutum alacak ya da almayacak. Karar vermek zorunda. Bu siyasi iktidar ile sahip olduğu statü, güç, mutluluk, zenginlik ve diğer herhangi bir sebeple ÖYM'lerde süren veya sürmekte olan davalara karşı bir destek veren herkesi anlıyorum. Hepsini. Bugün Türkiye'de buralarda görülen davalara peşin peşin destek veren sadece üç grup insan kaldı, cemaatçiler, fanatik Galatasaray ve Trabzonsporlular. Hepsinin de bu davalara ilişkin bir ideolojik okuması, bekledikleri bir fayda, vermek istedikleri bir zarar var.

Ancak tutarlı, ahlaklı, kendisini bu değerlerle konumlandıran bir insan bu kepazeliğin hiçbir boyutuna destek veremez. Vermemeli.

Basılmamış bir kitabın toplatıldığı Radikal gazetesi yazarları, uyuyor musunuz kardeşim? Başınıza bu geldi. Bunu yapabilecek, örgütlü, imkanlı, belli bir sistemi, stratejisi olan bir güç var. Kar mı yağdı Radikal binasın? Doğa olayı mı bu? Biri planladı, uygulama kararı aldı ve bunu yapabilecek gücü olduğunu gösterdi. Size bunu yapan gücün başka davalarda başka şeyler de yapabileceğini, tam da bu güce sahip olduğu için yapacağını göremiyor musunuz?

KCK davasında MİT Müsteşarını terör örgütüne yardım ve yataklık etmek, örgüt üyesi olmasa da örgüt amaçları doğrultusunda faaliyet göstermekten, Büşra Hocayı verdiği dersten, Zarakoğlu gibi insanları akla hayale gelmeyecek garip bağlantılarla örgüt üyeliğinden suçlayıp, tutuklamaya kalkan bir irade var ortada. Bu irade, Ahmet Şık'ı, başka bir bilgisayara yerleştirilmiş delille, yüzlerce subayı sahte cdlerle suçluyor. 52 yaşında bakire bir kadının fuhuş yaptığını iddia edip örgütlü casusluk davası açıyor, sonra örgüt bulamadığı halde insanları cezalandırıyor. McAfee programının "devletin gizli belgesi" olduğunun iddia edildiği, Hanefi Avcının Marksist Leninist Terörist, Nedim Şener'in ergenekoncu olduğunu öğrendiğimiz yepyeni bir operasyon stratejisi, Cihan'ı taktığı poşiden, Berna'yı yeleğinden, TRT canlı yayınında denizaltıda olan adamı da darbe belgesi üretmekten içeri atıyor.

Bu sistem, dinliyor, ayırıyor, servis ediyor, medya gücüyle kamuoyu algısı yaratıyor, mahkemelerde verilen hızlı tutukluluk kararları ile insanları ailelerinden, çocuklarından ediyor. Hepiniz de görüyorsunuz. Şimdi bunu yapan güç, bir anda Fenerbahçe davasında Oslo mahkemesi mi oldu, Stockholm yargısı, Kopenhag Emniyet Güçleri mi davayı yürüttü? Hayır. Aynı şeyler, farklı yoğunlukta bu davada da yaşandı, yaşanıyor ve siz tam da diğer muhafazakarlar gibi, muhatabın adı ağız tadınıza uymadığı için zulmün karşısında sessiz kaldınız.

Ağzınızdaki tek cümleyi İbrahim Seten veya Mehmet Baransu bile söylüyor: "ama şike yaptılar"

Ama şike suçunun cezası, montaj görüntülerin servis edilmesi, özel yetkili mahkemede 1 yıl yargılanmak, ifade tutanaklarının, eşkal görüntülerinin medyaya el altından verilmesi, hakkında hüküm verilmemiş davada aylarca "şikeci" diye insanları suçlu göstermek, hasta insanları uzun tutukluluk şartlarına mahkum etmek değil. Şike suçunun cezası, adil bir yargılanma sonucunda verilecek mahkumiyet kararı ile belli olur. Adil olmayan, bağımsızlığını, tarafsızlığını kaybetmiş, hukukun değil siyasi mülahazaların egemen olduğu, adaletsiz uygulamaların sebil gibi aktığı bir yargılama sürecine bir insan gözünü kapatamaz. "Vicdani kanaatim bu" diyen insanın "vicdanen sahip olduğu somut değerler"i korumak için de hareket etmesi gerekir.

