19 Kasım 2014

Daha Büyük Bir Şey Kaybediyoruz


Kombine olayının nasıl olduğunu artık herkes biliyor. Şampiyonluk kutlamasında çıkan olaylar sebebiyle Okul Açık tribününe kombine bilet satışı kapatıldı. Kulüp Maraton H tribünündeki bir bölgeyi Adem Köz'e tahsis etti, bu bölgeden kombine almak isteyenler kendi isimlerini, TC Kimlik No'ları ile birlikte Adem Köz'e ilettiler. Neticede kulüp bu başvuruları kabul ederek, ücreti karşılığında hak sahiplerine kombineleri verdi.

Yani olayın akışı şöyle. Kulüp diyor ki, "kombine almak istiyorsan git şu şahsa başvur" sonra diyor ki "bana şu şu şu belgeleri var, parasını öde" bütün bu koşulları yerine getirince de kombineyi alıyorsun. Kombine dediğimiz şey ne? Bilet. Sana bir koltuk veriyorlar, stadda düzenlenen maçları izliyorsun. Kulüp de bunun karşılığında belli bir bedel adıyor. Dolmuşa biniyorsun, paranı veriyorsun, o koltukta oturarak seyahat etme hakkı kazanıyorsun. Aynısı.

Şimdi bu sözleşmenin de fesih şartları var. Bu şartlar da ortaya çıktı. Nedir bu şartlar? İşte kombine kartının kullanıcıları başkalarının şahıs ve mal varlığına aykırı hareketlerde bulunamazlar. Bulunursa organizatör gider bunları iptal edebilir.

Buraya kadar tamam. Şimdi mesele şu, kulüp tek taraflı olarak 443 kişinin kombinesini iptal ediyor. Gerekçe ne? "Bunlar gole sevinmedi", "gole sevinenlere saldırdılar", "küfürlü tezahürat yaptılar."

Baştan başlayalım, gole sevinmemek böyle bir sözleşmenin fesih nedeni olamaz. Bir kere çok soyut bir iddia. Adam içinden seviniyor olabilir, maçın stressi sebebiyle çok gergindir o an sevinememiş olabilir, adamın sevinç gösterisi bizim "sevinmek"ten anladığımız şey değildir. Bilmek mümkün değil. 2010 - 2011 sezonu, Buca maçı, Guiza'nın attığı golden sonra sevinmeyen kulüp yöneticileri bile vardı. Maç dinamiği böyle bir şey.

Ne yaptılar? Bir tane fotoğraf bulundu, o fotoğraf bir gazeteye servis edildi, çemberler çizildi filan. Bakıyorsun, çembere çizilmemiş adamlarda da sukünetle duranlar var veya çembere çizilmiş biri sevinir gibi. Bu neyi gösterir? Tek bir şeyi, bu idari kararı alanların da esasında bu kararı almak için yeterli sebebe sahip olmadığını düşündüklerini. Bir takım insanların kombinesini fesih etmek için bulup bulabileceğin tüm gerekçe buysa bunun ispat edeceği tek şey çaresizlik.

Gole sevinenlere saldırdılar konusuna dair tek bir delil bile sunulamadı. Zaten saldırdıysa da 443 kişinin hep yekün mü saldırdığı, kaç kişinin saldırdığı da belli değil. Yani ben bir tribüne giriyorum, yanımda biri birine vuruyor, benim bu işte ne sorumluluğum var? Buyur kombineyi iptal edeceksen onun kombinesini iptal et, toptan herkesinkini iptal etmek ne demek? Yetersiz.

Küfürlü tezahürat.. Şüphe yok kötü bir şey. Bu konuda genel olarak bir çifte standart yapılması da makul karşılanıyor. Yani statta Galatasaray'a küfürlü tezahürat pek de öyle üstünde durulacak bir mesele gibi kabul edilmiyor. Futbolcular da rakip takıma küfürlü tezahüratı bazen heyecanla karşılıyor. Bunun örneklerini biliyoruz. Kendi takımına küfürlü tezahürat? Ben yapmam. Ama hayatım boyunca hiç görmemişim gibi de davranamam. Benim kulağım takım kaptanı Schumacher'in Hakan'a küfrettiğini de duydu, Müjdat'ın soyunma odasında Schumacher'i dövdüğünü de gördük. 90'ları, 2000'lerin başını filan biraz hatırlayan Lorant'tan, Aragones'e türlü olayda bu vakaların olduğunu hatırlayacak. Artık olmasın? Olmamasını arzu ederiz, ancak "Ersun Yanal" veya "taktik versene taktik versene Aziz Yıldırım taktik versene" tezahüratındaki küfrü anlamakta da zorluk çekmekte haklıyız, çünkü bir küfür yok. Bu tezahürat asabiyet barajlarını yıkıyor olabilir, geçmiş olsun, icra makamındaki insanlar eleştiriye de tahammül etmek zorunda.

Neticede ne oldu? Şimdi 443 kişinin kombinesi haklı hiçbir gerekçe gösterilmeden iptal edildi. Yani bu insanlar mağdur edildi. Cepte. Bu işlemin gerekçesi olarak esasında GFB gösterildi, 443 kişinin içinde GFB'li sayısının en fazla 30 olduğu ortaya çıktı. O zaman bir başka soru da karşımızda duruyor, bizler sırf insanlar bir taraftar grubuna dahil diye bu insanların haklarını gasp edebilir miyiz?

Hayatım boyunca GFB ile en ufak bir alakam olmadı. Açıkça söylüyorum bu grubu ve eylemlerini de tasvip etmiyorum. Bir parçaları olmayı asla düşünmem. Ancak bu konu bununla ilgili değil, gerçeklere ve kendimize saygımızla ilgili. Ahlaki bir şey.

Bakın bu kulüp kimliği yüzünden bir futbol kulübünün başına gelebilecek en ağır operayona maruz kaldı.

Fenerbahçe yöneticilerinin şike yaptığı iddia edildi. Bunun için ortaya çıkartılan bir kaç tape dışında hiçbir ciddi gerekçe gösterilemedi. Suçlamanın bütün dayanağı "olağan şüpheliler" algısından başka bir şey değildi. "Aziz Yıldırım şöyle bir adam bunu da yapar." Karşımızdaki heyhülanın nihayetinde söylediği şey bundan ibaretti. Bu operasyonu düzenleyenler, ellerindeki üstün güçlerle büyük bir kamuoyu algısı yarattılar, bu operasyona karşı çıkanları ötekileştirdiler, ayrımcılığa uğradılar. Adalet bekleyen insanları ise "Azizci", "paralı köpek" gibi sıfatlarla itibarsızlaştırmaya çalıştılar.

Sonunda hak yerini buluyor. Bugün fanatikler dışında herkes bunun bir operasyon olduğunu kabul ediyor. Allah büyük, bu operasyonun en büyük savunucuları bile artık bu davaya "şike davası" diye bakamıyor. Rasim Ozan sesini kesti. Şamil Tayyar kutlu ortağı cemaat ile kavga halinde. Mehmet Baransu hükümetin düzenlediği operasyonlara karşı hukuk devletinden filan bahsediyor, neredeyse her gün Fenerbahçe'ye "Ergenekoncu, şikeci" yaftasıyla yayın yapan Beyaz TV bile şikeden bahsedemiyor. Yani o zaman itibarsızlaştırılmaya çalışılan herkesin hak, adalet ve hukuk çizgisinde çok ciddi bir mücadele verdiği ortaya çıktı. Onların dedikleri o gün daha geniş bir alanda kabul görseydi, belki çok büyük hak kayıpları hiç yaşanmayacak, telafisi imkansız zararlar ortaya çıkmayacaktı.

Peki bütün bu deneyimleri kazanmış bir kulüp bugün bunlar hiç yokmuş gibi aynı yöntemlerle aynı şekilde davranabilir mi?

Yani biz yapınca iyi, bize yapılınca kötü mü diyeceğiz? Kendimizin savunduğu ilkeleri bize yararken ağzımızdan boca edip, öteki gördüklerimize fayda sağladığını anlayınca bir anda unutacak mıyız?

Bir kaç noktanın altını bir kez daha çizmek istiyorum, 3 Temmuz bize adaleti savunanların haklı ve güçlü olabileceğini gösterdi. Çok seslilik faydalıydı, birbirinden farklı inanışlar, inançlar ve değerlerle kulübü seven insanların, bizzatihi bu çeşitliliğin bir sigorta görevi üstlendiğini de gösterdi. Bu çeşitlilik kulübü sadece zenginleştirmedi, çok farklı kesimlerden insanların ortak bir adaletsizliğe karşı çıkarak bir eğriyi doğrultmasına, bir geminin kayalıklara vurmasına da engel oldu. Bu değerler öyle bir kenara bırakabileceğimiz değerler değil, çünkü bunlarla birlikte bizim ayakta durmamızı sağlayan her şeyi de bir kenara bırakıyoruz.

443 kişinin toptancı bir şekilde mağdur edilmesi bir haksızlıktır. Kimse bu kadar kaba saba ve keyfi hareket etme hakkına sahip değil. Eğer kuruyla yaşı ayırd edemiyorsan o işe hiç girişmeyeceksin. Kulüp yöntem olarak da hatalıdır. Önce "tespit" yaparsın, delil toplarsın sonra haklı nedene dayanarak bir işleme girişirsin. Suç sabit değilse, ceza verilir mi? Kulüp bu krizi yönetim açısından da hatalıdır. Yapılan basın açıklamasında taraftarları suç örgütü olarak tanımlamak, insanları hain ilan etmek hiç değilse kişilik haklarına saldırıdır. Zihniyet olarak ise korkulacak bir harekettir.

Ama bugün kulübün kaybettiği şey sadece bu olay değil. Bizi biz yapan değerlerle ilgili bir şey.

Fenerbahçe'de tapeler medyaya sızdırılıyor, insanların hakları sorgusuz sualsiz, yargısız infaz yöntemiyle gasp ediliyor, bu insanlar polisin kucağına bırakılıp adeta bir "çatışma" bekleniyor, yapılan açıklamalarda da bu haksızlıklara karşı çıkanlar "hain" ilan ediliyor.

Twitter'a bir bakın. İftiraların, suçlamaların, hain ilan etmelerin bini bir para. Örneğin taraftar kendi takımını protesto edebilir mi edemez mi? Bu bir hak mıdır değil midir? Bunu upuzun tartışabiliriz. Ama taraflardan biri diğerini hıyanetle suçluyorsa burada "tartışma ortamı" sona erer, bu bir cepheleştirme stratejisidir, savaşın dili başlar. İçinde bulunduğumuz vaka o kadar komik ki, artık sosyal medyadaki bir taraftar hesabını eleştirmek bile "ihanet" kategorisine girebilir. 12numaraorg'un Ahmet Çakar'a sorularını eleştirenler bir anda "hıyanet" suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor.

Peki böyle bir dilin maliyeti ne? Yani hepsini toplayalım şu argümana varalım, "Kulübün yöneticileri seçilmiştir, bu yöneticiler her tür eylem ve işlemde keyfi olarak bulunabilirler, kulübünü seven biri kulübün al-i menfaatleri bu işlemleri savunmak zorundadır, şayet bunu savunmuyorsa o zaman kulübü sevmiyor demektir ve kendisi bir haindir."

Bu zihniyetin bir "maliyeti" olmadığı mı varsayılıyor? İşte olduğu gözüküyor. Bu eylemler ister istemez tartışılıyor, bu zihniyetin hain ilan etme refleksi yüzünden bir tartışma bir çatışmaya, çatışma da ayrışmaya dönüşüyor. Kulüp bu eylemi yapıyor ama bu sefer hem itibar kaybına uğruyor, hem kulübün genel atmosferi bozuluyor hem de yöneticiler ne yapsalar savunabilecek geniş kitlelerin olduğunu görerek hakikaten de her şeyi yapmaya başlıyor.

Sürekli birilerinin hain ilan edildiği, bir zamanlar kulübe hizmet edenlerin arkasına teneke bağlanarak gönderildiği, insanların birbirine husumetle baktığı absürd bir atmosfer var. Bir yönetici bir süre kulüpten uzaklaşıyor, bir diğeri geliyor. Daha CEO'nun ayrılmasına neden olan süreç hakkında bile fikir sahibi değiliz. Bu işin kulübe yaradığı belliydi, faydalı bir müesseseydi, neden buna son verildi, şimdi ne olacak, bilmiyoruz.

Dağınık bir atmosfer var. Okul açık artık yok. Tribünler çok tatsız. Maç izleme keyfi alan herhalde pek az kişi var. Her gün yeni bir kriz, yeni bir sorun, bir düzensizlik. Sürekli tartışılacak yeni konular ortaya çıkıyor. Kulübün transfer politikasını tartışması gereken taraftar, sadece bir teknik direktörün neden gönderildiğini değil, gönderme biçimini de tartışmak zorunda kalıyor. Futbolcular taraftarlara bağırıyor, küsenler, barışanlar, birbirine husumetle bakan yöneticiler, ayrışan taraftar grupları derken cangılda yaşıyor gibiyiz.

Bunların bir tesadüf olduğunu kimse düşünmesin. Gerçeğe saygı ile ilgili şeyler bunlar.. Gerçek ve onun ima ettiği şeylere. Örneğin başkalarının hakları, icra makamının da bir sorumluluğu olduğuna. Akılcı yönetime, objektif değerlendirmelere, açık performans ölçütlerine, vefaya, eleştiri kültürüne dair bir şeyler.

Bir insanı ne yaparsa yapsın savunmak bir duruş değildir, hem o insana hem de hayata karşı yapılmış bir saygısızlıktır. Fikirleri, değerleri, ilkeleri değil bir kişiyi savunmak basbayağı kafasızlıktır. Eylemler yapanlar ile değer bulmaz. Örneğin bir insan diğerini öldürüyorsa "Mehmet abi öldürse de haklıdır, ceza almasın" demeyiz, eyleme bakar, suç ise elbette ceza almasını isteriz. Bir insan diğerine dayak atıyorsa dayak yiyenin kimliği önemli değildir, bu haksızlığın bizzat kendisine karşı çıkarız. Basit şeyler bunlar. Bu ülkede unutulan, aksinin daha mübarek olduğu sürekli söylenen ama hayat kurtaran şeyler. Çünkü iş eğer haksızlığa değil haksızlığı kimin yaptığına veya kimin maruz kaldığına kalırsa, hiç birimiz bu adaletsizlikten kendimizi kurtaramayız.

Açıkta olan bir şeyi yine aynı açıklıkla söyleyelim. Kulüp iyi yönetilmiyor. Esasında çok kötü yönetiliyor. Bu söylenmediği, bunun emareleri eleştirilmediği için de daha kötü yönetilmeye devam edecek. Her şeye rağmen şampiyon olabiliriz, her şeye rağmen kupaları kaldırabiliriz -neticede rakiplerimiz de bayağı kötü yönetiliyor- ama bu zaferlerin üstünü kapattığı sorunlar geleceği etkilemeye devam eder. Sadece bugünü kurtarmak için atılan adımlar, gelecekte büyük faturalar olarak karşımıza çıkabilir.

Bu yüzden 443 kişinin kombinesinin iptal edilmesi sadece bu kişilerin uğradığı bir haksızlık değil, daha büyük bir soruna işaret ediyor. Kötü gidiyoruz. İnandığımız şeyleri kaybediyoruz ve bugün yaptığımız tüm çifte standartlar yarın bize karşı kullanılabilir.

Yoksa bir an için bizim kendi evimizin dışında bir dünya olmadığını mı düşündünüz? O dünya kapıyı çalmak için tetikte bekliyor.

Devamı ...

18 Kasım 2014

Bari siz anlayın...


