26 Eylül 2012

Ümit Özat Meselesi ve Ataerkil Futbol


Kadınlar futboldan anlamaz temalı son polemik bir kez daha bu memlekette kadın olmanın ne kadar zor bir durum olduğunu bir kez daha göstermesi açısından ibretlik bir durum oldu. Stüdyoda haşa kadın kelimesi kullanmadan hijyenik bayan vurgusuyla meramını anlatmaya çalışan, her cümlesinde yıllardır etrafımızı kaplamış ataerkil cümleleri inkar edilemez bir hakikatmiş gibi vurgulayan, bunun yanında hakkında konuştuğu kişinin yüzüne bakmamaya ve ısrarla sen vurgusuyla hitap etmeye devam eden bir kabalıkla muhatabını değersizleştirdiğini sanan tipik ataerkil kibrin son temsilcisi olarak gördük Ümit Özat’ı.


Mesele kadınların futbolu anlayıp anlamaması değil, kadınların herhangi bir konuda yetersiz bulunduklarında doğrudan cinsiyet kimliğine saldırmanın erkekler tarafından nasıl bu kadar kolay yapılabildiği. Bu sadece futbola dair bir şey de değil. Bugün herhangi bir erkeğin göreviyle ilgili bir yetersizlik vurgusuna erkekliği karıştırılmazken kadınların göreviyle ilgili bir yetersizliği hemen kadınlığına bağlama, buradan kadınlara yönelik bu toprakların köküne kazınmış misojeninin bütün araçlarından yararlanma temayülünü görürüz.

Ümit Özat da kadınları ayrımcı bir zihniyetle kategorileştirmiş toplumsal cinsiyet kalıplarının fena halde etkisinde kalmış ve bunu son derece normal gören birisi olarak kendine göre kadınların müdahale etmemesi gereken özerk erkek alanları olduğunu düşünüyor. Muhtemelen Ümit Özat’a göre bu özerk alanlardan biri ve kendince en önemlisi futbol, futbola dair bir söylemin içinde bir kadın sesine/görüşüne tahammül edememesi futbolun ataerkilliğin en önemli kalelerinden biri olduğunun da bir ispatı aslında.

Futbola dair inşa edilen bu ataerkil söylem öyle egemen bir söylem ki bu cinsiyetçi kalıpların mağdurları olarak gözüken kadınlar bile statlarda bizzat o dilin kendisiyle konuşuyorlar. Rakibi yenmenin sikmek/sokmak/koymak gibi fiillerle ve mutlaka cinsellikle alakalı başka argo tabirlerle dile getirilmesi, yenilen rakibi aşağılamak için kadınsı rol ve sözlerin kullanılması artık o kadar insanlara normal geliyor ki bu durumun tuhaf olduğunu söylemek tuhaf karşılanıyor. Mesela Galatasaray’ı Fenerbahçe’nin karısı olarak görmenin nasıl bir zihinsel yapıya tekabül ettiğini ben anlamıyorum. Yani Fenerbahçe’nin Galatasaray’a üstünlüğünü Fenerbahçe’ye eril kimlik verip Galatasaray’ı kadınsılaştırmanın bizzat sosyal hayatta kadını değersizleştiren bir dile hizmet ettiğini göremiyor mu bu insanlar?


Yine son derece aklı başında insanların 4-5 farkla kazanılan bir futbol maçından ya da 20 sayıyla biten bir basket maçından sonra “abi adamlara tecavüz ettik uvvv” niye ergen nutukları atmalarının da aslında patolojikleşmesi gereken kavram ve sözcüklerin sıradanlaşmasına ve normalleşmesine hizmet ettiğini unutmamak lazım.
Her gün kadın cinayetleri işlenilen, bu çağda berdel haberleri gelen, tecavüzün neredeyse normalleştiği bir ülkede futbolun ve futbola dair dilin de bu kadınları değersizleştiren/talileştiren büyük söyleme bir lojistik destek sunduğunu söylememiz lazım. Ben Galatasaray galibiyetleri sonrası rakibi kadınsılaştırıp güya dalga geçen ve aşağılayan şeyler görmekten açıkçası utanıyorum.

Madalyonun bir de öteki yüzü var, futbol programlarında genel izleyici kitlesinin erkek olması hasebiyle bazı programlarda sırf erkeklerin gözü okşansın diye sadece birkaç anons yapan ama aslında bir dekor malzemesi olarak rol biçilen kadınların olduğu da bir sır değil. Gerçi daha kötüsünü de görüyoruz, Habertürk’deki Tarihin Arka Odası’nda üç erkeğin her hafta tarih konuşurken arada programdaki kadını hobi niyetine aşağıladıkları rezil bir programın yanında spor programındaki bu metalaşma masum kalabilir. Tabii bu metalaşma rolüne bilerek- isteyerek katılan, bu talileşme/dekorlaşma statüsünden hiç rahatsız olmayan kadınların olması da bizzat bu toplumsal düzenin mağdur rolünde olanlar için bile içselleştirildiğinin göstergesi.

