26 Haziran 2013

Yolun sonu ve İstifa


UEFA’nın aldığı karar çok açık net. Disiplin Soruşturmasının sonucunda Fenerbahçe 2+1 yıl UEFA Turnuvalarına katılmaktan men edildi. Dolayısıyla herhalde bundan daha ciddi, bundan daha net bir şey bulabilmek de mümkün değil. Bu karar yüzünden Fenerbahçe asgari 80 milyon € maddi ve paha biçilemez manevi bir zarara uğradı. Soru da şu, Fenerbahçe neden böyle bir sonuçla karşılaştı ve bundan sonra ne yapılması gerekir?

Neden böyle bir sonuçla karşılaştık?

Bu konuda Galatasaray yönetimi ve taraftarını suçlamanın hiçbir manası yok. Galatasaray Yönetimi ve Galatasaray taraftarı ister Fenerbahçe / Aziz Yıldırım düşmanlığı / nefreti olsun, ister burada bir avantaj gördükleri için olsun, ister ortaya çıkan bulgular sebebiyle şike suçunun işlendiğine inandıkları için olsun bu konuyu gündemde tuttu. Buna da hakları var. Dünya tarihinde UEFA’ya gönderilen fakslar yüzünden veya twitter trending topicte öyle yazdığı için ceza alan bir tane kulüp yok. Galatasaray’ın şayet bahsedildiği gibi etkin figürleri de bir iletişim kampanyası yapmışsa, kendi fikir ve düşüncelerini uluslararası ve ulusal karar vericilere aksettirmişlerse buna da hakları var. Lütfi Arıboğan ve birkaç kişiyi saymazsak, bunun gerçekten suç olduğunu veya belirleyici olduğunu düşünmek mümkün değil.

Galatasaray Yönetimi ve taraftarı Özel Yetkili Mahkemeleri kurmadı, delilleri karartmadı, basına yanlı ve tek taraflı bilgi vermedi, kamuoyu algısı yönetimi için polis fezlekelerinden, eşkal fotoğraflarına kadar her şeyi medyaya servis etmedi. Bu operasyonu planlamadı, yönetmedi, tutukluluk kararı vermedi, dosyanın ÖYM tarafından görülmesi için bir başvuruda bulunmadı, HSYK kararlarını hiçe saymadı.

Ünal Aysal çok başarılı bir şekilde süreci yönetti, takip etti, bilgi aldı ve bu bilgileri de kamuoyu ile paylaştı. Neye kızacaksın? İşi bu ve bu işi çok iyi yapıyor. Çok haklı. Bir yönetici öyle davranır. Kendi kulübünün menfaatlerini korumaya çalıştığı için kendisini suçlamak da doğru değil.

Bu konuda ahlaken söylenebilecek tek şey, bu hareketlerin yapılarak özel yetkili mahkemelerde yapılan türlü çeşit hukuksuzluğa meşruiyet tanındığı olabilir. Bu da söylendi zaten. Ancak geldiğimiz noktada bunu öncelikli olarak gündeme getirmek mümkün değil. 1,5 yıl önce bunu derdik, dedik de, ama bugün kimse Aziz Yıldırım Recep Tayyip Erdoğan’a sevgisini açıklayıp, Mehmet Ağar ve İhsan Kalkavan ile buluşurken Aziz Yıldırım'a bir şey demeden bunu söyleyemez. Ünal Aysal'a gelene kadar insan önce kendine bir bakacak.

İkincisi, siz kendi hakkınızı savunmuyorsanız, Ünal Aysal da doğal olarak savunmaz.

Özel Yetkili Mahkemeler’de görülen davaların hepsinde benzer hukuk ihlalleri var. Bu bir şablon ve uygulanıyor. Genellikle hükümete muhalif veya bir şekilde hükümetin ilgi alanı dışında kalmış gruplara karşı “örgütlü bir suç” iddiası ile soruşturmalar açılıyor, soruşturma süreci sırasında emniyete mensup bazı kişiler tarafından bilgi ve belgeler hükümet ile cemaate yakın medya gruplarına sızdırılıyor, bu medya grupları ile bir kamuoyu algısı oluşturuluyor, bu yolla masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı ihlal edildikten sonra da uzun bir yargılama süreci ile davalar devam ettiriliyor.

3 Temmuz süreci ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a yönelen soruşturma kapsamında kamuoyunda bu mahkemelerin genel olarak “cemaate” yakın şahısların kontrolünde olduğu yönünde bir algı oluştu. Başbakan “alacaksan beni al” diye açıkça buradaki otonom iktidar yapısına cephe aldıktan sonra da özel yetkili mahkemeler –mevcut davaları sürdürmek kaydıyla- kapatıldı, yerlerine de bölge ağır ceza mahkemeleri açıldı.

Gerçekten de Türkiye’de emniyet – yargı – medya bileşenlerine sahip alternatif bir iktidar yapılanmasının olduğu, mevcut kanunlar kapsamında, belirli bürokratlar eliyle operasyonlar yönettiği, çeşitli soruşturmalara ve dava süreçlerine yer verdiği görülüyor. Bunu da artık Türkiye’de herkes söylüyor. Fenerbahçe de böyle bir alanda bir operasyona maruz kaldı.

Ancak Ahmet Şık’ın ifadesini hiç unutmamak lazım, doğru tanımlama “hükümetin açtığı yolda hareket eden bir örgüt”tür ve Hakan Fidan ile ilgili olaya kadar da tüm bu davaların arkasında hükümetin iradesi / desteği / bilgisi bulunmaktadır. Nihayetinde Tayyip Erdoğan da kendisini bazı davaların savcısı olarak ilan ederek bu iradesini gösterdi. Yine 3 Temmuz’da soruşturma başlamadan önce kendisine emniyet güçleri tarafından bir brifing verildiği ve müsaade aldığı da ortaya çıktı.

Çok geniş bir tahlile gerek yok, Fenerbahçe’ye yönelen dava da bu sistemin içerisinde hayat buldu, yine bu sistemin bileşenleri tarafından uygulandı ve sonuçlandı.

Bu davayı diğer davalardan ayıran şey ise Fenerbahçe’ye yönelen bu davanın Fenerbahçe’nin ismi nedeniyle kamusallaşması, geniş bir kitle desteğine kavuşması, özel yetkili mahkemelerdei uygulamaların meşruiyetini daha güçlü bir şekilde sorgulatır hale gelmesi oldu. Cengiz Çandar’dan Ahmet Hakan’a kadar geniş bir spectrumda da bu davaya destek gittikçe büyüdü, bu davanın gayri hukuki yöntem ve delillere dayanan bir operasyon olduğu yönünde de kamuoyunda güçlü bir irade ortaya çıktı.

