Bir İmkansızlık Öyküsü: Er Gazinosunda Olimpiyat İzlemek


Sporun hayatımda önemli bir yer tuttuğu yadsınamaz. Pek çok planını tuttuğu futbol takımın fikstürüne göre ayarlayan adamlara hep gıpta etmişimdir; çünkü futbol dışında sporları futboldan çok seviyorsanız hayatınızı planlamak çok daha zor oluyor. Bütün sporları seven birisiyseniz mesela tatil için bir yerlere ne zaman gideceğinizi planlamak organizasyon bolluğu yaşanan yazlarda için takvimle epey bir uğraşmak zorunda kalıyorsunuz.
İnsanların kendileri için önemli olan etkinlikleri bir sportif organizasyonun göbeğine denk getirmeyi başarmalarını, bunlara azami dikkat gösteren birisi olarak hiç anlayamamışımdır. Fenerbahçe- Galatasaray maçı sırasında bir düğünde olmak, Nadal-Djokoviç maçı sırasında bir sünnet konvoyunun içinde bulunmak, Euroleague finaline mezuniyet töreni denk getirmek gibi şeyleri becerebilen insanları tebrik etmek gerek.

Ben de kendimi yıllardır bunlara göre ayarlamayı yukarıda saydığım gibi talihsiz tesadüflere kolay kolay maruz kalmamayı beceren birisi olarak tanırdım. Ta ki 2008’e kadar.
Bir kaç kez böyle durumlarla karşılaşsam da üstesinden gelmeyi becermiştim. 1999 Avrupa Basketbol Şampiyonasında gruptaki İtalya maçı bizim lisenin mezuniyetiyle çakışmış, kapalı olan öğretmenler odasının anahtarını yalvar yakar okulun hizmetlisinden almak suretiyle içeriye girip televizyonu açmış ve öğretmenler odasında ışıkları açmadan 3-4 kişi maçı izlemiş, maç bitiminde de gidip diplomaları almıştık. Daha sonra üniversite yıllarımda her sene Nisan sonu Mayıs başında düzenlenen Üniversitelerarası Münazara Turnuvası’nın da sabık katılımcılarından biri olarak turnuva zamanlarının Euroleague finalleriyle ısrarla çakışmasını büyük bir hiddetle kınadığımı, maçın olduğu saatlerde organizasyon komitesine bizi maç izleyebileceğimiz bir yerde bulundurma isteğinde bulunduğumu da belirteyim. CSKA’nın Maccabi’yi yendiği 2006 finalini Ankara’da bir sürü üniversite öğrencisiyle bir barda yanda bangır bangır müzik çalarken izlemeyi becermiştim. Böyle minimal başarılarımın yanında kendimi çaresiz hissettiğim zamanlar da olmadı değil.

2005’te Beşiktaş’a 4-3 yenildiğimiz o epik maçın büyük bölümünü yine bir Münazara Turnuvasında jüri olduğum için izleyememiştim, telefona gelen bilgi mesajlarından, arkamdaki konuşmalardan bir şeyler çıkarmaya falan çalışıyordum, organizasyon biter bitmez jüri değerlendirmesi falan yapmadan doğrudan televizyon olan bir yere koşmuş, Koray’ın son dakika golüne orada şahit olmuş, “ulan bu maçı izlemediğim için yenildik allah kahretsin” diye kafaya duvarlara vurmuştum.

2008 yılına kadar yine de bu spor-hayat dengesini iyi götürdüğümü düşünüyordum. O yılın Temmuz’unda iki- üç sefer rapor alarak 4 ay erteletmayi başardığım askerliğimi bir kez daha erteletip aradan Pekin Olimpiyatlarını çıkarıp Aralık 2009’da da askere gidecektim. Stratejik planım hazırdı. Olimpiyatlar’da zaman farkı nedeniyle mesai saatlerine ya da gece yarılarına denk geldiği için uygun bir aralıkta da izin alıp evde rahat rahat olimpiyat seyredecektim. Temmuz başlarında Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabının ilk cümlesi gibi “bir yönetmelik okudum ve hayatım değişti”

Yönetmeliğe göre askerliği bir sonraki döneme erteletmek için artık sevk döneminde alınan dört günlük tek doktor raporu değil en az 20 günlük heyet raporu isteniyordu. Askerlik şubesine gidip yok mu bir hal çaresi falan dedikse de bir çare bulamadık, “Olimpiyatlar nedeniyle vatani görevimi daha geç yapmak istiyorum” diye bir dilekçenin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından pek olumlu karşılanmayacağını düşünerek mecburen kaderimizi beklemeye başladık. Askere gideceğim yer belli olmadan 2 gün önce olimpiyatların resmi açılışı oldu, zaten kafasında bin bir türlü askerlik fobisi olan birisi için ne açılış töreninin ne ilk madalyaları kimin aldığının hiçbir önemi yoktu.

