Reisçilik, Kabile Tamtamcılığı ve Şeyhin Poposu
AKP hegemonyasındaki yeni siyaset düzleminin memleket ahvalinde yarattığı en büyük travma, sağlıklı herhangi bir toplumun şeytan görmüş gibi kaçacağı bazı davranış kalıplarını ve zihni çıktıları normalleştirmesi, birer vaka-i adiyeye çevirmesi oldu. Örneğin farklı memleketlerde yakınını kaybetmiş bir madenciyi yerlerde sürükleyerek tekmeleyen bir Başbakanlık müşaviri, geçtim kendi istifasını, o Başbakan’ın da siyasi hayatını bitirirdi, burada bu şahsiyetin “Reis’ine ne kadar adanmış bir gönül” olduğunun göstergesi olmaktan öteye gidemedi. Bir Başbakan herhalde devlet şiddetiyle öldürülmüş çocukların annelerini miting meydanlarında yuhalatmazdı, bunu da yaşadık, toplum da buna büyük bir reaksiyon göstermedi. Bütün bunlar bu ülkede oldu, bayağı da normal karşılandı çünkü bu ülkede bunları yapan adamı kendi çevresinde de denetleyecek bir mekanizma yok. Hakim örgütlenme biçimi “Reisçilik” olunca da Reis etrafında örgütlenmiş, bu örgüt içerisinde olmak sebebiyle maddi – manevi belli çıkarlar ve statüler elde edenler de bu tip olayları normalleştirme işinin gönüllü bir elçisi olmak dışında ağızlarını açamıyorlar –açmıyorlar. Reis ne yapsa doğru, bunu eleştirenler de “düşman unsurlar”, “belli mihraklar”, “amaçları belli” olan bu yapılarla da Reis’e seven her kabile mensubunun her an mücadele etmesi gerekiyor.
Reisçi örgütlenme üç aşağı beş yukarı bir kabile örgütlenmesi. Diyelim Zulular. Bu Zulular, bir çok kabilenin kaynaklar için birbiriyle yarıştığı bir toprak parçası üzerinde varlığını sürdüren bir klan. Bu klanın bir lideri var. Bu lider bir şekilde o kabile içerisinde temerrüz etmiş. Mutlak otorite. Kabile üyelerinin kabile içerisindeki konumlarına, elde edecekleri zenginliklere ve kaynakların nasıl dağıtılacağına da kendisi karar veriyor. Kabile üyeleri, kabile mensubu olmak nedeniyle belli imkan ve ayrıcalıkların sahibi ve kabile hiyerarşisi içerisinde yükseldikçe de bu imkan ve ayrıcalıklar artıyor. Ne oluyor? Kabile üyeleri arasında rekabet, tek karar vericinin gözüne girme yarışına dönüyor. Kabile içerisinde yöneticiyi eleştirenler dışlanırken, sadece onun ihsanından mahrum kalmıyorlar, aynı zamanda aynı pozisyonlara yükselmek isteyen kabile üyeleri de birbirlerini “yeteri kadar kabileye ait olmamakla, Zulu Liderine itaat etmemekle” suçlayarak, kabile liderine şikayet ediyor, birbirlerinin üstüne bu yolla basa basa yükseliyorlar. Kabile liderini eleştirmek “bozgunculuğa”, “fitneciliğe” eşitlenirken, aynı zamanda bu şahıslar “dış mihraklar” için de çalıştığı söylenebilir. Neticede “Zulu liderini eleştirmek bozgunculuk yaratmak” demek ve “bozgunculuk” da Zululara yaramıyorsa Zuluların düşmanlarına yarıyor. Kaynaklar için kabileler arasında bir rekabet varsa, bir kabilenin kısa vadede bile olsa zararına olan şey diğerinin yararına olduğu için bütün eylem ve fiiller bu savaş algısı içerisinde yeniden konumlanıyor. Sonuç? Reis mutlak hakim, kabile üyelerinin tek görevi Reis’e itaat etmek ve tüm varlıkları ile kabile için çalışmak. Kabile için çalışmak ne demek? O saniye Reis neyi belirlediyse o. Başka bir şey değil. O saniye bir önceki saniye ile de çelişebilir, o zaman da kabile üyesinin görevi kendisini bu yeni duruma ayarlayarak o saniyenin gerektirdiği şeyi söylemek.