Dolayısıyla evet Özel Yetkili Mahkemeleri mümkün ve var kılan sistem Fenerbahçe’nin başına gelenlerden sorumludur. Fenerbahçe yargının siyasetin dominasyonu altında olduğu bir alanda, adil yargılanma, masumiyet karinesi gibi temel haklarından mahrum bir şekilde savunma yapmak zorunda kalmıştır ve bütün bunlarda birincil sorumlu, bu sistemi kuran, işleten, savunan, değiştirmeyen, İçişleri Bakanlığı ve diğer ilgili bakanlıklara bağlı birimler eliyle de sürece bizatihi müdahil olan iktidardır. O kadar net.

Net de bu da bugünün bilgisi değil. 1 yıl önce de biliyorduk.

Bu sonucun bir tane gerçek sorumlusu var.

Aziz Yıldırım.

Eldeki deliller 6222 sayılı kanun anlamında bir şike suçu işlediğini göstermiyor. 1 yıl boyunca da çok önemli bir savunma ortaya koydu. Metris’te hem özel yetkili mahkemelerin ne olduğu, nasıl olduğu ve davanın niteliği hakkında ciddi bir kamuoyu oluşturdu. Haksızlıklardan yakındı, zulme ve zalime cephe aldı, Çayan Birben’den, Cihan Kırmızıgül’e kadar haksızlığa uğrayanlara da selamlarını gönderdi, yanında olduklarını gösterdi.

2 Temmuz 2012 tarihinde hapisten çıktığı zaman kendisi Türkiye’de toplumsal bir figürdü. Bunu şundan söylüyorum, ne yaptığını hiç anlamamış. Ne olduğunu da anlamamış.

Türkiye tarihinde ilk kez bir karikatür dergisi bir spor kulübü yöneticisini kapak yaptı, hem de dalga geçmek için değil, desteklemek için.

Türkiye’nin çok önemli entelektüelleri destek yazıları yazdı, Türkiye onun üzerinden adaleti, hukuk sistemini ve demokratik uygulamaları tartıştı.

Hayatı boyunca sokağa bir kere bile çıkmamış, her politik görüşten binlerce insan sokaklara çıktı.

Adalet ve özgürlük talebi öyle basit iki kelime değildir. Çok ciddi bir şeydir, dünyayı değiştirir. Çok haklıdır, çok meşrudur, zalimlere karşı çok net bir taleptir ve milyonlarca insanın kalbini ateşler. İnsanlar haksızlığa isyan ettiler.

Bu halk hareketi, bu meşru talepler, sokakta binlerce insanın yürümesi siyasi bir bedel olarak da ortaya çıktı. İktidarın süreci dikkatle takip ettiğini ve bu olaylardan sonra uzlaşmacı bir tutum sergilediğini, nihayetinde 6222 sayılı yasada bazı değişiklikler yapıldığını da biliyoruz. Bunu iyi okumak gerekiyordu. İktidar bu noktaya geldiyse, Türkiye’nin her yerinde binlerce insanın ortaya koyduğu mücadele sonucunda geldi.

Ancak, işin gerçeği şu:

Aziz Yıldırım eğer bu işin kendisine yönelik şahsi bir destek olduğunu vahmettiyse son derece yanlış bir vehme sahip. İnsanlar haksızlığa isyan ettiler. Kimse şahsen Aziz Yıldırım için yürümedi, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’a ve Fenerbahçe’ye yönelik haksızlığa karşı çıkmak için herkes elinden gelen mücadeleyi ortaya koydu.

İkincisi, Aziz Yıldırım dik durduğu için bu desteği arkasında toparladı. Sustuğu için değil. Uysal koyun gibi davrandığı için değil. Uslu uslu boyun eğdiği için değil. Hakkını aradığı için. Nazım Hikmet şiirleri göndermeler, Zülfü Livaneli şarkılarını statta çalmalar, mücadelemiz zulüm ve zalimledir cümleleri, “ne futbolu memleket elden gitmiş” demeçleri de uzun zamandır bu haksız uygulamalara şahit olan binlerce insanın kalbinden ve gönlünden geçenlerin yansıması oldu.

Ancak 2 Temmuz 2012 tarihinde bu iş bitti. Net olarak bitti. Aziz Yıldırım 3 Temmuz’dan bir gün öncesine geri döndü. Aynı kibir, aynı yönetim mantığı, aynı bakış açısı.

1 yıldır kulübü yönetiyor. En başta bekledik, umduk, sabrettik, sessiz kaldık, öğrenmiştir dedik, değişmiştir dedik, ancak 1 yılda yapılan hatalara herhangi bir insanın gözünü kapatması mümkün değil. Esasında “doğru yapılan ne var” diye sorulduğu zaman kurumsallaşmadan başka bir şey diyemiyoruz, o da Aykut Kocaman’ın istifası sürecinde görüldüğü gibi büyük bir balondan ibaret.

1 yılda neler oldu?

Mehmet Ağar ziyareti ile açılışı yaptık, sene başında bütün vaatlerin aksine “ben buradayım” diyen bir takım kurulmadığını gördük, bir stat dolusu kadın taraftara fırça çekilmesini seyrettik, Alex’in gönderilmesi sürecinin nasıl bir krize çevrildiğini de izledik, divan kurulunda “bu zamana kadar kulübü bakkal dükkanı gibi yönetmişiz” denildiğini de duyduk.

Bir çok kez konuşursam yer yerinden oynar denildiğini de sessizliği de gördük. Muzlu basın toplantısı gibi gerçekten “dahiyane” bir girişime şahit olup, en sonunda Gezi Parkı’nda bu ülkenin çocukları dayak yerken Nusret’te Mehmet Ağar ve İhsan Kalkavan ile yemek yenildiğini de öğrendik. Afiyet olsun.

Çok uzatmayayım, kimse Aziz Yıldırım’dan bir Subcommandante Marcos olmasını beklemiyordu. Haksızlığa karşı çıkmak sadece Zapatistaların görevi değil. Bir insan “mücadelemiz zulüm ve zalimledir” dedikten sonra böyle pelte gibi duruyorsa, susuyorsa, zalimlerin yanında çok fazla duruyor, mazlumlara karşı da çok mağrur oluyorsa en azından bu sözünü yerine getirmiyordur. Susulacak yerde konuşmak, taraftara fırça üstüne fırça çekmek, hükümet istifa sloganları atan Fenerbahçe taraftarına marjinal gruplar demek bu sözün hakkını vermiyor.

Belki unutmuştur ama bu sloganlar 10 Temmuz’da Bağdat Caddesi’nde de atıldı.. O sloganları atanlara marjinal diyenler de Aziz Yıldırım’ın cellatlarıydı.

En büyük geyik ise "siyasallaşmayalım." Korkunun yeni adı. 3 Temmuz'dan sonra bu kulüp siyasallaşmadı mı? Bana bir operasyon yapıldı, "ne şikesi memleket elden gidiyor" demek siyaset değil miydi? Özel yetkili mahkemelerden şikayet etmek, Cumhuriyet dönemine referanslar vermek komposto tarifi miydi? Hakkı korumak ve gerçeği söylemek siyaset değil insanlık vazifesidir.