Kadınlara dair rol/davranış/meslekleri belirleyip “sizin doğanız buna uygun, siz diğer alanlara fazla burnunuzu sokmayın” demek, bütün ceza kanunlarını, eğitim politikasını, sosyal hayatı bu kurgulanmış toplumsal cinsiyet rollerine göre inşa etmek ideolojiden azade kendi kendine oluşmuş bir gelenek falan değildir. Kadınlara dair en özel mesele olan kürtaj konusunda , tecavüze uğradığı zaman ne yapacağında, kaç çocuk yapması gerektiği konusunda her halta müdahil olan bir erkek egemen sistemin kadınlara bu konu sizi ilgilendirmez diyeceği tek bir alan olamaz.

Ümit Özat’a dair hissiyatımla bitireyim, Fenerbahçe’deyken kendisini severdim, çok yoğun eleştirilen, dalga geçilen bir oyuncuyken kalıcı olmasına, işine saygısına falan son derece saygı duyardım. Ankaragücü teknik direktörüyken Fenerbahçe maçında hakemin haklı bir ofsayt düdüğü sonrası ana avrat küfür ettiğinde, ve maç öncesi, sonrası açıklamaları yüzünden kendisine olan sevgim/saygım epey bir azalmıştı. Bu son “Kurtlar Vadisi terk” pozlarıyla kendisi hakkındaki son sempati kırıntılarımı da bitirdi. İngiltere’de kadın hakemi cinsiyeti nedeniyle aşağılayan spikerler gibi bir kadını alenen aşağıladı diye mesleğini kaybetmeyeceği bir ülkede yaşadığı için son derece şanslı kendisi. Yaşadığı ve pek çok kadının cehennemi olan bu “ataerkil cennetin” kıymetini iyi bilsin.
Devamı ...

25 Eylül 2012

Garip.. Biz


Türkiye'de öteki olmanın, öteki olmaya maruz kalmanın yarattığı sonuçlardan biri de, bu ayrımcılığın muhatapları arasından bütün insanlığı kaplayacak, herkesi kucaklayacak bir ruhi olgunluğun simgelerinin de çıkması. Onlar şarkıları, şiirleri, sözleri, aşağı doğru düşen gözleri ile hepimizin hayallerini büyütüyor, insanlık hakkındaki bilincimizi arttırıyor. Neşet Usta Abdaldır, güzellerin güzelidir. Sözleri, müziği rengine kandığımız bu yalan dünyanın ipine un serer, bizim ruhlarımızı ince eleklerden geçirir. Orta anadolunun koyu karanlığa çalan bozkırlarında bozlaklar havalandırır, "kadınlar insandır, biz insanoğlu" diye haddimizi bildirir.

"Almanla Fransız, öteki beriki, insanca anlaşmışlar aralarında, sınırı kaldırmışlar.. Ne güzel. Bir gün bütün dünya birleşecek" diye hem umudu güçlendiriyor hem de içinde bulunduğumuz bu düşmanlıkla beslenen, ötekinin üstüne babalanma, saldırma, ezme, yoketme, aşağılama "kültürünün" tam ortasından barış, bereket, insanlık filizleri çıkartıyor. "Zenginsen ya bey derler ya paşa / yoksulsan ya Abdal derler ya Cingan haşa" sözünün ağırlığı üstümüzde, içinde bulunduğumuz kültürün güce, güçlüye meftun hallerine rağmen, Neşet Ertaş güzellikleri yarattı, yaratıyor. 20 sene unutulup, Almanya'larda, gurbeti ev yapmaya mecbur edilmiş bir insan olarak kulağımızda, kalbimizde sesini kocaman havalandırıyor.

Şimdi o da gitti.

Bütün abidelerin göçüp, cücelerin gölgelerine mahkum ve mahdum kaldığımız basbayağı karanlık zamanlardan geçiyoruz. Türkiye'de her iktidar bloğu öyle veya böyle sanata dair yepyeni bir sözün, abidevi insanların çıkmasına müsaade etmiş, böyle insanların çıkabileceği atmosferi mümkün kılmıştır. Münir Nurettin Selçuk, tüm aksiliği ve huysuzluğuna rağmen "şarkı söylediği zaman mevsimleri değiştirir" dudaklarında şafaklar doğardı. Yaşar Güvenir'lerin, Şecaattin Tanyerli'lerin tangoları hepimizin içini burkar, sensiz saadet neymiş, görmedim bilemem ki diye sorarken hala daha hepimiz mahsunlaşır, mecnun gibi kendi içimize bakarız. 60'lar, 70'ler, dev sanatçılar üretmiştir. İzmir Fuarının ortasında mini eteği ile yükselen Zeki Müren, sanat güneşi gibi doğar, sesinin büyüsü, Türkçe'ye hakimiyeti hepimizi mahveder. İçinde bulunduğu bu topraklardaki hakim, muhafazakar, baskıcı kurgunun üstünde, beyaz topuklu ayakkabıları ile yükselir, sesinin büyüsü ile meftun eder nicesini. Bülent Ersoy'lar, Barış Manço'lar, Cem Karaca'lar, abide üstüne abide.. Dönemin güzel kızlarından Ajda 2012 yılında bile gençliğin aklını başından alıyor. Müzikal kurgusu, kalitesi bir kenara, hafif sesli batı müziği en nihayetinde pop olduysa hikmetin bir kısmını Ajda'nın inatçı güzelliğinde, sesinde, çalışkanlığında aramak lazım.

