27 Aralık 2012
Sir Bobby Charlton, BBC
23 Aralık 2012
Devrim Hangi Baharın Çiçeğidir?
Ben sizin gibi biri değilim. Bunu bugün biraz daha net olarak görüyorum. Spora, futbola, taraftarlığa bakış açılarımız arasında kapanmaz uçurumlar var. Ben değişmeyeceğim, onu biliyorum. Aramızdaki o uçurumu kapatıp sizi bana yaklaştırabilecek bir güç de göremiyorum artık. Ben galiba fazla duygusal bakıyorum taraftarlık meselesine. Bir çeşit aitlik hissi bu. Bir bütünün parçası, bir ailenin ferdi olma hissi. Birlikte sevinip, birlikte üzülebilme lüksü. Lüks diyorum, çünkü belki de zamanın ve şartların getirdiği beklenmedik ve giderek artan bir yalnızlığı bertaraf edebilmenin bir yolu olarak gördüm Fenerbahçeliliği. Zamanla arttı bu his, genişledi ve başkalarının açtığı boşlukları –belki de üzerine vazife olmadığı halde- doldurdu. Galibiyeti, güzel futbolu, zaferleri sevdiğimi inkar edecek değilim. Beni de en az sizin kadar sarhoş ederler. Ama demek istediğim, benim için Fenerbahçelilik bu galibiyetlerin, zaferlerin ötesinde bir aile olma halidir. Ama bugün Aykut Hoca’yı istifaya çağırıp, “Şike” diye bağıranlarla aynı ailenin parçası olma fikrini aile olmanın doğasına aykırı buluyorum.
Hayır, Aykut Hoca ile ilgili methiyeler düzmeyeceğim. Her kelimesinde samimi olduğum çok şey yazdım Aykut Hoca için. Yine de az yazmışımdır. Zihnim, kalemim bu kadarına yetti. İstatistiklerle de konuşmak mümkün. Bu gece “bardağın dolu tarafına bakmak gerekirse” diye başlayan ve Aykut Hoca’nın Fenerbahçe’deki başarılarını özetleyen çok yorum dinledim, ne gariptir ki bu koroya geçmişte onu eleştirenler de dahil. “Aykut Hoca’nın devre arasında takımı bırakması daha çok zarar verir” topuna girecek kadar pragmatist de değilim. Bu gece onca laf kalabalığı içinde duyduğum en anlamlı sözü Cem Pamiroğlu söyledi: “Bu ülkede taraftarlar takımları mağlup olunca, o sevdikleri insanların canlarını acıtmak için ellerinden geleni yapıyorlar.” Benim derdim bu vasatla işte.
Bu ülkede taraftarın vasatı –ki ezici bir çoğunluğa tekabül ediyor- rakip takımların üzüntüsünden marazi bir mutluluk devşirmekte ne kadar mahirse, kendi takımının başarızlıklarında da o takımın hocasına, oyuncusuna karşı sadist, acımasız, abartılı bir tepki geliştirmekte o kadar mahir. Galip geldikçe alkış tuttukları, iltifata boğdukları o insanların canını acıtmadan, kalbini kırmadan kendi üzüntüsünü, sinirini bertaraf edemeyecek, huzur bulamayacak bir taraftar profili bu.
Benim kişisel Fenerbahçelilik tarihim – özellikle ilk yarısı- bolca mağlubiyet, hezimet barındırıyor. Fenerbahçe’nin dış mihraklara ihtiyaç duymadan kendi türbülansını kendi yaratabildiği dönemler. Dile kolay, 88-89 sezonundan sonra 2001 yılına kadar tek şampiyonluk görmüşüz. İlkokul, ortaokul derken lise bitmiş, bir şampiyonluk. Avrupa macerası ondan fena. Bu tablonun etkisiyle midir bilmiyorum, benim Fenerbahçe ile meselem galibiyet/mağlubiyet ikileminin hep ötesinde oldu. Bu beni mağlubiyetlere üzülmekten alıkoymamakla birlikte o mağlubiyeti de sahiplenme duygusu geliştirdi. Bir aile, bir cemaat olma hissi bu damardan büyüyüp gelişiyor.
Bu noktadan sonra taraftarlık kişisel tarihinin, alışkanlıklarının, rutininin bir parçası olmanın da ötesinde bir çeşit mesai halini alıyor. Antrenman nasıl geçti diye düşünüyorsun mesela. Takımda formsuz bir oyuncu varsa aklın onda oluyor, nasıl toparlar diye dertleniyorsun. Moralini yüksek tutsa bari. Maçta biri sakatlansa onunla birlikte acı duyuyorsun. Tam da yükselişe geçmişti. Deivid sakatlıktan döndüğü maçta gol atıp, göz yaşlarına boğulunca gözün onunla birlikte dolar. Galip gelmenin hazzı, onun yanında bir hiçtir. Aileye yeni katılanlar olur mesela. Stoch’la takımın buluşmasını hala hatırlıyorum. Boş olan takım otobüsüne binip önlerde bir koltuğa oturmuştu. Otobüse binen her oyuncu elini sıkıyor ya da kucaklıyordu. Stoch şaşkın ve çekingen, otobüse biri bindikçe kıpırdanıp, doğruluyor. Çabuk kaynaşsalar diyorsun. Sezer’le Emenike’ninki ise herkesin hatırındadır. Koca takım otelin önünde toplanıp karşılamış, kucaklamıştı. Emenike 1 maç oynamadan gitti ama aylar sonra hem de rakip takımın hocası olduğu halde oyundan çıkarken o ailenin babasının elini öptü, o günlerin hürmetiyle. Bir kere bu ailenin ferdi olunca ne kadar uzağa gidersen git kopamazsın diye düşündün.
Benim gibi bir taraftar için Göztepe maçı öenmlidir mesela. Galip geldiğimiz için değil. Yenilip elensek de dünyanın sonu değildi. 29 sene alamadığımız bir kupadan bahsediyoruz. Önemli olan takımın bir süredir bir profesyoneller ordusundan bir aileye dönüşme haliydi. Recep Niyaz gol atınca stadın güvenlik görevlileri bile kendi oğulları gol atmışcasına sevindi. O Recep, and içmiş ilk golümü atınca sevincimi hocama sarılıp yaşayacağım diye. O hocasına sarıldığında bir an için bir baba ya da bir evlat olduğunuzu anımsadıysanız o galibiyetten önemlidir. Ya da tüm takım Krasic’e moral bulsun, özgüveni yerine gelsin diye gol attırmaya çalışıp nihayet başarınca hakkı ödenmeyecek bir dostunuzu anımsayabiliyorsanız bu galibiyetten önemlidir. Futbol gerçek hayatı taklit edebildiği ya da dolaylı olarak da olsa onu yeniden üretebildiği ölçüde değerlidir. Galibiyet ya da mağlubiyet bunun ancak birer parçası olabilirler.
Aykut Hoca’ya bu takımın başına geçmeden önce de büyük hayranlığım vardı. Gol kralı olması, bu takımın efsane oyuncusu olması filan bir tarafa duruşu, karakteri, futbola bakışı ile Fenerbahçelilik kimliğini – şayet böyle tek bir kimlikten bahsetmek kabilse- üzerine inşaa edebileceğimiz bir figür olarak gördüm. Fenerbahçeliliğimin bir ölçütü oldu. Fenerbahçe’yi sadece başarıya endeksli yönetici ve taraftar profilinden, aldığı paraya bakan cilalı profesyoneller ordusundan bir aileye evrilmesini sağlayacak bir aktör olacaktı. O yapamazsa zaten kimse yapamazdı. 3 Temmuz süreci bütün yıpratıcılığa rağmen Aykut Hoca’ya bu fırsatı da sunmuş oldu bir bakıma. Bir süre için de olsa Fenerbahçe taraftarı şampiyonluğu ikinci plana atıp kenetlendiler, bir onur mücadelesinin neferi oldular.