Davan asliye hukuk mahkemesi'nde görülmesi gerekirken Özel Yetkili Mahkeme'de görülüyor. Deliller belirli bir grup tarafından belirli medya organlarına sızdırılıyor. Bu operasyonda hangi "siyasi" cenahın yer aldığı belli. Eğer bunların adil, haklı olduğunu düşünüyorsan neye itiraz ediyorsun? Madem itiraz ediyorsun "hak talebin" neden siyasi olsun? Evet bir hak talebinin de siyasi sonuçları vardır ve hakkını talep etmek zalimleri de kızdırabilir ama bu siyaset değildir. Bir mazlum hakkını savunurken siyaset yapmaz, insan olmanın gereğini yapar. Bütün bunlar korkunun, güçlü iktidar başımıza büyük belalar açabilir korkusunun başka tümcelerle söylenmesinden ibaret. Temkinli olmaya evet, korkaklığa hayır. Buyrun işte korkunuzla hareket etmediniz, sustunuz, ne oldu? Ben hayatımda korkakların tarih yazdığını görmedim. Aziz Yıldırım da korktuğu için değil, korkmadığı için 2 Temmuz'da oradan çıktı ve şimdi korktuğu için de başına bunlar geliyor.

Buyrun işte haşmetmaaplarının önünde eğildiniz. Şimdi neden onların hükmüne razı değilsiniz? Bu isyana hakkınız yok. Kendinizi emanet ettiklerinizin hükmüne de razı olacaksınız. Hayatın kuralı bu. Madem satranç masasında tavla oynamayı tercih ettiniz, buyrun işte zarlar böyle geldi, şimdi bunu kabul edeceksiniz.

Bir şey daha var, Aziz Yıldırım kendisini korumak için herhangi bir şey yaptı mı? Hayır. Bütün bunlar yapılırken, geçen 1 senede kulübün haklarının savunulması ve haksızlıklardan hesap sorulması için hangi adım atıldı? Sıfır.

UEFA süreci takip edilmedi, edilmediğini görüyoruz. Edildiyse bile bunun iyi yönetilmediği belli. Kulübe zarar verenlerden de hesap sorulmadı, susuldu. Taraftarların sesi dinlenmedi, 3 Temmuz ile ortaya çıkan büyük halk hareketinin beklentileri de motivasyonu da karşılanmadı. Çok uzun anlatmaya gerek yok, öze dönüş yaşandı, tek adam bütün haşmetiyle kendi bildiği yolda yürüdü.

Şimdi o yolun sonundayız. Evet bir insan aynı anda hem inşaattan, hem hukuktan, hem siyasetten, hem halkla ilişkilerden, hem futboldan, hem betondan, hem transferden, hem coğrafyadan, hem insan kaynaklarından anlamaz.

İyi yöneticiler, her şeyi bilen adamlar değildir, iyi yöneticiler doğru sistemleri kuran, profesyonellerden yararlanan, ödül ve yaptırım mekanizmalarını işleten, hedef koyan, hedeflere ulaşılmasını denetleyen kişilerdir.

Bu sistemler kuruldu mu? Hayır.

Bugün geldiğimiz noktada Fenerbahçe’nin Başkanı ve bazı yöneticileri “teknik olarak” yok. UEFA’dan 2 + 1 yıl men cezası almış durumdayız ve Yargıtay süreci önümüzde bekliyor.

Belirli makamlara seçilenler icra görevine sahiptir. Bu işin sefası başarının gururunu yaşamaktadır. Fenerbahçe çok vefakardır. Borcunu öder. Bütün Türkiye isminizi biliyor. Herkes sizleri izliyor, görüyor. Binlerce insan alkışlıyor, başınıza bir şey geldiğinde bedel ödemeyi göze alarak hareket ediyor. Ancak sefayı yaşayan cefaya da razı olmalı. Başarısız olan da cefayı çeker. Yönetemeyen istifa eder.

Aziz Yıldırım artık yönetemiyor. Kendisine itiraf edebiliyor mu bilmiyorum ama yönetemiyor. Aziz Yıldırım’ın yönetememesi, bu yönetim zaafiyeti de kulübe zarar veriyor. Büyük umutlarla başlanan bir yılın sonunda geldiğimiz nokta budur. Bunun da bir tane sorumlusu var. Kendisi.

Bizim kulüp yönetimimiz kendisini savunmazken, susarken, Stockholm sendromundan muzdarip gibi kendi celladına aşık aşık bakarken, kendisine kumpas kuranların kendisini kurtarmasını umarken, “stratejik” adı verilen bir teslimiyet politikasını benimserken kimseye kızacak halimiz yok. Adama sorarlar, Mehmet Ağar ile yemek yiyenler mi zulmün karşısında, İhsan Kalkavan ile oturanlar mı “cemaat” ile mücadele ediyor?

Geçiniz.

Fenerbahçe’nin baştan ayağı yenilenmesi lazım. Daha iyi, akıllı ve çağdaş bir yönetime, her şeyin tek adamın iki dudağı arasında olduğu bir sistemden kurumsal ilişkilere, kapris, sitem, kavga üzerine kurulu medya iletişim stratejisinden çağdaş bir medya iletişim stratejisine, muzlu toplantı yapan akıldan daha sofistike düşünebilen bir yönetim aklına ihtiyacımız var.

Heyecan, tansiyon, sinir, öfke nöbetlerine değil hesaba, kitaba, planlamaya, programlamaya ihtiyacımız var. Duble yollar gibi projelerden daha çok stratejik akıl üreten mekanizmalara, çağdaş işletme metotlarına, kamuoyu iletişimine ihtiyacımız var.

Uygun yöntem ve araçlarla kulübün haklarının savunulması için önce bu uygun araç ve yöntemleri mümkün kılacak bir değişim gerekiyor.

Yol bitti. Kredi sıfır.

Lütfen artık istifa edin. Kötü bir yıl geçirdiniz, bütün yılı çok kötü yönettiniz ve çok zarar verdiniz. Daha fazla zararı engellemek için hareket etmek de bir “hizmettir.”

Bugün yapılabilecek tek hizmet bu kaldı..

Devamı ...

20 Haziran 2013

#DirenGeziParkı - "Sayın Başkan"


"Bırak bizi konuşalım, kendi bildiğimiz dilde. Anlatalım derdimizi, kalbini aç da bir dinle"

Sadece 20 günde bambaşka bir Türkiye gördük. Güzel bir Türkiye. Özgür bir Türkiye. Mizahın, sanatın, şarkıların, esprilerin çerçevesini çizdiği yeni bir Türkiye. Kimsenin ötekisi olmadığı, herkesi kucaklayan, herkesin içinde kendine bir oda bulabileceği bir ülke. Bir ağacın gölgesi kadar huzurlu, bahar gibi neşeli. Nazik, dürüst, güçlü, kendinden emin. Yenilmez bir Türkiye..

Biz bu Türkiye'yi çok sevdik.. Devamı ...

10 Haziran 2013

UEFA Soruşturması veya tünelin sonu


UEFA Disiplin Yönetmeliği 2013, madde 3 ne diyor?

