30 Ekim 2012

Tanıl Bora Şöyleşisi


Fotoğraf Ümit Bektaştarafından çekilmiştir.

NEDEN:
Şike meselesindeki Etik Kurul kararı sonrası Tanıl Bora Süper Lig yazılarını bırakmış, ben de bu kararı ve daha geniş haliyle genel olarak şike meselesindeki tavrını eleştiren bir yazı yazmıştım. Daha sonra da gerek ben gerek blogdaki diğer arkadaşlar şike meselesi konusunda entelektüel cenahın tavrını son derece problemli bulduğumuzu dile getiren ufak çaplı bir külliyat yazdık. Hazır Ankara’ya gelmişken futbol yazmaya başlamadan önce de yazıp çizdiklerini çok severek okuduğum Tanıl Bora ile bu şike meselesi üstüne duyduğum hayal kırıklığını belirtip bir söyleşi talep ettim. Kendisi de hayal kırıklıklarımızın karşılıklı olduğunu söyleyip söyleşi talebimizi kabul etti. Şike meselesinden, Balyoz’a, Gençlerbirliği hikayesinden,medyanın haline, Aziz Yıldırım’dan Fatih Terim’e daldan dala atlayarak serbest vezin üslubunda bir söyleşi yaptık. Bu vesileyle kendisine göstermiş olduğu ilgi ve söyleşinin kağıda dökülmesi sırasında harcadığı “fazla editoryal mesai” için bir kez daha buradan teşekkür ederim. Epey uzun bir söyleşi oldu. Buyurun okuyun.


F: İstersiniz futbola dair bir şeyleri konuşmaya sizin Gençlerbirikli olma hikayenizle başlayalım. Benim kafamda çok bir yere oturtulamayan bir durum açıkçası, insanın tuttuğu takımı değiştirmesini pek kafamda bir yere koyamıyorum. Yani eskiye dair bir şeylerin, bir gönül sızısının kalacağını düşünürüm. Sizdeki kopuş 180 derecelik bir kopuş mu oldu?

T.B: Burdaki kopuş iki yönlü bir kopuş oldu, Bir Gençlerbirliği'nin çekimi bir de Galatasaray'ın itişiyle.
F: "Nasıl Gençlerli Oldum" makalenizde de bu iki yönlü değişimden bahsediyorsunuz

T.B: Ben İstanbul'da yaşarken Galatasaray'ın her maçına giderdim,İstanbul'dan ayrılıp Ankara'ya gelince tuttuğum takımı canlı görme imkanı kalmaması o bağı gevşetti. Ankara'ya gelince Gençlerbirliği'ni önceleri öylesine, maça gitmiş olmak için izlemeye başladım,sonra giderek ısındım,çok içine girdim, çok bağlandım, o makalede de bahsettim bir Gençlerbirliği -Galatasaray maçında tarafsız tribüne oturarak kendimi denedim.
Galatasaray'ın kaybedip şampiyonluğunun tehlikeye girdiği bir maçtı. O maçta Galatasaray'ın şampiyonluğu tehlikeye girmesine rağmen Gençler'in galibiyetinin bana mutluluk verdiğini hissettim. Bu değişim pat diye olmadı, 10 yıla yayılan bir şeydi, Tabii bir de Galatasaray'ın o dönemde artan kibri, mesela Bülent Korkmaz'ın bahsettiğim Gençler maçında hakemi rahatça azarlayıp küfür etmesi, rakip takımı ayağa dolanan bir lüzumsuz teferruat, bir piyon gözüyle görmeleri, iyice soğuttu beni. Galatasaray’a özgü olmayan, bütün oligarşik takımlara özgü olan o tavır… Galatasaray'ın Avrupa başarılarının bir milli dava olarak sahiplenilmesi ve dönemin şovenist havasına malzeme edilmesini de ekleyelim. O 8-0 lık Ankaragücü maçını da kopuş nedenleri arasında sayabilirim.