Ben 3 Temmuz sürecinin verdiği bütün zararların yanında, etnik, dini ya da sınıfsal bir saikle bir araya gelmemiş Fenerbahçe taraftarını ortak bir mücadele alanı üzerinden örgütleme, kimliğini bu mücadele üzerinden yeniden tanımlama imkanı sunduğuna inandım. Bu kimlik üzerine inşaa edilecek Fenerbahçelilik olgusunun dayanışmacı, zalime direnen, mazlumun yanında bir cemaat, bir aile olmaya imkan vereceğini düşündüm. Aykut Kocaman bu olası dönüşümün sembolü olabilirdi pekala. Bunun önündeki en büyük engelin başta stadı dolduran “müşteriler” olmak üzere Fenerbahçeliliğini galibiyet/mağlubiyet matrisi üzerinden tanımlayan taraftarlar olduğunu berabere biten Marsilya maçından sonra yazmıştık:
“Belki çok daha önemli bir soru: eğer gelen beraberlik sonunda takınılan tavır arenada gladyatörün kellesini isteyen “müşteri”ninkinden daha anlamlı değilse nerede kaldı 3 Temmuz’dan bu yana sürdürülen mücadelenin o düzene meydan okuyan devrimciliği? Eğer bu takımın stada gelen taraftarı, son 2 senede yaşananları, bütün olumsuzluklara rağmen gelen başarıları ve uğruna soyadından ilhamla tezahüratlar ürettikleri bu başarının baş mimarını bir kalemde silip, kendini galibiyete – hadi gönül düşürüp en azından güzel oyuna- para ödeyen bir müşteriye indirgeyip, henüz 5 – 6 bilet önce parasını ödeyip geldiği maçta kendisine unutulmaz mutluluklar yaşatan adamı da istifaya davet edebiliyorsa, o sözümona futbolun kurulu düzenine meydan okuyanların da bu uğurda yaptıkları kadar yıktıklarını da konuşması gerekir. Fenerbahçe’de devrimin kendi çocuklarını yeme potansiyeli de bu tartışmadan hareketle başa bir yazının konusu olsun.”
O yazıyı yazmaya bile fırsat vermediler. Aykut Hoca nihayet istifa etti. Belki de Türkiye futbol tarihinde ilk defa yerlisi/yabancısı, kadroda olanı/olmayanıyla futbolcular tesislere gidip hocaya “sen yoksan biz de yokuz” dediler. Sahadaki oyunu kıyasıya eleştirebilirsiniz. Hocanın teknik/taktik bilgisini de. Malum bu ülke bilgisayar başında CM oynayarak sabahlayanın, o tecrübeyle hocaya yeteneksiz diyebilme cürretine sahip olduğu bir futbol atmosferine sahip. Elinizi korkak alıştırmayın. Ama hakkını da teslim edelim. Şu kısıtlı zamanda taraftarı dönüştürmek mümkün olamadı ama görünen o ki takım bir aile olmuş.
Yarın Aykut Hoca geri döner mi bilmiyorum. Bu saat itibariyle gelen haberlere göre dönme ihtimali yüksek görünüyor. Dönse bile, hatta dönüp de sezon sonunda takımı şampiyon yapsa bile artık bir devir bitmiş gibi geliyor bana. Bugün statta takım mağlup duruma düştüğünde Hoca’yı istifaya çağıranların, “şike” tezahüratı yapanların, Kuyt gol atınca yuhalayanların, hasılı takımları mağlup olunca, o sevdikleri insanların canlarını acıtmak için ellerinden geleni yapan “müşterilerin” futbol ikliminin vasatı oldukları, o vasatın da ezici bir coğunluğa tekabül ettği bir ülkede devrim bu baharın çiçeği değildir. Belki başka bahara. Kim bilir..
Devamı ...
21 Aralık 2012
Uslu durursan belki şeker yiyebilirsin
Dark Knight Rises, Batman'ın beli kırılmış, gözlerini açıyor. Yavaşça soruyor: "Neredeyim?"
- Evde, umutsuzluk hakkındaki gerçeği burada öğrendim. Sen de öğreneceksin. Bu hapishanenin dünyadaki en kötü cehennem olmasının bir tane sebebi var. "Umut." Yüzyıllar boyunca buraya gelen herkes, gökyüzüne bakıp özgürlüğe ulaşabileceğini hayal etti. Çok kolay.. Çok basit.. Ve bir çoğu, aynı batmış bir gemiden kurtulanların kontrol edemedikleri susuzluk yüzünden deniz suyunu içmesi gibi, bunu denerken öldüler. Burada öğrendim ki, umut olmadan gerçek bir umutsuzluk asla yaşanmaz."
Neredeyiz?
Türkiye..
İki gün önce Başbakan ODTÜ'ye 8 TOMA, 20 zırhlı araç, 105 koruma aracı ve 3600 çevik kuvvet ile girdi. Protesto etmek isteyen öğrenciler daha toplanmadan polis müdahale etti. Fakültelere, öğrencilerin ortak yaşam alanlarına biber gazı atıldı. Bir öğrenci yaralandı. Barışçıl gösteri yapmak isteyen öğrencilere yönelen bu orantısız şiddet ATV ekranlarından "uydu atılmasını protesto etmek isteyen grup olay çıkardı" diye yansıtıldı.
AKP Ankara İl Yöneticisi bu öğrencilere az bile yapıldığını söyledi. İktidar partisinin sözcüsü Hüseyin Çelik dayak yiyen öğrencileri "iflah olmaz ulusalcılar" diye tanımladı. İflah etme metodu olan biber gazlı, coplu dayak hakkında tek bir kelime etmedi.
Parasız eğitim istiyoruz pankartı açan Berna 8,5 yıl, Poşi takan Cihan Kırmızgül 11 yıl 3 ay hapis cezası aldı.
Telefonuna emniyette "sehven" 139 numara yüklenen Mehmet Ali Çelebi 32 ay tutuklu kaldı.
Denizaltıdayken word belgesi yazıp darbe planlandığı iddia edilen, müteveffa askerleri darbe yapılırsa görevlendiren, Office 2007 programını 2003 yılında kullanıp Microsoft'tan 4 yıl önce calibri fontu bulup bununla darbe planı yaptığı iddia edilen, ulusal ve uluslararası 23 bilirkişi raporu ile sahteliği kanıtlanan delillerle dolu bir davada 3 kişiye 20 yıl, 78 kişiye 18 yıl, 214 kişiye de 16 yıl hapis cezası verildi.
8 milletvekili hala tutuklu.
Fuhuş ve casusluk davasında fuhuş yapmakla itham edilen kadın bakire çıktı. Oda TV davasında Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın bilgisayarlarına trojan yüklenerek suç delilleri üretildiği ortaya çıktı, TÜBİTAK kullanılan bilgisayarların virüsle hedef alındığını ve belgelerde kullanıcılar tarafından işlem yapılmadığını belgeledi.
KCK davasında sanıkların tutuklanmasına gerekçe gösterilen kuantum fiziği, big bang ve evrim teorisi derslerine ilişkin bölümler dinlenirken mahkeme başkanı "bu bölümler çok ağır" diye isyan edip duruşmayı erken bitirdi.