“Aşağıda yer alan şahıslar bu kurallarla bağlıdır:
a) Tüm üye federasyonlar ve yöneticileri
b) Bütün kulüpler ve yöneticileri
c) Bütün maç görevlileri
d) Bütün sporcular
e) UEFA tarafından bir faaliyeti ifa etmek için görevlendirilmiş tüm şahıslar”


Madde 5 diyor ki:
“UEFA Disiplin organları kararlarını Futbolun oyun kuralları, İsviçre hukuku ile UEFA Tüzükleri, yönetmelikleri, talimatnameleri, kararları ve Disiplin Komitesi’nin uygulanabilir bulduğu herhangi bir hukuk kuralı uyarınca verirler.”

Madde 12

“UEFA kuralları ve yönetmelikleri ile bağlı olan herkes müsabakaların güvenilirliği etkileyecek her türlü davranıştan kaçınmak zorundadır ve bu tip davranışlarla mücadelesinde UEFA ile tam bir işbirliği ile hareket etmelidir

Maçların güvenilirliği örneğin şu şekilde zedelenir,

Kendisi veya üçüncü bir şahsa menfaat sağlamak için müsabaka sonucunu gayri hukuki veya ahlaki bir şekilde etkilemek”

Madde 23/3

Kontrol ve Disiplin Organı UEFA tüzüğü ve yönetmelikleri tarafından belirlenmiş tüm disiplin konularında yargılama yetkisine sahiptir.

Madde 37,

Disiplin soruşturmaları sırasında insanlık onuruna aykırı olmadıkça her türlü bilgi, belge, bulgu delil olarak kullanılabilir. Geçerli deliller resmi raporları, kayıtları, şahitlerin ifadelerini, tarafların ifadeleri ile müfettişlerin beyanlarını, yerinde yapılacak incelemeleri, uzman görüşlerini, televizyon ve video kayıtlarını, kişisel itiraflar ile diğer kayıt ve dökümanları içerir.

UEFA Şampiyonlar Ligi Tüzüğü madde 2, kabul kriteri

(Şampiyonlar Ligi’ne kabul edilebilmek için)
g) UEFA Tüzüğü’nün 50. Maddesinin yürürlüğe girdiği tarih olan 27 Nisan 2007 tarihinden itibaren ulusal veya uluslararası düzeyde müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik hiçbir faaliyet içerisinde bulunulmadığını gösteren yazılı bir beyan verilmesi zorunludur.

SONUÇ:

1- UEFA’nın 2011 disiplin yönetmeliği değişmiştir. O yönetmelikte müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik fiillerin UEFA Disiplin Komitesi tarafından incelenmesi için müsabakanın veya ilgili turnuvanın UEFA tarafından düzenlenmiş olması şartı aranıyordu, bugün öyle bir şart bulunmuyor.

2- UEFA’ya bağlı tüm şahıs ve kurumlar ile yetkili organların UEFA Disiplin yönetmeliği ile ilgili tüm mevzuata uygun hareket etmesi gerekiyor.

3- Şampiyonlar Ligi’ne katılım için ilgili kulüp ve yöneticilerinin müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik bir faaliyet içerisinde bulunmadıklarını beyan etmeleri gerekiyor.

4- UEFA Fenerbahçe hakkında bir soruşturma açabilme yetkisine sahip –ki açmış durumda- bu soruşturma sonucunda UEFA’nın ilgili müffettişleri hiçbir yerel otorite ile bağlı kalmaksızın kendi raporlarını hazırlayabilir hatta gizli tanık bile dinleyebilir.

5- Müsabaka sonucunu etkilemeye yönelik bir hareketin tespit edilmesi halinde de açıkça ceza verebilirler.

6- Bu karara karşı UEFA’nın ilgili temyiz mercii ile CAS yolu her zaman açıktır.

7- UEFA’nın kararı Yargıtay açısından kanunen bağlayıcı değilse de bu alandaki en büyük uluslararası otoritenin yapacağı herhangi bir tespit Yargıtay kararını etkiler ve etkilemelidir.

8- CAS’da bir dava açılması düşünülürse bunun hangi zeminde ve gerekçelerle yapılacağı ayrıca tartışılmalıdır. Yargıtay’ın Ekim veya Eylül ayında karar vereceği düşünülürse, bu halde CAS davasından ne gibi bir somut sonuç bekleneceği de ayrıca belirsizdir.

9- Bu tarihe kadar Fenerbahçe’nin Efraim Barak, Ulrich Haas, Gabrielle Kaufmann Kohler, Henry Peter gibi uluslararası spor hukukçularından, alanında uzman şahıslardan neden mütalaa almadığı, görüşmediği, bunların görüşleri doğrultusunda hareket etmediği ayrıca izaha muhtaçtır.

10- Yine Fenerbahçe’nin uluslararası PR ajansları ile neden anlaşmadığı, neden kendi görüş ve düşüncelerini dünyaya aktarmadığı, davadaki hukuk ihlallerinden bahsetmediği de belirsizliğini korumaktadır.

11- Fenerbahçe’nin 2 yıl men cezası alması halinde, daha önce TFF tarafından verilmiş UEFA Şampiyonlar Ligi’ne göndermeme kararı ile birlikte toplam 120 milyon avroyu bulan kayıplarının nasıl karşılanacağı da sorgulanmalıdır.

12- 3 Temmuz 2011 tarihinden itibaren geçen 2 sene boyunca temel alanlarda hiçbir yapısal değişikliğe gidilmemesi, bu alanlarda hareket edilmemesinin de sorumluları ortaya çıkartılmalıdır.

Son olarak,

- Mehmet Ağar’la yemek yemeler, ziyaretler, suskunluk, uslu çocuk stratejisinden hiçbir şey beklenmemelidir.

- Bu saatten sonra Nazım Hikmet şiirleri, mücadelemiz zulüm ve zalimledir salvolarının da inandırıcılığı kalmamıştır. Bunca suskunluk üstüne ve geçen zamanda artık bu cümlelerin hiçbir manası yoktur. Herkes hatalarının bedelini öder. Zaten bunların UEFA önünde de bir etkisi olmayacaktır.

- Ünal Aysal süreci daha dikkatli takip edip, açıkça da uyarırken, Fenerbahçe yönetiminin gri alanda, ne yaptığı muğlak bir şekilde kalması da ayrıca çok düşündürücüdür.

- Bu yönetim tarzı ve anlayışı verebileceği ne verse vermiştir. İyi ve kötü. En yakın zamanda bunun müsebbibleri de artık bayrağı teslim etmelidir.

- Bu da şahsım adına bu konuda yazılacak son yazıdır, UEFA ne karar verirse başım gözüm üstüme. Hem benim hem Türkiye’nin daha büyük sorunları var. Her şerde bir hayır vardır ya, kötü yönetim ve politikaları da belki böylelikle gider de her alanda bir tatlı nefes alabiliriz.


Devamı ...

Nasıl Başladı?


Direniş / Resistance - Fragman - from onur kafkas on Vimeo.


Hatırlayın, unutmayın.