Bir Pazar günü kısa dönem olarak Mardin’e gideceğimi öğrendim. Levent Özçelik’in anlattığı ve Ömer Üründül’ün yorumcu olduğu bir basketbol maçı oynanırken ben uçak bileti aramakla meşguldüm. Ömer Üründül’ün basketbol maçı yorumculuğu yapması bile o an için tebessüm yaratabilecek bir gelişme değildi yani düşünün.

İki gün sonra kendimi Mardin İl Jandarma Komutanlığı’nda o günün akşamında da Kızıltepe’de buldum. Hiç kimse için kamuflaj gelmemişti ve sadece gelenlerin yarısına yetecek kadar yatak vardı. Ne kadar psikolojik olarak kendini hazırlarsan hazırla askerde bir kültür şoku yaşamamak zaten mümkün olmadığı için ilk bir-iki gün olimpiyattan ziyade burada nasıl yaşayacağım sorusunu düşünüyordum. Üzerimizde askeri kıyafet bile yokken, kimisi kaprili kimisi şortlu bir sürü adama hoş geldin konuşması yapan albayın “burada birinci önceliğimiz terörle mücadele” sözüyle olimpiyatın çok uzakta bir düş olduğunu bir kez daha fark ettim.

Yatacak yer, içecek su, yenecek yemek gibi en zaruri ihtiyaçların karşılanmadığı bir yerde Olimpiyatları merak etmek biraz fazla lüks kalmıştı, ama yine de askerdeyken dışarıda bir dünya olduğunu ve o dünyanın devam ettiğini her an fark etmeden duramıyor insan. Bir kaç gün sonra o içtima senin bu içtima benim şaşkın şaşkın dolaşırken askerde en çok talep gören Posta gazetesinde 100 metre yarışının o gün olacağını, hangi saatte başlayacağını falan görünce,sabahları kumlu poğaça satılması ve Kral Tv dışında bir kanal açılmayan televizyonu vesilesiyle "gazino" ünvanı almış yerde 100 metre finalini belki izleyebilirim diye aklımdan geçirdim. Şansım yaver gitti, yarım saatte bir toplanılan ictimaların arasına denk geldi 100 metre yarışının başlayacağı saat. Yarış epi topu 10 saniyeydi. 100 metre yarışı sonuçta en ilgisiz insanın bile kayıtsız kalamayacağı bir hadiseydi. Gazinodaki askerlerde herhalde bu düşüncededirler diye ümit ediyordum.

Yarışın başlamasına yakın er gazinosuna gittim, o zamanlar acemisi olduğum ilginç küfür ve sözlerin yankılarıyla bir 5-10 dakika oturdum. Ortamda küfür ve el şakalarının biraz azalır gibi olduğu bir dönemde kendi kendimi cesaretlendirip “yapabilirsin oğlum Fatih” diyerek birkaç adım öne doğru gidip kumandayı elinde tutan gruba “100 metre finali var TRT’de bir açabilir miyiz" dedim Önce bir sessizlik, askerde rica içeren bir cümlenin garipliğinden olsa gerek şaşkınca bir bakış geldi, yüzüme bu da nerden çıktı diye bakan çocuk kumandayı sert bir hareketle televizyona tutup TRT’yi açtı. Kral TV’deki yarı çıplak kadınlardan, yarı çıplak siyahi erkeklere bu keskin geçiş pek hoş karşılanmadı.Ama yine de amacımı gerçekleştirmiştim, askerdeki ilk meydan muhaberemi kazanmış arka sıralardaki sandalyeme doğru zafer kazanmış komutan gibi yürüyordum.