İnsanlar hayret ediyor, AKP medyasında çalışan bir çok yazar, bir çok düşünür, bir çok insan nasıl böyle her şeyi körü körüne savunabiliyor? Dün “sivil bir hareket” dedikleri “cemaat mensuplarının devlete yerleşmesine karşı olanlar esasında halkın çocuklarının devlette görev almasına karşı çıkan darbeciler” diye büyük laflar ettikleri bir hareketi bir günde “haşhaşi”, “kanser hücresi” veya “ur” diye tanımlayabiliyor? İşte kabilecilikten. Reis’in yeni bir düşmanı var. Kabilemiz tehdit altında. Kabileye bir şey olursa bu insanlar da üç aşağı beş yukarı bu işten bir zarar göreceklerini, mevcut konum ve ayrıcalıklarını sürdüremeyeceklerini hesap ediyorlar. Doğru – yanlışın ötesinde bu kabileci duygularla, analarını, babalarını savunur gibi bu yeni düzlemde ne söylenmesi gerekiyorsa onu söyleyip, neyin savunulması icap ediyorsa onu savunuyorlar.
Bu örgütlenme biçiminin politikada belli avantajlara sahip olduğu da muhakkak. Kabileci anlayış kimlik sebebiyle aynı “kabileden” olduğunu öngördüğü insanları bu yapının içine davet ediyor. Yeteri kadar iyi reisçi olursanız yükselebilirsiniz, belli ayrıcalıklara siz de kavuşabilirsiniz, eğer böyle değilseniz o zaman düşmansınız, hiçbir hakkınız, hukukunuz yok, başınıza geleceklere katlanın. Bu çağrıda bulundukları nüfus da –sadece zihnen buna çok uygun olduğu için değil- bu çağrının sonundaki vaatlere gönülden katılıyor, kalabalık olmanın verdiği nicelik sayısıyla elde edilmiş hakimiyetin de tadını şu veya bu düzlemde çıkartıyor.
Böyle bir siyasal alandan veya zihniyetten elbette “medeni” bir zihniyet diye bahsedemez. Medeniyet, aydınlanmanın başından beri, hakikat ile ilgili bir fonksiyonu da temsil eder. İnsanların organizasyon ve yaşamlarını hakikate uygun bir şekilde yeniden örgütlemesi amacına sahiptir. İşte derler ki akıl ve mantıkla hakikate erişebiliriz, hakikati bulursak da bunu uygulayabiliriz, yani teknik geliştiririz. Bu teknik de bizim hepimizin hayatını kolaylaştırır. Ne oldu? Bu yöntemle Ay'a insan gönderdik. Ortalama insan ömrü iki kat arttı. Çiçek bir bela veya tanrının gazabıydı, aşı bulduk bu hastalığı yeryüzünden sidlik. Hakikat, yani diğerlerine göre daha iyi ispatlanmış hipotezlerden oluşan temel kaidelere biat etmenin, buna göre örgütlenmenin alternatiflerine göre toplumun tamamı için daha fazla fayda ürettiğini keşfettik. Mutlak monarşiler de vardı, kabile şeklinde örgütlenmeler de vardı, kan esaslı ayrıma dayanan, ayrıcalıkların hakim olduğu toplumsal sistemler de vardı. Farkettik ki, bu sistemlere nazaran, insan eşitliğine dayanan, insan haklarını korumaya adanmış ve kurallarını dogmaların değil de bilimsel hipotezlerin, akıl ve mantığın koyduğu sistemler çok daha etkin. Bu “gerçeğe” karşı mücadele edebiliriz, edenlerin de nasıl ülkelerde hangi şartlarda yaşadığını görüyoruz.