Koruma kurullarının kararları çiğnendi, Bakanlığa bağlı Yüksek Kurul, Tayyip Erdoğan "reddi reddeceğiz" dedikten sonra 2 Nolu Koruma Kurulu'nun kararını iptal etti. Projeye onay Ankara'dan geldi. Bir gün İstanbul'daki Gezi Parkı'nı yıkmak için dozerler gönderildi. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesince tanınan barışçıl gösteri yapma hakkını kullanan insanlara saldırıldı. Sabaha karşı 5'te park basıldı, çadırlar yakıldı. Taksim meydanına ve ara sokaklara polis 36 saat biber gazı attı. Bu şiddetin sahipleri ve insan özgürlüğünü yok eden bu rejim düzelene kadar özgürlüğe sahip çıkmak bizim elimizde. Devamı ...

4 Haziran 2013

Yenilgi Yenilgi Büyüyen Bir Zafer Vardır


Halkların tarihlerindeki muazzam dönüşümler, devrimler her ne kadar akan bir ırmak gibi biteviye yoluna devam eden bir sürecin sonucuysalar da hep o ırmaklara ivme veren, çağıldamalarına vesile olan setlerle hatırlanırlar. Yetvart Danzikyan’a referansla (1) söyleyelim, devrim dediğiniz toplumsal, insani ilişki biçimlerinin değiştiği, insanların kendilerini değiştirip, dönüştürdükleri, eski kalıplarından sıyrıldıkları ve en önemlisi bu dönüşümü, değişimi hissettikleri “an” ise, bizin “an”ımız 31 Mayıs 2013 sabahıyla birlikte kitleselleşen Gezi Parkı direnişidir.

Ali Topuz bugünkü yazısında (2) Alain Badiou’nun Arap Baharı için söylediği sözü hatırlatıyor : “Bu hareketin aptal öğretmenleri değil, akıllı öğrencileri olmayı seçmeliyiz.” Biz de bu söze uyalım, akıl vermek yerine Gezi Parkı direnişinden neler öğrendik, öğreneceğiz onlara bakalım.

Unutmayalım, her şey bir avuç insanın Gezi Parkı’na oturup, o ağaçların nöbetini tutmasıyla başladı. Nöbet dediysek silahlı, sopalı değil aksine kitaplı, gitarlı, sazlı/sözlü bir nöbet. Perşembe sabaha karşı parka çevik kuvvet baskın düzenleyip ortalığı tarumar edince, boyun büküp dönmek yerine daha büyük bir kalabalık geldi nöbet yerine. Ve yine sabaha karşı amansız bir polis baskını daha, yine tarumar edilen park. Yılmadılar, dağılmadılar, gidip meydana oturdular. Ne taş ne sopa, ne küfür ne slogan. Sadece oturdular. İlk dersimizi burada aldık. Öğrendik ki iktidarlar ne kadar kudretli olursa olsun, boyun eğmeyen bir grup insan oturduğu yerden bile huzur kaçırabilirmiş.

Ne olduysa orada, o anda oldu. Oturmaktan başka bir şey yapmayan (hayır, yapsa ne olur?) gruba polisin orantısız / izansız / insafsız müdahalesi bir köşede güzellik uykusuna yatmış toplumsal vicdanımızı harekete geçirdi. İstanbul’un her yerinden binler meydana akın etti. Kahir ekseriyeti gençlerden oluşan, sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim, dini inanç, etnisite, siyasi tercih açısından oldukça heterojen bir yığın insan herhangi bir siyasi parti/örgüt çağrısı olmaksızın yardıma koştu. Daha kalabalık toplandığında ikinci dersimizi çoktan almıştık. Başta geçen hafta “2013 Gençliğe Hitabe”yi (3) kaleme alan Barış İnce olmak üzere, apolitik, umarsız bir neslin yetiştiğine kani olanlar, hayatlarında ilk defa eyleme gelen o güzel çocukların yiğitliğine, cesaretine, mizah gücüne hayran kaldık. Ve dahası bireyci yetiştikleri aşikar olan bir neslin, herhangi bir örgüt disiplini ve hiyerarşisi olmaksızın, yatay örgütlenmeyle meydana indiklerinde göz yaşartıcı bir dayanışma sergileyebildiklerini gördük. Öğrendik ki bedenini dahi idealler uğruna feda etmeye hazır olsan da, herşeyi dönüştürmek yanında saf tutan o hiç tanımadığın insana omuz vermekle başlıyor.

“Hiç tanımadığın insan” kavramını biraz açmak lazım. En ucunda “inkar” olan bir tanımama halinden bahsediyoruz. Öyle heterojen bir kalabalık vardı ki Cuma akşamı Taksim’de, bazılarının kağıt üzerinde bir araya gelme ihtimali bile kamusal düzen açısından tehdit addediliyordu düne kadar. Cuma gününden bu yana bu algıyı tersyüz eden o kadar çok anektod dinledim ki artık münferit olduklarına inanmak mümkün değil. Mesela Trabzon’da eylem yapması linç sebebi olacak sol bir örgütün üyeleri ile Trabzonsporlular birlikte direndiler polise. Ülkücü bir grubun “Kahrolsun Faşizm” sloganı attığına şahit olduk. Bir grup ulusalcının boyunlarına pelerin gibi bağladıkları Türk bayrakları ile, Kürtlerle birlikte lorke halayı çektiklerine şahit olduk. Devrimci Müslümanlar ve Anti-kapitalist Müslümanlar kortejlerindeki başörtülü kızlar kalabalığın alkışlarıyla geldi alana. Başta LGBT dernekleri olmak üzere birçok grup, o yığınlara mensup insanların gündelik hayatta selam verir rahatlıkta kullandığı homofobik küfürleri engelleme çağrısı yaptılar ve büyük ölçüde karşılık buldular. Öğrendik ki toplumsal barışın ve uzlaşmanın yolu senin gibi olmayanı sana benzetmekten değil, onun farklılıklarına saygı duyup, ona da seninki kadar yaşam alanı açmaktan geçiyor.

Dahası var. Bugüne kadara birbirinin canına kastetmeye varacak denli kavgalı taraftar grupları meydana birlikte gittiler. Ellerinden gelse İzmir’i ikiye bölecek Karşıyakalılar ve Göztepeliler aynı otobüste gitti İstanbul’a. Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı, polis şiddetine karşı birlikte barikat oldular, birbirlerinin yarasını kaşkollarıyla sardılar. Öğrendik ki rekabet ne kadar ezeli olursa olsun tahammülsüzlüğe mazeret değilmiş. Ve yine öğrendik ki siyasetçisiyle, kulüp yöneticisiyle, federasyonuyla, spor medyasıyla futbolun diğer aktörleri gölge etmediğinde birbirini tanımak, anlamak, anlaşmak mümkün oluyormuş.