Bir arkadaş grubumuz var. Sabahtan akşama kadar her konuda konuştuğumuz, yazıştığımız, rakıya oturup mangal yaktığımız, beraber gülüp şarkılar söylediğimiz, birbirimizden güç, kuvvet, neşe aldığımız. Arkadaş genel olarak iyidir zaten ama bir de o arkadaşlar Fenerlilerse tadından yenmez. 3 Temmuz süresince onlarcasını eledikten sonra mikro bir grup olarak kaldık, tam tabiriyle de yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez oldu. Malum bizi bir araya getiren Fenerbahçe, hepimizin başka kötü alışkanlıkları var ama hepimizin ortak en kötü alışkanlığı Fener maçı izlemek, e madem dedik beraber olalım kardeşim, Bekir’e beraber sövelim, Kuyt’u beraber alkışlayalım, gol olunca yanımızda yumruk atacak bir omuz olsun.

Önce Okul açık kombinesi aldık, yalan yok tribün seviyoruz, yaşı başı alsak da o havayı tatmak, senkronize omuz omuza yapmak, meşale kokusu almak paha biçilebilecek bir şey değil. Geçen sene gelen tarihi şampiyonluk sonrası kupa gecesi yaşananlar, GFB’nin gereksiz kışkırtması ile Aziz Yıldırım’ın çileden çıkması ve gönülden sevdiğimiz kardeşlerimiz Vamos Bien ve CK’nın tribünleri terk etmek zorunda kalması falan derken Okul Açık devrini kapatalım dedik.

Ne yapalım edelim derken bari Maraton üste geçelim, orada da sevdiğimiz arkadaşlarımız var, hepberaber oluruz. Kulüp dedi ki alamazsınız, neden? Çünkü bu sene oraya kombine satmıyoruz, e diğer yerler hep dolu, herkes yenilemiş, ne yapacağız? Bi bekleyin dediler belki insafa geliriz. Son ana kadar bekledik, hatta bir ara yahu kombinesiz kalacağız diye düşünürken bize yardımcı olmaya çalışan Melih Eskinazi aradı, Adem Köz’den liste istemişler, kombine vereceklermiş sen isimleri tc no’ları yaz bana gönder, sevindik, topladık isimleri tc no’ları gönderdik. Adem Köz kefil oldu, referans verdi diyorlar ya, Adem Köz’le ne konuştuk, ne görüşütk, ne bizim için kefil olduğunu biliyorduk. (ki yokmuş zaten öyle bir şey) He Adem Köz’ü Fenerbahçe tribününe emek vermiş herkes tanır, bilir, sever, takdir eder. Ben de tanıyorum, yıllar önce deplasmana da gitmişliğimiz var ama benim oradan kombine alabilmem için ona yönlendiren direkt kulübün kendisi çıkıp neden ondan aldınız diyebiliyor.

Biz fotoğraflarımızı, nüfus cüzdanı fotokopilerini, Fenerbahçe kartlarımızı ve paramızı hazırlayıp kulübe gittik, işlemlerimizi yaptık kombinemizi aldık. Mutluyuz, hepberaberiz ve yine Fener maçı izleyeceğiz.

Lafı uzatmayalım, Rize maçı için her zamanki gibi önceden toplandık, Yoğurtçu’ya uğramadan stada girememek gibi bir de alışkanlığımız var, gittik oradaki arkadaşlarla da kadroları konuştuk, bende fazladan kombine var, çünkü hepberaber olacağız diye Ankara’dan arkadaşlar da yanımızdan kombine almış, daha hiç maça gelememişler, boşta bilet olmaz, sorduk soruşturduk birisini bulduk, Fener’li ama daha önce hiç stadda maç izlememiş, hemen atladı geldi, sevindim, ilk defa Fenerbahçe stadında maç izleyecek birisine aracılık ettiğim için. Hadi dedik gidelim artık.

İlk güvenlik noktasına geldiğimizde her zaman geçtiğimiz yerden bizi almadıklarını gördük, bir de polis ve güvenlik kalabalığı var, hayırdır niye ki? Neyse dedikleri yerden geçtik, üst kata çıktık, tam tribüne giriş gişesindeyiz, polis yığmışlar oraya, ulan Rize maçı bu kadar polis neden var acaba diye gişeye geldik, kart okumuyor, iptal edildi kombineniz? Sebep? Bilmiyoruz...

Yahu bir cevap verecek adam yok mu? Kargaşa, bağrışmalar, küfür edenler, hırsından ağlayanlar, polisle, güvenlikle tartışanlar, kalabalık arttıkça ortam iyice geriliyor sonra polis bizi ite kaka merdivenlerden aşağı atıyor. Bakın burası önemli, ciddi bir tuzak kurulmuş oraya, tam olarak ne düşünüldüğünü bilmiyorum ama bir beklenti var. Ortam gerilsin, taraftar polisle kavga etsin, olay çıksın, ya dayak yesinler ya da haklarında işem yapılsın. Polis sanırım beklemediği bir kitleyle karşılaştığı için çok sakindi. Hiç beklenmeyecek şekilde sakindi, çünkü 7 yaşında çocuğuyla gelen adam var, isyan ediyor yahu kardeşim Sarıyer’den geldim, oğlumla, kız arkadaşını alıp gelen var, İzmir’den geldim diyeni var, tiplere bakıyor yahu bu işte bir yanlışlık var diyor. Aksi durumu düşünmek istemiyorum. Duvarları yumruklaya yumruklaya indim aşağıya, çocuk gibi de sinirimden ağladım. Bir adam yanında karısı ve omzunda 3-4 yaşındaki çocuğu çıkıyor, sizi de mi almadılar diye soruyorum; Yok bizi aldılar ama size yapılanı gördük, biz de girmedik diyor. Daha da ağladım.

Sinirden ağladım falan diye ajitasyon yapacak değilim, kendimi anlatmayı da zul görüyorum ama hissettiklerimi size anlatabilmek ve yaşadığım duyguları size geçirebilmek için bunu yapmak zorundayım. Çünkü mesele öyle bir noktaya gitti ki babama bile derdimi anlatamıyorum. Kim bilir ne bok yediniz, siz orada grupçuluk, örgütçülük mü yapıyorsunuz, bir şey yapmadıysanız kombinenizi neden iptal etsinler diye her gün beni arıyor. O kadar kendini inandırmış ki; yahu baba ben Gençlerbilriği maçında Ankara’daydım, hani seninle rakı içmiştik, o maçta tribünde bile değildim, ben nasıl bir olaya karışabilirim dediğimde demek ki öncesinde var bir şeyler bile diyebiliyor.

1999 yılından beri Fener tribünündeyim, umre gezer gibi stadın her yerini gezdim, farklı farklı gruplarla maç izledim, çok deplasmana gittim ama Kadıköy’e de deplasmana gider gibi gittim. Ankara’da Fenerbaheçeli olmak zor, yaşamayan bilemez, çocukluğunda hayatın Fenerbahçe olmuş ama Fener Ankara’ya yılda bir defa gelecek, babanı razı edip o soğukta ayazda kuyruğa girip saatlerce bekleyeceksin, Fener tarafına yer hiç olmadığı için Ankaragücü tribününe gireceksin, aman gole sevinme bizi burda linç ederler diye diken üstünde maç izleyeceksin. Böyle bir çocukluktan gelip İstanbul’a yerleşince sağnak yağmur altında 2 bin kişiye oynanan Ziraat kupası ilk tur maçını bile kaçırmak ihanet gibi geliyor. Evimi bile stada 250 metre mesafede tuttum, balkondan gol sesi duyuluyor, olur ya hastalık sakatlık olur da maça gidemezsem bari atmosferin kokusunu balkondan alabileyim diye...

Sadece gönül bağım olan, her bir bireyini tek tek sevdiğim, Fenerbahçe’yi yaşayış biçimlerine hayran olduğum Vamos Bien dışında hiç bir tribün grubuyla ilgim alakam yok, ama diğerleri gibi topyekün karşı değilim, tribün seviyorum, grupların tribüne renk ve futbola ahenk kattığını düşünüyorum ama alakam yok. Gollere hep sevinirim, yanımdakini yumruklayarak, videoda gösterseler sevinenleri dövüyor diye 2.7 milyon insanı inandırabilirler, Gençlerbirliği maçında yoktum, kombinemi arkadaşımın karısına verdim, Beşiktaşlı kendisi, gollere sevinmemiş paso çekirdek yemiş, orada hatalıyım kabul, iki maça da Hakan Çoban’ı soktum, Ersun Yanal diye bağırıyorlar diyorlar ya hani adam tandığım 2-3 İsmail Kartal hayranından birisi, bildiğim kadarıyla grubumuzda rakı, bira ve viski dışında bir şey içen de yok, kongre üyesi var, Edip Akbayram’ın oğlu var (babası ver kombineni bugün ben maça gideyim dese onu da almayacaklar), beyaz yakalı plaza çalışanı var, bankacı var, öğretim görevlisi var, odtü’lü mühendis var ama GFB’li yok...

Nil çok güzel bir tweet atmış, Haksızlığa uğramış herkes için boğazını yırtar destek olursun, sana haksızlık uğradığında da kıyamet kopar sanırsın.

Evet bize haksızlık uğradı, hem de hiç ummadığımız, beklemediğimiz bir yerden. 10 gün geçti, ne arayan var ne soran, faks çektik cevap yok, aramızdan seçip birisini aramışlar ona da Adem Köz’ü tanıyor musunuz, ya kusura bakmayın ama siz olsanız ne yapardınız istihbarat aldık falan demişler.

3 Temmuz’u, yaptıklarımızı, desteğimizi falan anlatmayacağım, herkes oradan giriyor mevzuya, biz sonradan anlatmak için, konum sahibi olmak için ya da başkanın şahsı için destek vermedik, bunu diğer takım taraftarları anlayamaz ama siz bilin artık.

Fenerbahçe yönetimi galip gelemeyeceği ve maalesef her türlü haksızlığı, yalanı, algı yönetimi ile karalamayı ilke belirlediği bir kavgaya tutuştu. Kurunun yanında yaşı yakmadı çünkü tam olarak kuru nedir kimse tarif edemiyor, gole sevinmediler, lisanslı forma almadılar, Ersun Yanal diye bağırdılar demek sana destek olarak geri dönüyor olabilir ama yolun ne hukuki ne de ahlaki olarak doğruluğunu kanıtlamıyor.


Çok yazacak şey var, kafamda toparlayamadığım kadar çok şey, bugün 18 Kasım, olay üzerinden 10 gün geçti, öfkem, hayalkırıklığım, polisle kurulan tuzak, uğruna çok fazla şeyi göze alabileceğim Fenerbahçe izleme özgürlüğüm elimden alındı. Hayatını Fenerbahçe’ye göre yaşamayan birisinin bunu anlaması çok zor ama en azından siz anlayın be kardeşim, bari siz anlayın...
Devamı ...

17 Ağustos 2014

Reisçilik, Kabile Tamtamcılığı ve Şeyhin Poposu


AKP hegemonyasındaki yeni siyaset düzleminin memleket ahvalinde yarattığı en büyük travma, sağlıklı herhangi bir toplumun şeytan görmüş gibi kaçacağı bazı davranış kalıplarını ve zihni çıktıları normalleştirmesi, birer vaka-i adiyeye çevirmesi oldu. Örneğin farklı memleketlerde yakınını kaybetmiş bir madenciyi yerlerde sürükleyerek tekmeleyen bir Başbakanlık müşaviri, geçtim kendi istifasını, o Başbakan’ın da siyasi hayatını bitirirdi, burada bu şahsiyetin “Reis’ine ne kadar adanmış bir gönül” olduğunun göstergesi olmaktan öteye gidemedi. Bir Başbakan herhalde devlet şiddetiyle öldürülmüş çocukların annelerini miting meydanlarında yuhalatmazdı, bunu da yaşadık, toplum da buna büyük bir reaksiyon göstermedi. Bütün bunlar bu ülkede oldu, bayağı da normal karşılandı çünkü bu ülkede bunları yapan adamı kendi çevresinde de denetleyecek bir mekanizma yok. Hakim örgütlenme biçimi “Reisçilik” olunca da Reis etrafında örgütlenmiş, bu örgüt içerisinde olmak sebebiyle maddi – manevi belli çıkarlar ve statüler elde edenler de bu tip olayları normalleştirme işinin gönüllü bir elçisi olmak dışında ağızlarını açamıyorlar –açmıyorlar. Reis ne yapsa doğru, bunu eleştirenler de “düşman unsurlar”, “belli mihraklar”, “amaçları belli” olan bu yapılarla da Reis’e seven her kabile mensubunun her an mücadele etmesi gerekiyor.

Reisçi örgütlenme üç aşağı beş yukarı bir kabile örgütlenmesi. Diyelim Zulular. Bu Zulular, bir çok kabilenin kaynaklar için birbiriyle yarıştığı bir toprak parçası üzerinde varlığını sürdüren bir klan. Bu klanın bir lideri var. Bu lider bir şekilde o kabile içerisinde temerrüz etmiş. Mutlak otorite. Kabile üyelerinin kabile içerisindeki konumlarına, elde edecekleri zenginliklere ve kaynakların nasıl dağıtılacağına da kendisi karar veriyor. Kabile üyeleri, kabile mensubu olmak nedeniyle belli imkan ve ayrıcalıkların sahibi ve kabile hiyerarşisi içerisinde yükseldikçe de bu imkan ve ayrıcalıklar artıyor. Ne oluyor? Kabile üyeleri arasında rekabet, tek karar vericinin gözüne girme yarışına dönüyor. Kabile içerisinde yöneticiyi eleştirenler dışlanırken, sadece onun ihsanından mahrum kalmıyorlar, aynı zamanda aynı pozisyonlara yükselmek isteyen kabile üyeleri de birbirlerini “yeteri kadar kabileye ait olmamakla, Zulu Liderine itaat etmemekle” suçlayarak, kabile liderine şikayet ediyor, birbirlerinin üstüne bu yolla basa basa yükseliyorlar. Kabile liderini eleştirmek “bozgunculuğa”, “fitneciliğe” eşitlenirken, aynı zamanda bu şahıslar “dış mihraklar” için de çalıştığı söylenebilir. Neticede “Zulu liderini eleştirmek bozgunculuk yaratmak” demek ve “bozgunculuk” da Zululara yaramıyorsa Zuluların düşmanlarına yarıyor. Kaynaklar için kabileler arasında bir rekabet varsa, bir kabilenin kısa vadede bile olsa zararına olan şey diğerinin yararına olduğu için bütün eylem ve fiiller bu savaş algısı içerisinde yeniden konumlanıyor. Sonuç? Reis mutlak hakim, kabile üyelerinin tek görevi Reis’e itaat etmek ve tüm varlıkları ile kabile için çalışmak. Kabile için çalışmak ne demek? O saniye Reis neyi belirlediyse o. Başka bir şey değil. O saniye bir önceki saniye ile de çelişebilir, o zaman da kabile üyesinin görevi kendisini bu yeni duruma ayarlayarak o saniyenin gerektirdiği şeyi söylemek.

İnsanlar hayret ediyor, AKP medyasında çalışan bir çok yazar, bir çok düşünür, bir çok insan nasıl böyle her şeyi körü körüne savunabiliyor? Dün “sivil bir hareket” dedikleri “cemaat mensuplarının devlete yerleşmesine karşı olanlar esasında halkın çocuklarının devlette görev almasına karşı çıkan darbeciler” diye büyük laflar ettikleri bir hareketi bir günde “haşhaşi”, “kanser hücresi” veya “ur” diye tanımlayabiliyor? İşte kabilecilikten. Reis’in yeni bir düşmanı var. Kabilemiz tehdit altında. Kabileye bir şey olursa bu insanlar da üç aşağı beş yukarı bu işten bir zarar göreceklerini, mevcut konum ve ayrıcalıklarını sürdüremeyeceklerini hesap ediyorlar. Doğru – yanlışın ötesinde bu kabileci duygularla, analarını, babalarını savunur gibi bu yeni düzlemde ne söylenmesi gerekiyorsa onu söyleyip, neyin savunulması icap ediyorsa onu savunuyorlar.