F: 8-0 lık maçta Ankara'daydınız galiba gitmiş miydiniz maça?

T.B: O maç için sabah 10'da girdim stada. İlk girenlerden birisiyim.Şampiyon oldu Galatasaray ama sası bir zevkti, kötü bir tat hissettim,

F: O maça dair kişisel olarak hissiyatınız neydi, maçta bir gariplik olduğunu hissettiniz mi tribünden?

T.B: Hissettim, çünkü hakikaten o gün Ankaragücü pek topla falan ilgilenmiyordu, Zalad birdenbire yere oturuveriyordu, pek olacak gibi değildi. Dediğim gibi, bütün bunlar, yani hem Galatasaray'dan soğumam hem Gençlerbirliği'ne ısınmam 10 yıla yayıldı. Kolay bir şey değildi çünkü ben Galatasaraylıyken de gayet ateşli bir taraftardım, heyecanlanırdım, maneviyatım bozulurdu. Çok normal bir şey değildi yani bu takım değiştirme tecrübesi. Bir çoklarına palavraymış, sentetik bir şey gibi gelebilir ama öyle değildi, sancılı oldu. Taraftarlık duygusal bir şey zaten, malum. Ama duygular da tecrübeyle değişebiliyor biliyorsunuz, ayrıca sevginin de neticede bir emek süreci yanı var.
Bu sürecin sonunda da İstanbul oligarşi üçlüsünden Beşiktaş sempatik gelmeye başladı bana. Biraz daha itilmiş kakılmış olduğu için! Gerçi Beşiktaş'ın da çok çirkin zamanlarını gördük. Ama Galatasaray’dan gönlüm tamamen koptu, o kadar ki, Galatasaray -Fenerbahçe çekişmesinin olduğu bazı sezonlarda “Fenerbahçe olsun” dediğim bile oldu ki hiç olacağını düşünmezdim.

F: Yakın çevreniz bu değişimi nasıl karşıladı,yani sizi ateşli Galatasaraylılığınız döneminde tanıyanlar bu dönüşüme ne dedi?

T.B: Yadırgayanlar, yapay bulanlar, bir tür ukalalık sayanlar oldu ama üzerinden epey zaman geçti artık, onlar da kanıksadılar.
F:Tabii Türkiye'de böyle güçlüden güçsüze yönelik bir geçiş pek de alışık olunmayan bir şey.

T.B: Tekrarlayayım, taraftarlık sonuçta duygusal bir bağ. Buradaki en önemli faktör de Gençlerbirlikli olmanın çekimi, muhabbeti. Gençlerbirliği tribün cemaatinin bir parçası olarak tanıştığım, bir şeyler paylaştığım bir çok insan oldu, o paylaşım bu bağlılığı artıran bir şey. İyi ve güzel hatıralar ve bunları paylaştığın bir cemaatin varlığı, bağlıyor insanı.

F: Bir de Gençler'in yalnız kulüp imgesi, daha az kişiyle daha sıkı bir bağ kurma imkanı da galiba biraz çekici değil mi?

T.B: Hem o çekici hem futbola bakış tarzını paylaştığım bir grup var tribünde. Orada kendimi iyi hissediyorum. Bu da zamanla gelişti, onun gelişim sürecinin içinde olmak da güzeldi. Ben ilk Gençler tribününe başladığımda çok tenhaydı, Ankaragücü maçlarında bayrak bile açılmıyordu sonra azar azar gelişti.

F: Bu taraftarlık seansından sonra isterseniz sohbetin ana ekseni olan şike meselesine gelelim, İlk olarak geçen sene 3 Temmuz operasyonu olduktan sonra 4 Temmuz'da ne düşünüyordunuz?