Burada ise kısa vadeli başarıların ve bütün ideolojik aygıtların bombardımanı altında Reisçilik matah bir örgütlenme biçimi gibi hakim konuma geçti. Fenerbahçe’de de öyle. Aziz Yıldırım “Reis”. Eleştirilemez, eleştirilmesi teklif dahi edilemez. Ölümsüz düşmanlarımız var, Aziz Yıldırım bir kere “Reis” olduğu için Kabile için neyin daha iyi olduğunu herkesden iyi biliyor. Bizim görevimiz, Fenerbahçe’nin çıkarlarını korumak. Fenerbahçe’nin çıkarları Aziz Yıldırım tarafından o saniye belirlenen neyse o. O halde de görevimiz o an yapılan her neyse onu gözü kapalı savunmak ve liderimizi eleştirerek yıpratmamak. Biat edeceğiz, öveceğiz, övüp savundukça ne kadar iyi Fenerbahçeli olduğumuzu cemil cümle ahvale göstereceğiz, bu sayede de “sevileceğiz”, “takdir edileceğiz” veya “doğru olacağız.”
Kazın ayağı öyle değil elbette. Fenerbahçe taraftarı ile Fenerbahçe Basın Sözcüsü arasındaki fark, Fenerbahçe taraftarının “sivil”, basın sözcüsünün ise “idari” bir hüviyete sahip olmasıdır. Fenerbahçe basın sözcüsü bağlı bulunduğu idarenin kısa vadeli çıkarları için her şeyi söyleyebilir ancak taraftar idari bir görev üstlenmiş gibi propaganda makinesinin bir dişlisi olamaz. Taraftar fikrini söyler. İlla Fenerbahçe’nin ali çıkarlarını koruma görevi olmadığı gibi, “Fenerbahçe’nin çıkarlarına” olanın ne olduğu tanımı da farklı olabilir. Normal bir düzlemde bu fikir farklılıkları tartışılır, açık bir toplumun eleğinden geçer, neticede bir kanaat oluşur, bundan da herkes yararlanır. Eğer iş terse dönerse, taraftar birer idari görevli veya kabile üyesi gibi habire Reis’in söylediklerini tekrarlayan ve her ne yaptıysa onun ne kadar iyi yaptığını söyleyen bir güruh haline gelirse de –hayat bize gösteriyor ki- ilgili yapı bundan orta vadede zarar görür.
Örnek? Muzlu basın toplantısı. Dünya tarihinde yapılmış en saçma, en düşüncesiz ve en zararlı toplantıydı. Düşünün Barcelona – Real Madrid maçında birkaç tane Barcelona taraftarı sahaya muz atacak, rakip oyuncuya muz sallayacak, Barcelona yöneticileri de o taraftarlarla birlikte basın toplantısı yapacak. Efendim taraftar hastaymış da, potasyum ihtiyacı varmış da, potasyum bakımından zengin olan muz yemek suretiyle bu ihtiyacını gideriyormuş. Çocuklar inanmaz diyorsunuz, bu kulüp bunu yaptı, birileri de savundu. Bunun eleştirilmesine de inanılmaz bir öfke kustu. Neden? Kabilecilik. Bunun kulübe bir hayrı oldu mu? Hayır olmadı. Fenerbahçe dünyanın en saçma basın toplantısını yapan kulüp olmanın bedelini ödedi. Bu taraftarı telin edip, onlar adına özür dileyip, Fenerbahçe’nin asla ırkçılıkla yanyana adının anılamayacağını söylemek onuru yerine, böyle bir basın toplantısı düzenlemenin utancı üstümüzde kaldı.