Bu örgütlenme biçiminin politikada belli avantajlara sahip olduğu da muhakkak. Kabileci anlayış kimlik sebebiyle aynı “kabileden” olduğunu öngördüğü insanları bu yapının içine davet ediyor. Yeteri kadar iyi reisçi olursanız yükselebilirsiniz, belli ayrıcalıklara siz de kavuşabilirsiniz, eğer böyle değilseniz o zaman düşmansınız, hiçbir hakkınız, hukukunuz yok, başınıza geleceklere katlanın. Bu çağrıda bulundukları nüfus da –sadece zihnen buna çok uygun olduğu için değil- bu çağrının sonundaki vaatlere gönülden katılıyor, kalabalık olmanın verdiği nicelik sayısıyla elde edilmiş hakimiyetin de tadını şu veya bu düzlemde çıkartıyor.

Böyle bir siyasal alandan veya zihniyetten elbette “medeni” bir zihniyet diye bahsedemez. Medeniyet, aydınlanmanın başından beri, hakikat ile ilgili bir fonksiyonu da temsil eder. İnsanların organizasyon ve yaşamlarını hakikate uygun bir şekilde yeniden örgütlemesi amacına sahiptir. İşte derler ki akıl ve mantıkla hakikate erişebiliriz, hakikati bulursak da bunu uygulayabiliriz, yani teknik geliştiririz. Bu teknik de bizim hepimizin hayatını kolaylaştırır. Ne oldu? Bu yöntemle Ay'a insan gönderdik. Ortalama insan ömrü iki kat arttı. Çiçek bir bela veya tanrının gazabıydı, aşı bulduk bu hastalığı yeryüzünden sidlik. Hakikat, yani diğerlerine göre daha iyi ispatlanmış hipotezlerden oluşan temel kaidelere biat etmenin, buna göre örgütlenmenin alternatiflerine göre toplumun tamamı için daha fazla fayda ürettiğini keşfettik. Mutlak monarşiler de vardı, kabile şeklinde örgütlenmeler de vardı, kan esaslı ayrıma dayanan, ayrıcalıkların hakim olduğu toplumsal sistemler de vardı. Farkettik ki, bu sistemlere nazaran, insan eşitliğine dayanan, insan haklarını korumaya adanmış ve kurallarını dogmaların değil de bilimsel hipotezlerin, akıl ve mantığın koyduğu sistemler çok daha etkin. Bu “gerçeğe” karşı mücadele edebiliriz, edenlerin de nasıl ülkelerde hangi şartlarda yaşadığını görüyoruz.

Burada ise kısa vadeli başarıların ve bütün ideolojik aygıtların bombardımanı altında Reisçilik matah bir örgütlenme biçimi gibi hakim konuma geçti. Fenerbahçe’de de öyle. Aziz Yıldırım “Reis”. Eleştirilemez, eleştirilmesi teklif dahi edilemez. Ölümsüz düşmanlarımız var, Aziz Yıldırım bir kere “Reis” olduğu için Kabile için neyin daha iyi olduğunu herkesden iyi biliyor. Bizim görevimiz, Fenerbahçe’nin çıkarlarını korumak. Fenerbahçe’nin çıkarları Aziz Yıldırım tarafından o saniye belirlenen neyse o. O halde de görevimiz o an yapılan her neyse onu gözü kapalı savunmak ve liderimizi eleştirerek yıpratmamak. Biat edeceğiz, öveceğiz, övüp savundukça ne kadar iyi Fenerbahçeli olduğumuzu cemil cümle ahvale göstereceğiz, bu sayede de “sevileceğiz”, “takdir edileceğiz” veya “doğru olacağız.”

Kazın ayağı öyle değil elbette. Fenerbahçe taraftarı ile Fenerbahçe Basın Sözcüsü arasındaki fark, Fenerbahçe taraftarının “sivil”, basın sözcüsünün ise “idari” bir hüviyete sahip olmasıdır. Fenerbahçe basın sözcüsü bağlı bulunduğu idarenin kısa vadeli çıkarları için her şeyi söyleyebilir ancak taraftar idari bir görev üstlenmiş gibi propaganda makinesinin bir dişlisi olamaz. Taraftar fikrini söyler. İlla Fenerbahçe’nin ali çıkarlarını koruma görevi olmadığı gibi, “Fenerbahçe’nin çıkarlarına” olanın ne olduğu tanımı da farklı olabilir. Normal bir düzlemde bu fikir farklılıkları tartışılır, açık bir toplumun eleğinden geçer, neticede bir kanaat oluşur, bundan da herkes yararlanır. Eğer iş terse dönerse, taraftar birer idari görevli veya kabile üyesi gibi habire Reis’in söylediklerini tekrarlayan ve her ne yaptıysa onun ne kadar iyi yaptığını söyleyen bir güruh haline gelirse de –hayat bize gösteriyor ki- ilgili yapı bundan orta vadede zarar görür.

Örnek? Muzlu basın toplantısı. Dünya tarihinde yapılmış en saçma, en düşüncesiz ve en zararlı toplantıydı. Düşünün Barcelona – Real Madrid maçında birkaç tane Barcelona taraftarı sahaya muz atacak, rakip oyuncuya muz sallayacak, Barcelona yöneticileri de o taraftarlarla birlikte basın toplantısı yapacak. Efendim taraftar hastaymış da, potasyum ihtiyacı varmış da, potasyum bakımından zengin olan muz yemek suretiyle bu ihtiyacını gideriyormuş. Çocuklar inanmaz diyorsunuz, bu kulüp bunu yaptı, birileri de savundu. Bunun eleştirilmesine de inanılmaz bir öfke kustu. Neden? Kabilecilik. Bunun kulübe bir hayrı oldu mu? Hayır olmadı. Fenerbahçe dünyanın en saçma basın toplantısını yapan kulüp olmanın bedelini ödedi. Bu taraftarı telin edip, onlar adına özür dileyip, Fenerbahçe’nin asla ırkçılıkla yanyana adının anılamayacağını söylemek onuru yerine, böyle bir basın toplantısı düzenlemenin utancı üstümüzde kaldı.

Örnek? Şampiyonluk kutlaması. GFB’nin yaptığı tezahürat ve bunu uzatması diyelim en hafif tabiriyle bir tahrik etme isteğini açığa koyuyor. GFB şu veya bu sebeple yönetime öfkeli, bu öfke sağlıklı bir psikoloji ile bu grubun karar almasını engelliyor. Böyle olaylar oluyor. Ancak bundan daha beteri Fenerbahçe Başkanı’nın sinir sistemine hakim olamayıp canlı yayında, milyonlarca insanın en özel gününde “paralı köpekler” diye bağırdığını görmek oldu. 3 Temmuz’dan beri yaşanan bir çok acının paylaşılacağı, bu yönde bir hesaplaşmanın yaşanacağı gün bir anda iç kriz haline dönüştürüldü. Efendim “söylediklerinde haksız mı?” Haklı haksız, bu iki görüşe de sahip bir çok insan bulunabilir, ancak Başkanların görevi içlerinden geçen her şeyi yer / zaman dinlemeden pat diye söylemek de değildir. Çocukluktan beri bu yönde bir eğitimden geçtik. Böyle bir yetenekten mahrum kalmak normalde sosyal bir toplum içerisinde insanlarla birlikte yaşama yeteneğimize zarar verir. Fenerbahçe yöneticileri öfkelerini kontrol ederler, durumları kontrol ederler, olaylarla sürüklenmezler yönetirler. Kurumsal akıl bunun için var. Şampiyonluk kutlamasını neticede “paralı köpekler” haykırışı ve sahaya giren bir Sivas Kangal’ın şampiyonluk kutlamasında stadımıza işemesi görüntüsü ile hatırlıyorsak herhalde bu “iyi olmuş” diyeceğimiz bir şey değildir. Kötü olmuştur, kötü olmasının da sebebi var. “Ben sinirimi tutamıyorum” bir yöneticinin yapacağı açıklama değildir, en iyi haliyle de bir rahatsızlığa işaret eder.

Bu rahatsızlığın farklı şekillerde kulüp içerisinde de yaşandığını biliyoruz. Kulüp yöneticileri bu üslup sebebiyle küsüyor, kulüpten uzaklaşıyor, bağını kopartıyor, tartışıyor, küsüyor. Bunların bir kısmı “kol kırılır yen içinde kalır” mantığı ile topluma aksetmiyor, bir kısmı aksediyor. Bu nöbetleri sempatik hale getirmek de kulübe yaramıyor, neticede kemikleşmiş ve istikrar kazanmış bu davranış kalıpları kulübe zarar veriyor.

Ersun Yanal ile Fenerbahçe her zaman yollarını ayırabilir. Bunun onlarca iyi sebebi de olabilir. Örneğin bir kulüp teknik direktörünü objektif performans ve başarı kıstaslarıyla denetler. Bu şartlar sağlanmıyorsa herhangi bir kulübün herhangi bir teknik direktörle çalışma zorunluluğu yoktur. Neticede teknik direktörler profesyonel bir iş yapıyor, karşılığında para alıyor, eğer bu paranın karşılığında kendisinden beklenilen hedeflere ulaşamazsa da iş akti sona erdirilebilir. Hatta bir insan başarılı olsa bile çevreyle ilişkileri nedeniyle de bir kurum kendisiyle çalışmak istemeyebilir. Bunlar hayatın içerisinde var. Ama bir kulüp hocasıyla iş akdini sonlandırırken, kendi itibarını korumak, onun da itibarına saygı göstermek zorundadır. Siz elbette “orospulara göre antreman takvimi yapıyordu” diyebilirsiniz, buna inananacak birilerini de bulabilirsiniz ama bu dünyada duyulduğu zaman saygın her teknik direktör sizinle çalışmaktan korkar. Korkar çünkü bu insanlar kulüple ayrılsalar bile bir başka kulüple çalışmak isterler. Onların işi bu. Eğer kulüple iş akdi sonlanınca itibarının telin edebileceğini düşünürse, geleceği düşünen hiçbir teknik direktör kolay kolay o sözleşmeye imza atma cesaretini bulamaz. Dahası, siz eğer “Bu kulübü Zico mu şampiyon yaptı, Aykut Kocaman mı yaptı, Ersun Yanal mı yaptı” derseniz, o zaman konuyu artık bambaşka bir yere taşımışsınız demektir. Evet kulüpleri tek başına teknik direktörler şampiyon yapmaz, ama büyük bir payları olduğunu da cemil cümle alem biliyor. Alex Ferguson diye bir şey var. Mourinho diye bir şey var. Real Madrid, Chelsea külliyen manyaklar tarafından mı yönetiliyor da bu teknik direktörlere milyonlarca dolar para verip kulüplerini çalıştırmak için onlarla anlaşıyorlar? Bayern Münih kafayı mı yedi Guardiola ile çalışıyor, Manchester United deli mi Van Gaal’ın önüne deve yüküyle para döküyor? Günlük hayatımız bize teknik direktörlerin kulüpler için çok önemli olduğunu gösteriyor. Betondan da futboldan da anlayan başkanlar paraları tıkır tıkır futbolculara zamanında ödese ve iyi bir oyuncu grubu olsa bile bütün kulüpler şampiyon olamıyor. İşte neticede İspanya’da çok iyi bir oyuncu kadrosuna sahip Barcelona veya Real Madrid değil, Atletico Madrid Şampiyon oldu. İş o kadar kolay olaydı, Barcelona da herhangi bir ismi başa getirir, futbolcuların parasını tıkır tıkır öder her yıl şampiyon olurdu. Gerçek bu değil. Gerçek bu olmayınca da, sizin teknik direktör konumunu değersizleştirmeniz değerli teknik direktörlerle çalışmanız önünde engel oluyor. Hangi üst düzey teknik direktör neticede bu kadar saygısızca bir muamele göreceği kulüpte çalışır? Geçmişte sizinle çalışan hangi teknik direktör şu lafınız üstüne size referans olur? İkincisi, şunu da sorarlar “madem teknik direktörlerin başarıya etkisi senin için bu kadar minimal, o zaman neden milyonlarca dolar verip kulübe teknik direktörler aldın? Yazık değil mi bu paraya?” Haklı bir soru. Haklı bir soru daha var, madem teknik direktörlerin etkisi bu kadar zayıf o zaman şampiyon yapamadın diye bu teknik direktörleri neden gönderiyorsun? Çünkü o zaman sorun ya futbolcularda, ya da tıkır tıkır para ödemeyen sen de, bunun hesabını neden vermiyorsun? Öyle bir cümle ki her tarafı bela. Burada neredeyse dünya güneşin etrafında döner cümlesi kadar normal karşılanıyor.

Bu somut olaylar bize bir zihniyet ortaya koyuyor. Bir üsluptan öte bir bakış açısı. 3 Temmuz’dan önce de Aziz Yıldırım üç aşağı beş yukarı böyle bir insandı. 3 Temmuz’dan sonra, o zamanki hareketleri sebebiyle de, değişebileceği, farklı biri olabileceğini ummuştuk. Nazım Hikmet şiirleri paylaşan, mahkemede Çayan Birben’i, Cihan Kırmızıgül’ü anan, Babalar gününü Metris’te taraftarla kutlayan bir insandan başka şeyler bekliyorsunuz. Öyle olmadığı da görülüyor. Aziz Yıldırım aynı üslup ve tarzla yönetmeye devam ediyor. Yaptığı çok iyi şeyler de var muhakkak, işte tesis, stat, kulübün bir seviye atladığına kimse itiraz edemez, ama yaptığı kötü şeyler de var bu kötü şeylerin bedellerini de yine Fenerbahçe ödüyor.

Bizler de kabile üyesi değiliz. Kabilenin tamtamcısı da değiliz. Kötü olduğuna inandığımız bir şeyi “iyi” diyerek pazarlamak, hafzalamızın almayacağı şeyleri savunmak vebali altına girmek insan onuruna aykırı. Diyorlar ki efendim “o zaman savunuyordun şimdi niye karşısın?” Yahu o zaman doğru bir şey yapıyordu, bir haksızlık vardı, haksızlığa karşı hakkı savunuyordum, şimdi de haksızlık var, haksızlığı olduğu gibi söylüyorum. Bu eleştirinin etkilediği somut bireyin ismi değişebilir ama ilkesi değişmiyor. Bu kabileci bakış açısı topluma o kadar sirayet etti ki, esas değerli olanın körü körüne bir insanı savunmak değil, haklı – haksız doğru olduğuna inandığın şeyi söylemek, bunu iyi gerekçelendirmek ve daha iyi gerekçelere sahip bir iddia varsa da fikrini değiştirmek olduğu görülemiyor. Biliyorum şu yazıyı okuyan herkesin bir 3 Temmuz deneyimi var. Bir hakkı söylediği için “Azizci” olmakla hatta “Aziz Yıldırım’dan menfaat temin etmekle” bile eleştirildiler. Doğru bir şey söylediler. Adil yargılanma dediler, masumiyet karinesi dediler, hukukun temel ilkelerine referans verdiler, karşılarına gelen cevap “para / menfaat karşılığı fikir söylemek”ten başladı darbeciliğe, vesayetçiliğe kadar uzandı. O zaman da hepimiz bu cevaplara karşı çıktık. Söylediğimiz doğru dedik. Delillerini gösterdik. Karşıdakilerin sadece aidiyetleri (Galatasaraylı olmak, Trabzonlu olmak, AKP’li olmak, Cemaatçi olmak vs.) sebebiyle doğruyu görmezlikten geldiğini, bir zulme sessiz kaldığını hatta destek olduğunu ifade ettik. Haklıydık. Şimdi Aziz Yıldırım’ı eleştirince neden “birilerinin adamı”, neden “düşman”, neden "maksadı belli" olalım? Bu sakat mantığı birinci elden yaşamış insanların bunun aynısını yapması bu deneyimden esas dersin çıkartılamadığını gösteriyor. Aidiyetlerimiz sebebiyle doğru olanı söylemekten imtina edersek, bu hem hakikate karşı bir suçtur, hem de bunun bedelini o haksızlığa maruz kalan mazlumlar öder.