80'ler, Orhan Gencebay'lar, İbrahim Tatlıses'ler ile yanık sesli, yanık bağırlı insanların isyanına da konu olur. Batsın bu dünya ile efsaneye çıkar, 90'lar bile nihayetinde Tarkan'ı çıkardı, o kötü koalisyon dönemlerinden bile bu ülkedeki sanatsal üretimin çerçevesine artı bir diyeceğimiz bir kaç kişi çıkmıştır.

Şimdi ne kaldı? Ne kaldı? Koyu, kapkatı bir muhafazakarlığın ekseni altında, geçmişin şarkıcılarını anıyor, rakısını vuran, sandalla yalıların önüne gidip Çamlıca sırtlarına kadar
sesinin heybetiyle tüm İstanbul'u dize getiren Münir Nurettin'lere, Zeki Müren'lere, gözyaşlarımızın haklı sahipleri Müslüm Gürses'lere, Neşet Hocalara sığınıyor, sığınıyor, Cem Karaca ile Barış Manço ile bir şarkı dinleme keyfine ulaşıyor, hala eskilerin zerafeti karşısında aklımızı kaybetmiş gibi bakakalıyoruz. Gidin bakın, şu Yaşar Güvenir'in bir benzerini hangi tv kanalında 10 yılda bir kere gördünüz, bir daha da görebileceksiniz?


Sabahtan akşama kadar anlatıyorlar, kardeşim elimizde kalan Nihat Doğan'dır. Bu iktidarın yarattığı yeni müzikal akım, içinde yaşadığımız bu koyu karanlık muhafazakar tahakkümün öz çocuğu bizzatihi Nihat Doğan personasıdır.

Övmeye doyamadılar. Beyaz devrim, sessiz devrim, halk iktidara el koyuyor, demokrasimiz inkişaf etti, kafayı yemiş gibi gözlerini yere düşüre düşüre övgü sözcükleri arıyorlar. Bir tane Cemil Meriç mi çıktı, bir tane Edip Cansever satırı mı, bir tane hayatımıza damga vuran, çocuğumuza dinleteceğimiz şarkı mı var? Ümit Yaşar'ın tek bir şiirinin bir sözü, Necip Fazıl'ın deliliği hiçbir şey yok. Sanatsal bir türbe gibi ülke, bir tane Neşet Ertaş çıkmayacak bir daha, geçtim ustayı Barış Manço çıkmayacak, geçtim Barış abiyi, Tarkan bile çıkmayacak. MP3'lerden geçmişi arıyor arıyor, hüznümüze, mutluluğumuza, eğlencemize, ağıtımıza katık ediyoruz. Neden be kardeşim? Neden yeni bir şey çıkmıyor? Bugün neden Nihat Doğan bir hayatın ortasına kapılı kaldık da, bu ülkenin sanat üreten tüm bereketli damarlarının teker teker yok olduğunu, birer birer kurak, insanlığa, insaniyete, evrensele dokunması imkansız bir kıç sallama, had bildirme, öfke nöbeti kusma, racon kesmeden ibaret şarkıların zindanına düştüğümüzü görüyoruz?

AVM'ler dikmeye, zenginleşmeye, yalılara, gayri menkul yatırım ortaklıklarına, kentsel dönüşüme, en güzel demir coplara, benzersiz kalitede organik biber gazlarına kavuştuk çok şükür. Birer birer kurtuluyoruz terörist üreten devlet okullarından, kinine sahip çıkan, tinerci de olmayan dindar nesillerin yükselişi karşısında dilimiz boğazımıza kaçıyor, biliyorsunuz alevi diye seçim meydanlarından muhataplarımıza hitap ediyor, gerekirse ermenileri evlerine göndermeyi düşünüyor, bir kaç mehmet öldü diye de şuradan şuraya adım atmıyoruz. Müthiş, mükemmel bir adalet sisteminin gölgesi hepimizin üstüne çökmüş, her alanda yukarı, aya fezaya çıktık, AB gıpta ile bakıyor da,

kardeşim bir tane güzel cümle neden çıkmıyor?

Şimdi Neşet usta da gitti. Alın cücelerinizin gölgesi daha da büyük gözükecek aşağıdan. Abidelerin haşmeti hafızalarımızdan silindikçe, Nihat Doğan'ların boyu uzayacak belki.

diye umarsınız..

Hala geçmişe dönüyor bu ülke, güzel bir iki cümle duymak için, gözyaşı da kahkahası da geçmişe kilitli,

hapsolduğu bu güzellik üretemeyen bugünden sığınıyor, kendi dününe.

Nur içinde yat usta, evelimiz sendin, ahir de oldun.

Devamı ...

22 Eylül 2012

Arena, Gladyatörler ve bir kısım Taraftar



Şikayetçiyiz futbolun bu hal-ipür melalinden. Bu ligin marka değerinin abartıldığına inanıyoruz. Federasyon’un ve Kulüpler Birliği’nin yayın gelirleri yüzünden yayıncı kuruluşa bu kadar teslim olmasına karşıyız. Milyonlarca futbolseverin şifreli yayın yüzünden kahvehanelere doluşmasından, artan bilet fiyatları yüzünden alt ve orta sınıf futbolseverin statlardan sürülmesinden, sponsorlara teslim edilmiş “arena”ların mutenalaştırılmasından muzdaribiz. Futbol metalaştıkça statları arenalara, futbol emekçilerini gladyatörlere, bizleri de müşterilere çeviren sisteme isyandayız. Hele ki 3 Temmuz’dan bu yana bu kulübü siyasi ikballerine cirolamak isteyenlere karşı bayrak açmış “itaatsizler”iz biz. Ama tahammülümüzün de bir sınırı var. Eğer bu takım Marsilya ile kendi sahasında 2-2 berabere kalıyorsa tavrımızı koymasını da biliriz: Aykut Kocaman istifa!