T.B: Öncelikle ben Türkiye'de şampiyonluğa ya da düşmeye oynayan takımların pek çoğunun teşvik primi verme, hakem bağlama gibi manipülatif işlere giriştiğini düşünüyorum. Her sezon olmayabilir, ha bire olmayabilir ama istisnai de değil. Dolayısıyla bu mesele patladığında yadırgamadım, “olur mu öyle şey!” falan demedim,"Hah" dedim! İlk kez bunun üzerine gidilecek, dedim. Tabii bir yandan “Neden şimdi?” diye de düşündüm Zaten olaydan bir sene sonra falan yazdığım bir yazıda da, Fenerbahçe taraftarının yerine kendimi koyduğum zaman “Neden şimdi?” sorusunu anladığımı belirtmiştim. İki sene önce olsa Galatasaray yakalanacaktı, yüzüncü yılında olsa Beşiktaş yakalanacaktı, onun için “neden Fenerbahçe?” ve “neden bu sene sorusu?” yersiz bir soru değil. Ama cevabı da çok zor değil: şampiyonluğa o oynadığı için o yakalandı diye düşündüm.

İlk başta üzerine o kadar düşünmediğim “Neden şimdi?” sorusuyla ilgili bazı manipülasyonlar olduğunu düşünüyorum şimdi, o konuda yapılan eleştirilerde de haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Bu meseleye dair öyle iddialı komplo teorilerim yok. Bu operasyon Aziz Yıldırım'a yönelik miydi, Aziz Yıldırım'ın ekonomik gücüne mi yönelikti, bilmiyoruz. Ama Gülen cemaatiyle alakalı manipülatif bir boyutu olduğuna dair kuvvetli emareler görüyoruz. İlk başta böyle bir sezgim yoktu ama şöyle bir sezgim vardı: Bir nedeni olmalı, bir çıkar mücadelesi sonucunda bu operasyon başlamış olmalı. Saiki, vesilesi ne olursa olsun, diye düşündüm. Ayrıca, -birçok sezonda olduğu gibi-, o sezona dair ortaya atılan iddiaların da bir kısmı inandırıcı geliyordu.

F: Mesela hangileri ?

T.B: Bizim Gençler kalecisi Serdar Kulbilge'nin Fener maçı için prim aldığı iddiası bana güçlü bir kuşku gibi geliyor. Eskişehir -Fenerbahçe ve Eskişehir-Trabzon maçlarında bir manipülasyon olduğu iddiası inandırıcı geliyor. Eskişehir'in Fener'e kolaylık gösterdiği ve de Trabzon'a can pahasına direndiği izlenimine sahibim.


F: O seneye dair diğer maçlarda yani Antep'in Fenerbahçe'ye kahramanca Antep direnişi sergilemesi ama Trabzon'a çok kolay yenilmesi, ya da Bursa'nın Fener'e gösterdiği mücadeleyi Trabzon'a göstermemesi gibi izlenimleriniz de olmadı mı? Yani şunu merak ediyorum. O seneye dair Fenerbahçe'ye oynadıkları gibi rakiplerin Trabzon'a zinhar oynamadığı gibi bir yaygın kanaat var Fenerbahçe tarafında. Benim de hissiyatım bu yönde

T.B: Onu tartamam, yanlıyor da olabilirim, ayrıca her ikisi de olabilir, hani Trabzonspor için söyleniyor ya "çabaladılar ama yapamadılar", belki de yaptılar, bilmiyorum. Şu veya bu vakada hepimiz yanılabiliriz. Ama beni o sırada esas kızdıran, hiç bir şey yapılmamasıydı. Biliyorsunuz bir etik kurul toplandı.

F: İlk etik kurulundan mı söz ediyorsunuz?

T.B: Evet. Raporu açıklanmadı. Ama benim gazeteci arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla şike olduğuna dair bir kanaat sahibi olmuşlardı. Ona rağmen hiç bir şey yapılmaması beni çileden çıkardı. Bir şey yapılmasıyla kastettiğim, belirli bir şey değil, belki hafif sayılabilecek bir şey de olabilirdi. Ama ligin hiç bir şey yokmuş gibi devam ettirilmesi beni isyan ettirdi ve bu yüzden lig yazmayı bıraktım,ligin ilk yarısı maça gitmedim, ilk kez kombine bilet almadım.