Elbette bu toplumda ortak bir deneyime sahibiz. Aidiyetleri sebebiyle veya menfaat karşılığı fikir ifade eden insanları da görüyoruz. Yiğit Bulut diye bir gerçek var. Ancak bütün insanların Yiğit Bulut gibi davrandığına inanmak ve buna göre hareket etmek Yiğit Bulutluğu da normalleştiriyor. İnsanlara yönelik tek beklenti Yiğit Bulut gibi davranmaları olunca da bu beklenti kendi kendisini üretiyor, insanlar da hakikaten öyle davranıyor. Bu mantık yanılsamasına teslim olmamak lazım. Bir fikir, kime yaradığı, kime yaramadığı üzerinden ölçülmez. Fikirlere böyle kabileci, aşiretçi yaklaşılmaz. Fikirler kendi içlerinde doğru veya yanlış olup olmadıklarına göre değerlendirilir. Yiğit Bulut’u “kötü” yapan şey sadece menfaati sebebiyle fikir açıklaması değildir, açıkladığı fikirlerin de basbayağı yanlış olmasıdır. Voltaire’i veya Kant’ı değerli yapan şey de fikirlerini menfaat gözetmeksizin açıklamaları değildi, bundan bir menfaat de elde ettiler, onları kıymetli yapan şey doğru bir şeyi söyleme cesaretini göstermiş olmalarıydı. Bu cesaretten insanlık yararlandı, bugün bir çok kazanımlarımızı bunun gibi milyonlarca insana borçluyuz.

Bu barbarlığın tuzağına düşmeyelim. Reisçilik bir ideoloji değildir. Örgütlü bir kötülük biçimidir. Gayri medenidir. Bunun hakim olduğu her yapı bunun bedellerini öder. Türkiye ödüyor. Fenerbahçe’nin de ödemesi için bir sebep yok. Şeyhler gerçekten uçmuyor, müritler uçuruyor ve müritler şeyhleri uçurdukça paylarına düşen tek manzara şeyhlerinin poposu oluyor. Hep birlikte gökyüzünü de görebiliriz. Uçamayanı uçurmak, uçmayana uçtu demekle enerjimizi kaybetmek yerine bu zenginlikten faydalanabiliriz. Ya da illa uçuyor diye bağıra bağıra gördüğümüz popo manzarasının altında payımıza düşeni yaşarız, bunu tercih etmeyenlerin başarılarını görür, bu kulüp neden Bayern Münih olamıyor diye hayıflanır, bu küçücük ligde, küçücük hedeflerle kendimizi avuta avuta yaşar gideriz. Ne yazık ki dünya bundan daha bonkör davranmıyor.
Devamı ...

4 Temmuz 2014

Liseli Basketbolu


Bilindiği gibi Fenerbahçe Ülker’in şampiyonluğu ile sonuçlanan Beko Basketbol Ligi 2013-14 sezonu, son derece gerilimli ve sıkıntılı bir final serisine sahne oldu.

Fenerbahçe Ülker’in sahasında oynanması gereken serinin 7. ve son maçına çıkmayan Galatasaray Liv Hospital takımının bu kararı çok tartışıldı ve halen de tartışılmaya devam ediyor.

Kimi Galatasaraylılar’a göre bu karar “tarihi bir utanç” ve terinin son damlasına kadar savaşan Galatasaray Liv Hospital oyuncularının emeklerine yapılmış büyük bir saygısızlık.

Fakat özellikle Galatasaray Yönetimine yakın olan bazı basketbol siteleri ve sosyal medya hesapları, tüm bu süreçte yaşanan sıkıntıları tek taraflı ve manupülatif bir şekilde aktararak Fenerbahçe Spor Kulübü’ne yönelik saldırılarına bir yenisini eklemekteler.


Bu saldırılarda Türk Basketbolu’nun karanlık yüzü olmakla itham edilen Fenerbahçe Spor Kulübü, gerçekte ülke sporunun lokomotifi konumunda. 9 ayrı branşta binlerce lisanslı sporcuyu bünyesinde barındıran, milli takımlara en fazla sporcuyu gönderen, ana branşları olan Futbol, Voleybol ve Basketbolda kadın ve erkek kategorilerinde sürekli finaller oynayan ve şampiyon olan özellikle salon sporlarına yaptığı yatırımlar neticesinde her sene Avrupa’da kupa ya da kupalar kazanan, 2013-14 sezonunu da iki Avrupa Şampiyonluğu iki de Avrupa ikinciliği ile kapamış, milyonlarca taraftara sahip dev bir marka.

Fenerbahçe Spor Kulübü ile ülkenin en önemli gıda markalarından olan Ülker Grubu’nun güç birliğinden doğan Fenerbahçe Ülker Organizasyonu Beko Basketbol Ligi’nin son 8 senesinde 6 kez final oynayıp, bu finallerin 5’ini şampiyonlukla noktaladı. Tüm yaş gruplarındaki milli takımlara Anadolu Efes ile birlikte en çok oyuncuyu veren kulüp konumunda. Yine Anadolu Efes ile birlikte ülkenin Euroleague A lisansına sahip iki takımından biri. Maçlarını NBA standartlarına sahip, Türkiye’nin “en modern ve güvenlikli” salonu olan Fenerbahçe Ülker Arena’da oynuyor.

Bu yazıda; final serisinin son maçına “can güvenliği endişesi” ile çıkmayan Galatasaray Liv Hospital taraftarlarının karıştığı tribün olaylarına, Fenerbahçe’yi basketbolun karanlık yüzü ilan edenlerin yaptığı usulsüzlüklere, Galatasaray tarafından basın aracılığıyla yürütülen algı operasyonlarının örneklerine yer vereceğiz… Tartışmalı final serisinde yaşandığı iddia edilenlerle, gerçekten olanlar arasındaki farkı ortaya koyacağız.

Ama öncelikle şunlar bilinmeli :

● Galatasaray Odeabank 2013-14 sezonunu Türkiye Kadınlar Basketbol Ligini, Fenerbahçe’yi 3-2 ile geçerek şampiyon tamamladı. Bu şampiyonlukla rakibinin 8 senedir devam eden şampiyonluk serisini de bozmuş oldu. Galatasaray Odebank’ın şampiyonluğunda aynı federasyon kurulları ve aynı hakemler görevdeydiler.

● Galatasaray Basketbol Şubesi 2012-13 sezonunda Beko Basketbol Ligi’ni şampiyonlukla tamamlarken aynı federasyon kurulları ve hakemler görevdeydi.

● Galatasaray Basketbol Şübesi’nin şikayetçi olduğu hakem(ler), normal sezonda ve final öncesi play-off serilerinde de Galatasaray’ın maçlarını yönettiler ve bu süreçte Galatasaray yönetiminin herhangi bir itirazı olmamıştı.

Galatasaray Taraftarının ve Basketbol Şubesi’nin yakın geçmişi :

2009 :

5 Maç cezası bulunan Galatasaray oyuncusu Cemal Nalga, Galatasaray şube yöneticileri tarafından sezon öncesi hazırılık maçlarında bir başka Galatasaray oyuncusu Tufan Ersöz forması ile maçlara çıkartıldı. Aynı kişiler kurullara yalan beyanda bulunularak Cemal Nalga’nın cezasının tamamlandığı iddia ettiler. (http://www.ntvmsnbc.com/id/25022676)

Bu usulsüzlük tespit edildikten sonra Galatasaray yönetcileri ve basketbol takımı ağır cezalara çaptırılırdılar. (http://www.ajansspor.com/basketbol/tbl/h/20091122/iste_nalga_skandali_cezalari.html )

2009 :

Galatasaray’ın sahasında oynanan Galatasaray Cafe Crown - Fenerbahçe Ülker maçında maç boyu süren yoğun hakaretler ve küfürlerin sahaya müdehaleye kadar varması ve sahaya atılan yabancı maddeler neticesinde hakemler maça ara verdiler. Soyunma odasına kaçmaya çalışan Fenerbahçeli oyuncular fiziki saldırıya uğradı. Ancak “Saha içerisindeki koltukların” boşaltılmasından sonra maça devam edilebildi… (http://www.fenerbahce.org/detay.asp?ContentID=17659 )

2010 :

Fenerbahçe ile Galatasaray 2009-2010 sezonunda da final serisinde karşı karşıya geldiler… Seride 3-2 önce olan Fenerbahçe, Galatasaray’ın sahasındaki son maçı kazanıp şampiyon olunca olaylar çıktı… Galatasaraylı taraftarlar uzun süre kupa töreninin yapılmaması için mücadele ettiler. Bugünlerde Fenerbahçe’nin sahasında can güvenliği olmadığını iddia eden Galatasaray başkanı Ünal Aysal taraftarlarını sakinleştirmeye çalışsa da başarılı olamadı ve Fenerbahçe Ülker tribünlerin boşaltılmasının ardından sahaya geri gelip kupasını alabildi.
http://www.hurriyet.com.tr/spor/basketbol/18056372.asp

2011 :

Fenerbahçe Kadın Basketbol takımı oyuncusu Diana Taurasi doping yapmakla suçlandı. Türkiye’deki doping kontrol sonuçları pozitif çıkan Taurasi doping suçlamalarını kabul etmedi. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün de desteğini alarak hukuk mücadelesi başlattı ve numunelerinin Almanya’da incelenmesini istedi. Fenerbahçe Spor Kulübü, medyadaki Galatasaraylı spor yazarları tarafından ülkenin itibarınına zarar vermekle suçlandı… Kimi köşe yazarları Taurasi’nin özel hayatını gündeme getirerek itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Galatasaray taraftar forumları ve basketbol siteleri Taurasi’nin ceza alması için kampanya başlattı… Hukuk mücadelesi sonucunda doping tespit edildiği iddia edilen numuneler yeniden incelendi ve Diana Taurasi aklandı… Hacettepe Doping Merkezi hata yaptığını kabul etti. Diana Taurasi bu mücadelede yanında olan Fenerbahçe Kulübüne teşekkür etti.
http://spor.milliyet.com.tr/iste-taurasi-gercegi/spor/spordetay/17.02.2011/1353346/default.htm

Bir sene sonra, Diana Taurasi ceza alması için taraftarının kampanya başlattığı Galatasaray’a transfer olacak ve Galatasaray taraftarları “Dünya’nın en iyisini transfer ettik” diye sevinecekti.

2012 :

Galatasaray Şube yöneticileri yine bir usulsüzlüğe ve akabinde karalama kampanyasına imza attılar. Galatasaray, milli basketbolcusu İlkan Karaman’ı Karşıyaka Spor Kulübü’ne kiralamak istedi. Ancak “bir kulüp, bir sezonda ikiden fazla oyuncu kiralayamaz” kuralına istinaden, kiralama limitini aştıkları için oyuncuyla özel sözleşme yaparak haklarını Karşıyaka Spor Kulübü’ne devretti… Bu sözleşme var olan bir kuralı delmek için yapılmıştı ve bu yüzden Türkiye Basketbol Federasyonu’na bildir(e)mediği için oyuncusu serbest kaldı. Kulübünün kendisine gelecek ile ilgili bir plan sunmadığını söyleyen İlkan Karaman, Fenerbahçe Ülker’e transfer oldu… http://www.hurriyet.com.tr/spor/basketbol/21253527.asp

Çok sinirlenen Galatasaray Şube Yöneticileri ve koçu Ergin Ataman milli takımda bulunan İlkan Kahraman’ı milli takımdaki diğer Galatasaraylı oyuncuları ayartmakla suçladı. Milli takım yetkilerini de suça ortak olmakla itham etti… Milli takım koçu Bogdan Tanjevic’in Galatasaraylı oyunculara kasıtlı olarak süre vermediğini iddia etti. Bu suçlamalar Federasyon tarafından kınandı, söz konusu kampta yer alan Galatasaraylı oyuncular çıkan haberleri yalanladı. http://www.basketdergisi.com/ozel-erdenay-milli-takimi-karaliyorlar.html

2012 :

Türkiye Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Ligi'nin 2. haftasında Galatasaray ile Beşiktaş arasında Galatasaray’ın sahasında oynanan karşılaşma tribün olayları nedeniyle durdu. Polis olaylara biber gazı ile müdahale etti. Sonrasında salon boşaltıldı... Hakemler, federasyon görevlileri ile görüştü ve maçı tatil etti.. http://www.hurriyet.com.tr/spor/basketbol/22114374.asp

2013 :

Galatasaray’ın sahasında oynanan Pınar Karşıyaka Maçından önce olaylar çıktı. Galatasaraylı taraftarlar Karşıyaka Tribünündeki kadın ve çocuk taraftarların olduğu bölüme saldırdılar. Bir çok taraftar yaralandı. Koç Ergin Araman taraftarlarını sakinleştirmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve takımını soyunma odasına gönderdi.
http://www.fanatik.com.tr/2013/03/31/abdi-ipekcide-savas-304954
http://www.youtube.com/watch?v=g_BowthGW2M

2013 :

Galatsaray Kadın Basketbol takımı oyuncusu WNBA’in en değerli oyun kurucularından biri olan Lindsay Whalen alacaklarını tahsil edemediği için Galatasaray’ı mahkemeye verdi ve sözleşmesini feshetti. Bunun üzerine Galatasaraylı idareciler tarafından cinsel tercihi eleştirildi ve bu sebeple takımdan ayrıldığı iddia edildi. http://www.ahaber.com.tr/Spor/2013/02/13/galatasarayli-oyuncuya-escinsel-suclamasi

2014 :

Galatasaray taraftarları, bu sezon oynanan Euroleague Top 16 turu Lokomotiv Kuban maçında, NtvSpor spikeri İsmail Şenol’a maç boyunca küfürlü tezahüratta bulundu… Yaşanan olayların ardından koç Ergin Ataman kendi taraftarını eleştirdi ve taraftarı bu agresif davranışlarına devam ederlerse istifa etmekle tehdit etti. http://www.hurriyet.com.tr/spor/basketbol/25585973.asp

Galatasaray yönetimi de, taraftarını “şubeyi kapatmak” ile tehdit eden bir açıklama yayınladı fakat Galatasaray’ın etkili tribün gruplarından Ultraslan’ın baskısıyla yazısını geri çekti…

2014 :

Galatasaray Odeabank ile Fenerbahçe arasında oynanan Kadınlar Basketbol Ligi final serisinin son maçı daha önce görülmemiş çirkinlikte davranışlara ve olaylara sahne oldu.

Fenerbahçe’nin 2-0’dan 2-2’ye getirdiği serinin son maçı Galatasaray Odeabank’ın sahasında oynandı… Galatasaraylı yöneticiler, ezeli rekabete yakışmayacak biçimde deplasmana gelen Fenerbahçeli idarecilere protokol trübününden yer veremeyeceklerini söyleyerek misafirlerini fanatik taraftarlarının arasına oturttu. Maç boyu ağır hakaret ve küfülere maruz kalan Fenerbahçeli idarecilere devre arasında fiili saldırıda da bulunuldu. Fenerbahçe asbaşkanı Mahmut Uslu, Galatasaraylı taraftarlar tarafından saldırıya uğradı.