Ama fenerbahçe şike yaptı, 12 mayısta yaşananların özrü olamaz. Orantısız bir polis şiddeti ile, 5 yaşındaki çocuklara TOMA'dan tazyikli su sıkıp, bütün bir stada ve dışına biber gazı atıp, sokak aralarına, apartman boşluklarına kadar gidip, buralarda biber gazı ile insan avlamak "şike suçunun" doğal reaksiyonu değildir. Siz vicdanen insanların şike yaptığına inanabilirsiniz, delillere bakar bir muhakeme edersiniz, tartışırız, ancak insanlara uygulanan mezalime karşı sessiz kalırsanız ve bunun gerekçesi olarak da bu kadar konuyla alakasız bir şeyi sunarsanız, ahlaki bir şey söyleme hakkını kaybedersiniz.

Yani Aziz Yıldırım'dan hiçbir batımda daha temiz değilsiniz, Fenerbahçe'den daha üstün, daha ahlaklı kurumlarda hayatınızı sürdürmüyor, Fenerbahçe taraftarından daha temiz, daha ahlaklı bir konumsal üstünlükte de bulunmuyorsunuz. Neticede meslek örgütlenmesi bile olmayan, sendikalaşamamış, geleceği bir patronun iki dudağı arasında sıkışmış kalmış gazeteciler olarak, hükümetle çok boyutlu ilişkileri sebebiyle özgürlüğünüzü kısıtlayan patronların boyunduruğu altında, bu sistemin bir çarkı olarak hareket ediyor, zorbalara karşı sessiz, zulüm görenlere karşı da ahlak bekçisi olma iki yüzlülüğünü gösteriyor, inandığınız değerleri bile herkese eşit bir şekilde ifade edemiyor, istediğiniz dünya ile varolan dünya arasında sıkışıp kalıyor, bu şizoid pozisyonunuza tekmili birden tüm memlekete akıl vererek çözmeye çalışıyor ve bu mesleği hakkıyla yapan insanların yazılarını bile okuyamıyor, anlayamıyor, kendi gazetenizi bile takip edemiyorsunuz. Spor basının hali bu.

Sizi suçlayacak değilim, prangalarınızı, kelepçelerinizi görüyor, yazmak zorunda olduklarınızı anlıyorum. Sadece, aynı gazetede sizinle birlikte yazan bazı insanlar kadar cesur olabilirsiniz.

Siz de şu veya bu takımın fanatiklerinin öfkesi pahasına, kardeşim bu ne biçim bir yargılama süreci diyebilirsiniz. Bize "keşke Trabzonu suçlamasaydı, mantıken haklılık vermiş oldu" filan gibi garabetler üretmek yerine, Köksal Bayraktar gibi bir abideye güvenir, hukuki tanjantı ölçer sonra temel alanda "bağımsız, tarafsız olma özelliğini kaybetmiş öymlerde görülecek bir davanın, bu davayı buraya taşıyan iradeden bağımsız bir karar alma şansı da yoktur, şike varsa da yoksa da böyle ortaya çıkmayacak" diyebilirsiniz.

şike suçunun işlendiğine kalben inanan bir taneniz, bu suç işlenmişse de işlenmemişse de öym'de verilecek kararın kamu vicdanında hiçbir anlam ifade etmeyeceğini, bu kurumun güvenilirlilğini kaybettiğini, dolayısıyla hakikatin ortaya çıkamayacağını ifade etmek cesaretine sahip olmalıydı. Şike suçuna inanıyorsanız bu kararın adil bir mahkemeye bırakılmasının sizin de elinizi güçlendireceğini, insanların bunu sindirmesini ve kabul etmesini de kolaylaştıracağını görebilmeliydi.

Onu bile göremediniz..

Dolayısıyla sitemimiz büyük, bizim size verdiğimiz değer fazla çıktı. Entelektüel olmadığınızı kabul ettik. Şimdi sizin kendinize verdiğiniz değeri bir öğrenmemiz gerekiyor, gerçekten de o cümleleri yazabilecek, yazma gücüne, dirayetine sahip misiniz?

Devamı ...