İşte bu kadar kolay aslında. Bir gün, hem de şampiyonluk yarışının düğümlendiği bir maç öncesinde, elma ile armutu ayırdedebildiği kadar iyi futbolcu ile kötüsünü ayırdetmekten aciz bir başkan gelir ve sırf size bir türlü kanı ısınamadığı için, sizin ve sizinle birlikte en az sizin kadar günahsız bir arkadaşınızın biletini kestiğini söyler. Öyle kolaydır işte. Bütün istikbaliniz kariyerine genç yaşında manav olarak başlamış bir zengin adamın iki dudağının arasındadır işte. Kanı ısınmamıştır size. Ötesi yok. Ne heykelinizi vardır Yoğurtçu Parkı’nda, ne de sizin için o manavdan hesap soracak otuz küsür bin taraftar. O forma ile son maçınız olduğunu bile bile çıkarsınız o maça ve iki kafadar attığınız birer golle takımınızın o maçı 2-1 kazanmasını sağlayıp, şampiyonluğun kapısını açarsınız. Ne maçın öncesinde ne de sonrasında bu haksızlığa dair tek laf duyulmaz ağzınızdan. Maç sonu uzatılan mikrofona söylediğiniz aklımızda, elinizin altında twitter olsa ne gam.


Futbol hayatınızın sonunda oyuncusu olduğunuz bir kulübün teknik direktörü olursunuz. Ne var ki kulübün sahipleri tası tarağı toplayıp kaçınca, koca bir sezon boyunca santim santim batan bir geminin kaptanı olmak durumunda kalırsınız. Deplasmana kalkacak otobüsün parasının çıkışmadığı, takım menajerinin futbolculara yemek pişirdiği bir takımda hem de. Sonrası çeşitli “Anadolu” takımları. İmkanlar (aslında imkansızlıklar) ve hayaller ( belki de hayal kırıklıkları). Sonra bir gün apansız koparıldığınız takıma teknik direktör olursunuz. Hem de hiç haddinizi bilmeden. Halbuki muadilleriniz, (Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Ertuğrul Sağlam) önce kendilerini Avrupa liglerinin kalbur üstü takımlarında ispatlamış, sonra ligimizin bu “büyük” takımlarına büyük mutluluklar yaşatmışlardır. Siz ki bir “Anadolu” takımını bile şampiyon yapamamış bir teknik direktörsünüz, haddiniz midir Fenerbahçe’ye teknik patron olmak. Görev sürenizin ilk yılında takımı şampiyon yaparsanız şayet, bilin ki bu taraftar soyadınızdan ilhamla her türlü tezahüratı imal etmeye muktedirdir. Olmayan deneyiminizin panzehiri yoktan var ettiğiniz başarılardadır. Ve bilin ki başarıdan anladığımız en azından şampiyonluktur. Az bizi kurtarmaz, çoğun kadrini bilmeye ehil değiliz.


Şampiyonluğun kutlamaları bitmeden, 3 Temmuz’da patlak veren sözüm ona şike soruşturması ile takımınızın en değerli oyuncularını kaybedersiniz, yerlerine kısıtlı imkanlarla, son dakika transferleriyle yeni isimler gelir. Takımınızın Şampiyonlar Ligi’ne katılma hakkı elinden alınır. Ananızın ak sütü gibi helaldir oysa. Kulübün başkanı ve bazı yöneticileri mahpustur. Ortada konuşmaya yanaşan bir yönetici yokken, çıkar oyuncularınızın emeğini savunursunuz. Türk spor tarihinde hiç bir takımın kıyısından bile geçmediği bir travmanın ertesinde takımı bir arada tutan isim olursunuz. Öyle ki bir oyuncunuz neden golden sonra hocasına koştuğu sorulduğunda “Son dönemde onun bize yaptıklarını adama babası yapmaz” diye özetler. O sezonu şampiyonluğu son maçta, yarım puanla kaçırır takımınız ama sezonu oyunculuk döneminizde sizin bile şahit olamadığınız Türkiye Kupası ile kapatıp, taraftarın artık içinin almadığı sığ ve kaba istihzalar silsilesine son verirsiniz.


Gelelim 2012-2013 sezonuna. Bu sezon ligde henüz 4 maç oynadık. 4’te 4 yapan bir takım yok ve liderin 2 puan gerisindeyiz (Hayır, olmasak ne olur. Daha sadece 4 maç oynandı). Şampiyonlar Liginde ise ön eleme maçlarında Spartak Moskova’ya elendik. “Spartak Moskova ciddiye alınması gereken, Şampiyonlar Liginde iş yapabilecek, güçlü bir takım” demecinizden sonra S. Moskova’nın deplasmanda oynadığı Barcelona maçında 2-1 öndeyken, Messi çıkıp Barcelona’yı kurtarsın diyen kaç “futbolsever” varsa, bu ülkenin futbol aklının derinliği onların sayısına ters orantı yapılıp ölçülür işte. Bırakalım başkalarının liglerini de gelelim geçen Perşembe günü Avrupa Liginde oynadığımız son maça.