Örnek? Şampiyonluk kutlaması. GFB’nin yaptığı tezahürat ve bunu uzatması diyelim en hafif tabiriyle bir tahrik etme isteğini açığa koyuyor. GFB şu veya bu sebeple yönetime öfkeli, bu öfke sağlıklı bir psikoloji ile bu grubun karar almasını engelliyor. Böyle olaylar oluyor. Ancak bundan daha beteri Fenerbahçe Başkanı’nın sinir sistemine hakim olamayıp canlı yayında, milyonlarca insanın en özel gününde “paralı köpekler” diye bağırdığını görmek oldu. 3 Temmuz’dan beri yaşanan bir çok acının paylaşılacağı, bu yönde bir hesaplaşmanın yaşanacağı gün bir anda iç kriz haline dönüştürüldü. Efendim “söylediklerinde haksız mı?” Haklı haksız, bu iki görüşe de sahip bir çok insan bulunabilir, ancak Başkanların görevi içlerinden geçen her şeyi yer / zaman dinlemeden pat diye söylemek de değildir. Çocukluktan beri bu yönde bir eğitimden geçtik. Böyle bir yetenekten mahrum kalmak normalde sosyal bir toplum içerisinde insanlarla birlikte yaşama yeteneğimize zarar verir. Fenerbahçe yöneticileri öfkelerini kontrol ederler, durumları kontrol ederler, olaylarla sürüklenmezler yönetirler. Kurumsal akıl bunun için var. Şampiyonluk kutlamasını neticede “paralı köpekler” haykırışı ve sahaya giren bir Sivas Kangal’ın şampiyonluk kutlamasında stadımıza işemesi görüntüsü ile hatırlıyorsak herhalde bu “iyi olmuş” diyeceğimiz bir şey değildir. Kötü olmuştur, kötü olmasının da sebebi var. “Ben sinirimi tutamıyorum” bir yöneticinin yapacağı açıklama değildir, en iyi haliyle de bir rahatsızlığa işaret eder.
Bu rahatsızlığın farklı şekillerde kulüp içerisinde de yaşandığını biliyoruz. Kulüp yöneticileri bu üslup sebebiyle küsüyor, kulüpten uzaklaşıyor, bağını kopartıyor, tartışıyor, küsüyor. Bunların bir kısmı “kol kırılır yen içinde kalır” mantığı ile topluma aksetmiyor, bir kısmı aksediyor. Bu nöbetleri sempatik hale getirmek de kulübe yaramıyor, neticede kemikleşmiş ve istikrar kazanmış bu davranış kalıpları kulübe zarar veriyor.
Ersun Yanal ile Fenerbahçe her zaman yollarını ayırabilir. Bunun onlarca iyi sebebi de olabilir. Örneğin bir kulüp teknik direktörünü objektif performans ve başarı kıstaslarıyla denetler. Bu şartlar sağlanmıyorsa herhangi bir kulübün herhangi bir teknik direktörle çalışma zorunluluğu yoktur. Neticede teknik direktörler profesyonel bir iş yapıyor, karşılığında para alıyor, eğer bu paranın karşılığında kendisinden beklenilen hedeflere ulaşamazsa da iş akti sona erdirilebilir. Hatta bir insan başarılı olsa bile çevreyle ilişkileri nedeniyle de bir kurum kendisiyle çalışmak istemeyebilir. Bunlar hayatın içerisinde var. Ama bir kulüp hocasıyla iş akdini sonlandırırken, kendi itibarını korumak, onun da itibarına saygı göstermek zorundadır. Siz elbette “orospulara göre antreman takvimi yapıyordu” diyebilirsiniz, buna inananacak birilerini de bulabilirsiniz ama bu dünyada duyulduğu zaman saygın her teknik direktör sizinle çalışmaktan korkar. Korkar çünkü bu insanlar kulüple ayrılsalar bile bir başka kulüple çalışmak isterler. Onların işi bu. Eğer kulüple iş akdi sonlanınca itibarının telin edebileceğini düşünürse, geleceği düşünen hiçbir teknik direktör kolay kolay o sözleşmeye imza atma cesaretini bulamaz. Dahası, siz eğer “Bu kulübü Zico mu şampiyon yaptı, Aykut Kocaman mı yaptı, Ersun Yanal mı yaptı” derseniz, o zaman konuyu artık bambaşka bir yere taşımışsınız demektir. Evet kulüpleri tek başına teknik direktörler şampiyon yapmaz, ama büyük bir payları olduğunu da cemil cümle alem biliyor. Alex Ferguson diye bir şey var. Mourinho diye bir şey var. Real Madrid, Chelsea külliyen manyaklar tarafından mı yönetiliyor da bu teknik direktörlere milyonlarca dolar para verip kulüplerini çalıştırmak için onlarla anlaşıyorlar? Bayern Münih kafayı mı yedi Guardiola ile çalışıyor, Manchester United deli mi Van Gaal’ın önüne deve yüküyle para döküyor? Günlük hayatımız bize teknik direktörlerin kulüpler için çok önemli olduğunu gösteriyor. Betondan da futboldan da anlayan başkanlar paraları