Maçın gözlemci raposu şu şekildeydi :

05.05.2014 tarihinde İstanbul’da oynanan GALATASARAY ODEA BANK –
FENERBAHÇE TKBL PLAY OFF müsabakası öncesinde ve müsabaka sırasında Galatasaray
Odea Bank taraftarlarının rakip takım ve rakip takım yöneticileri aleyhinde küfürlü
tezahüratlarda bulunmaları, patlayıcı madde patlatmaları, müsabakanın devre arasında bir
taraftarın rakip takım yöneticisine müdahalede bulunması, müsabaka sırasında Galatasaray
Odea Bank takımı tarafından görevlendirilen anons yetkilisinin anons sistemini taraftarları
coşturmak için kullanması, müsabaka sonrasında yapılan ödül töreni esnasında Galatasaray
Odea Bank taraftarlarının sahaya girmeleri ve ayrıca müsabakayı izlemeye gelen rakip takım
yöneticilerine protokol tribününde yer ayrılmaması nedenleriyle, ilgili dosya Kurulumuza
sevk edilmiştir.

http://www.tbf.org.tr/docs/default-source/Disiplin-kurulu/karar-377-galatasaray-odea-bank-fenerbah%C3%A7e-tkbl-play-off-m%C3%BCsabakas%C4%B1-hakk%C4%B1nda.pdf?sfvrsn=2

2013 - 2014 Final Serisi

Serinin Ülker Arena’da oynanan ilk 2 maçı olaysız geçti. Galatasaray Liv Hospital idarecileri Fenerbahçe Ülker Arena’daki özel localarda ağırlandılar. Fenerbahçe Ülker sahasında oynadığı iki maçıda kazanarak final serisinde 2-0 öne geçti.

Serinin 2. maçının ardından Galatasaray Liv Hospital ve aynı zamanda Türk Milli Takımı Koçu Ergin Ataman, maçın sonunda gerçekleşen tartışmalı bir hakem kararını bahane ederek “galibiyetlerinin çalındığını” söyledi.

http://www.sporx.com/basketbol/tbl/ergin-ataman-galibiyetimiz-calindi-SXHBQ388924SXQ?utm_source=Google

Final Galatasaray Liv Hospital Serisine taşındı. 3. maçın hemen öncesinde, maçı yönetecek hakem üçlüsü salon girişinde saldırıya uğradı.
http://www.basketfaul.com/makale/32760/hakemlere-saldiri.html

Maç sırasında yaşanan yoğun küfürlü tezahürat sebebiyle hakemler 2 kere anons istedi.

Galatasaray Liv Hospital ve Milli Takım koçu Ergin Ataman, Final Serisi 3. maçından sonra “Fenerbahçe’ye 2 avans verdik” şeklinde konuştu…
http://spor.internethaber.com/spor/spor-gundemi/ergin-ataman-fenerbahceyi-kizdiracak-194288.html

Serinin 4. maçında Fenerbahçeli oyunculara, Koçu Zeljko Obradovic’e ve Fenerbahçe Bench’ine toplam 6 adet teknik faul çalındı. Açık hakem hatalarına itirazda bulunan Obradovic diskalifiye edildi… Hakemlerin maç boyu süren küfür ve sahaya atılan yabancı maddeler (bu yabancı maddelerden bazıları Obradovic’e isabet etti) sebebiyle 3 kez anons istediği ve soyunma odasına giderek 15 dakika ara verdiği maç, Galatasaray Liv Hospital’in galibiyeti ile sonuçlandı. Galatasaray bu maçta yaşanan olayların ardından 2 maç seyircisiz oynama cezası aldı. Maçın gözlemci raporları şu şekildeydi :

10.06.2014 tarihinde İstanbul’da oynanan GALATASARAY LİV HOSPİTAL –
FENERBAHÇE ÜLKER BEKO BASKETBOL LİGİ PLAY OFF FİNAL müsabakası
sırasında Galatasaray Liv Hospital taraftarlarınca sahaya yabancı maddeler atılması ve küfürlü
tezahüratlarda bulunulması neticesinde ayrı ayrı üç kez anons yapılması ve müsabakanın
duraksaması, Galatasaray Liv Hospital Takımı tarafından görevlendirilen anons yetkilisinin
müsabaka sırasında yönergelere aykırı olarak anons sistemini taraftarları coşturmak için
kullanması, yapılan ikaza rağmen devam etmesi, müsabakanın oynandığı salona kapasitenin
üzerinde taraftar alınması neticesi Galatasaray Liv Hospital taraftarlarının müsabakayı
merdiven boşluklarında takip ederek giriş çıkışları engellemeleri ve müsabaka bitiminde
skorborda misafir takımı küçük düşürücü sözler yansıtılması nedenleriyle, ilgili dosya
Kurulumuza sevk edilmiştir.

http://tbf.org.tr/docs/default-source/Disiplin-kurulu/karar-387-galatasaray-liv-hospital-fenerbah%C3%A7e-%C3%BClker-beko-basketbol-ligi-play-off-final-m%C3%BCsabakas%C4%B1-hakk%C4%B1nda.pdf?sfvrsn=2
Fenerbahçe koçu Zeljko Obradovic, Fenerbahçe Ülker’in kazandığı maçlardan sonra olduğu gibi, kaybedilen maçların ardından rakibe duyduğu saygıyı dile getirip Galatasaray Liv Hospital takımını tebrik ederken, serinin 4. maçı sonrasında Ergin Ataman tarafından “büyük bütçe ile Euroleague’de başarılı olamadığı için gergin olmakla” suçlandı. Aynı basın toplantısında Ergin Ataman hakem kararlarının hepsinin doğru olduğunu söyledi. http://www.galatasaray.org/basketbol/erkek/haber/20414.php

Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı ve Basketbol Şube yöneticileri bir basın toplantısı düzenleyerek serinin 3. ve 4. maçında maruz kaldığı çirkin saldırılar nedeniyle Türkiye Basketbol Federasyonu’nu göreve çağırdılar.
(olaylar : http://www.fenerbahce.org/detay.asp?ContentID=40388) Aynı basın toplantısında seride yaşanan hakem hataları barkovizyon ile izlettirildi ve 4. maçta yaşanan bir kural hatası ile ilgili belgeler sunuldu.

Serinin 5. maçı Fenerbahçe Ülker’in sahasında oynandı… Fenerbahçe bu maçı rahat bir oyunla farklı kazandı. Biri maç öncesi, biri maç sonrası 2 anons yapıldı. Fenerbahçe Ülker bu maçta yaşanan tribün olayları neticesinde para cezasına çarptırıldı.

Galatasaray Liv Hospital ve Milli Takım koçu Ergin Ataman final serisi 5. maçından sonra, Fenerbahçe Asbaşkan’ı Sayın Mahmut Uslu’nun pantalonunu indirdiğini (!) ve kendisine küfür ettiğini basın toplantısında sansürleme gereği hissetmeden dile getirdi. Bu iddialar Mahmut Uslu tarafından yalanlandı. http://www.youtube.com/watch?v=TZZqXJYomyI


Serinin 6. maçını Galatasaray Liv Hospital kazandı ve seri 7. maça uzadı… Maç çıkışında Fenerbahçe Ülker’i taşıyan otobüs taşlı saldırıya uğradı, camları kırıldı : http://www.fenerbahce.org/detay.asp?ContentID=40469

Galatasaray Liv Hospital ve Milli Takım koçu Ergin Ataman, final serisi 6. maçından sonra “Ülker Arena’da can güvenliğimiz yok” şeklinde bir demeç vererek gerilimi tırmandırmaya devam etti: http://www.galatasaray.org/basketbol/erkek/haber/20463.php

Galatasaray Başkanı Ünal Aysal “can güvenliklerinin olmadığı gerekçesiyle” serinin son maçına çıkmayacaklarını söyledi… Serinin 5. maçında yaşanan olayların, Abdi İpekçi’de yaşananlar ile aynı hatta daha da fazla olduğunu dile getirerek Fenerbahçe Ülker’in saha kapatma cezası alması gerektiğini savundu. Ancak maç seyircisiz oynanırsa ve atanan hakem üçlüsü değiştirilirse maça gelebileceklerini açıkladı…

Karşıyaka taraftarı, final serisi oynanırken G.Saray ve yöneticilerini suçlayan çok sert bir bildiri yayınladı. Eleştirilerin adresi yine belli kişiler oldu. Bildiride şu sözlere yer verildi :

“Galatasaray'la olan problemlerimizin temelinde Ergin Ataman başta olmak üzere Basketbol şube yöneticilerinin tavırları ve taraftarı kışkırtması olduğunu hep söyledik.
Sezon başından beri özellikle Ergin Ataman tarafından kışkırtılan seyircilerin neler yaptığı ortadıdır. Unutanlar Disiplin Kurulu'nun rapor ve kararlarını okusun. Ama sadece kararları değil raporları da incelesin çünkü ceza verilirken hep kayırıldılar.”

“Şimdi Ergin Ataman ve Galatasaray yönetimi can güvenliği gerekçesi ile maça çıkmayacakmış. Galatasaray taraftarı kadın ve çocuklara saldırırken kimse can güvenliğinden bahsetmedi.”

“Ergin Ataman ve Galatasaray yöneticileri mağdur ve masum numaraları ile ancak kendi taraftarlarını kandırırlar. Tüm basketbol camiası sizin ne olduğunuz çok iyi biliyor.
Bu hareketlerle ortalığı iyice gerip, maçta daha çok olay çıkmasını hedefliyorsunuz.”

“Galatasaray Yöneticilerine sesleniyoruz; Ana görevi ortalığı germek olan yöneticilerinizi ve basketbol kültüründen zerre kadar anlamayan futbol taraftarınızı da alın ve gidin bu ligden…”

Galatasaray’ın finalin son maçına çıkmama kararının ardından, Türkiye Basketbol Federasyonu Başkanı Turgay Demirel Fenerbahçe Ülker ile Galatasaray Liv Hospital takımlarının aldığı cezalar konusunda kamuoyunu bilgilendirdi (http://www.tbf.org.tr/detay/2014/06/20/tbf-baskani-turgay-demirelden-ntv-spora-aciklamalar)

Tugay Demirel; karşılaştırma konusu olan 4. ve 5. maçların gözlemci raporlarının birbirinden farklı olduğunu, Galatasaray taraftarının sebep olduğu ihlallerin daha fazla olduğunu. Ayrıca sezon genelinde de Galatasaray taraftarının sabıkasının çok daha fazla olduğunu canlı yayında açıkladı.

TBF de konuyla ilgili tüm soru işaretlerini gideren bir açıklama yaptı: http://www.tbf.org.tr/detay/2014/06/18/fenerbahce-ulker-galatasaray-liv-hospital-bbl-final-serisi-7-maci-hakkinda-aciklama

“Kamuoyuna intikal eden Galatasaray ve Fenerbahçe kulüpleri ile ilgili son müsabakalarda yaşanan ve Disiplin Kuruluna sevk edilen bu ve diğer dosyalar ile ilgili olarak; içerisinde bulunduğumuz sezonda Galatasaray Liv Hospital müsabakalarında ağırlıkla seyirci olaylarından kaynaklanan 13 adet müsabaka dosyası TBF Disiplin Kuruluna intikal etmiş olup, anılan dosyalardan toplam 20 adet ceza kararı verilmiştir.”

Galatasaray Yöneticilerinin suçladığı ve finalin son maçını yönetmesini istemediği hakem Recep Ankaralı verdiği röportajda Ergin Ataman’ın kendisine “maçı iyi yönettiğini” söylediğini açıkladı : http://www.fanatik.com.tr/2014/06/19/recep-ankarali-iyi-yonettigimi-ergin-ataman-soyledi-374361

Galatasaray’ın aldığı bu karar ülke basınında yer buldu :

“Can güvenliği hangi salonda daha fazla tehdit altındaydı?”

“Bırakın F.Bahçeli oyuncuları, kendi sporcularının sahada emeğini “umursamayan” bu karar, G.Saray tarihine kara bir leke olarak çalınmıştır!..”
http://spor.haberturk.com/yazarlar/gokhan-ture/960050-kara-final

“Bu ülkede can güvenliği sorununun, sizin sahanızdaki maçlarda problem olduğu ortadayken.
Fenerbahçeli yöneticiye tribününüzde saldıran taraftara arka çıkan siz değil miydiniz?
Maç bitiminde skorboarda yazılan iğrenç sözcük için rakibinden özür dilemeyen tavrınız nerede saklandı?
Bayanlar basketbol finalinden sonra takım otobüsüne asılan "Akıllı ol Aziz. Hunharca!" pankartının ucuz bir tehdit içerdiği ortadayken...
Ve uçakta Fenerbahçe konulu küfürlü besteyi koro halinde seslendiren sporcularınız için gıkı çıkmayan siz!
Sportmenliği kaç kez kundakladığınızın farkında mısınız?
Kucakladığınız kaçak rolde tarife yakıştınız ama.
Tarihe yakışmadınız! “
http://www.fotomac.com.tr/yazarlar/hakki_yalcin/2014/06/24/mektup

Galatasaray Liv Hospital oyuncu Carlos Arroyo, G.Saray Yönetimi’nin aldığı kararı “bu kararı kabul etmek çok zordu” şeklinde eleştirdi: http://www.basketfaul.com/makale/33102/arroyo-oynamama-kararini-kabullenmek-cok-zordu.html

Engin Atsür, “son maça çıkmak istiyorduk” diyerek kendi yönetimini eleştirdi: http://yenisafak.com.tr/spor-haber/yoneticiler-bizi-ornek-almali-21.06.2014-660112
Devamı ...

3 Temmuz 2014

3 Yıldır Çapulcu


Özel yetkili mahkemeler ve savcılarla yürütülen tüm davaların medya yalanları, iftiralar, sahte deliller üzerine inşa edilmeye çalışılan linç ve tasfiye operasyonları olduğu artık bir rivayet değil, faillerinin bile itiraf ettiği buz gibi bir hakikat. Yıllar sonra bu özel yetkili operasyonlarda geldiğimiz noktada, adaletin muktedirin çıkarları ve hesapları doğrultusunda bir çeşit ‘doldur boşalt' alanı olduğunu anlamamızı sağlayan pek çok durum bir film şeridi gibi gözlerimizin önünde geçip gidiyor...

3 Temmuz vakası da kendi içinde hala açıklanmayı bekleyen tonlarca rivayeti ve üstü AK kapaklarla örtülmüş pek çok hakikati barındırıyor. Operasyonun ilk aylarında devletin bir bakanının, daha iddianame aşamasına gelinmemişken söylediği ‘çok ince ayarlı bir operasyon yapıyoruz’ itirafı bile tek başına Fenerbahçe’yi bir şike davasının sanığı değil, daha büyük bir 'adalet şikesi'nin bir tanığı yapmaya yetecek veriye sahipti aslında. Bunu görüp de duruma objektif kalamayanlar daha o zamanlardan beri itiraz edip direnmeyi seçti. Bu sayede muktederin 3 ayda unutulur sandığı bir olay 3 yıldır unutulmadı. Belki de en önemlisi, gerçekten 3 ayda unutulanların hatırlanmasını ve unutulmamasını sağlayarak adalet umudu oldu.

Fenerbahçeli taraftarlar muktedir karşısında ‘çapulcu’ mertebesine daha 3 yıl önce eriştiğinde o sırada ‘direniş’ gibi bir kavram henüz objektiflerin ve futbol romantiklerinin Türkiyeli kulüp taraftarlarının ağzına pek de yakıştırmadığı ucuz bir jargondan ibaretti.

Çünkü maalesef, o yıllarda ‘yandaş medya’ kavramı hemen hemen her objektif kesim tarafından yerden yere vurulan, bütün kötülüklerin anası sayılan bir şeytan olmayı şimdiki gibi sürdürse de henüz ‘penguen medyası’ gerçeğiyle toplumsal olarak yüzleşilmemişti. Bu yüzden, mesela 500.000 insanın protesto için çoluk çocuk köprüye yürümek istemesi ve gaz bombalarıyla durdurulmalarını yandaş medyanın görmezden gelmesi ve bu duruma isyan edenlerin nezdinde tüm direnişçileri yandaş medyanın sefil argumanları eşliğinde ‘şikeyi örtbas etmeye çalışan çapulcular' olarak küçümsemek henüz objektiflikten sayılıyordu.

Hatta o yıllarda penguen medyasının etkisine karşı hepimiz o kadar güçsüzdük ki aramızdaki en delikanlılarımız bile, öz evlatlarını zindana atıp bir de itibarlarını aşağılık bir adalet şikesine oyuncak eden özel yetkili faşizme dur demek yerine, savunmasız insanlara ‘aklanın da gelin’ diyebilmişti.