Aykut Hoca’nın taktiği yanlıştı diyenler olabilir. Oyuncu tercihleri yanlıştı diyenler de olabilir. Hatta şu ve ya bu oyuncu kötü oynadı diyenler de olabilir. Bu tip eleştirilerin en sarih örneklerinden birini bizim blogda yayınlanan Fatih’in son yazısında, diğerini ise Eurosport’ta yayınlanan Alper Öcal’ın yazısında bulabilirsiniz. Hemfikir olmak zorunda değilim, ama biliyorum ki zihin açacak bir yapıcı bir tartışmanın yolunu açıyor o yazılar. Ancak maç boyunca zaman zaman bazı oyuncuları yuhalayıp, maç sonunda Aykut Hoca’yı istifaya davet edenler için aynı şeyi söylemek çok zor.


Özellikle 3 Temmuz’dan bu yana yerleşik düzene, onun dinamiklerine ve bunlardan nemalanan aktörlere karşı bayrak açan, Fenerbahçe’nin bir kupalar yekününden daha fazlası olduğunda ısrar eden taraftarın, grubun ilk maçında en iddialı rakibiyle son saniyede yediği golle berabere kalan takımının hocasını istifaya davet etmesi büyük çelişkidir. Bir hoca aynı zamanda hem takımı galip geldiği müddetçe galibiyetten daha anlamlı “kocaman” ümitlerin sahibi olmakla taltif edilip hem de daha sezonun başında gelen beraberlikte istifaya davet edilen adam olamaz.


1997 yılından bu yana bu takım 16 defa teknik direktör değiştirdi. 15 senede 16 teknik direktör. İçlerinde dünya çapında kariyere sahip Löw, Aragones, Daum gibi isimlerin yanı sıra Mustafa Denizli, Rıdvan Dilmen, Turhan Sofuoğlu gibi Türk futbolunun önemli isimleri de var. En çok dayananı 3 sene görevde kalabildi. Onun da kovulma sebebi son maçta takımı şampiyon yapamamak. Peki bu arena daha kaç gladyatörün kellesini istiyor? Daha ne kadar kan dökülürse bu tezahüratın müsebbibleri huzur bulacak?


Belki çok daha önemli bir soru: eğer gelen beraberlik sonunda takınılan tavır arenada gladyatörün kellesini isteyen “müşteri”ninkinden daha anlamlı değilse nerede kaldı 3 Temmuz’dan bu yana sürdürülen mücadelenin o düzene meydan okuyan devrimciliği? Eğer bu takımın stada gelen taraftarı, son 2 senede yaşananları, bütün olımsuzluklara rağmen gelen başarıları ve uğruna soyadından ilhamla tezahüratlar ürettikleri bu başarının baş mimarını bir kalemde silip, kendini galibiyete – hadi gönül düşürüp en azından güzel oyuna- para ödeyen bir müşteriye indirgeyip, henüz 5 – 6 bilet önce parasını ödeyip geldiği maçta kendisine unutulmaz mutluluklar yaşatan adamı da istifaya davet edebiliyorsa, o sözümona futbolun kurulu düzenine meydan okuyanların da bu uğurda yaptıkları kadar yıktıklarını da konuşması gerekir. Fenerbahçe’de devrimin kendi çocuklarını yeme potansiyeli de bu tartışmadan hareketle başa bir yazının konusu olsun.


Devamı ...

21 Eylül 2012

Bu Kaçıncı Dejavu?


Fenerbahçe kazansa da kaybetse de hatta berabere kalsa da bunu olabilecek en trajik şekilde yapmayı adet edinmiş bir kulüp. Son maçta kaçırılan şampiyonluklar, ya da bir şekilde verilen kupa finallerini falan bir yana bırakırsak normal tekil puan kayıplarını da olabilecek en tuhaf ve acıtıcı senaryoyla kaybetme konusunda garip bir alışkanlığımız var. Normal bir süreç, dengeli bir maçla Marsilya ile berabere kalsak bu kabul edilebilir, tolere edilebilir bir sonuç olurdu. Ama biz öyle bir beraberlik almayı becerdik ki bütün camianın özgüvenini sıfırlayan,önümüzdeki koca bir sezon için olumsuz iz bırakacak bir sonuç oldu.

Maça çıkabilecek en iyi 11 le başladığımızı söyleyebiliriz, basit top kayıpları ve pas tercihleri yüzünden oyunu Marsilya yarı sahasına yıkamasak da oyunu Marsilya hegomanyasına da bıraktığımız söylenemez. Hücuma çok adamlı çıktığımız nadir pozisyonlardan birinde golü bulup skor avantajını yakaladık. İlk yarıda en büyük eksiğimiz top rakipteyken onları ceza sahası civarına kadar hiç rahatsız edememekti. Marsilya bizim yarı sahaya çok kolay geldi, özellikle kendi sağ kanatlarını son derece etkili kullandı, geleneksel olarak geriden pasla çıkma hataları yüzünden de bir kaç şans yakaladılar ama son hareketlerde becerili olmamaları skoru bulmalarını engelledi. 1-0 ı bulduktan sonra Alex'in orta sahada topla buluştuğu anda tek pas seçeneği muhtemelen o anda iki Marsilyalı ile baş başa kalan Sow oluyordu, ve geriden hücuma destek olunmadığı için hücum çeşitliliği ve verimliliğimiz düştü.