F: Peki o dönemde çıkabilecek nasıl bir karar sizin lig yazmanızı devam ettirirdi?

T.B: Görüyoruz ki bir şeyler olmuş, bir problem var, bunla ilgili bir şeyler yapacağız denmesi bile yeterli olurdu. Sadece kararlarıyla değil futbol bürokrasisi haliyle tavrıyla da bir şey olmamış gibi davrandı ya. Futbol Federasyonu'nın o geçiştirme, meseleyi halının altına süpürme tavrı beni nefret ettirdi.

F: Türkiye'de son zamanlardaki büyük çaplı davalar hakkında ne düşünüyorsunuz. Şike davası bunlardan bağımsız değil sonuçta. Balyoz, Ergenekon davalarının genel işleyişini nasıl buluyorsunuz?

T.B: Ergenekon davasının özü açısından, Türkiye'de devletin kontrgerilla aracılığıyla bir takım operasyonlar yaptığına inanıyorum. Balyoz meselesinde de orduda her daim hükümeti manipüle etmeye ve icabında devirmeye dönük bir hazırlıkların olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu davaların açılmasını haklı buluyorum ancak bu davaların işleyişinde, kanıt toplanmasında, delillendirmede ve hukuki temel inşa edilmesinde çürüklükler olduğu da aşikar. Temel meseleleri doğru ama davaların hukuken uygunsuz, siyasi olarak da çürük bir temelde yürütüldüğünü düşünüyorum. Bu yüzden siyasi bir fırsatın heba edildiğini de görmek lazım. Gerçekten mahkum edilmesi gereken bir yapı bu çürüklükler yüzünden mahkum edilmiyor endişesini taşıyorum.

F: Hatta mağdur ve mazlum oluyor

T.B: Nerdeyse öyle ve bu çok korkutucu bir şey. Futboldaki meselenin de bu diğer meselelerle temeli ortak. Ama futbolda ben şöyle bir fark olduğunu düşünüyorum. Futbolla ilgili verilecek karar ceza yargısının vereceği bir karar değil. Ceza verecek makam ve mevki futbolun kendi hukuku, kendi karar mercileriydi.

F: Orda araya girip şunu sormam lazım. Bu düzende federasyon seçimlerinin doğrudan siyasi inisiyatifle belirlendiği bir alanda bizim şikayet ettiğimiz genel hukuktan çok farklı bir futbol hukuku alanı beklemek mümkün mü? Yani genel olarak bu davaları bu hale getirenlerin futbol hukukunu temiz bir şekilde yönetmeleri mümkün mü bu biraz fazla iyimserlik değil mi sizce?

T.B: Doğru, iyimserlik. Ama göreli bir özerklikten söz ediyorum. Bu göreli özerklik %0,5 olabilir. Benim iyimserliğim o küçücük özerkliğin kullanılarak futbolun kendi kararını vermesi yönündeydi. İtalya'da Almanya'da da ceza yargısı ölçütleriyle karar verilmiyor bu işlere.

F: Ama orda spor mahkemeleri diye de bir şey var,

T.B: Spor mahkemesi ya da bir futbol kurulu kendisi karar veriyor sonuçta – ve dikkat, kanaatle karar veriyor.

F: Bu kanaat dediğimiz şey de Türkiye'de çok manipüle edildi, yani kanaat dediğimiz şey 2-1 lik hiç bir anormalliğin olmadığı hakem gözlemci raporlarının temiz olduğu bir maçta nasıl uygulanabilir ki?