tıkır tıkır futbolculara zamanında ödese ve iyi bir oyuncu grubu olsa bile bütün kulüpler şampiyon olamıyor. İşte neticede İspanya’da çok iyi bir oyuncu kadrosuna sahip Barcelona veya Real Madrid değil, Atletico Madrid Şampiyon oldu. İş o kadar kolay olaydı, Barcelona da herhangi bir ismi başa getirir, futbolcuların parasını tıkır tıkır öder her yıl şampiyon olurdu. Gerçek bu değil. Gerçek bu olmayınca da, sizin teknik direktör konumunu değersizleştirmeniz değerli teknik direktörlerle çalışmanız önünde engel oluyor. Hangi üst düzey teknik direktör neticede bu kadar saygısızca bir muamele göreceği kulüpte çalışır? Geçmişte sizinle çalışan hangi teknik direktör şu lafınız üstüne size referans olur? İkincisi, şunu da sorarlar “madem teknik direktörlerin başarıya etkisi senin için bu kadar minimal, o zaman neden milyonlarca dolar verip kulübe teknik direktörler aldın? Yazık değil mi bu paraya?” Haklı bir soru. Haklı bir soru daha var, madem teknik direktörlerin etkisi bu kadar zayıf o zaman şampiyon yapamadın diye bu teknik direktörleri neden gönderiyorsun? Çünkü o zaman sorun ya futbolcularda, ya da tıkır tıkır para ödemeyen sen de, bunun hesabını neden vermiyorsun? Öyle bir cümle ki her tarafı bela. Burada neredeyse dünya güneşin etrafında döner cümlesi kadar normal karşılanıyor.
Bu somut olaylar bize bir zihniyet ortaya koyuyor. Bir üsluptan öte bir bakış açısı. 3 Temmuz’dan önce de Aziz Yıldırım üç aşağı beş yukarı böyle bir insandı. 3 Temmuz’dan sonra, o zamanki hareketleri sebebiyle de, değişebileceği, farklı biri olabileceğini ummuştuk. Nazım Hikmet şiirleri paylaşan, mahkemede Çayan Birben’i, Cihan Kırmızıgül’ü anan, Babalar gününü Metris’te taraftarla kutlayan bir insandan başka şeyler bekliyorsunuz. Öyle olmadığı da görülüyor. Aziz Yıldırım aynı üslup ve tarzla yönetmeye devam ediyor. Yaptığı çok iyi şeyler de var muhakkak, işte tesis, stat, kulübün bir seviye atladığına kimse itiraz edemez, ama yaptığı kötü şeyler de var bu kötü şeylerin bedellerini de yine Fenerbahçe ödüyor.
Bizler de kabile üyesi değiliz. Kabilenin tamtamcısı da değiliz. Kötü olduğuna inandığımız bir şeyi “iyi” diyerek pazarlamak, hafzalamızın almayacağı şeyleri savunmak vebali altına girmek insan onuruna aykırı. Diyorlar ki efendim “o zaman savunuyordun şimdi niye karşısın?” Yahu o zaman doğru bir şey yapıyordu, bir haksızlık vardı, haksızlığa karşı hakkı savunuyordum, şimdi de haksızlık var, haksızlığı olduğu gibi söylüyorum. Bu eleştirinin etkilediği somut bireyin ismi değişebilir ama ilkesi değişmiyor. Bu kabileci bakış açısı topluma o kadar sirayet etti ki, esas değerli olanın körü körüne bir insanı savunmak değil, haklı – haksız doğru olduğuna inandığın şeyi söylemek, bunu iyi gerekçelendirmek ve daha iyi gerekçelere sahip bir iddia varsa da fikrini değiştirmek olduğu görülemiyor. Biliyorum şu yazıyı okuyan herkesin bir 3 Temmuz deneyimi var. Bir hakkı söylediği için “Azizci” olmakla hatta “Aziz Yıldırım’dan menfaat temin etmekle” bile eleştirildiler. Doğru bir şey söylediler. Adil yargılanma dediler, masumiyet karinesi dediler, hukukun temel ilkelerine referans verdiler, karşılarına gelen cevap “para / menfaat karşılığı fikir söylemek”ten başladı darbeciliğe, vesayetçiliğe kadar uzandı. O zaman da hepimiz bu cevaplara karşı çıktık. Söylediğimiz doğru dedik. Delillerini gösterdik. Karşıdakilerin sadece aidiyetleri (Galatasaraylı olmak, Trabzonlu olmak, AKP’li olmak, Cemaatçi olmak vs.) sebebiyle doğruyu görmezlikten geldiğini, bir zulme sessiz kaldığını hatta destek olduğunu ifade ettik. Haklıydık. Şimdi Aziz Yıldırım’ı eleştirince neden “birilerinin adamı”, neden “düşman”, neden "maksadı belli" olalım? Bu sakat mantığı birinci elden yaşamış insanların bunun aynısını yapması bu deneyimden esas dersin çıkartılamadığını gösteriyor. Aidiyetlerimiz sebebiyle doğru olanı söylemekten imtina edersek, bu hem hakikate karşı bir suçtur, hem de bunun bedelini o haksızlığa maruz kalan mazlumlar öder.