İkinci yarıya da felaket başladık, kendi yarı alanımızdan neredeyse 10 dakika doğru düzgün çıkamadık. Marsilya'nın golü geliyorum derken taraftarın meşale atmasıyla oyunun durması biraz bizim kendimize gelmemizi sağladı. Tam o sırada Mehmet Topuz'un şahane ortasına Alex'in şahane kafasıyla aslında çok da beklenmeyen bir anda 2-0 ı bulduk. Oyuna baktığımızda oyunun hakkının 2-0 olmadığını nesnel bakarsak söyleyebiliriz tabi. Alex'in golünden sonra Marsilya da bir 5-6 dakika ciddi bir şekilde oyundan düştü, o sırada Aykut Kocaman'ın çok tartışılan/tartışılacak hamlesi geldi. Alex'in yerine Christian girdi.

Oyuncu değişikliklerinin hocanın kafasındaki getiri götürüsünün yanında başka iki yönlü bir etkisi var. Birincisi, oyuna soktuğunuz oyuncunun kendisinin oyuna girmesini nasıl algıladığı,ikincisi takımın geri kalanının oyuncu değişikliğini nasıl yorumladığı. Geçen yıl play-off daki Trabzon deplasmanında Alex'in yokluğunda Christian'ın çok iyi oynaması Aykut Kocaman'ı çok etkilemiş. Gerek play off un son maçında Galatasaray karşısında gerek Spartak deplasmanında Aykut Hocan Alex'in rolünü, yaptıklarını Christian'dan bekledi ve doğal olarak da alamadı. Aykut Kocaman Alex'in yerine giren Christian'dan Alex'in yaptıklarını ve onun yanında bir de takım savunmasına katkı vermesini bekliyor. Christian ise Alex'in yaptıklarının yanından geçmediği gibi Alex'le yan yana oynarken takımda takım savunmasına yaptığı katkının yarısını Alex'in yerine girdiğinde ya da oynadığında yapamıyor. Takımın geri kalanı yani sahadaki on oyuncu ise Alex'in çıkıp Christian'ın sahaya girişini "beyler Allahını seven defansa gelsin" şeklinde yorumladığı için Fenerbahçe kendi yarı sahasına gömülüyor.

Şunu da 50 kez tekrarladım ama yine tekrarlayayım. Alex'in sahada olmadığı bir Fenerbahçe'nin oyun zekası %50 düşüyor. Takım bir oyuncudan ziyade şuurunu kaybediyor Alex çıkınca. Ve hoca bugün şunu da bir kez daha görmüştür umarım ki bu seviyede oyun zekası en az koşu mesafesi kadar belirleyici bir etken. Christian-Alex değişikliğinin ardından Sow-Bienvenu değişikliği de gelince Fenerbahçe'nin Marsilya kalesine en yakın iki oyuncusu Bienvenu-Christian ikilisine dönüştü. Rakip sahaya en yakın iki oyuncunuz bu kadar yaratıcılıktan yoksun, ve formsuz durumdaysa üstelik takım savunmasına da fizik olarak yıprandığını düşündüğünüz aslardan çok da fazla yardım etmiyorlarsa o zaman skor olarak geride olan takım çok kolay risk alabiliyor.

Şöyle bir düşünelim ev sahibi takım 2-0 önde son 20 dakikaya girmiş, deplasman takımı bütün hatlarıyla her dakika pozisyon buluyor. Normal bir seyirci hiç değilse önde olan takımın 2-3 tane kontra girişiminin olmasını rakibin ikiye-bir, üçe- iki yakalanacağı üç dört tane pozisyon olacağını düşünür çünkü futbolun doğası bunu emreder. Bir yerde normalden daha fazla adam bulunduruyorsanız başka bir yerde normalden daha az adam bulunduruyorsunuz demektir. Fenerbahçe bu açıdan kontratak özürlüsü bir takım. Ve bu sorun iki senedir devam ediyor. Galatasaray'a 2-0 dan maç verirken de koskoca ikinci yarı Fenerbahçe bir tek doğru düzgün kontra atak yapamadı. Kontra için önündeki oyuncuya pas verecek en nitelikli adam skor koruma taktiği olarak kenara alınınca Fenerbahçe kontraya çıkacak o yaratıcı pası atamıyor. Üçüncü bölgedeki oyuncu tipin kontraya müsait değil (Bienvenu) ikinci bölgedeki oyuncun o pası atmaya ehil değil (Christian) ve birinci bölgede atağı kesip topu kontra hazırlayıcı oyuncuya atmakla görevli oyuncuların topla çıkarken 20 kez top kaptırıyorlar. Böyle bir takımın bu seviyede şu kadroyla kontra yapması doğal olarak mümkün olmuyor.

Alex'i oyundan alabilir alınmaz diye bir şey yok, oyundan düşmüştür, kartı vardır falan bu nedenlerle alabilirsin eyvallah da arkadaş bu adamı oyundan alırken takımın düşen oyun zekasını telafi edebilecek bir değişiklik yap. Fenerbahçe kadrosunda oyunu kafasıyla oynayabilen oyuncu sayısı neredeyse yok denecek kadar az. Alex'siz bir takım düşünüyorsan Alex'in mental eksikliğini kapatabilecek iki üç tane oyuncuyu kadroya katarsın. O zaman Alex'i oynatmamanı anlayışla karşılar herkes.