T .B: Doğru, şunu sormakta da haklı olursunuz: Türkiye'de bağımsız kanaatine güvenebileceğimiz bir kurul nasıl olabilir ki? Bu da haklı bir soru ama o zaman ne yapacağız biz, topyekun bir politik devrim olmasını mı bekleyeceğiz? Şunu da tekrarlamak istiyorum: Ben hiç bir zaman şu takıma şu ceza verilsin derdinde olmadım. Federasyonun yokmuş gibi davranmasına tepki gösterdim. Kanaate dayalı karara güvenmek tabii bir iyimserlik ama bu da sonuçta bir nevi politik tercih. Olması gerektiğini düşündüğüm yönde bir iyimserlik göstererek futbolun kendi karar organının inisiyatifi almasını istedim. Öyle olmayınca, politik inisiyatifin olaya müdahalesi korkunç bir seyir izledi. Anlaşılan o ki Başbakan devreye girip Trabzonluları "sizin kupanızı vereceğiz" diye yatıştırdı sonra çeşitli nedenlerle bundan vazgeçtiler, Trabzon da kendini feci şekilde aldatılmış hissetti. Erdoğan Bayraktar'ın ağzından kaçırdığı laf da bununla ilgiliydi bence.

F: Başbakan'ın 3 Temmuz operasyonundan haberi olduğunu düşünüyor musunuz, icazet verdi mi?

T .B: Kestiremiyorum. Tabii Türkiye'de Tayyip Erdoğan'dan tamamen bağımsız bir iş yapılması zor görünüyor. Ama o dönem Gülen cemaatinin özgüveninin, özerk hareket kabiliyetinin dorukta olduğu bir dönemdi. Yani görece özerk de hareket etmiş olabilirler.

F: Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nden çıkarılıp Trabzon'un gönderilmesi kararını nasıl değerlendirdiniz?

T.B: Uluslararası turnuvaya katılımı engellenecek derecede zanlı görülen bir kulübün iç piyasada lige aynen devam ettirilmesi tabii büyük tutarsızlıktı. Ben UEFA hakkında da bir miktar iyimser olmaya çalışıyordum ama süreç içinde UEFA’nın da Türkiye hükümetinin ya da federasyonunun yetkililerince kibarca söylersem “etki altına alındığını” düşünüyorum.

F: Ne için peki ceza almayalım diye mi ?

T.B: İdare edin vaziyeti, diye.

F: Milan şike cezası nedeniyle ceza aldığı yıl Şampiyonlar Ligi'ne katılıp şampiyon oldu, Porto şike nedeniyle ceza aldığı sene Şampiyonlar Ligi'ne katıldı. Fenerbahçe hakkında söz konusu dönemde kesinleşmiş herhangi bir ceza yokken Uefa'nın 8 yıl ceza öcüsü Türkiye'de kampanya olarak kullanıldı

T.B: Bence Uefa adına da temelsiz bir adımdı o, sanırım birtakım pazarlıklara dayalı ucube bir ara karardı Yani geçici bir statüko.Tutarsız olduğunu düşünüyorum.

F: Zaten Trabzon'la Fenerbahçe arasındaki bu husumet duygusunu en güçlendiren şey de bu Şampiyonlar Ligi kararı oldu.

T.B: Şike davası sırasındaki oluşan husumet kültürü bu meseleyi konuşmayı başlı başına zorlaştırıyor. Mesela o süreçte sizin blogda o yazılar çıktı, Emre Belözoğlu vesilesiyle yazdığım ırkçılık temalı bir yazı nedeniyle bir okurum kendisindeki bütün kitaplarımı bana geri gönderdi.

F: Niye?

T.B: Protesto amacıyla, al başına çal anlamında! Sonra şike operasyonunun yürütülme sürecinin ve kararların, Fenerbahçe'nin "Neden şimdi" ve "neden biz" sorusunu haklı çıkartan yönüne işaret edince bu sefer Trabzon ve Galatasaraylılar kızdılar.