Neyse ki Gezi Direnişi sayesinde, bir kaç ağaç, güzel bir park ve koca bir ülke için özgürlük, barış ve adalet talebiyle direnmenin şahane duygusunu yaşayan yeni bir nesil doğdu. Böylece Gezi direnişini deneyimlemiş insanların, Fenerbahçe’yi parkı, semti, ülkesi, özgürlüğü olarak görenlerin 3 yıldır gösterdikleri direnişi anlamalarını kolaylaştıracak bazı duygular yeşerdi.

Öte yandan, iktidarın yıllardır paralel koalisyon ortağı olan ‘the cemaat’le düştüğü husumet sonrası adeta 'gerçeğin pornografisi' olarak ortaya serilenler, Türkiye'de neredeyse bütün 'saf'larda eksen kaymasına yol açarken, başından beri gücünü haklılığından alan Fenerbahçe'nin bu kara deryalarda 'adaletin Fener'i olması da rastlantı sayılmamalı. Bu durum da sebep-sonuç ilişkileri üzerinden uzun yıllar kafa patlatılacak bir olguya çoktan dönüşmüş durumda.

Aykut Kocaman’ın yine o günlerde dediği gibi, neyse ki ‘gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu var.’ Şehirlerini, semtlerini, parklarını, ağaçlarını, emeklerini, kulüplerini yağmalayanların kurdukları düzene karşı bütün direnenleri tarih elbet yazacak.

Muktedirin kirli ayak oyunları karşısında objektif kalamayarak, karşı çıkıp direndiği için ‘çapulcu’ diye yaftalanmanın onurlu zevkini yaşamış, her renkten bütün güzel insanların, 3 Temmuz Direniş Bayramı kutlu olsun…

Devamı ...

21 Nisan 2014

İstanbul United veya #DirenTribun


Geçen hafta 12 Nisan cumartesi günü Atlas Sineması’nda 33. İstanbul Film Festivali kapsamında dünya premiere'i yapılan İstanbul United filmini nihayet izleyebildik. Film içerisinde görüşlerine yer verilmiş birisi olarak ayrıca heyacanlı ve mutluydum.

Daha önce Arap isyanlarında taraftar gruplarının rolü üzerine izlenimler kaydeden ve konuyu yakından araştıran iki kafadar yönetmen olan Olli Waldhauer ve Farid Eslam Gezi direnişi sırasında İstanbul’un 3 büyük kulüp taraftarlarının eylemlerde oynadıkları etkin rolü duyunca uçağa atlayıp İstanbul’da olan biteni yakından görmeye geliyorlar. Bu sırada örgütlü taraftar gruplarıyla iletişime geçerek konuyu birinci ağızlardan dinlemeye, anlamaya çalışıyorlar. Benim de muhitinde takıldığım vamos bien tayfayla ve papaz’dan onur’la iletişime geçmişlerdi. Bana konuyu o dönem Onur arayıp paslamış bulundu. Gezi parkında tanıştığımız gün uzun uzun Türkiye’deki tribün gruplarını, Fenerbahçe’de olan bitenleri, kuruluşundan 3 temmuz direnişine ve Gezi’ye dek Fenerbahçe tarihindeki direniş kültürünü ve daha pek çok şeyi konuştuk. Barikatların arkasında başka bir Türkiye, başka bir dünya mümkün dedirten çok güzel bir halk olabilme fırsatı yakaladığımızı anlattık. Daha birbirlerinin statlarına gidemeyen grupların kardeşce bir arada olabilmelerinin sebeplerini anlamaya çalıştık. İnsanları habire birbirinden nefret etmeye zorlayan egemen söylemden çok sıkılmış yeni kuşaklardan bahsettik. Duvarlarda yazanların bu kez gençliğin siyasete hitabesi olduğunu gördük.

Sonrasında da bir kaç kez daha bu diyarlara gelip giden yönetmenlerle bir kaç kez vakit geçirdik, çekimlerde bulunduk. Yoğurtçı Parkı'na gittik, tayfayla tanıştırdık. Sonuçta ortaya geçen hafta izlediğimiz belgesel film çıktı. Ellerine sağlık. Burada olan bitenlere dışarıdan bakanların neler gördüğünü, anladığını anlamak açısından çok değerli bir emek sergilemişler. İşin bu yönüyle teşekkürü fazlasıyla hak ediyorlar.

İstanbul gerçekten united mı?

Gezi’de yaşanan bu olağandışı dayanışmaya İstanbul United denmesi bence bu mevzuya konabilecek en yanlış isimlerden biri olarak anlamı baştan zayıflatıyor ve konuyu tam olarak kavramamıza engel oluyor. Her şeyden önce Gezi direnişi 'bütünleşme' olarak nitelenebilecek türden bir vaka asla değildi. Hele hele herhangi birilerinin İstanbul United adıyla ve belirli bir uzlaşmayla kurdukları bir ittifak, grup ya da platform hiç bir zaman olmadı. (Belki bir foruma dönüşmesi beklenebilirdi ama bir iki denemeden öteye gidemedi.) En basit anlamıyla, ülkeyi babasının şirketi gibi gören bir despota karşı başlayan halk direnişinin içinde, çok farklı dünya görüşlerinden süzülüp gelen insanların, tüm önyargılarını yıkan devrimci bir ruh haline bürünerek yarattığı dayanışma ikliminden bahsediyoruz.

Gel gelelim, filmde ortaya çıkan anlatı üzerinden baktığımızda tüm iyi niyetine rağmen filmin Gezi’de olan biteni anlamakta ve anlatmakta büyük sıkıntı içinde olduğunu görüyoruz. Film meselenin nasıl bir duygu etrafında şekillendiğini göstermeye çalışırken sebep sonuç ilişkilerini nedense pas geçmiş. Uzun denebilecek bir sürede olayların tanığı olarak gösterdiği kararkterlerin Gezi’den önceki çatışma noktalarını anlattıktan sonra, nedense Gezi’de oluşan birlikteliğin içeriğine değinmemiş. Hikayeleri anlatılan bu 3 karakterin birbirlerinden ne kadar nefret ettiklerini, küfürlerini bolca dinlediğimiz halde, filmin ismine istinaden bile olsa hiç bir zaman bir arada görmüyoruz. Direniş sırasında nasıl bir arada olduklarından, neye karşı ve nasıl bir ortak mücadele yürüttüklerinden neredeyse hiç bahsetmeyerek en can alıcı noktaları ıskalamış. İzlerken asıl meseleye ne zaman gireceğini merak etmekten kendimi hiç alamadım. Üstüne üstlük filmi domine eden, anlatımına en çok yer verilen kişinin Galatasaray taraftarı olması filme adeta gerçeküstü bir hava katmış. Elbette Gezi’ye bireysel kararlarıyla katılan pek çok Galatasaraylı taraftarın olduğu inkar edilemez bir gerçek ama bu süreçte ultraslan’ın takındığı iktidar yanlısı tavrın pek çok Galatasaraylıyı rencide ettiği de bir o kadar gerçek. Bu gerçeklerden uzak duran çözümlemelerle böyle bir isyanda taraftarın oynadığı rolü galatasaray tribünlerini merkez alarak anlatması, filmin inandırıcılıktan uzaklaşmasını ve hatta belgesel türünün sınırlarını zorlayarak adeta mockumantary sınırlarına sürüklemesini sağlamış. Bu da filmin sahiciliğiyle yakalayabileceği olası büyük etkisini maalesef çöpe atmış.

Film, yer verdiği kişilerin grup kimliklerini öne çıkarmadan bireysel tavırları çerçevesinde bir hikaye anlatma iddiasında görünse de bu karakterlerin içinde şekillendiği sosyolojiye değinmeden anlatılanlar meselenin içinde olanlar için çok yüzeysel, dışardan bakanlar için de eksik veya yanlış olarak kavranmasına yol açıyor. Elbette böyle bir filmde Çarşı olgusunun belirlediği kültürel kodlara hiç değinmeyen bir anlatım yolunu tercih edebilirsiniz ama çatışmaların ortasında buldozerle TOMA kovalayan Çarşı fenomenininden tek kare bile göstermeden 'gezi direnişinde taraftar gruplarının etkin rolü' konulu bir belgesel yapmak ortaya çok ciddi özgün bir bakış açısı koymayı gerektirir ki maalesef ortaya çıkan eserde tam olarak buna rastlayamıyoruz.

Aynı şekilde Fenerbahçe tribüncülerinin biber gazına ve polis baskısına son 3 yıldır neden ve nasıl maruz kaldığına ve muktedirin tüm unsurları tarafından çapulcu, terörist, marjinal diye yaftalanarak şiddete uğramalarının meşrulaştırılmasına hiç girmeden bu insanların neden Gezi'de olduklarını anlamak da anlatmak da çok zorlaşıyor. 3 yıl önce çoluk çocuk onbinlerce Fenerbahçeli'nin protesto için köprüye yürüyüşlerinin plastik mermi ve gaz bombalarıyla durdurulması olayına filmin bütünü içinde yer vermek istememek elbette anlaşılır bir durum olabilir. Fakat 31 Mayıs gecesi İstanbul United isminin de doğmasına yol açan, onbinlerce insanın sabaha kadar kilometrelerce yol yürüyerek Anadolu yakasından Avrupa yakasına yaya olarak geçerek direnişe katılmalarından ve bu olayın Gezi direnişinin şahlanmasına yol açmasındaki çok büyük etkisinden tamamen habersiz gibi davranınca, filmin geri kalan tüm söylemi de bu 'gerçeklik' içinde çok güdük kalıyor.

Direniş burcu ve yükselen yıldız

Filmin Atlas Sineması’nda gösteriminden sonra yapılan söyleşi kısmında Alin Taşcıyan filmin Çarşı odaklı değil de Galatasaray taraftarı odaklı olmasını nasıl düşündüğünü filmde yer alan çarşı grubundan Ayhan Güner’e sorduğunda Ayhan ağabey hiç ummadığım bir tavırla ‘Olsun bunun hiç önemi yok. Biz Çarşı olarak zaten hep bu konularda öncüyüz. Fenerbahçeli Galatasaraylı arkadaşların da peşimizden gelmesi çok güzel şey’’ diyerek uzaktan bildiğim kadarıyla kendisine yakışmayacak şekilde kibirli bir yaklaşım sergilemiş oldu. Bu cevaptaki meseleyi kavrayış biçimi de aslında filmde Çarşı’nın etkin rolünün pas geçilmesi kadar önemli başka bir eksikliği gösterdiği için bence çok önemli. Fenerbahçe’nin 2011’den beri özel yetkili faşizme karşı yürüttüğü son derece net ve kararlı direnişinin içinde de Gezi’de de baştan beri yer alan bizler için konunun kimin öncü, kimin takipçi olduğu tartışmasına sıkıştırılması boş bir sidik yarışından başka bir şey olmaz ki bu da Gezi’yi yanlış anlamanın başka bir çeşidi sayılır.

Yapım süreci sırasında filmin yönetmenleriyle görüşen diğer Fenerbahçeli arkadaşlarımın anlattıklarını da aşağı yukarı bilen birisi olarak, filme tam olarak yansımasa da Fenerbahçe tarafı olarak meseleye bakışımız ve aktarmaya çalıştıklarımız gayet net aslında: 3 temmuz 2011’den beri Fenerbahçe için hangi haklı sebeplerle muktediri karşımıza alıp topyekün direndiysek, Gezi’ye de aynı motivasyonla dahil olduk. Fenerbahçe direnişiyle demokrasi tarihimizde özel yetkili bir ‘darbe hukuku’na karşı gösterilen en şiddetli ve kitlesel direnişin parçası olduk. 3 yıldır gerçek bir halk dayanışmasının muktedir karşısındaki gücünü tecrübe edindik. En önemlisi de en başından beri, Fenerbahçe davasında da Gezi’de de üstünlerin hukukuna karşı hukukun üstünlüğünden, eşitlikçi ve özgürlükçü bir ülke yönetiminden başka bir şey talep etmedik. Talana, yağmaya; özel yetkili operasyonlarla kişilerin ve kurumların bağımsızlığının ele geçirilmesine; adalet duygusunun yerle bir edilmesine; milli iradenin ve kamu vicdanının kirli ittifakların çıkar bekçiliğine dönüştürülmesine karşı geldik.

Geziden çok önce özel yetkili faşizmin ablukası altındaki bir kulübün haklarını ve asırlık kişiliğini korumak için gösterdiğimiz direnişin çapulcu, marjinal diye etiketlenerek değersizleştirildiği, üzerimizdeki baskı ve şiddetin medya ve iktidar tarafından meşrulaştırıldığı dönemde, Gezi'ye katılan kitlenin büyük çoğunluğu henüz kanaatlerini penguen medyasının pompaladığı 'gerçeklik' üzerinden geliştiriyordu. Gezi'den sonra formalarına gururla çapulcu yazan bu neslin Fenerbahçe direnişine bir sempati geliştiremese de empati kurmasını beklemek lüks olmamalı.

Stat bizim semt bizim

31 mayıs gecesi, yaşadığı semt için, semtindeki park ve o parktaki tek bir ağaç için, birlikte büyük bir dostluğu yaşadığı kulübü için, alın teri için direnmeyi tecrübe etmiş onbinlerce insanın kilometrelerce yol yürüyüp, boğaz köprüsünden yaya olarak karşıya geçerek parkını ve semtini korumak için mücadele eden dostlarına destek olmasının doğal içgüdüsünü anlamadan gezi’ye dair inandırıcı bir şeyler söylemek çok zor. Haksızlıklar ve zorbalık karşısında başka türlü davranmayı zaten bilmeyen insanların ruh halini görmezden gelerek 'Gezi ruhu'nuna dair söylediğimiz her şey samimiyetsiz kaçıyor. İstanbul United kavramı bir ruh halini temsil ediyorsa en çok böyle bir ruh halini temsil ediyor.

Her ne kadar ismiyle İstanbul United ölü doğmuş bir kavram oldu desek de bizim dayanışma ve direniş halinde olmamız gereken asıl büyük gerçek hala karşımızda duruyor. İster İstanbul United densin, ister benim tercih edeceğim gibi #direntribün diyen çıksın, bizim asıl gündemimizde dalga dalga gelen totaliter rejimin baskılarına, tektipleştirmesine, rantiyeciliğine, hukuksuluğuna, yaratılan yasakçı korku imparatorluğuna karşı dayanışma halinde olmanın yolunu yordamını geliştirmek var… Bunun için yanyana gelip maç izlememize gerek yok. Nefret söylemlerine pirim vermeyerek, sorunlarımızı barışcıl bir dille ve tavırla çözecek iradeyi göstermemiz hiç olmadığı kadar önemli. Her türlü kirli oyuna karşı, güzel ve mertçe oynamayı savunan insanlar olmak için kendimizi daha fazla zorlamamız şart. Adalete olan güvenin tamamen kaybolmasının yarattığı ve daha da yaratacağı yıkıcı etkilere karşı 'herkes için' adalet talep etmemiz, adaletin kendi kabilemizin çıkar bekçiliğine dönmesine izin vermemek için ortak mücadele etmemiz şart. Aidiyetlerimizin üstünlük değil, farklılık olduğunu kavrayan dayanışmacı dile özenerek tribünlerde aşk ve özgürlük şarkılarının söylenebildiği bir iklimi hep birlikte acilen yaratmamız gerekiyor.

Devamı ...

29 Mart 2014

Kime oy vermediğimi herkes bilecek


Bülent Burgaç yazdı:

38 Yaşındayım. Yarın oy kullanmaya başladığım 18. Yılımı dolduruyorum, Ali İsmail’in bir sokakta kahpece sıkıştırılıp katledildiği yaşta bir kez daha oy kullanacağım.

Bu yaşıma kadar kimseye asla, a veya b partisine oy kullanın demedim. İnsanlar hür iradeleriyle daha da insanlar. Bizi doğada yaşayan saygı duyduğumuz diğer canlılardan ayıran en büyük özelliğimiz hür iradelerimizdir.