Bir de tecrübe denen bir şey var. 2-0 dan 2-2 olan Galatasaray maçında da Alex alınıp üç orta sahaya dönmüştük, ve Galatasaray daha çok gelmeye başlamıştı, Arena'daki 3-1 lik maça da yine 3 orta sahayla başlamış ve mahkum oynamıştık. Aykut Kocaman ön libero sayısını artırıp ileriden bir oyuncu olarak takımın savunma direncinin artmadığını daha kaç hezimetin sonunda öğrenecek merak ediyorum. Tam aksine Fenerbahçe hücumunu kendi eliyle etkisizleştirdiği için rakip daha çok risk alma iştahı hissedip daha çok adamla gelmeye başlıyor.

Bu beraberlik zaten bence epey arızalı olan takımın özgüvenini çok ciddi şekilde törpülemiştir. Aykut Kocaman'ın maç sonundaki halini de hiç beğenmedim, o bildiğimiz sakinliğini kaybetmiş ve abandone olmuş haldeydi. Sonuç olarak bu maç sonunda gruptan çıkma yolunda bir şey kaybedildiğini söyleyemeyiz ama taraftarın hocaya olan güveni ve daha trajiği bizzat oyunuların hocaya olan güvenlerinin ciddi şekilde sarsıldığını düşünüyorum. Maç 2-1 bitse skor bir şekilde bir şeyleri örtüp son 30 dakikadaki sefil oyunu gölgeleyebilirdi ama skor 2-2 olunca bu sefer o 30 dakikadaki oyunun sefilliğinin etkisini çok daha artmış oldu.

Heraklitos "aynı suda iki kez yıkanılmaz" sözünü iki üç Fenerbahçe maçı izlese etmezdi herhalde. Fenerbahçeli olunca aynı suda bırak yıkanmayı defalarca boğulunabileceğini öğreniyorsunuz. Aykut Hoca da sağolsun epey katkı yaptı bu "dejavu boğulmalara".

Devamı ...

9 Eylül 2012

Aykut Kocaman Röpörtajına Dair


Aykut Kocaman çok uzun bir aradan sonra bir canlı yayında bu kadar kapsamlı bir röpörtaj verdi. Söyledikleri, ima ettikleri ve söylemedikleriyle bir hayli ilginç bir röpörtajdı. Öncelikle hocanın kendini ifade etme yeteneğine, ego manyağı antrenörler gibi dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü düşünmeden açık sözlü haline saygı duymak lazım. Zaten Aykut Kocaman'a taraftarın duyduğu sevgi ve güven saha içi tercihler ya da kararlardan ziyade saha dışındaki bu şık duruşundan kaynaklanıyor.
Hocanın röpörtajda değindiği en önemli şey Alex mevzusunu kendi açısından değerlendirdiği bölümdü. Alex'e Spartak maçı için kendisini kullanmayı düşünmediğini 10 gün önce söylediğini Alex'in bu duruma fiili bir tepki göstermediğini Hoca'nın ağzından öğrendik. Aykut Kocaman ayrıca Gaziantep maçındaki "Aykut söyle Alex nerede" tezahüratını da organize ve planlı bir eylem olarak gördüğünü beyan etti. Benim anladığım kadarıyla Aykut Kocaman, Alex'in attığı tweet ve sonrasındaki spekülasyon ortamı ve tribün tepkisinin Fenerbahçe'ye karşı dışarıdan bir "görünmez el" tarafından planlandığını düşünüyor.

Burada kilit mesele Alex'in bu görünmez el tarafından dolduruşa getirilip böyle bir tavır takınması mı yoksa bizzat bu el tarafından planlanan operasyonda Alex'in inisiyatifi kendisinin alarak araçsal bir rol üstlenmesi mi? İkinci durum olduğunu düşünüyorsa Alex'in kadroda bir saniye kalması gibi bir şeyi düşünmek mümkün olmadığından belli ki ilk seçeneği düşünüyor. Yani Fenerbahçe üzerinde tartışma açmak isteyen bir grup vasıtasıyla Alex'in hocaya karşı dolduruşa getirildiğini düşünüyor.

Fenerbahçe'nin 3 Temmuz sonrası normalleşmesi epey bir zaman alacak bu gidişle. Kulüp öyle düşmanca bir muamelenin içinden geçti ki artık her görüş ayrılığı bir tehdit, her husursuzluk büyük bir komplo işareti gibi algılanıyor camia tarafından. Kulüp içi iletişim kanallarının çalışmaması, yönetimin yine tek adamlı bir monoblok olarak gözükmesi, ve yönetim kurulu üyelerinin son derece düşük profilli kişiler olması, ve kulüp muhalefetinin de ayan beyan değil bir yeraltı örgütlenmesi şeklinde olması nedenleri biraraya gelince Fenerbahçe bir spor kulübü değil Bizans İmparatorluğu haline geliyor. Bu normalleşmeyi nasıl sağlayacağız bilmiyorum o ayrı bir yazının konusu biz geçelim hocanın diğer açıklamalarına.