Elbette bu toplumda ortak bir deneyime sahibiz. Aidiyetleri sebebiyle veya menfaat karşılığı fikir ifade eden insanları da görüyoruz. Yiğit Bulut diye bir gerçek var. Ancak bütün insanların Yiğit Bulut gibi davrandığına inanmak ve buna göre hareket etmek Yiğit Bulutluğu da normalleştiriyor. İnsanlara yönelik tek beklenti Yiğit Bulut gibi davranmaları olunca da bu beklenti kendi kendisini üretiyor, insanlar da hakikaten öyle davranıyor. Bu mantık yanılsamasına teslim olmamak lazım. Bir fikir, kime yaradığı, kime yaramadığı üzerinden ölçülmez. Fikirlere böyle kabileci, aşiretçi yaklaşılmaz. Fikirler kendi içlerinde doğru veya yanlış olup olmadıklarına göre değerlendirilir. Yiğit Bulut’u “kötü” yapan şey sadece menfaati sebebiyle fikir açıklaması değildir, açıkladığı fikirlerin de basbayağı yanlış olmasıdır. Voltaire’i veya Kant’ı değerli yapan şey de fikirlerini menfaat gözetmeksizin açıklamaları değildi, bundan bir menfaat de elde ettiler, onları kıymetli yapan şey doğru bir şeyi söyleme cesaretini göstermiş olmalarıydı. Bu cesaretten insanlık yararlandı, bugün bir çok kazanımlarımızı bunun gibi milyonlarca insana borçluyuz.
Bu barbarlığın tuzağına düşmeyelim. Reisçilik bir ideoloji değildir. Örgütlü bir kötülük biçimidir. Gayri medenidir. Bunun hakim olduğu her yapı bunun bedellerini öder. Türkiye ödüyor. Fenerbahçe’nin de ödemesi için bir sebep yok. Şeyhler gerçekten uçmuyor, müritler uçuruyor ve müritler şeyhleri uçurdukça paylarına düşen tek manzara şeyhlerinin poposu oluyor. Hep birlikte gökyüzünü de görebiliriz. Uçamayanı uçurmak, uçmayana uçtu demekle enerjimizi kaybetmek yerine bu zenginlikten faydalanabiliriz. Ya da illa uçuyor diye bağıra bağıra gördüğümüz popo manzarasının altında payımıza düşeni yaşarız, bunu tercih etmeyenlerin başarılarını görür, bu kulüp neden Bayern Münih olamıyor diye hayıflanır, bu küçücük ligde, küçücük hedeflerle kendimizi avuta avuta yaşar gideriz. Ne yazık ki dünya bundan daha bonkör davranmıyor.