Dilşat bir gösteri sırasında 22 çevik kuvvet tarafından sokak ortasında dövüldü vücuduna platin takıldı, Başbakan miting meydanından "kadın mıdır kız mıdır bilemem" diye bağırdı. Metin Lokumcu, Çayan Birben biber gazından öldü. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin gazların yüzde yüz doğal ve kaliteli olduğunu iddia etti. Çayan Birben'in ağlayan ve isyan eden ailesine de polis biber gazı sıktı.
34 Kişi F-16 ile vuruldu. Başbakan her kürtajı bir uludere ilan etti. İçişleri Bakanı özür dilenecek bir şey yok dedi, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik "İçişleri Bakanı'nın ifadeleri insani değil" dedi, Başbakan da "Özür diledik daha ne" diye çıkıştı. Olayın sorumluları hala bulunmadı.
Tekel işçileri Ankara'nın göbeğinde güvenpark havuzuna atıldı, üstlerine biber gazı ile saldırıldı, 12 Mayıs'ta Fenerbahçe taraftarı, Diyarbakır'da milletvekilleri, Ankara'da cumhuriyet bayramı kutlamasına giden insanlar ve CHP Genel Başkan Yardımcıları polis şiddetine maruz kaldı. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin olayları "helikopterden" izledi.
Başbakan ilk grup konuşmasında Cumhuriyet Bayramını kutlamaya gidenlerle, tenis maçında hükümeti protesto edenleri "terörist holigan" ilan etti.
İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı görevine işkenceci olduğu iddiaları basından taşan Selim Ay atandı. Kaymaklı Baklava ise Iğdır'a nasip oldu. Karakolda bulunan filistin askısı için "Emir versek kötü muameleyi önleriz ama o zaman da suç patlaması yaşanır" diyen Emniyet Müdür Yardımcısı Iğdır'a vali oldu. Hrant Dink davasında hüküm kararı veren ve bu iş için çok cevval çalışan Nihat Ömeroğlu AKP'nin blok oyları ile Kamu Başdenetçisi seçildi. Nihat Ömeroğlu'nun THY parası ile Washington'a gezmeye gittiği, Tayyip Erdoğan'ın oğlunun nikah şahidi olduğu ve Hrant Dink davasında sanığı "Hrant Dink" değil de "Fırat Dink" sandığı ortaya çıktı.. AKP'li vekillerin tam desteği ile yemin ederek görevine başladı.
Neredeyiz?
Türkiye..
Bu ülke eskiden bildiğiniz ülke değil. Yanından bile geçmiyor. Eskisi çok matah bir şey olduğu için değil, basbayağı bu yaşadığımız zifir karanlık olduğu için açıkça söyleyelim, bu ülke zannettiğiniz ülke değil.
Bu ülkenin yeni iktidar yapısı "ya bendensin ya ötekilerden" diyor.
Tam biat. Müthiş bir itaat istiyor.
Daha önce bildiğiniz her şeyi unutun.
Tarihiniz yeniden yazılıyor. Bir ideolojik okumanın tarih mefkuresi tekrar tekrar üretiliyor. Kanuni Sultan Süleyman 10 yıl değil 30 yıl sefere çıktı, bunun aksini gösteren bir dizi varsa hemen yola getiriliyor.
İnandığınız değerler geçersiz.
Bu rejim diyor ki "benden olanlar kazanacaklar"
Benden olanlar dava dosyasına bile bakmadan bir insan hakkında hüküm verenler olabilir, basbayağı sahte çıkan delillere dayanarak insanlara ceza veren bir hukuk sisteminin parlak yüzleri olabilirler hiç önemli değil. Benden olacaksın.
Hatta sadece onlardan olmanız da yetmiyor. Her zaman ve her koşulda onlardan olacaksınız.
Zamanında taraf olanlar bile bertaraf oluyor, Ahmet Altan bile görevi bırakmak zorunda kalıyor, Nuray Mert'ler "namert" diye miting meydanlarında aşağılanıyor, biraz gazetecilik yapmak isteyen kim varsa ekmeğinden ediliyor.
Her gün, her saniye, her an kendisinin ne kadar itaatkar ve hükümete bağlı olduğunu gösterenler ile bunu bir kere yapmadı mı özür kapılarında nedamet getirenler dışında kimsenin hiçbir hakka sahip olmadığı bir ülkede yaşıyoruz.
Baskı rejimleri insan ahlakını önemsemez, itaatini önemser.
Baskı rejimleri için ahlakın, adaletin, hakikatin bir değeri yoktur. Fayda vardır. Rejimin faydasına mı zararına mı?
Birer müzik kutusu olun diye bağırıyorlar size, çalın dediğimiz zaman çalın ve susmanız gerektiğinde susun.
Bu rejimin ötekileri diye bir şey yok. Sadece düşmanları var. Bu rejimde muhalefet yok, farklı düşünenler yok, başka insanlar yok. Bu rejimde ötekilerin payına düşen darbecilik, ergenekonculuk, zerdüştlük, ezidilik, teröristlik..
Çünkü kaç çocuk yaptığınız bile ileride sizin hangi konumda olacağınızı belirleyecek. Nikah yüzüklerinizin altın olup olmadığı, yanaklarınızdaki tatlı pembelik, mimikleriniz ve internet kullanım alışkanlıklarınız dahi karşınıza çıkartılacak.
İzleniyorsunuz. Kayıt altına alınıyorsunuz ve yarın sorgulanacaksınız.
Bu rejimin sizin için hayal ettiği geleceği mi bilmek istiyorsunuz? "Suratınızın üstüne sürekli basan bir postal" hayal edin. .
Bir de bu rejimin kazananları var. Onlar iyi çocuklar. Onlar "yeni Türkiye'nin mümtaz yüzleri"
Onların "kökü mazide gözleri atide"
Onlar bu ülkenin şeker yiyen çocukları. Pederşahi bir devletin elleriyle beslediği gürbüz yanaklı, mutlu veletler. Onlar TOKİ ihaleleri ile şişiyor, duble yollarla başları dönüyor.. Adam yedi ama çalıştı diye mutluluktan geberecek kadar heyecanlanıyor, hakkını verelim abiler diye seviniyor, bu ülkenin tarihinde kalmış zulüm örneklerini bir bir ve ballandıra ballandıra anlatıp hepsinin suçunu üstlerine yükledikleri bir büyük sepete atıyor, Tayyip Erdoğan'ı sevmek imandandır diye aşkla çoşuyorlar.
Onlar hayatın her alanında. Televizyonda onları izliyorsunuz. Bir anda genel yayın yönetmenliğine, milyonlarca dolarlık holdinglerin başına geçiyorlar. Arabaları yokken gemileri oluyor, oturacak evleri yokken toplu konut yapıyorlar.
Silik valilerden müsteşarlar, basit tüccarlardan finans şirketi patronları fırlıyor bir bir önümüze. Hülyalı klipleri TV'lerde dönüyor, filmleri sinema salonunda, yazdıkları kitaplar reyonlarda yerini alıyor.
"Yürü ya kulum" diyen bir büyük babanın açtığı yolda, gösterdiği hedefte, durmadan, dinlenmeden koşuyorlar.