Aykut Kocaman'ın Alex'siz Fenerbahçe kurgusundaki en önemli gerekçelerinden biri Fenerbahçe'nin koşu mesafesinin Avrupa'nın elit takımlarından daha geride olması. Uzun vadede box to box oyuncu tipinin Fenerbahçe'ye hakim olacağını öğreniyoruz hocanın söylediklerinden. Hoca, koşma ve sprint mesafesinin önemini vurguladıktan sonra bunu fetişleştirmediğini de söylüyor, yani hem koşan ama hem de oyunun iki yönünü oynayabilen oyuncular istediklerini,ikisinin de eşdeğer önemde olduğunu belirtiyor. Hocanın söylediği teorik olarak doğru olabilir ama Fenerbahçe'de Alex'in oynamaması takımın fiziksel direncini diyelim %20 arttırırken takımın zekasını %50-%60 azaltıyor. Hoca Alex'siz bir takım yaratmak istiyorsa Alex'in oyun zekasının Christian, Topuz Selçuk ya da Meireles ile kapanmayacağını da hesap etmek zorunda.

Hocanın Spartak maçına dair söyledikleri de bir hayli tartışmalı. Aykut Kocaman Barcelona dışındaki hiç bir takımın Fenerbahçe'nin ikinci maçın ikinci yarısında yaptığı gibi Spartak'ı baskı altına alamayacağını söylüyor. Son 45 dakika ofansı düşündüğü zaman Spartak'ı baskı altına alabilen takımın neden 135 dakikalık bölümde son derece çekingen bir oyun oynadığını sormamız lazım Hoca'ya. Ayrıca strateji olarak Alex'siz oynanması düşünülen bir eşleşmede Fenerbahçe'nin etkili olduğu tek bölümün neden Alex'li bölüm olduğu da açıklanmaya muhtaç. Aykut Kocaman röpörtajda Spartak maçını çok önemsediğini, kaybedilen Galatasaray Süper Kupa finali ve ligdeki beraberliğin bu maça dair hesaplar yüzünden olduğunu belirtti. Ben burada Hoca'nın ciddi bir hata yaptığını düşünüyorum.

Bazen o an uğraştığımız şeye o kadar yoğunlaşırız ki onu bağlamından çıkarıp olduğundan daha önemli görürüz.Her doktorun uzmanlaştığı üstünde yıllarca çalıştığı alanı tıpın en önemli alanı olarak görmesi gibi. Bir hedefe içinde ezeli rakibinizle oynadığınız maçı feda edecek derecede odaklanmak o rakibi gözünde büyütmeyi/abartmayı da beraberinde getirir. Aykut Kocaman'ın Spartak maçını bu denli önemli görmesi Spartak'ı da gözünde büyütmesine yol açmış ve maça dair planlarını da tamamen rakip odaklı olarak yapmış. Ben Spartak'ın Aykut Kocaman'ın gözünde büyüttüğü kadar iyi bir takım olmadığını düşünüyorum. Daha genel olarak söyleyeyim her hangi bir branşta rakibe bu kadar odaklanmanın, kendi yapabileceklerinden ziyade rakibin kapasitesiyle ilgilenmenin sorunlu bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. İki senedir Galatasaray maçlarında yaşadığımız temel problem de bu. "Biz Galatasaray'a karşı ne yaparız" dan ziyade "Galatasaray bize karşı ne yapar" sorusunun daha baskın olması hocayı proaktif konumdan sürekli muhafazakar bir konuma sürüklüyor.

Hoşuma giden bir ayrıntıyı da belirteyim. Aykut Kocaman'ı oyunculuğunda bile bu kadar iddialı konuşurken görmemiştim, Takıma ve oyunculara güveninin sözde değil gerçekten içten olduğunu ifadesinden anlamak mümkün.Umarım bu güven duygusunu takıma da aşılayabilmeyi başarır.

Kimse eleştiriden muaf değil Aykut Kocaman da herkesin teknik direktör olduğu bu memlekette yaptıkları ya da yapmadıklarıyla eleştirilecek, bu gayet doğal. Fenerbahçelinin özen göstermesi gereken şey artık varlığından, 7/24 saat çalıştığından emin olduğumuz bir linç cephesinin değirmenine su taşıyacak şeyleri yapmamak. Antrenörü eleştirirken onu itibarsızlaştırmak için tetikte bekleyen bir cepheye lojistik destek sağlamamak.

Takım hakkında da hocanın sezon başı performansı hakkında da son derece karamsardım, ama Aykut Kocaman'ın iddialı hali ve 1,5 ay içinde takımın üst seviyeye çıkacağından gayet emin konuşması benim gibi kötümser birisinde bile temkinli iyimserliğe yol açtı. Aykut Kocaman ismini ilk duyduğumda 7 yaşında bir Antalya-Konya şehirler arası otobüsünde şöförün yanında bir taburede radyodan anlatılan maçı dinliyordum. Rize'de ilk yarı 0-0 bitmiş ikinci yarı oyuna giren Aykut 4 gol atmış ve biz 5-0 kazanmıştık. Şaşaalı 88-89 sezonunun ilk maçıydı. Yani Hoca'nın ismi de cismi de duruşu da 7 yaşından beri her daim bir umut vadetmiştir benim için. Umarım hayalindeki Fenerbahçe'yi gerçeğe dönüştürür.



Devamı ...