19 Ağustos 2014 15:22
Yazınızın tümüne katılıyorum… Karşı çıkacağım, hayır şu söylediğinize katılmıyorum diyeceğim bir cümlesi dahi yok… Hatta son olay patlak verdiğinde Aziz Yıldırımla ilgili düşündüklerimin birçoğunu sizin yazınızda buldum… Demek ki aklın yolu bir…
Aziz Yıldırım yaptığı her işi, aldığı her kararını Fenerbahçe’yi sevdiği için yaptığını söylemektedir… Ayrıca zaman zaman özellikle basın mensuplarını da yaptıkları yalan veya yanlış haberler nedeniyle eleştirmekte, Fenerbahçe’nin borsa da işlem gördüğünü dile getirip gazetecileri Fenerbahçe’ye zarar vermekle suçlamaktadır… Bu eleştirilerin bir kısmında haklı olduğunu, medyanın hiçbir ahlak ve basın yayın kurallarını dikkate almadığını gayet iyi biliyoruz… Ancak Fenerbahçe’ye zarar vermekle eleştirdiği insanlara göre kendisi daha büyük zararlar vermekte… Bu nasıl bir sevgidir ???
Fenerbahçe’yi seven insan şu son olayı böyle mi çözerdi ??? Yoksa Fenerbahçe markasına ve şirketine zarar gelmemesi için daha farklı bir yolla mı çözerdi ??? Ersun Yanal’la görüşüp kendisiyle çalışmaya devam edemeyeceğimizi belirtmek bu kadar zor muydu ??? Ersun Yanal’ın böyle bir istek karşısında ben istenmediği yerde durmayacağını düşünüyorum…
3 Temmuzu yaşamış bir kulüp ve başkan olarak kendisini ve kulübümüzü sevmeyen, düşman olan, önüne engel koyacak olanlara altın tepside fırsatı bizzat başkan Aziz Yıldırım kendisi veriyor… Bir musibet bin nasihattan iyidir atasözümüzün Aziz Başkan için bir anlam ifade etmediği gerçek… Fenerbahçe’ye tesisleşme, bütçe ve maddi konularda verdiği katkının yanında bir o kadar zararlı söylem ve davranışlarla da en büyük zararlardan bir tanesini Aziz Başkan veriyor…
Zaman zaman bazı sloganlarla kamuoyunda imaj yapmaya çalışıyoruz… Örneğin biz bir aileyiz diyoruz… Ancak imajın en büyüğü yapılan davranışlarla ortaya konulur… Geçmişte Aziz Başkanın yaptığı bazı açıklamalardan bazı bölümler cımbızlanarak sürekli tekrar edilmesiyle bu ülkede hem kendisi hem de Fenerbahçe itibar kaybına uğratıldı… 3 Yıl üst üste şampiyon olacağız sözü bu ülkede savcı iddianamesine girdi… Yargıtay onamasında suçun dayanağı olarak gösterildi… Bunları yaşamış birinin yoğurdu üfleyerek yemesi gerekiyor… Ama Aziz Başkan bırakın üflemeyi her şeyi ben yaptım, her şeyi ben yaptığıma göre ben ne dersem o tavrıyla kulübe hizmet edenleri kırıyor…
Başarı yakalayan insanları ve başarıları değersizleştiriyor… Ersun hoca, aykut hoca, daum, zico ve diğer hizmet etmiş bu insanları seven ve vefa duygusuyla minnet duyan taraftarı da kırıyor… Aziz Başkan bence misyonunu tamamladı… Artık kulübümüze daha fazlasını veremez… Şu 3 Temmuz denen lanet süreç olmasa bugün istifa etsin derdim… Ama Aziz Başkanın yaptığı vefasızlık bize yakışmaz… Bu lanet süreç en kısa sürede tamamen nihayetlense de biz de artık kulübümüzü çağdaş ve böyle bir kulübe yakışır başkan ve yönetim kuruluyla yönetsek diye dilekte bulunuyorum…
19 Ağustos 2014 17:41
ilk paragraftan son pragarafa harika bi bağlantı yapmışsınız , gönlüme tercüman olmuşsun uz .. keşke bu yazıyı herkes okusa da ve daha önemlisi Anlayabilse , umarım yeni yazılar için uzun zaman aralığı beklemeyiz
20 Ağustos 2014 15:33
yazı ve yorumlara tümüyle katılıyorum. artık Aziz başkan yokuş aşağı inişe geçti ve acil fren yapılması gerekiyor.