"İşte" diyor bu müşfik baba parmağıyla göstererek "Onlar kazandı." Müşfik sesi yankılanıyor gökkubede: "İşte biz hep kazandık. Ve bizim düşmanlarımız ne kadar da zillet içerisindeler. Onların perişan hallerine bakıp da hala ders almıyor musunuz? Şüphesiz bizim karşımızda duran kim varsa biz onlar için büyük zulüm kuyuları hazırladık ve yanımızda duranları ihalelerle ödüllendirdik. İşte bakın seçtiğiniz o bedbahtların haline. Kendileri hapishanelerde sürünüyorlar şimdi. Onların belediyelerine baskınlar yapılıyor, bir bir ortaya çıkıyor yedikleri herzeler. Oysa bizimkiler ne kadar temiz! Hadi bırakın inadı. Bırakın bu gafleti. Siz de gelin. Bırakın inandıklarınızı, bırakın hayatınızı, bırakın bildiğinizi zannettiğiniz her şeyi. Çünkü bildikleriniz doğru olsa siz de kazanırdınız şimdi! Yoksa hala doğrunun ne olduğunu görmediniz mi? İşte sizler birer inatçı çocuk gibisiniz. İflah olmazsınız. Ama biz sizi iflah edeceğiz. Çünkü biz güçlüyüz ve bakın ne kadar güçsüz karşımızdakiler. Ne oldu o çok beğendiğiniz davaların avukatlarına? Çok bağırdılar ve şimdi çöktüler. Halbuki ne kadar kötü davalardı onlar. Şimdi burada bir "kervan" var. İleri doğru yürüyoruz. Bu zenginlikten siz de tadın biraz, bu güzel yemeklerden siz de yiyin. Sadece kendinizi bırakın. İnandıklarınızdan vazgeçin. O yollardan dönün.. Uslu birer çocuk olursanız siz de şeker yiyebilirsiniz"
Baskı rejiminin son ödülü umut. Dönebilme umudu. Dönersem kazanabilirim umudu. Herkesin kafasında aynı ses. "Belki beni de affederler, belki biraz uslu durursam, belki biraz sesim çıkmazsa, belki biraz daha boyun eğersem vurmazlar bana da. O kadar da kötü değiller aslında. O kadar da değil.."
Gerçek
"yeni ulkeler bulamayacaksin, bulamayacaksin yeni bir deniz
hep peşinde durmadan izleyecek seni bu kent"
Uslu bir çocuk olursanız "belki" siz de şeker yiyebilirsiniz
Yalan..
Yiyemeyeceksiniz.
Sadece tam olarak teslim olup, boylu boyunca yere uzanınca önünüze atacaklar kırıntıları.
"Tamam" diyecek teslim olduklarınız "şimdilik vurmayacağım sana ama asla kafanı kaldırma. Bir daha asla."
Her zaman izleyecekler. Asla güvenmeyecekler. Kinlerini her zaman içlerinde tutup sizin kendi umut prangalarınızla kendinizi zincirlemenizi izleyecekler.
Hapishaneyi bedeniniz yapacaklar.
Aklınızdan "kötü" bir düşünce geçmesine bile izin yok. Mimikleriniz bile önemli.
Üstünüzde hiç kalkmayacak koca bir soru işareti.
Parmağıyla gösterecekler sizi "o asilerdendi" diyecekler "şimdi teslim oldu, siz sakın böyle olmayın"
Heyecanlı heyecanlı onaylayacaksınız biraz daha yaranmak için.
Belki şeker gelir.. Belki..
Bir zaman sonra bir parmak bal çalacaklar ağzınıza. Sırf dışarıdakilere "onlar da teslim olursa bir gün bir şey kazanabileceklerini" göstermek için.
Nedamet kapılarında heder olacak, zillet gömleklerinden birini çıkarıp diğerini giyecek, kendinize lanet edip ödüllendirilmeyi bekleyeceksiniz.
Uslu birer çocuk olursanız, şeker yiyemeyeceksiniz..
Bir an bile bu ülkenin adalet istediğini düşünmeyin.
Bir saniye bile bu ülkede adaletin, hakikatin bir değeri olduğunu sanmayın.
Gözümüzün önünde nice adaletsizlikler oldu ve herkes sustu.
Evleri basılan, tecavüze uğrayan, çocukları katledilen, idam iplerine çocuk yaşta çıkanların hikayeleri ile dolu bir tarihin ortasında yaşıyoruz.
Bir an bile "bu kadar da olmaz" demeyin. Olur. Berna'nın başına geldiği gibi, Cihan Kırmızıgül'ün başına geldiği gibi olur.
Sabah 7'de evinizin önüne gelip, sizi içerden alırlar. Görüntülerinizi bir mafya babasının görüntüleri ile montajlayıp, silah kaçakçısı gibi davranırlar.
Bakarsınız ki bir çok insan susmuş. Kimi alkış tutuyor.
Manşet manşet yağarlar üstünüze. Hakim idamınızı ister, milletveilleri iki ellerini birden kaldırırlar TBMM görüşmelerinde.
Düşmanlarınız sevinir. Yaşadığınızın adaletsizlik olsa da "hak ettiğiniz" olduğuna inanırlar. "Oh az bile" diye bağırırlar. "Çoktan hak etmişti"
Üstünüzdeki formalar belirler akibetinizi. Sizin tarafta olanlar üzülür, isyan eder, bağırır çünkü bilirler ki o akibeti ileride kendileri de paylaşabilir.
Ötekiler ise en hafif tabiriyle kayıtsız kalırlar. Neyse ne, zaten "öteki" değil misiniz?
Çünkü bu ülkede yaşayanlar adaleti değil gücü gördüler. Haklıyı değil de kudretliyi bilirler.
Elinde kılıç olanın kuralları koymasına öyle alıştı ki herkes, aklına bile gelmez insanların kılıca hakim olması gerekenin kural olduğunu..
Ve ısırırlar.. Hazır kanarken bir diş de kendileri geçirir. Bir anda görürsünüz "gazetecilikten tutuklanmadılar" manşetini sayfanın tepesinde. "Savcı doksandan çaktı" gibi.
İnsanlar susar..
Çünkü bu ülkede insanlar adaletsizliğin ne olduğunu bilir.
Yaşamaktan korkar.
Ve bilir bu insanlar, başkasının başına gelen kendisinin de başına gelir.
Maliyeti vardır düşeni tutmanın. Bir bedeli vardır gözden düşmüşe kucak açmanın..
İnsanlar bilir...
Vaka
Konuşursan vururlar..
Konuştun vurdular.
İnce ince planladılar. Medya iletişimin stratejisini çıkardılar.
Anlaşmalı gruplardan haberleri yaydılar.
Top önlerine geldi, golü attılar.
Bağırdın..
Ama korktuğunu biliyorlar. Korkunun kokusunu alıyorlar. Nereye kadar konuşup, nereye kadar konuşamayacağını görüyorlar.
Cezayı çaktılar..
Gözünün içine baka baka..
Daha da bağırdın..
Umursamıyorlar.
Çünkü yalnızsın. Çünkü yoksun başka bir yerde. Çünkü kendi derdin, kendinin derdi seni ele geçirdi. Çünkü prensibi değil de otoritenin seni kayırmasını istiyorsun.
Bir kerecik sana adil davransa?
Davranmayacak.
Adaletsiz bir ülkede birine adil davranmak, onu kayırmak demek çünkü.
Sen de uslu çocuk değilsin. Hala başın çok dik. Hala duruyorsun ayakta. Bir kere özür dilemedin. Bir kere senden beklenileni yapmadın..
Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp tatlı tatlı yürümedin.
Eşit gibi oturdun masaya. Pazarlık yaptın..
Doğrusunu söyleyeyim, için için de ürküyorsun hala. Kafanın üstünde sallanan kılıçlar var. Boyun senin boynun, kimsenin değil.
Aşağıya baksan kaynıyor. Yukarı baksan köpürüyor..