Bu yüzden Gürman’ın futbol kulüplerinin yönetimlerine yazdığı açık mektubun anlamına, kıymetine halel getirmeden bir şerh düşmek isterim. Boş verelim kulüp yöneticilerini. Hatta düşsünler yakamızdan. Bulundukları mevkileri şahsi ikballerine payanda yapmış olanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz. Kendi iktidar alanlarını genişletmek için “öteki”ni her daim düşman ve tehdit kılmaya ihtiyaç duyanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz. Kendileri dara düşmedikçe, bu taraftarı sokağa döküp Nazım’dan şiir okuyanlardan bu mücadeleye destek çıkmaz.

Ezeli düşman bellediğiniz insanlarla bir gecede dost olabiliyor, birbirini sırtında taşıyıp, yarasını sarabiliyorsanız bu husumeti başka yerde aramak lazım. Oy kapısı olarak gördüğü kulüplere ulufe gibi rant dağıtan, kimine stad yapıp, kimine arsa veren, yargısıyla yürütmesiyle futbolun içine burnunu sokan siyasetçilerin hiç mi suçu yok? Şahsi ikballeri için kulüpteki mevkilerini payanda eden, sahadaki her mağlubiyetin rövanşını sahanın dışında almak isteyen, taraftarın gözünde hep bir dış tehdit algısı yaratıp iktidarını pekiştiren yöneticilerin hiç mi suçu yok. Daha fazla satmak, daha fazla izlenmek için, rekabeti manipüle eden, yalan haber üreten, kullandığı dil ile spor kamuoyunu zehirleyen, canlı yayında cacık yapan “bir kısım” medyanın hiç mi suçu yok? Siyasetçiler tarafından korunup kollanan, kulüp yöneticileriyle akçeli ilişkileri olan, tribünlere bindirilmiş kıtalar muamelesi yapan, geçmişi karanlık tribün liderlerinin hiç mi suçu yok?

Yaşadığımız deneyim unutulmazdı. Koca bir korku duvarını aştık. Sokağa çıktık, polisin gadrine karşı direndik, büyük bir dayanışma gösterdik. Muhtemeldir ki bunları başarırken insani ilişki biçimlerimizi, bizden olmayana dair bakış açımızı değiştirdik, bir bakıma hep birlikte değiştik, dönüştük. Ancak buna rağmen galip gelmiş sayılmayız. Gezi Parkı direnişi yeni mücadelelere kapı açan, imkan sağlayan bir başlangıç oldu. Ve muhtemeldir ki yarın bu mücadelelerin çoğunda yenilebiliriz. Perşembe sabaha karşı park talan edildiğinde yenilenler akşama daha güçlü döndü. Cuma sabahı park talan edildiğinde yenilenler akşama sokakları, ertesi gün Taksim Meydanı’nı doldurdu.

Türkiye’nin üç büyük kulübünün taraftarları Gezi Parkı direnişinin yarattığı değişim ve dönüşümden en çok nasibini alanlar oldular. Düne kadar birlikte maç izlemesine dahi izin verilmeyen taraftarlar formalarını geçirip birlikte çıktılar meydana, birbirlerini sırtlarında taşıdılar, birbirlerinin yarasını kaşkollarıyla sardılar. Dostluk bahsinde galip geldik diyebilir miyiz? Henüz çok erken. Yarın bunu sınayacak daha çok engelle karşılaşacağız. Birçoğunda tökezleyeceğiz belki, canımızı acıtacak, hayal kırıklığına uğratacak hadiselerle karşılaştığımız anlar da olacak. Günlerce omuz omuza mücadele eden, unutulmaz bir dayanışma örneği gösteren taraftarlardan nacizane tek ricam olacak, ne zaman canınız acır, hayal kırıklığına uğrarsanız, yoğun gaz bombardımanının altında yere düştüğünüzde kolunuzdan tutup kaldıran, yaranızı kaşkoluyla saran adamı hatırlayın ve içinizden tekrarlayın: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”

(1) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/devrim_dediginiz_bir_andirve_o_da_oldu_zaten-1136002
(2) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ali_topuz/taksimin_basini_da_duman_kaplamis-1136179
(3) http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1369385696&year=2013&month=05&day=24

(*) Sezai Karakoç’un İstanbul’a hasretle yazdığı “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinden alınmıştır.

Devamı ...

3 Haziran 2013

Yönetimlere Açık Mektup


Arkadaşım telefonla aradı. Beşiktaş’ta sıkışmış. Polis amansızca saldırıyor. Biber gazından göz gözü görmüyor. Biber gazı, hepimiz tattık, rezil bir şey. İnsanın ciğerine doluyor, akciğerlerini yakıyor, gözlerini yaşartıyor, insanın kendi bedeni kendisine düşman oluyor. Kalbim patlayacak. Dudaklarım incelmiş ne desem bilmiyorum. Twitter filan millete danışıyoruz. Haber geldi, Çarşı yakında. Anam babam oradaymış gibi sevindim. Allah razı olsun, onlarla birlikte sıyrıldı. Bir parkta özgür bir insan olarak oturabilmek için bir meydanda mücadele edenlerle birlikte mücadeleye devam ediyoruz.

Herkesin başından benzer hikayeler geçiyor. Hikayeler yağmur gibi. Hikayeler çarpıcı. TOMA’nın üstünde set gibi durup kollarını açan güzelim kızlar, biber gazı bulutlarının üstüne yürüyen filinta gibi çocuklar, boğaz köprüsünün üstünden yanyana geçen parçalılar ve çubuklular. Normal zamanlarda söyleseler inanamayacağımız ne kadar çok şey oldu.. Hepsini birden yazmaya hafsalamız yetmiyor. Sabahın kör karanlığında yanyana 15 – 20 km yürüyüp Boğazköprüsünü geçip Beşiktaş’a gidenler, Akaretlerde bir yokuşta yere düşmüş arkadaşını sırtlayıp kaldıranlar, akşam Fenerbahçe atkısı ile sokağa çıkıp Galatasaray atkısı ile dönenler, yanyana cancana bir sokak için, bir semt için, bir ülke için direnenler… Sizlerin hikayesini bu aptal medya yazamaz. Bu yazarların kalemlerini vicdanları değil cüzdanları tutuyor, bu gazetecilerin yürekleriyle ağızlarından başka sesler çıkıyor, bu televizyondan kahramanlıklarınız yayınlanacağı yerde üstümüze yalanlar boca ediliyor.

Öğrendik. Hepimiz öğrendik. Bu ülkede adil yargılanma var mı? Yok. Bu ülkede basın özgürlüğü var mı? Bu ülkede düşünce özgürlüğü var mı? Bu ülkede gösteri hürriyeti var mı, bu ülkede bir parkın içinde bir ağacın gölgesinde onurlu bir insan gibi oturma özgürlüğü var mı? Hayır yok.

Hiç hayvanlara hakaret kastım yok ama biz hayvan değiliz kardeşim. Biz hayvan değiliz. Bize tasmalar bağlayamazsınız. Bizi zincirlerimizden tutamazsınız. Biz damızlık öküzler ve inekler değiliz bize kaç çocuk yapacağımızı söyleyemezsiniz. Biz bir ahırda yaşayan domuzlar değiliz kardeşim, bizim ne yiyeceğimize ne içeceğimize kimse karar veremez. Biz hayvanat bahçesinde sizi eğlendirmek için hapsedilmiş şempanzeler değiliz, yatacak yerimiz olsun, muzumuz olsun bunlarla tatmin olacak kadar alçaklaşmadık henüz.