Yarış henüz başlamamış, saha içindeki diğer branşlardan falan bir şeyler gösteriyorlardı, “ulan bir an önce geçin şu 100 metreye” diye dua ediyordum, kamera piste dönüp 100 metrede yarışacakları tanıtıyordu ki adına gazino denen sürekli insan sirkülasyonuyla kumanda hiyerarşisinin ha bire değiştiği yere 4-5 kişilik bir grup girip direkt olarak ön sıraya gittiler, gruptan biri gürlemeye benzer bir sesle “bu ne amına koyayım” diyerek biraz önce TRT’yi açan çocuktan kumandayı devraldı, tekrar Kral TV’yi açtı ve bir önceki kumanda sahiplerinin sessizce boşalttıkları koltuğa oturdu. Tahmin edebileceğiniz üzere atletizm yarışmasına “bu ne amına koyayım” diye tepki vermiş, benim iki katım bir bir komandoya “tekrar yarışı açabilir miyiz” diyecek cesaretim olmadığı için sessizce gazinodan uzaklaştım. Usain Bolt’un 100 ve 200 metrede rekor kırdığını birkaç gün sonra yarım saatliğine girilebildiğim internette öğrenebildim.

Şimdi geriye bakıp 1988 Seul,1992 Barcelona, 1996 Atlanta 2000 Sydney, 2004 Atina’dan hep yarışma ve sporcuları hatırlarken birisi 2008 Pekin dediği zaman benim heyecanla beklediğim yarışa “bu ne amına koyayım” deyip kanal değiştiren çocuğu hatırlıyorum.
Hasılı kelam olimpiyatları “bu ne amına koyayım ya” diyen birileri olmadan kendi başınıza seyredebilmek büyük bir şans. Kıymetini bilin.


6 comments:

  1. Yamanni dedi ki...

    o da birşey mi? ben Ankara'nın dağında sabah doktora gidip geriye dönen otobüs olmadığından dolayı sabahtan akşama kadar at yarışı izlemek zorunda kalmıştım. bütün atların isimlerini öğrenmiştim nerdeyse :P

  2. Cahit Binici dedi ki...

    2006 dünya kupasında askerdim ben de.. "futbol ülkesi türkiye"nin "fenerli medya"dan bile büyük bir yalan olduğunu, yerinde inceleme fırsatım olmuştu.

  3. adropinocean dedi ki...

    Adropinocean
    Bir tebessüm, acı bir tebessüm de benden.
    1988 Seul. 100 metre finali, Ben Jhonston ve Carl Lewis kapışmasını (iptal edilen 9.79) benzer nedenlerle canlı izleyemeyişimi ve beraberindekileri getirdi aklıma. Atletizm kökenli olmam nedeniyle olimpiyatları izlemenin hayatımıza ayrı bir kutsiyet getirdiğine olan inancımız yerle yeksan olmuştu o zaman. Her ne kadar, Mamak Muhabere Okulu yedek subay öğrencilerinin tamamına yakını o finali izlemek istemişse de, komutanın emriyle gazinoyu kapatıp terk etmek zorunda kalmıştık. Dünyam yıkılmıştı sanki ve bu böyle devam etmemeliydi. Ertesi gün, bölüğün rutin egzersizlerinin bana çerez geldiğini ispatlayan gündü. Ağabeyimin bana verdiği, arkasında Türkiye, önünde ay yıldız olan milli takım eşofmanı ile yaptığım gösteriydi ve normal talim sonrası dinlenme dakikalarında, mevcut parkurda 3 tur daha atıp üzerine interval ve sprint idmanı yapınca komutanın dikkatini çekmeyi başarmıştım. Uzatmayayım, artık bölüğe sabah egzersizlerini yaptırıyordum ama geç saatlere kadar uzun özetleri TV den izleme şansına sahip olmuştuk.
    Yazdığınız onca eserinizi okumama, arkadaşlarımla tartışmama ve aktarmama rağmen bu güne kadar yapmış olduğunuz çabalar için bir teşekkür etme fırsatım olmamıştı. Hızlı ve kısa cevap yazma alışkanlığını hala kazanamadık.:) Aldığınız ödül üzerine, bir teşekkür yazısı kaleme aldım ancak yarım kaldı. Bu vesileyle size, aethewulf, canarino, tozlu parkeler, pvh ve diğer arkadaşlara teşekkür ediyor, sürekli takipçiniz olduğumu bildiriyorum.

  4. Merhamet dedi ki...

    eline sağlık gerçekten çok içten ve samimi bir yazı olmuş senin adına üzücü olsada ortaya okunası güzel bir anı çıkmış.

  5. PapazinCayiri dedi ki...

    @adropinocean
    teşekkürler bloga dair sözleriniz için

  6. Unknown dedi ki...

    yüzümde salak bi gülümseme oluştu ,gayri ihtiyari

Yorum Gönder