Ne limanda durabildin, ne denize açılabildin, işte ortada sürüklüyor dalgalar..
Bir plan var elbet, ah bir gelse o fırsat.
Ama o gün gelene kadar da canını yakacaklar.
Strateji
Uslu çocuk olmak kazandırmayacak.
Fenerbahçe uslu çocuk olursa kazanmayacak.
Fenerbahçe uzun süre hiç kazanmayacak.
Hayır takım kötü olduğu için değil. Umutsuz da değiliz. Aykut Hoca'nın filan da günahı yok esasında.
Kazandığımız maçlar olacak elbette, akvaryumda yenilen yem gibi. Mutlaka boğazımızdan geçecek bir kaç lokma.
Hatta tüm darbelere rağmen de kazanabilir Fenerbahçe. Şampiyonluk uzak değil. Takımın aksayan bir kaç bölgesi var, transfer pansumanıyla geçiştirilir..
Ama Fenerbahçe kazanmayacak..
O kupayı gözümüzün önüne kadar getirip verecekler ama bir süre değil.
Biz hala temsil ettiğimiz şeyleri temsil etmeye devam ederken değil.
İyice burnumuz sürtülmeden, güzelce boyun eğmeden değil.
Sadece sirkte heyecan sürsün, rekabetin yarattığı o hırslar ile son haftaya kadar yarış biraz daha büyüsün de başkaları zarar etmesin diye güzel bir orta oyunu. O kadar..
Diğerleri hak etmediği halde kazanmayacak her şeyi. Hak edecekler. O da emek. Ama eşit şartlarda koşmayacağız bu yarışı. Onlar kendilerinin sahip olmadığı rüzgarlarla koşarken, biz suçlusu olmadığımız prangaları taşıyacağız arkamızda.
Eğer yalnız kalırsak.
Eğer akvaryumda oynamayı kabul edersek.
Bu oyun da devam edecek. Biraz aç kalacağız, turlayacağız akvaryumun içini, yukarı çıkıp aşağı ineceğiz hızla ve çember bittiğinde aynı yere döneceğiz.
Aynı oyunu aynı şekilde oynayıp farklı sonuç bekleyemezsiniz..
Bir başka şey öneriyorum ben. Oyunu bırakmayı değil, alanı genişletmeyi, hattı değil sathı müdafaa etmeyi, bir kulüp değil bir hareket olmayı, mevcudu korumayı değil bırakmayı, bu orta oyununda payımıza düşen repliği değil doğru olanı söylemeyi.
Ses çıkartmayı. Bİr şey yapmayarak değil, reddederek değil, küserek değil.
Maça çıkmayan hiçbir takım maçı kazanamaz. Daha iyi oynamamız lazım. Daha geniş oynamamız lazım. Hayatın her alanında pres yapmaktan bahsediyorum, ileri doğru koşmayı, planlamayı, küçük dokunuşları, mazlumların yanında görünmeyi, önce sessiz sessiz. Kimsenin ayağına basmadan, giderek genişleyerek..
Yukarıda gökyüzü görünüyor.. Yavaş yavaş çıkmak lazım tünelden. Adım adım. Hafif hafif. Bir bir.. İpi arkada bırakarak. Düşsem de ne olacak diye değil, korkarak, korkunun yarattığı güçle temkinli olarak. Her adımda, son adım gibi atlayarak.
Sonuç
Hayır beyler, digitürkleri iptal etmek işe yaramayacak. Hürriyet gazetesi okumamak, bir ton küfür etmek, ligden çekilmek filan. Hiçbiri değil.
Bırakamayız. Pasif agresyonun bize sağlayacağı bir fayda yok. Bir oyundan çekilirsek sadece kaybederiz. Başkaları da belki kaybeder.
Ama tarihi intihar bombacıları yazmaz.
Çünkü "Mesele ölmek değil, ölmeden başarmak"
Sahada kalmak ve başarmak zorundayız. Bu işi o götürecek. İçinde bulunduğumuz bu hayatın dinamiklerinden kaçmak değil tersine çevirmek, bir başka örnek olmak, en tahammül edemedikleri şeyi yapmak, onlara rağmen olmak lazım.
Umudu arttırmak, umutsuzluğu yok etmek, teslimiyet güdüsünü ezmek, başarılabileceğini göstermek.
Kibre karşı tevazu elbiselerini giyip, çile gömlekleriyle bu yolda yürümek. Ayağımız acısa da basmak, canımız yansa da durmamak. Biraz daha devam etmek.
Bu iş Fenerbahçe işi değil. Hepimizin bir iyi örneğe ihtiyacı var. Muhtaç olduğumuz bu örneğin banisi de olmak zorundayız.
Bu sefer de filmin sonunda iyi çocuklar kazansın.
Onun için düşünmek, konuşmak, daha fazla konuşmak, yazmak, söylemek zorundayız. Hiç bir şey yapamıyorsak içimizden reddedelim. Bırakmayalım..
Anlatın.. Gördüklerinizi anlatın. Bıkmadan anlatın. Yaşadıklarınızı anlatın. Tattığınız biber gazını anlatın. Çocukların üstüne sürülen TOMA'ları anlatın. Başkalarının hikayelerini anlatın. Nasıl bir ülkede olduğumuzu anlatın. Sevdiklerinize anlatın, arkadaşlarnıza anlatın, çocuklara anlatın. Anlatın..
Gerçek bu ya, aşağısı köpürmedikçe yukarısı daha da az köpürecek, aşağısı bağırmadıkça yukarısı daha da susacak. Kurşunun önünde olanlara cesaret veren cephenin gerisindeki binlerce insandır. Madem masadayız, ellerini güçlendirelim. Güçlendirelim ki "bakın orası nasıl kaynıyor daha azını yapamayız" diyebilsinler.
Gidin. orada görsünler. İzleyin. Orada olduğunuzu bilsinler.
"Alçakları övmek alçaklıktır. Bir topluluğun yaptığına razı olan kişi o işe katkısı olan kişidir."
Şimdi daha öfkeli, daha mutsuz olmanın zamanı.
Devamı ...
17 Aralık 2012
Galatasaray Maçı ve Aykut Kocaman Üzerine
Oyun olarak hiçbir şey oynamadığımız bir Galatasaray maçını daha geride bıraktık, bu sene Galatasaray’a karşı en az pozisyona girebilen ve bu kadar kötü oynayan bir rakibe karşı bile tehdit yaratamayan bir Fenerbahçe izledik dün.
Süper Kupa’daki Galatasaray maçından sonra da Aykut Kocaman’ın Alex polemik odaklı Lig Tv’deki açıklamaları sonrası da hocanın koşu mesafesi fetişizminin Fenerbahçe’yi koşan ama yetenek yoksunu bir takım durumuna getirebileceği endişesinden bahsettim. Fenerbahçe orta sahası ve kanatlarında oynayıp top tekniği 10 üzerinden 6 olabilecek bir tane oyuncu yok mevcut kadroda. Allahı var, hepsi koşuyorlar ama top bize geçtiği zaman akıl ve yeteneğiyle o topu kullanabilen bir tane oyuncumuz yok. İşin daha kötü tarafı Aykut Kocaman’ın bundan herhangi bir şikayeti de yok.