Yarın için kimseye şu partiye oy verin demedim , bundan sonra da demeyeceğim. Yarın sandığa yine hür irademle gideceğim, vicdanımla. Fenerbahçe formamla gideceğim!

Kabine girdiğimde gözlerimin önüne ilk olarak 3 Temmuz 2011 sabahı gümüşlük’te Nejat İşler tarafından sabah uyandırıldığım telefon görüşmesi gelecek. “Olm başkanı almışlar” başkanımızı almışlar olm!

Daha sonra aklıma Anadolu yakasından boğaz köprüsüne yürümeye çalıştığımız an gelecek, emniyet amirinin “gerekirse mermi kullanabilirsiniz” söylemi kulaklarımda çınlayacak. Aklıma çağlayan gelecek, sevgili renkdaşım Ebru Köksaldı ve adalet çay bahçesinde tanıştığım Fenerbahçe’liler gelecek. Önceden belli olan kararları beklerken çubuklu’ya ve yönetimine olan sadakatimiz nedeniyle gazlanmak pahasına orada durduğumuz anlar gelecek. Kararlar açıklandıktan sonra sıkılan ve kafamıza yememek/boğulmamak için çevre yoluna doğru bizi kaçmak zorunda bırakan gaz bombaları gelecek aklıma. Gülüp hatırlayacağım çünkü oraya giden on binlerin “Fenerbahçe söyleyecek son sözü, haklıyız kazanacağız” diye bağırdığı anlar kulaklarımda çınlayacak. Haklıyız kazanacağız, kazanıyoruz, kazanacağız! 12 Mayıs gelecek aklıma daha sonra. Maç bittiğinde şampiyon olan takımı alkışlamaya başladığında tüm ezberleri bozan, kaos’tan beslenen kişilere Fenerbahçe taraftarının attığı asrın tokatı gelecek. Beklenmedik bu olay karşısında 5 dakika içinde sergilenen bir tiyatro sonucu gazlanan tribünler gelecek. 1907 tribünün hemen aşağısında gazdan yere yığıldığım an yanıma bir şişe su ile koşup gelen 15 yaşındaki Deniz gelecek.

Daha sonra aklıma sabahın şafağında çadırları yakılan ve sivri sinek gibi gazlanan gezi parkı direnişçileri gelecek. Ankara’da başından vurulan Ethem Sarısülük gelecek, Çocukluğumun geçtiği Armutlu mahallesi sokaklarında öldürülen Abdullah Cömert gelecek. Ümraniye’de bir aracın ezdiği Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, polis memuru Mustafa Sarı, Ankara’daki temizlik işçisi irfan Tuna ve tekrar ediyorum, Eskişehir’de bir sokak arasında sıkıştırılıp kahpece katledilen Ali İsmail Korkmaz gelecek. Öldürülmesiydi yarın ilk kez oy kullanacaktı. Kıydılar delikanlı’ya. Ah Berkin Ah! Berkinim. Berkinimiz… Sen de kardeşimizdin Burak Can Karamanoğlu!

Yarın oy kullanmak için kabine girdiğimde sizi ve bu olayları unutan kalbim kurusun diyeceğim ve oyumu kullanacağım.

Kime oy verdiğimi sadece ben bileceğim ama kime oy vermediğimi herkes bilecek.
Devamı ...

Barbarlıktan çıkışa son 17 saat


Metin Lokumcu öldürüldükten sonra televizyon kanalına çıkıp “ben bilmem” dedi, yaptığı ilk mitingde adını ağzını aldı “bu arada da birisi kalp krizi geçirmiş ölmüş” diye geçiştirdi. Dilşat sokak ortasında 45 polis tarafından dayak yedi, sol bacağı 2 santim kısaldı, felç tehlikesi geçirdi, adını bir kere ağzına aldı, “kadın mıdır kız mıdır bilemem” diye bağırdı, saldırıyı gerçekleştiren polisler hala bulunamadı. 1 Mayıs’ta Dilan’ı vurdular, elindeki sirke şişesine Molotof kokteyli dediler, Başbakan’ın katıldığı bir toplantıda “parasız eğitim istiyoruz” pankartı açan Berna ve Ferhat terör örgütü üyeliğinden yargılandı, hapis cezası aldı, okullarından atıldı. Cihan Kırmızıgül bir poşi taktı, başka hiçbir delil yok, 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Lobna’yı başından vurdular hastaneye kaldırıldı, Toma’nın önünde duran adamın üstüne tazyikli su ile saldırdılar, havada 3 takla attı, yere düştüğünde baygındı. Abdullah Cömert, Ahmet Atakan biber gazı fişeği ile öldürüldü, Ethem Sarısülük 4 metreden 9mm kurşunla vuruldu, mobese kamerası tam o an ağaçları çekmeye başladı, Ali İsmail Korkmaz sokak ortasında saldırıya uğradı, beyin kanaması geçirdi, ilk gittiği doktor ağrı kesici verdi gönderdi. Vali “arkadaşları polisi zor durumda bırakmak için öldürmüş olabilir” dedi. 18 aylık Mehmet Uytun anasının kucağında vuruldu, Savcı’ya soruşturma izni bile verilmedi. 40 günlük Ayaz bebek fakirlikten Konya’da, 14 yaşındaki Berkin Elvan ise evden ekmek almaya giderken başına atılan biber gazı fişeği ile öldürüldü. Öldüğünde 16 kiloydu. Küçücük bir tabutla mezara gömdüler. Annesi oğlunun artık oynayamadığı bilyeleri çocuğunun üstüne attı. Ertesi gün Erdoğan Antep’e gitti annesini halka yuhalattı.

Hz. Muhammed “ölülerinizi hayırla yad ediniz” diyor. Ölülerimizin payına bile hakaret düşüyor. Öldürmek de yetmiyor bunlara, ölünün itibarını da katledene kadar doymuyorlar. Onu seven, onu sayan, en azından hatırasıyla yaşamak isteyen, hatta hadi diyelim ki bir anlık bir merhamet duygusuyla 14 yaşında bir çocuğun ölümüne ağlayabilecek, üzülebilecek insanların bu duygularını da öldürmek istiyorlar. Berkin Elvan terörist, Ali İsmail terörist, Ethem Sarısülük terörist, Lobna terörist, Gezi olaylarını haber yapan BBC muhabiri terörist, Taksim’de piyano çalan ajan. Bütün yaraladıkları insanlar düşman.

Afyon’da 25, Uludere’de 35, Reyhanlı’da 50, Van’daki çadırlarda yanarak öldü çocuklar, katilleri aramızda geziyor. Asla soruşturulmuyor, her şeyin üstü örtülüyor. Berkin Elvan cinayetinden sorumlu olabilecek polis memurlarını arayan Savcılık, Okmeydanı bölgesinde o gün, o saatte görevli olan polislerin listesini istedi. Emniyet Müdürlüğü tam 1065 polisin adını verdi, 275’inin sorumlu olabileceğini söyledi. Dalga geçiyorlar. Hrant Dink’in dosyasında bir türlü örgüt bulunamıyor, Mehmet Ağar derin ellerle korunup özel bir hapishanede 2 yıllık tutukluluğunu geçirip Bodrum’da sörf tahtasıyla gezerken, Gezi olaylarında tweet atan gençlerin payına örgüt davaları, 11 yılla başlayan hapis istemleri düşüyor. İnsafı, adaleti, vicdanı, yanı insanlığın uzun yürüyüşünde kazandığı bütün güzel değerleri kaybettik. Ortaçağ fütursuzluğu ile başlayan cadı avlarının sonu artık kent meydanında kurulan büyük ateşlerde değil, sonu gelmeyen yargılamalarda, içinde kolum kadar fare gezen F-Tipi zindanlarda sonlanıyor. Hücre cezaları işkencenin yerini aldı, dövmekten, vücudunu kesmekten daha derin bir işkenceye mahkum ediyorlar insanları. Sonu gelmez bir yalnızlık. Asla aydınlanmayacak bir karanlık. Hiç bitmeyecek bir “belki çıkabilirim” umudu. Sonra gene yalnızlık.

Müyesser Yıldız ile ilk tanışmam, Silivri’nin önündeyiz, hapisten yeni çıkmış… Küçücük bir kadın diyorlar. Küçücük derken aklınız başınızdan gider. Gerçekten küçücük, incecik, insanın böyle bir kadına zarar verebilmesi için aklını kaçırmış olması lazım. Toprak yok, ot yok, gökyüzü yok, bir tane insan yok. Yapayalnız. 16 ay geçiriyor. 16 ay bir insan, bir diğer insanın sesini duymadan nasıl yaşar? Bir insanla konuşamadan, hadi diyelim bir derdini, bir sıkıntısını, öfkesini, heyecanını anlatamadan. Kelimeleri unutur insan. Kelimelerden bir tabutun içerisinde zihnini bırakır. İlk kez sıcak yemeği hapisten çıktıktan sonra yiyor. İnsanın midesini bile kendisine düşman ediyorlar.

İnsanları betonlara gömdüler, sadece bedenlerini değil, ruhlarını, akıllarını, kalplerini, umutlarını, heyecanlarını, insanlık hakkında bildikleri güzel şeyleri. Nedim Şener’in 9 yaşındaki kızı, ayda bir kez babasını açık görüşte görüyor, annesiyle birlikte Silivri’ye gidiyorlar, kız babasını görecek diye süslenmiş, kendisine güzel bir etek seçmiş, eteğinin üstünde de bir tane düğme var. Detektörden bir kere geçiyor, Allah’ın belası detektör ötüyor. Bir daha geçiriyorlar, bir daha, bir daha.. Detektör ciyak ciyak bağırıyor. 9 Yaşındaki bir kızı çırılçıplak soyuyorlar, eteğini çıkartıyorlar, detektörden öyle geçiriyorlar. Babasına beline sarılmış bir kazakla sarılıyor.

Yer Avrupa Parlamentosu. Bir tane Fransız parlamenter Ahmet Şık ve Nedim Şener’i soruyor. Tayyip Erdoğan cevap veriyor: “Fransız parlamenter anlaşılan Türkiye’ye de Fransız kalmış.. Öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tehlikelidir.” Kurumla, gülerek, büyük bir heyecanla bu cevapları sanki insanlığın en bilge, en güzel, en şerefli cümleleriymiş gibi manşetlerine taşıyorlar. “Tayyip Erdoğan’dan Fransız Parlamentere Fırça” keyiften dört dönüyorlar. Sigaralarını, purolarını yakıp, ellerini kuruyemişlerine atıp zevkle bu kabalığa alkış tutuyorlar. Markarlar, Yıldıraylar, Ceren Kenarlar, Kurtuluş Tayizler boktan yapılmış putların önünde tapınan bordro kulları, bize günde 5 rekat nobranlığın, kabalığın, alçaklığın insanlığın en püripak göstergesi olduğunu anlatmak için dillerini kullanıyor, her tür alçaklığı insan ahlakına kilitlenmiş kelimelerden havaifişekler atarak kutluyorlar.

Barbarlık. Barbarlık diyorum ve bu kelimenin tam olarak ifade ettiği şeyi söylüyorum. Medeniyet dışılık. Medeniyet düşmanlığı. Ahlak, merhamet, sevgi, insaf, vicdan, adalet, hakşinaslık, nezaket, hakikate saygı. Hiçbirinin önemi yok. Bütün değerleri yok ediyorlar. Bunlar yerine Erdoğan’ın çıkarları var ve sadece o var. Erdoğan’ın çıkarları için savunmayacakları kepazelik, göğüslemeyecekleri rezillik yok. Hiçbir değerleri yok. Her şeyi yıkmaya, her şeyi yok etmeye adanmış bir kabile liderinin etrafında toplanmış bir sürü gibi kendilerinden ne istenirse onu yapıyorlar. Bunlara göre kabalık samimiyet, hakaret içi dışı bir olmak, nobranlık ödün vermezlik, hodbinlik cesaret, tahammülsüzlük başarı, merhametsizlik liderlik karizması, gerçekleri çarpıtmak iyi siyasetçilik, işine gelen her yola gelmek stratejik zeka.

İnsanlık tarihini açın bakın. Totaliter ideolojiler bile yöneticilerine asla aşılmaz, geçilmez bazı sınırlar koyar. Hukukun koyduğu bu sınırlar o toplumun medeniyet ölçüsünü de gösterir. Biz bu noktaya bir günde erişmedik. Eşit haklara sahip insanların temel hak ve hürriyetlerinin hukuk devleti garantisi ile korunduğu, halkın kendi kendini yönettiği ve yöneticilerin halka hesap verdiği demokratik devletler medeniyetin uzun yürüyüşü sırasında bulunmuş değerleri de ifade ederler. Nedir bu değerler? İşte insanlar vardır. Bu insanların doğuştan belli hakları vardır. Devlet dediğimiz şey bu insanlar tarafından, insanlar için kurulmuş, yine o insanlara ait olan toplumun örgütlü ifadesidir. Devlet kutsal değildir, devlet gökyüzünde değildir, devlet dediğimiz içinde o topluma mensup insanların görev aldığı, finansmanı da yine toplum tarafından yapılan bürokratik bir örgütlenme biçimidir. Bu örgütün cebri şiddet uygulama yetkisi vardır ama uymak zorunda olduğu kurallar da vardır. Görevi de insanın temel hak ve hürriyetlerini korumak, insanı sınırlayan maddi ve manevi engelleri ortadan kaldırmaktır.

Bundan başka ideolojiler de vardır. Devletleri farklı yorumlar, devletlere farklı görevler ve yükümlülükler verir. Aydınlanmadan doğan liberalizm ve sosyalizm gibi iki ideoloji dışında aydınlanma karşıtı ideolojiler de vardır, Nazizm bunlardan biridir. Ama bu ideolojiler bile bazı değerler üstüne kurulur. Bu açıdan “barbarlık ötesi”dir. İşte bu ideolojilerin de bir hukuku vardır, bu hukuk teorisine göre kanunları vardır, devlet yöneticileri de bu kanunlara uymak zorundadır. Diyelim Humeyni İran’da bir teokrasi kurdu, kendisini de bu rejimle bağlı hissetti. İnsanlara cennet vaad etti ama salma salarak basın kuruluşu alma gibi işlerin peşine düşmedi. Hitler toplama kamplarında insanları yaktı, kara para aklama suçuna aracılık etmek için kendi bakanlarını görevlendirmedi, Stalin Ukrayna’da milyonlarca insanı açlığa mahkum etti, politik bir cinayettir, ancak Stalin bile adi suçlara tenezzül etmez, verdiği ihalelerden komisyon almaya çalışmaz. Pol pot ülkesinde okuma yazma bilen insanları katletti, gidip de 10 milyon dolar paranın peşine düşmedi. İdeoloji sahibi herhangi bir yaratık, bu ideoloji demokratik olsun olmasın, ideolojisinin değerlerine uygun davranmayı da önemser, kendisini o değerlerle bağlı hisseder. Barbarlık, her tür değerden yoksun kalma durumudur. Her şeyi yapma hakkını kendinde görmektir. Şimdi soruyorum, bunların yaptıklarına cevaz veren bir tane ideoloji, bir tane hukuk sistemi, bir tane şeriat, herhangi bir din var mı? Pagan dinleri bile buna müsaade etmiyor. Zeus’a insansan şunları yapamazsın. Stalin oturur anlatır der ki, benim ideolojime göre sınıflar arasında bir savaş var, bu savaşta işçi sınıfının kazanması için burjuva sınıfının yok edilmesi gerekiyor, ben de yok ediyorum. Haksızdır. İnsanlık dışıdır. Ama kendi ideolojisine uygundur. Allah Muhammed aşkına, ihale verip, oğlunun kurduğu vakfa rüşvet bedelinin yatırılmasını istemek hangi ideolojiye, hangi dine sığıyor?