İşler tıkırında, keyfimiz yerinde, neme lazım filan demeyeceğiz. Lazım kardeşim. Bu şehirler bu Başbakan’a anasından mülk kalmadı. İnsan evini döşerken bile bir karısına, kızına, anasına, babasına soruyor, koca İstanbul’u evinin salonunu döşer gibi döşeyemezsin. “Çok hoşuma gitti duygulandım oraya Topçu Kışlası yapacağım, şu köşeye cami yapacağım, ortasından köprü geçireceğimi, yarısını yaracağım kanalımı açacağım” diyemezsin. Bir televizyon alırken, bir tane kanepe alırken Emine Hanım’a soruyorsun, İstanbul’un ortasını yarıp 40 milyar dolara mal olacak kanal açarken de İstanbullulara bir zahmet soracaksın.

Ey Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş Yönetimleri, Ey Aziz Yıldırım, Ünal Aysal, Fikret Orman yaşıyor musunuz, olanların farkında mısınız? Başka bir şey oluyor bu ülkede, başka bir şeyler oluyor!

Başı dik, onurlu kişiler olarak, kimseden korkmadan mesleğinizi icra edin diye de bu insanlar mücadele ediyor. O insanlar sizin hapsolduğunuz korku şatolarını sarsıyor, telefonda konuşurken, televizyona çıkarken, bir gazeteye demeç verirken elleriniz titremesin diye bu çocuklar barikatlar kuruyor. Sizin için, çocuklarınız için, sevdikleriniz için daha özgür bir hayat ihtimali için mücadele eden birileri var. Mevzu parklar ve bahçeler genel müdürlüğü değil, mevzu nasıl bir insan olarak yaşadığınız. Bunun mücadelesi veriliyor.

Korkmuyor musunuz? Allah şahidim olsun korkuyorsunuz. Dudaklarınızı ısıracak, gözlerinizi kaçıracak kadar çok korkuyorsunuz. Allah muhafaza size bir bakar da, bir gözlerini kısar da, iki çift laf söyler diye diliniz damağınız kuruyor, bin kere düşünüp bir kere hareket ediyorsunuz.

Hatırlayın! Çok zor zamanlardan geçtiniz. Orada yanınızda biz vardık. Bu halk vardı, bu güzel çocuklar, bu taraftarlar vardı. Sizin statlarınız boştu biz doldurduk, sizin storelarınız sinek avlıyordu biz kazandırdık, sizin oyuncularınız Ferrari’ye binsin diye biz otobüslerle statlara gidip, yarım 50 köfte yiyip, bilet parası ödedik...

Siz “Feda” dediniz biz canımızla dedik, statları hep destek tam destek diye inlettik, sokaklardan nevizade geceleri ile geçtik.

Biz bu kulüpleri çok sevdik. Kaybedince ağladık, kazanınca delirdik. Bu renkler uğruna küfürler ettik, kavga ettik, geceleri uykusuz geçirdik. Etle, dişle, tırnakla yedik birbirimizi. Kimimiz harçlıkları arttırıp forma, sigarayı azaltıp bilet aldı, kimimizin parası öyle boldu ki, en güzel yerden kombine çaktı.

Mutlu olduk, mutsuz olduk. Biz bu takımların hikayeleriyle sevindik, kahramanlarıyla büyüdük, renkleriyle sokaklarda caka sattık.

Siz ne zaman düşseniz biz ayağa kaldırdık. Siz ne zaman “imdat” deseniz biz yanınızda bittik. Siz ne zaman bizi çağırsanız biz oraya geldik..

Şimdi birlikte hareket ediyoruz. Sezonun son omuz omuzası gezi parkı’nda dedik, o lafın arkasında duruyoruz. Kanla, terle, yumrukla, ayıla, bayıla.. Bir çubuklu yere düşse, bir parçalı ayağa kaldırıyor, Beşiktaş’ın semti erkek semti, alemi aşık ediyor, bir parçalı biber gazından nefes alamaz hale geldiğinde çubukludan kardeşi yanında bitiyor.

Görüyorsunuz, okuyorsunuz, izliyorsunuz değil mi? Maşallah hepinizin en güzel televizyonları, en güzel telefonları, en harika bilgisayarları, "başkanım" diye yanınızda gezen çalışanları var. Raporlar geliyor. Medya takipten tak tak önünüze konuyor. Ofisinize geçince arkadaşlarınızla konuşuyorsunuz, içkilerinizi yudumlarken memleket hakkında atıp tutuyorsunuz. Yani görüyorsunuz, görüyorsunuz, görüyorsunuz!

Bu taraftarın size ihtiyacı var. Bu taraftarın, bu insanların, bu ülkenin bir ses çıkarmanıza ihtiyacı var.

Adalet dediniz, güvendik, biz de adalet istedik, kardeşimize, arkadaşımıza cephe aldık. Mücadelemiz zulüm ve zalimledir dediniz umutlandık, devam dedik, el verdik, “Feda” dediniz yanınızda bittik.

Şimdi fedakarlık sırası sizde. Şimdi adalete sahip çıkma sırası sizde. Şimdi sözünüzü yerine getirip zulüm ve zalimle mücadele etme sırası artık sizde. Bu ateş gerçekten üfleyerek sönmez!

Ayağa kalkın ayağa. Tribün jargonuyla “bağırmayan yönetim istemiyoruz!”

Taraftarınız için ayağa kalkın, halkınız için ayağa kalkın, ülkeniz için ayağa kalkın, kendiniz için ayağa kalkın. Çocuklarınız ve sevdikleriniz için, sizden sonra gelecekler için, o büyük camiaların ağabeyi, babası, başkanı olarak ayağa kalkın. Göreceksiniz çok büyük bir gümbürtü kopacak, yıkılacak titrek duvarlarınız.

Kendi korkunuzla yaptığınız bu putları yıkın. En büyük gücünüz biziz. En büyük gücünüz sizi asla bırakmayacak, sizin her zaman hakkınızı koruyacak, siz yokken bile siz haksızlığa uğramayın diye kavga eden, etmiş olan bu insanlar.

Onlar gelip geçer. Aynı kendilerinden öncekiler gibi. Yoksa siz sonsuza kadar kalacaklar mı sandınız? Çokcası geldi geçti. İktidar makamlarında oturup da sonra yok olanların hikayesini hiç duymadınız mı? Hanginiz 1958 yılının Adalet Bakanını, 1967’nin İçişleri Bakanı’nı hatırlıyor? Hanginiz TBMM’deki milletvekillerinin yarısını sayabilir? Yıkın korkunuzun putlarını. Korkuları nedeniyle susanlar, özgürlüğe de güvenliğe de sahip değildir. Öğrenemediniz mi?