Sezon başından bu yana 16 maç geçmiş Mehmet Topal, Meireles ya da Christian’ın; Sow’un ya da Kuyt’un önüne rakip iki oyuncuyu geçen şöyle 20 metrelik bir ara pası attığını ve bu oyuncuların orta sahadan çıkan tek bir pasla kaleciyle karşı karşıya kaldığını gören oldu mu? Şifa niyetine böyle bir gol attık mı Allah aşkına bu sene? Tarihinin hiçbir döneminde ben bu kadar yetenek yoksunu bir Fenerbahçe orta sahası hatırlamıyorum. Osieck’in emek yoğun takım yarattığı 1993-94 kadrosunda Tayfur,İlker Cengiz,Mecnun, gibi adamların yanında bile Oğuz gibi bir oyuncu vardı. Aykut Kocaman diyor ya “teknik direktör Aykut Kocaman olsaydım futbolcu Aykut Kocaman’ı oynatmazdım” diye hakikaten ben de olsam böyle yeteneksiz orta sahadan kurulu bir takımda Aykut Kocaman’ı oynatmazdım, çünkü bir tane bile pas alamazdı.
Christian’ı Alex’in pozisyonunda oynatarak bir sezon planlaması yapmanın önünde sonunda duvara toslayacağı belli, Alex gitmişse ve senin elinde Alex’in bölgesinde oynayacak yetenekte bir tane oyuncun yoksa Alex’in pozisyonunu yok edecek bir sistemle oynatırsın takımı . Allah’ın emri mi tek forvet Sow’un arkasında Alex’in pozisyonunda Christian’ı oynatmak? Forvetin arkasında adam oynatmak yerine Sow’un yanına Kuyt’ı ya da Semih’i alarak bir düzen denersin performansı asla öngörülemeyecek Christian’dan medet ummak yerine. Tamam belki bu da tutmaz ama bir şeyi denemiş olursun yani göz göre göre hücum kısırlığı olan bir taktikle 20 maç devam etmezsin.
Aykut Kocaman koşu mesafesi, takım savunması diye diye sıradan vasat en ufak bir yetenek belirtisi olmayan oyunculardan kurulu bir takım yaratma yolunda hızla gidiyor. 10 metre ilerisine top atmaktan aciz üç tane orta sahayla Sow’u Allah’a emanet iki stoperin arasına bırakıp gol atmaya çalışan bir futbol düşüncesi olamaz. Fenerbahçe’nin bu yıl 16 maç sonunda topladığı 27 puan 1990-91 sezonunda Hiddink’le başlanan sezonda alınan 23 puandan sonra en kötü lig performansı . Kimse kusura bakmasın ama son 23 senenin en kötü lig performansını gösterip üstelik sanki işler aslında o kadar da kötü değilmiş gibi tuhaf tuhaf demeçler vermek Aykut Kocaman’a yakışmıyor.
Maç sonu açıklamalarındaki soğukkanlılığını da Hoca’nın gittikçe yitirdiğini düşünüyorum. Dünkü maçın sonunda “Pozisyona girme konusunda verimli olduğumuzu söylemek doğru olmaz ama daha verimsiz olan bugün maçı kazandı gibi tuhaf bir demeç vermiş. Ne demek daha verimsiz olan kazandı Allah aşkına Fenerbahçe kaç tane pozisyona girdi maçta ki Galatasaray daha az girmiş olsun. Yani bu kadar aciz bir oyundan rakip ceza sahasına girmeye çekinen bir takım performansından sonra hala yetersizliği görmemek bir sorun olduğunu dile getirmemek ancak kontrolü kaybetmekle açıklanabilir.
Geçen seneden beri devam eden deplasmanda hayalet gibi oynama, maça felaket başlama gibi sorunlarda en ufak bir ilerleme yok, bu mesele antrenöre sorulduğunda bu sorunun farkında olduğu ve düzeltmek için bir şeyler yaptığına dair en ufak bir ima da yok. Aykut Kocaman’ın koşu mesafesinde Avrupa düzeyine çıkaracağım diye başlattığı devrimde geldiği nokta yetenek ve mental olarak deplasmanda önce beraberliği düşünen sıkıştırırsam bir tane atarım diyen Anadolu takımı seviyesinde bir takım yaratmak oldu
Devre arasında Sow’a alternatif ya da tamamlayıcı bir forvet ve orta sahada yaratıcı ve Mehmet Topal-Meireles-Christian üçlüsünün sahada yarattığı oyun zekası açığını kapatabilecek bir oyuncu bulamazsa Fenerbahçe puan olarak lig tarihindeki en berbat sezonlarından birine imza atabilir.
Yönetime yönelikte söylenecek çok şey var o ayrı bir yazı konusu olsun ama ben taraftarla ilgili bir duruma dikkat çekmek istiyorum. Fenerbahçe taraftarı artık şu sahada oynayan oyuncuları mazlumların temsilcisi, 3 Temmuz’un acısını yüreğinde hissedenlerin sahadaki tecessümü olarak görmekten vazgeçsin. İstisnasız bütün oyuncular için söylüyorum, bu oyuncular kendilerine biçilen bu rolü ve değeri hak etmiyorlar. Galatasaray’a yenilmişsin, silik bir futbol oynamışsın maç sonunda bir tane oyuncunun yüz ifadesinde gerçek bir üzüntü, samimi bir hayal kırıklığı ifadesi yok, birisi gitmiş Melo’yla sarmaş dolaş, öteki gitmiş Fatih Terim’e sarılmış, sorsan ilk olarak mağlubiyetlere en çok biz üzülüyoruz derler külahıma anlatsınlar. Galatasaray mağlubiyeti yüzünden okula gidemeyen 8 yaşında çocuğa, intihar girişiminde bulunan Kırşehirli Fenerbahçeli’ye Gökhan Gönül’ün Terim’le kucaklaştığı anı gösterip soralım bakalım “Gökhan çok üzülmüş Galatasaray yenilgisine” diye neler diyecek ?
Bir de Meireles meselesi var, çıkarken armayı öptü diye berbat oynadığı bir maçın sonunda adama kahraman muamelesi yapanların , haksızlığa karşı başkaldıran bir figür yaratmaya çalışanların acıklı halini görünce taraftarın mağduriyeti bir ideoloji olarak sahiplenmesinin ne kadar tuhaf sonuçlara yol açabileceğini düşünüyor insan.
Meireles armayı öptü diye kahraman falan olmaz, geçen sene Emre örneğindekine benzer Trabzon’da suikast timi gibi etrafında dolaşan 11 adama ve seni linç etmek isteyen 30.000 kişiye karşı müthiş bir top oynarsın, çıkarken de armayı öpersin ya da 100. Yılda Ahmet Cömert’de Galatasaray’ı 36 sayıyla yenip takım kaptanı olarak İbrahim Kutluay gibi armayı öpersin o zaman kahraman deriz. Meireles gibi 3 ay önce kulübün ismini bilmeyen bir adam maçta hiçbir şey oynamayıp gördüğü kırmızı karttan sonra şirinlik kazanayım diye armayı öperse kahraman falan değil şovmen olur.
Mağduriyeti ideoloji haline getirmek dedim,( siyasal olarak Türk sağının (AKP diye okuyalım)gelenek haline getirdiğişeyin futboldaki yansıması gibi bir şeyi kastediyorum aslında daha uzun bir analoji kurmak mümkün ama girmeyeyim), Fenerbahçe taraftarının 3 Temmuz’u unutmaması ve bunu yapanlardan hesap sormayı istemesi takdir edilecek bir durum her ne kadar mevcut yönetimin kurulunun (suskunlar kurulu demek daha doğru) umurunda olmasa da ama 3 Temmuz’u unutmamak sürekli bir mağdur edebiyatıyla işini iyi yapmayan antrenörü, başkanı ya da oyuncuyu mağduriyet söylemine binaen eleştiriden münezzeh kılmak değildir. Açıkçası başkana da Aykut Kocaman’a da oyunculara da nasıl olsa her zaman sığınılacak ve taraftarın tepkisini sıfıra indirecek bir 3 Temmuz “mağduriyet ikonunun” kenarda köşede bir yerlerde beklemesinin negatif anlamda bir rahatlık sağladığını düşünüyorum. Saha içinde üstüne düşeni yapmayan insanları artık saha dışındaki bir takım gerekçelerle mazur görmeye/göstermeye ne zaman son vereceğiz.