Karşımızda ne olduğunu anlamak için uzun uzun düşünmeye gerek yok. Karşımızda hiçbir değer yok. Karşımızdaki anlayışa göre güce sahip olan, o gücün imkan verdiği her şeyi yapma hakkını da kendinde görüyor. Mutlak monarşileri ele alalım, diyelim 14. Louis adam çıktı “devlet benim” dedi, onun bile bir sınırı vardır. Der ki “ben egemenlik yetkimi tanrıdan alıyorum, dolayısıyla benim topraklarımda yaşayan insanların bedenleri bana aittir. Ancak ruhları Allah’a aittir.” Adamın bir sınırı vardır. Gidip de Papa’ya örgüt üyeliği davası açıp tutuklamaya kalkmaz. Bunlarda öyle bir sınır da yok. Her şey konjüktürel, her şey bugün, dün söyledikleri her şey bugün değişebilir, dün inandıklarının tam aksini bugün yapıp büyük alkışarla bunu kutlayabilir. 12 yıl boyunca Fethullah Gülen’e söylemedikleri tek bir övgü cümlesi kalmadı. Adamın adını besmelesiz ağızlarına almadılar. Fethullah Gülen hocaefendi oldu, AKP’ye yol gösteren ışık oldu, alim oldu, muteber din adamı oldu, “ne istedilerse verdiler”, her taşın altında cemaat arayanlara güldüler, sivil toplum hareketi ilan ettiler, hasretten bağırları yandı, “bitsin artık hasret” diye gözyaşlarıyla ülkeye davet ettiler. Bunların yazar taifesi Fethullah Gülen halife olur mu diye tartışıyordu, şak diye bir günde adam Haşhaşi oldu, kanser oldu, ur oldu, virüs oldu, alim müsveddesi oldu, ceketine kadar saydılar, oturduğu koltuktaki bizon postunu da gazetelerinin manşetine bastılar.

Gidelim Hüseyin Çelik’e, Tayyip Erdoğan’a, Bülent Arınç’a soralım, ideolojileri nedir. Neye inanıyorlar? Kendilerini nasıl tarif ediyorlar. Bugüne kadar yaptıklarının çelişmediği bir tane kavram söyleyebilecekler mi? Bunun adı muhafazakarlık mıdır, İslamcılık mıdır, demokratlık mıdır? Hadi biz demokrasi istiyoruz desinler, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bulunmadığı, yasama organının bütünüyle yürütme organına bağlı olduğu, yargı kararlarına yürütme organının uymadığı bir demokrasi mi var? Hadi biz bir islam devleti istiyoruz desinler, Allah’tan korkun, Hz. Ebu Bekir geçinmek için bir Yahudi kadının keçisinin sütünü sağardı, komisyon, rüşvet, kupon arazi peşinde koşmak İslam’ın neresine denk düşüyor?

Zamanında “milli görüş gömleğini çıkardık” dediler, biz bir gömlek giyecek zannetmiştik, hayır hiçbir gömlekleri yok, çırılçıplak, anadan üryan aramızda dolaşıyor, edep yerlerini sallaya sallaya geziyor, bunda da görülmedik hikmetler buluyorlar. İdeolojilerinin adı –eğer bunu ideoloji diye tanımlayacak kadar kelimeyi alçaltmayı içinize sindirirseniz- reisçilik. Dürüst oldukları bir konu arayın, bulabileceğiniz tek şey bu.. Reisçiler. Bir kabile gibi reislerinin etrafında toplanıyor, ağzından çıkan cümleleri emir telakki edip, hayata geçirmek için birbirlerinin üstüne basıyor, reislerine ne kadar biat ettiklerini ve bağlı olduklarını göstermek için alçaldıkça alçalıyor, Reis’e hediyeler sunuyor, ayaklarına kapanıyor, önünde hazırolda duruyor, Reis’in kulaklarının hoşuna gideceğini düşündükleri cümleler kuruyor, şarkılar söylüyor, “beraber yürüdük biz bu yollarda” marşıyla ayinlerini tamamlayıp, toplu halde yeni kurbanlarının peşine düşüyorlar.

Hayatımızın ortasına düşmüş çılgın bir kabile. İnşaatlar yapıyor, yollar açıyor, paraları reislerine sunuyor, gazeteler açıyor, televizyonlar açıyor, reislerini övmek için menkıbeler anlatıyor, şamanları Reis’in hoşuna gidecek fetvalar veriyor, kabilenin önde gelenlerinin de payına kurumlarını adak olarak Reislerine adamak düşüyor. Alo Fatih bir hat değil, bir kabile reisine sunulan kurbanlık. Erdoğan Demirören Reis’ine karşı görevini tam olarak yerine getirmediği için gözyaşları içinde kalıp, korku ve huşu dolu bir sesle “ben ne için bu işlere girdim” diye ağlıyor. Herkes düşmanları, her şey düşmanları, insanlık adına biraz sesini çıkartın, biraz bir değerden bahsedin, birkaç gerçeği bunlardan izin almadan söyleyin, gözlerini kısıyor, size nefretle doluyor, olmadık hakaretlerle üstünüze saldırıyor, çektiğiniz acılardan haz almaya başlıyorlar. Bugün Ertem Şener, bir insanın gözaltına alınmasını “Ankara’dan gol sesi var” diye, Reis’inin yasakladığı twittera kaçak girerek paylaştı. Ötekiler, diğer kabileden olanların başına gelen her talihsizlik, bir şempanzenin bile yaşamadığı türden bir zevk veriyor vücutlarına.

Şimdi 3 Temmuz’u yaşadık. Gördük. Yargı margı öyle şeyler yok. Bir kabilenin hukuku olmaz, mahkemeleri olmaz, yargıçları, avukatları olmaz. Kabilenin reisi olur. Reis ne derse de o olur. Aldılar, tutukladılar, sopalı adamlar geldi, bu insanları evlerinden çocuklarından ayırdı. Kabilenin yardakçıları, yalakaları, cambazları ortaya çıkıp türlü gösteri düzenledi, kurbanın etrafında dans ede ede, kurbanı nasıl asacaklarını ve bunun da ne kadar haklı bir şey olduğunu anlattılar. Yürüdük, biber gazı yedik, kavga ettik, mücadele ettik, vücutlarımız lime lime oldu ama en azından kulübü bu yamyamlara yedirmedik. Sahamızı kapattılar, kadınlarımız sahayı doldurdu, sesimizi kıstılar, sosyal medya sesimiz oldu, saha içinde bizi cezalandırmaya kalktılar, formamızı giyenler onur mücadelesi verdi yıkılmadık. 12 Mayıs’ı yaşadık, çoluk, çocuk, genç yaşlı bunların bize reva gördüğü tek atmosfer olan biber gazını ciğerimize çektik, kalkıp terörist dediler unutmadık. Kongreye müdahale ettiler, seçilmiş bir başkanı indirmek için türlü çeşit yol denediler, Reisleri kendi adamının kulağına sufleler verdi, para etmedi. İşte el ile, diş ile, tırnak ile mücadele ettik, buraya kadar geldik.

3 Temmuz’un üstünden 1000 gün geçti. Yarın 1001. gün.. Çocuklarımızı kaybettik, Ali İsmail’i kaybettik, Berkin’i kaybettik, Ahmet’i kaybettik. Berna hapiste. Metin Lokumcu’nun oğlu bir köşede gözümüzün içine bakıyor, babasının katilleri ortaya çıksın diye. Ayaz Bebek’in annesi Maviş’in hatrını soran yok. Van’da çadırlarda ölen çocukların isimlerini unuttuk. Çalınmış paralarımız, vurulmuş çocuklarımız, miting meydanlarında yuhalanan analarımız, hapse atılan babalarımızla bir başımıza duruyor, bu çılgınlığın ortasından bir çıkış yolu arıyoruz.

Bu manyaklığa, bu çılgınlığa izin verecek miyiz? İçimize böyle kabile gibi yönetilmeyi sindirip, biat etmek, susmak, Reislerini övmek, üç kuruşumuzu da Reislerinin ayağına sermekten başka bir seçenek sunmayan insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan rejimin devam etmesine müsaade edecek miyiz? İnsanlık ile barbarlık karşı karşıya kaldığında kimse tarafsız kalamaz, “gülüyorsun ya gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir”, bütün bir halk ağlarken kimse kahkaha atamaz.

Bu manyaklığın, bu çılgınlığın bize izin verdiği, müsaade ettiği, bir tek “medeni” şey kaldı. O da sandık. Gidiyorsun oyunu kullanıyorsun. Başka bir çıkışı, alternatifi yok. Yoksa bunlar kazanırsa, sizi iyi günlerin beklediğini mi düşünüyorsunuz? Yoksa bir an bütün yaptıklarından vazgeçip, bir anda bir demokrasi ve özgürlük savaşçısına mı dönüşecek? Hayır, bugüne kadar yaptıkları neyse onları daha da güçlü yapmaya devam edecek. Sizi istiyor, hayatlarınızı, fikirlerinizi, ahlakınızı, önünde eğilip, itaatkar bir köpek gibi etrafında dolaşmanızı.

Ben öldürdüm diyecek, ben çaldım, çırptım, kendime hak gördüğüm her şeyi yaptım, tinerci dedim, çapulcu dedim, terörist dedim, ayyaş dedim, Zerdüşt dedim, bunlar hayvanlarıyla gezer diye aşağıladım, gazetecilere köpek dedim, doktorlara marjinal dedim, avukatları çağlayan adliyesinin ortasında yerlerde süründürdüm, hapse attım, sürdüm, tokatladım, dövdüm, dövenlere destan yazdı dedim, daha fazla yasak vaat ettim, daha fazla tutuklama, gözaltı, muhaliflerin tamamen yok olmasını… Bütün bunları bilerek gittiniz sandığa, hepiniz biliyordunuz ve işte memnun oldunuz bu olanlardan. Kazandım. İşte şimdi vaatlerimi gerçekleştireceğim. İşte şimdi her şeyi yapacağım.

Reislerinin etrafında toplanacak, gözlerini kısacak, yaşadığınız acılardan zevk ala ala, daha fazla acılar yaşamanız için dua edecekler. Eğer bir Fenerbahçe kalacak sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Arkadaşlarınızı tutuklayacaklar, yöneticilerinizi hapse atacaklar, kendi imgelerine uygun bir Fenerbahçe kuracaklar. Ve bu yapacaklarının en hafifi olacak.

Size, sizin geleceğinize ve sizden doğacak olanlara da talipler. Onlar da bu kabile ahlakı içerisinde yaşasın, Reis’e biat etsin, onun dediği dışında bir şey hayal dahi edemesin istiyorlar. Bugün sesinizi duyurduğunuz tüm aralıkları kapatacaklar, sokakları biber gazı ile dolduracak, üstünüze Tomalar sürecek, kafanızı kaldırdığınız anda plastik mermiyle ateş edecekler. Gençsiniz, üniversiteden mezunsunuz, bir kere özgürlük deyin, hukuk devleti deyin, gerçeğin yarısını söyleme cesareti gösterin, sizi asla kamuda memuriyete almayacaklar. Yeşil, mavi, kırmızı listeler hazırlayacak, isimlerinizi o listelere yazacak “bize karşı olumsuz” diyecek, yasaklayacaklar. Hayat boyu gözleri üstünüzde olacak. Size iş yok. Sizin para kazanma şansınız yok. Üstünüze vergi müfettişleri gönderecek, fahiş cezalar kesecek, ümüğünüze çökecekler. İş adamıyım, kurtarırım diyorsunuz, yoksa siz kendinizi Boydak’tan daha üstün, Koç’tan daha güçlü mü hissediyorsunuz? Mehmet Cengiz gibi olmadıkça su bile alamayacağınızı göremiyor musunuz? İşçiyim, devam ederim diyorsunuz, payınıza düşen “800 lira iyi para” daha fazlası değil, karşınıza geçip “sana iş vermişim daha ne istiyorsun” diye soracaklar. YouTube’u kaybetmeyeceksiniz, hayatınızı kaybedeceksiniz. Kendi değerleri olan, kendine ait inançları olan, bu değerler çerçevesinde özgürce yaşamak isteyen onurlu bir insan olma hakkınızı “engelleyecekler.” Bunun DNS ayarı yok. Kabilenin köpeği olana kadar peşinizi bırakmayacaklar.

Sizden tek bir şey istiyorlar. Kendileri gibi olmanızı. Her gün gazeteleri açacak, onların neyi demenizi istediğini öğrenecek ve o cümleleri kuracaksınız. Yiğit Bulut gibi konuşacak, Nihal Bengisu Karaca gibi övgüler düzecek, Kurtuluş Tayiz gibi düşünecek, Markar gibi gülecek, Yıldıray gibi diliniz dışarıda Reis’inizi izleyeceksiniz. Bunun dışında ağzınızdan çıkan her cümle bir suç olacak, ayıplayacak, kınayacak, sandığı hatırlatacak, Kabilenin nasıl kazandığından dem vurup, sizin azınlık olduğunuzu, çoğunluğa uymanız gerektiğini, bundan başka da bir hakkınız olmadığını söyleyecekler. Hakaret edecekler, aşağılayacaklar, tahkir edecekler, değerlerinizi gözünüzün önünde ayaklar altına alıp, yüzlerine pis bir gülümseme yapıştırıp, bunun ne kadar haklı olduğunu söyleyecekler.

Şimdiden kızlarınızı ciyaklatmayı söylüyor televizyonlarda onur konuğu yaptıkları Fatih Tezcan, hakkınızda açılacak davalarda nasıl sürüm sürüm sürüneceğinizi anlatıyor Ahmet Bayekoğlu, trolleri gün sayıyor Berkin’e ağız tadıyla terörist demek için. Bu gelecek sizin elinizde. Bunları yaşayıp yaşamamak sizin elinizde. Erdoğan kaybederse, siz kazanacaksınız. Erdoğan kazanırsa siz kaybedeceksiniz.

Hangi değere, hangi inanca, hangi siyasal görüşe sahip olursanız olun, şu yaşadıklarımızı normal bulacak bir tane ideoloji, inanç, siyasal görüş yok. Bunlara cevaz veren, bu olanları içinize sindirebileceğiniz bir tane fikri akım arayın, bulamazsınız. Bugün alternatifler de bu kadar kısıtlı. O yüzden hayalperest senaryolar içerisinde yaşama, olmadık varsayımlarda bulunma gibi bir şansımız yok. Her şey 31 Mart günü başlayacak. Zaman kalmadı.

Sandıkta görüşürüz dedik. Sandık önümüze geldi. Gidin ve gerekeni yapın. Yarın atacağınız her oy, Türkiye’nin barbarlıktan kurtulmak için bir işaret fişeği olacak. Yaşadıklarınızın hesabını sormak için başka bir yer kalmadı, ya siz bir çığlık olacaksınız, ya da çığlık atacaksınız. Bu kadar basit. Daha özgür, daha adil, daha eşitlikçi bir Türkiye kurma fırsatı hala var. Barbarlıktan çıktıktan sonra birbirimizi yiyebilir, denetleyebilir, bu güce sahip olmayanlardan medeni bir Türkiye talep edebiliriz. Bu duvarda açacağımız bir yarık yeni bir duvar kurmamızın da fırsatını verecek. Ancak eğer Erdoğan kazanırsa “dava taşını gediğine koyacak”, bu duvar tamamlanacak, hepimiz içinde mahpus kalacağız.

Sahip olduğunuz her şey, inandığınız her şey yarına bağlı. Daha büyük bedeller ödememek için, daha fazla kayıp olmasın diye, daha çok çocuk cenazesi kaldırılmasın diye, bu ülkede yaşayan hiç kimse aşağılanmasın, hiç kimse kendi yurdunda garip, kendi yurdunda parya olmasın diye gerekeni yapmak için sadece 17 saat kaldı. Yarın, 5 yıldır ilk kez, güç bizde. Bu hesabı soralım. Bu duvarı yıkalım. Bu sefer bu ülkede “kötüler” kaybetsin.
Devamı ...