Ey Aziz Yıldırım, mahpushanede daha özgürdün farkında değil misin? Dilinin hürriyeti o zamanlar sendeydi oysa şimdi başkaları kontrol ediyor. Ağzının içinde bir pastil gibi eriyor kelimelerin. O zaman bize “kardeşim duymaz el oğlu duyar” diye seslendin, hatırlıyor musun? Şimdi tutsak gibi kendi kalene hapsolmuş duruyorsun, halin artık midemizi ağrıtıyor. Bak biz hep “halkın takımı” dedik. Tribünde “Hababam gümgümgüm” yazıyor. Bizi en güzel Mehmet Akif Anlatıyor: “Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? / Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum!” Yumuşak başlıysak o kadar değil, biz kimsenin koyunu değiliz, bugün bir halk eza çekerken susanları asla affetmeyeceğiz.

Ey Ünal Aysal, mekteb-i Sultani’nin gencecik aslanları sokaktaydı bugün. Gördün mü? 17 yaşında 16 yaşında zıpkın gibi delikanlılar. Onlar bu ülkenin geleceği olacak. Onlar bu ülkedeki en güzel koltuklara en şık takım elbiselerle oturacak. Hepsi pırlanta. Bu aslanların yüzlerine bakıp susmaya utanmıyor musun? Onlar senin gezdiğin koridorlarda gezdiler, onlar senin yattığın yatakhanelerde yattılar, onlar da aynı senin gibi hasret çektiler. Her biri analarının kuzusu. Kokularına doyamazlar. Sen ağabeyleri olarak susuyor musun? Onlar dayak yerken, onlar zulüm görürken kelimelerini mi unutuyorsun? Mekteb-i Sultani’ye yakışıyor mu bu? Kalk. Diren. Konuş. Önderlik et. Liderlik yap. Bunların hepsi senin kültüründe var, bu halk, bu insanlar sesini bekliyor.

Fikret Orman.. Ne mahalleymiş be kardeşim. Ne semtmiş…. Kızları amazon, erkekleri Spartalılar. Alem delikanlılık, cesaret gördü. Bin gaz bombası attılar, iki bin gaz bombası attılar milim yerlerinden oynatamadılar. Semt bizim aşk bizim dediler, o aşkın hakkını sapına kadar verdiler. Belki Mecnun Leyla’ya, Kerem Aslı’ya bu kadar aşıktır. Sabahlara kadar bomba, dayak, kötek, tazyikli su yiyip, sabah sanki bambaşka bir enerjiyle semtin çöplerini bile temizlediler. O semtin her kaldırımında bir Beşiktaşlının teri, kanı, gözyaşı var. O sokaklardan her geçtiğinde Allah’a şükretmen lazım, böyle insanların elleri üstünde duruyor. Nasıl kıyıyorsun be kardeşim? Gece yatağa nasıl giriyorsun? Bir gün aralarına karış, bir gün yanlarına git, iki kilo limon gönder. Bir kere olsun, bir uğra hallerini, hatırlarını sor. Bir kere bir ellerinden tut. Yok. Kayboldun. O karanlıklar, o görmemezden gelmeler sana huzur verir mi sanıyorsun? Vermez. Aç ağzını, yeter de, yeter bu çocuklar bunu hak etmedi, bir kere olsun şu mazlum, şu kartal gibi çocukların hakkı için konuş.. Zülme karşı sessiz kalan dilsiz şeytandır, bizim dilimizde tüy bitti, sizin kalplerinize bir türlü giremedi.

Ey yönetimler. Yakışmıyorsunuz. Yakışmıyorsunuz. Bakın hakikati olduğu gibi söylüyorum. Olmuyor. O koltuklar size iki gömlek bol geliyor. O makamlar, mevkiler, o sevda, o alkışlar üstünüzde ütüsü bozulmuş üç beden büyük ceket gibi duruyor. Taşıyamıyorsunuz. Yarın Tribünlerin önüne çıkıp alkışları kabul edeceksiniz. Yüzünüz kızarsın. Utançtan kalbiniz sıkışsın. Sanki hiçbir şey olmamış, biz bunları yaşamamışız gibi duracaksınız ya, içiniz kurusun. O mevkilerle 76 milyonluk bu koca ülke sizi tanıdı, siz ancak o koltukları teleskopla görmeye layikmişsiniz, mukadderat koltuk oturma yerinize denk gelmiş.

Şimdi üçünüze, belki aklınıza hala gelmemiştir diye, bir kere daha hatırlatıyoruz. Konuşun. Toplanın ve ortak bir deklarasyon yayınlayın. Birbirinizden güç alın. Çok sert bir şey söylemenize gerek yok, o kadar cesaret beklemiyoruz, ama normalini yapın, devleti kaybettiği sağduyuya çağırın. En azından biz bizim yanımızda olduğunuzu biliriz, eyvallah der devam ederiz.

İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Türkiye’nin her yerinde mücadele edenler, bu ülkede bir ağaç altında onurlu bir insan gibi başımız dik oturabilelim diye canını dişine takan arkadaşlar, hepinizden Allah razı olsun. Hepiniz heykel gibi insansınız. Eyvallah. Eyvallah.

Bugünden sonra bizim için geçmişin öfkeleri, nefretleri, kinleri ayağımızın altındadır..

Bugünden sonra geçmişin hesapları, dargınlıkları, kırgınlıkları ayağımızın altındadır..

Bugünden sonra kalbimizde size karşı ancak sevgi ve saygı bulunur..

Bugüne kadar kalbinizi sözle, eylemle veya istemeden herhangi bir şekilde kırdıysak affola. Bizden yana bir hak varsa da hepinize helal olsun..

Bugünden sonra, bu yönetimde olup da, oturdukları koltukları dolduramayan zevat; fitne, fesat, riya, düşmanlık sokmadıkça, bunların oyununa gelenler veya başka grupların türlü yalanı, iftirası, kin ve haset sözleri aramıza girmedikçe, onların açtıkları yolda, yarattıkları karanlıkta ister bilerek ister bilmeyerek kendimizin yaptığı bir takım işler, sözler, davranışlar bir diğerinin kalbini tarumar etmedikçe bu böyle devam etsin.. Görüyoruz ki biz birbirinizi yerken onlar ancak kendilerini düşünenlerden olmuşlar, yarın da ancak kendilerini düşünenlerden olacaklar.

İnşallah aramıza bu karanlıklar bir kere daha girmesin..

Bizim renklerimiz ayrı, şarkılarımız ayrı, türkülerimiz ayrı, kahramanlarımız ayrı, hikayelerimiz ayrı olabilir. Oturduğumuz şehirler, boylarımız, yaşlarımız, cinslerimiz, dinlerimiz, dillerimiz ayrı olabilir ama sevdamız bir. Bu ülkede kaybolan adalet, yok olan özgürlük ortamında, haysiyetli bir insan gibi yaşamak sevdası bizi birleştiriyor.

Bir kere birleştik, gördük ki biz Türkiye’yiz.

Şimdi, buyrun, bu ülke için yola devam edelim.
Devamı ...