Fenerbahçe’nin 90-91 den bu yana 16. hafta itibariyle ligde topladığı puanlar
2013:27
2012:34
2011: 30
2010:30
2009:32
2008:34
2007:34
2006:42
2005:40
2004:34
2003:31
2002:34
2001:33
2000:28
1999:35
1998:39
1997:36
1996:39
1995:30
1994:35
1993:33
1992:38
1991:23
Devamı ...
16 Aralık 2012
Son Sözümüz Fenerbahçe
7. Bölüm aşağıda.
FBTV - 3 Temmuz 2012 Son Sozumuz FENERBAHCE Belgeseli Bolum 7/7 from mika on Vimeo.
14 Aralık 2012
Çöl Sürgünü: İktidarın Kıskacında Futbol ve Aykut Kocaman
yazar: Gurbetname, Seytamcik
“Futbolu göz ardı eden diktatör az bulunur” [Simon Kuper]
Şiddetin bin bir şekli hükmediyor artık dilimize ve fiziki hayatımıza. Görsel ve işitsel medyanın tuali kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir zulüm ile boyalı. Biber gazı kokan bir gündemimiz, lalüebkem muhaliflerimiz ve işinden, sevdiklerinden ve hayatından sürülen on binlerce mağdurumuz var. Tutuklu olan sadece içerideki gazeteciler, öğrenciler, subaylar ya da Kürtler değil, dışarıda tutuklu bir halk var; tecrit edilen hakikatler ve dile gelmeyen bilumum ruhsal ve bedensel işkenceler mevcut.
Muhalefet, artık yasaklı bir dil. Konuşulması engelli konu, kişi ve kurumlar var. Dile getirilmesini geçin, işaret edilmesi bile muktedirlerin infiali ile karşılanan hadiseler mevcut ve hâkim rejim kendini averaj değerler ve kibirli bir pervasızlık olarak dayatmakta. Ülke lideri, ana muhalefeti 'bahtsız bedevi' ilan ediyor, muhalefet lideri kalkıp çöldeki kutup ayılarından dem vurabiliyor. Her alanda baş gösteren bir zihin kuraklığı dayatıyor kendisini. Bağımsız akıl ve vicdanın cenaze namazına buyurun. En önde saf tutanlar, siyasi ve sosyal iklimimizi esir alan haset, iftira, kibir ve hamaset.
Totaliter Rejimlerin Reklam Panosu
Müesses nizamın yeni sahipleri, kendi rol modellerini de yaratma pesinde. Kendi iktidarlarının vitrinini süsleyen kukla aktörler. Bu aktörlerin basarisi nizamin bekası için elzem. Çünkü sunduğunuz modelin cazibesi ve sürdürülebilirliği olmalı ve bunu kitlelere yayabilmek adına da stadyumlardan büyük ve futboldan güçlü bir reklam alanı bulunmamakta. Her müstebit rejim, sporu, ideolojik bir alana dönüştürmeye meyillidir. Kendi şubelerini, kendi elçilerini tayin edip desteklerler. Kitlelerin afyonu değildir futbol, fakat totaliter rejimler için ideal bir reklam panosudur. Kendi destekledikleri takımların, insanların ya da kliklerin başarısı iktidarın logosu ile sunulur. Rol modelleri ordusuna aday bulmak zor değildir. 3 Temmuz sürecinde, iftira ile itibarsızlaştırma gibi muktedir stratejilerini benimseyen, geliştiren ve uygulayan kurum ve insanlara bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Düşene tekme yapıştırmak için kuytu köşelerde bekleyen o karanlık suretlerden bahsediyorum; karşınızda önünü ilikleyip, arkanızdan hakaretler savuranlardan. Nihayetinde, Türkiye’de futbol, siyasi iktidarın kölesi, stadyumlar ise arenası.
Bu sözlerin altını doldurmak adına İspanya’daki Faşist Franco rejiminin açıktan destek verdiği Real Madrid ve sabote etmeye çalıştığı Barcelona kulüpleri ile ilişkisine bakmakta fayda var. 1939’da işgal ettiği Barcelona şehrinin güzide kulübünü kapatamayacağını anlayan Franco, kulübün yönetimine kukla idareciler getirerek kontrol altına almaya çalışır. Buna rağmen, anti-faşist İspanyollar ve Katalan Halkı, kulübü, Franco rejimine karşı direnişin sembolü olarak görüp desteklerler. Aynı dönemlerde, Franco rejiminin Dış İsleri Bakanı Fernando Maria Castiella "Real Madrid, bizim bugüne kadar sahip olduğumuz en iyi elçiliktir' der.[1] Real Madrid'in, sadece kendi dönemlerinde kazandığı Avrupa zaferlerinden değil, La Liga’daki Katalan ve Bask takımlarına karşı elde edilen galibiyetlerden de dem vurmaktadır. Barcelona’yı işgal eden komutanlardan aşırı sağcı Bernabeu'yu Real Madrid’in başkanı olarak atayan, Di Stefano gibi önemli oyuncuları Barcelona ile kontrat imzalamış olmasına rağmen takıma kazandıran bu rejim önderliğindeki Madrid kulübü, tarihindeki 32 şampiyonluğun 14'ünü kazanır. Ayni dönemde (1939-75) Barcelona ve diğer takımlar aleyhine yapılan hakem hataları keyfi ve aleni bir hal alır ve hakemlerin, rejimin subayları tarafından tehdit ve teşvik edildiği dedikoduları ayyuka çıkar. Hâlihazırda, Türkiye’de de benzer bir senaryonun birebir tekrarlandığını söylemek için henüz erken, fakat bu hikâyedeki ögelerin birçoğumuza tanıdık geldiğine eminim.
Spor Adamları: Rejimin yeni teknokratları
Ahmet Hakan, Fatih Terim için “onun öfkesi, Tayyip Erdoğan’ın öfkesinin sütkardeşidir” diyor. [2] Rastgele bir benzetme değil bu, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde rejimin ideolojik aygıtlarının izdüşümünden bahsediyor. Ayni yazıda ‘onun öfkesi, … çalışılmış bir öfkedir … [ve] kameralar tarafından acayip sevilir” diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Ahmet Hakan’ın övgüler düzdüğü, iktidar şiddetinin sureti olan sahsın otoriter, buyurgan ve korkulan kişiliğidir. Dolayısıyla, muktedirler tarafından gözetilen ve kollanan bir kulüp ve onun iktidar tescilli bir rol modelidir karşımızdaki. Vasatın hayatımızı tahakküm altına aldığı bir rejimde, yeniden üretilen şiddet kültürünü benimseyen, uygulayan ve temsil eden bireylere dönüşür rol modelleri.
Hegemonya alanının genişlediği ve demokratik alanın daralıp kuraklaştığı bir mevsimde farklı yaşam sahaları ve biçimleri de baskı altında. Bu iklimin toprağı artık Fatih Terim ve türevlerini besliyor, Aykut Kocaman gibiler ise birer öteki. İşte bu sebeple, rakibe saygı, meslek ahlakına hürmet ve profesyonel hoşgörü ile işleyen bir organizmanın yaşam sahası da istilaya açık hale geliyor.
Kocaman bir Bahçe
3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe kulübünün seyircisi ve teknik direktörü sadece bir direniş alanı yaratmadı, aynı zamanda da iftira, biber gazı ve bilumum riya ile kurulan yeni düzene de alternatif oluşturuyorlar. Futbolun, sadece bir rejim aracı değil ayni zamanda da bir mücadele alanı olduğunu gösterdiler ve örgütlü mücadelenin nadir örneklerinden birini sergiliyorlar.
Müesses nizam için şaşırtıcı olan otorite abidesi bir spor adamının ve çeşitli borsa oyunları ile şaibeli kazanç sağlayan bir kulübün yaptıkları değildir. Şaşırtıcı olan dezenformasyon ve zorba yöntemlerle yıkmaya çalıştıkları bir yaşam alanının halen ayakta olması. Kibrin işgal ettiği basın toplantıları, riyanın hâkim olduğu yeşil saha değildir şaşırtıcı olan. Kafaları karıştıran, taraftarının önünde eğilmesini bilen, rakip taraftarların bile kadirşinas sıfatlarla nitelediği, haksızlık karşısında gerekirse futbolu bırakacağını söyleyen bir teknik direktör modelidir. Haset ve kibirden medet ummayan, hakareti zül gören bir haysiyet timsalidir kimsenin aklının almadığı. Kamuoyunu katatonik bırakan da budur: Sesini yükseltmeden sadece kelimelere ve hakikate yaslanarak konuşmasını bilen bir dimağ. Mehmet Baransu ve Mehmet Ağar’la yan yana durmakta bir beis görmeyenler için Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet ile aynı karede yer almayı tercih eden bir insan ölesiye korkutucudur, çünkü kökünü toprağın derinliklerine salmış çınarlardan feyz alıyordur.
Aykut Kocaman’ın sevinç şekline bile saldırmanın küstah hafifliği ile malul yazarların anlamayacağı bazı konular var. Saygı ve haysiyeti düstur edinmiş bir insanın yapabileceği en büyük iltifattır sahadakileri alkışlamak. İnsanoğlunun en eski takdir biçimidir. Antik Yunan ve Roma’daki kamuya açık gösterilerden bu yana beğeninin en üst noktasını simgeleyen bir performansa saygı şeklidir. Mübalağadan, şaşaadan uzak yaşayan bir insanın üstüne yakışan sevinç budur. Totaliter ilahlara tapan zihniyetin bunu görememesi doğal ve bizce buraya kadar herkes kendi rolünü oynamakta.
Başarısız bir Hephaestus
Bu yazı yazıldığı sırada Aykut Kocaman’ın görev süresi 2,5 seneyi doldurmak üzere. Bu süre zarfında Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzon gibi rakiplerinden daha çok gol atmış, daha çok puan toplamış ve daha çok galibiyet almış bir teknik direktördür kendisi. 20 derbi mücadelesinde kaybettiği sadece 3 maç olması da güzide karnesine eklenmeli.[3] Ligdeki istatistiklerine ilaveten Avrupa Ligi’nde grubundan lider olarak çıkan bir takımın teknik direktörünün başarısız olarak kodlanması ise kanaat mühendislerinin başarısı olarak ele alınmalı.
Aykut Kocaman’ı katıksız sevenler, güzel insanlara duydukları hasretten mustarip oldukları için seviyorlar kendisini. Çoğumuz “çalışkan ama başarısız” diyoruz onun için, istatistikleri dahi yalancılıkla suçlayarak. Durduğu yeri ve varoluş mücadelesini göz ardı etmeye teşneyiz. Çünkü Galatasaray karşısında kötü oynanmış tek bir maçın, sevdiği takım uğruna evini kaybetmiş olmasından daha önemli olduğunu düşünüyoruz. [4] Sükûnetini, cehalet; nezaketini ise budalalık olarak okumak için yırtınıyoruz, futbolun artık yeşil sahalarda oynanmadığını unutarak.
Tekrar etmekte bir beis görmüyorum, Aykut Kocaman, müesses nizamın ötekileştirmeye çalıştığı bir spor adamı ve tabana yaymaya çalıştıkları rövanşist şiddet kültürünün önündeki simgelerden biridir. Hakaret karşısında saygıyı, iftira karşısında hakikati, kibir karşısında tevazuu, şiddet karşısında mücadeleyi temsil eder. Alternatif ve dolayısıyla rahatsız edici bir rol modelidir.
Nihayetinde, hamaset ve riyanın çölünde Aykut Kocaman bir vaha değildir. Eski yaşam alanları kurutuldu ve iktidar tüm vahaları ateşe verdi. Aykut Hoca, en güzelinden bir sürgündür bu dünyada. Belki de bir hakikat sürgünü; kendi toprağından, kendi renklerinden onuru uğruna uzak kalmayı göze alabilecek olan bir mülteci. Aykut Kocaman, bir boşluğu doldurmuyor, namevcut bir dünyanın küçük prensi. O yüzden Aykut Kocaman’ın dili birçoğu için yabancı. Çünkü çığırtkan ve nadan monologların ülkesinde, futbolun has seyircileri ile kurulan sessiz bir diyalogdur o. Pirkei Avot’ta yazan ‘nihai hakikatin kelimeleri yoktur, sükût içindeki sükûttur’ [5] sözünün tecessüm etmiş hali ve Tüz efsanesinde anlatılan, göl kıyısında yaşayıp porselen bedenlere ruh nakşeden elleri yaşlı kendisi genç bir tin mühendisidir.
Dilimizi zapturapt altına alan iktidar kodlarının, hamasi simgelerin, çığırtkanlığın, hakaretin ve şiddetin dışında bir üsluba sahip her insanın kaderine hapsedilmiş yalnızlığı var Aykut Kocaman’da. Hocayı bu çölde yalnızlığa hapsedenler sadece iktidar tribünü değil, kendi taraftarı da ondan ziyadesiyle şüphe duyuyor. Gramsci 'açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır futbol' diyor.[6] Bu sadakatin ait olduğu insanları bulması ve kendi alanlarını var edebilmesi artık biz futbol dilencilerinin elinde.
[1] Gabriel Kuhn. Soccer vs. The State: Tackling Football and Radical Politics, (2011) PM Press.
[2] Ahmet Hakan. “Fatih Terim öfkesi hakkında yedi şey”, Hurriyet (22 Kasim 2012)
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21984186.asp?yazarid=10&hid=21985054
[3] Ahmet Ercanlar. “Aykut Kocaman’ın Gerçeği”. Hurriyet (1 Kasim 2012)
http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/21825640.asp
[4] Ahmet Ercanlar. “Malum Tarafin Saldirisi”. Hurriyet (17 Agustos, 2012)
http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/21246451.asp
[5] Pirkei Avot. Ethics of the Fathers. (2009) Lulu. (Aslen M.O. 300’lerde yaşamış olan Hahamların sözleri ve öğretilerinden oluşan Musevilerin kutsal kitabı)
[6] Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol. (1998). Can Yayınları.
*Bu yazı için bize gönderdikleri kitaplar ile katkıda bulunan iki güzel insana teşekkürü borç biliriz: Fatih Yıldız ve Seval Çağlar. Ayrıca fikirleri ve olumlu eleştirileri ile katkıda bulunan Gözde Özen’i de burada anmak istiyoruz. Sizlersiz bu yazı asla yazılamazdı. Sağ olun, var olun.
Devamı ...