F: Bizim blogda da Emre meselesi üzerine eleştirel bir şeyler yazdığımız için bizi iki gün önce Fenerbahçe neferi olarak görenler, meğer siz de hainmissiniz diye eleştirdi bir Türkiye klasiği bu.

T.B: Bu ortam tartışmayı çok zorlaştırıyor. Taraftarlığın öznelliği, duygusallığı da girince iyice zorlaştırıyor. Bir yandan bu manipülasyonlarla ilgili bir adım atılmasını istemek ama bunu yapma meşruiyetine veya “temizliğine” sahip bir organ olmadığını bilmek çaresiz bir çelişki. O zaman ister istemez yönünüzü bir yana çeviriyorsunuz, o yönde iyimserlik gösterip yutkunuyorsunuz. Kimse mutlak tutarlılık iddiası öne süremez bu konuda. Ben sizin blogda yazdığınız yazılardaki -ton ve üslup meselesi tartışılır sonuçta, hakaret etmediniz ama insafsızlık ettiniz- eleştirilerde haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Ama sizin bakış açınızdan da şu görülmeli: “Hiç bir şey yapılamaz, bu düzen böyle devam etsin”e varır sizin tutumunuz da.

F: Yanlış hayat doğru yaşanmaz gibi. Şike operasyonu sırasında gerçekten olayın başında bu bir temizlik operasyonuysa sonuna kadar gidilsin inancı bizde de vardı, ama dava ilerleyip iddianame ortaya çıkınca Türkiye'deki hukuk sisteminin nasıl büyük bir garabet olduğunu ilk kez görmedik tabi ama ilk kez bu kadar yakıcı hissettik.Ben mesela bu iddianameyi okuduktan sonra Türkiye'deki hakim ve savcıların temel Türkçe anlama ve yazma dersi görmesi gerektiğini düşünüyorum.

T.B: O bakımdan korkunç. Akıl yürütmeler, telefon konuşmalarına yorumlar falan.
F: Aziz Yıldırım'ın nasıl gidiyor sorusuna savcının şike faaliyetlerinin gidişatını soruyor yorumu var mesela

T.B: Ceza davası düzleminde nelerin döndüğünü bilmiyoruz. Orada skandal bir durum var. Ama her şeye rağmen o ilk Etik Kurulu bir karar verebilirdi. Vermeliydi. Daha doğrusu verdiği karar doğrultusunda bir uygulama yapılmalıydı. Biliyorsunuz bütün dünyada bu kararlar taze taze veriliyor.

F: Ama ilk başta Federasyona bilgi belge gönderilmemişti sonra savcı kendi seçtiği klasörleri gönderdi, yani bu durumda verilecek bir karar da başka bir müdahale biçiminin önünü açmaz mıydı, yani Fenerbahçe'yi bu seçilmiş belgelere istinaden diyelim Etik Kurulu küme düşürdü ertesi yıl da başka bir takım hakkında yine seçilmiş dosyalarla böyle bir karar alınabilir başka türlü bir siyasi müdahalenin önü açılabilirdi bu örnekte de.

T.B: Böyle bir risk olabilirdi, kötü bir yol açılıp “kanaatle” İskenderun Demir Çelik'in şu lige terfiine… falan gibi şeyler de olabilirdi. Türkiye'de böyle langur lungur işlerin olma ihtimalinden korkmakta haklıyız. Ama işte mevcut durumda da bir işler döndüğünü biliyoruz, ne edeceğiz? Mevcut düzene razı mı olacağız. “Bir yerden başlamak”, bir emsal yaratmak iyi olmaz mıydı? Burada temiz bir çözüm yok. Geçiştirme, idare-i maslahat ve sinizmin öfkelendirdiği kadar hiç bir şey öfkelendirmiyor beni.

F: Fenerbahçeli taraftarlarının da o sezona dair şöyle bir hissiyatı var, yani benim 20-22 senedir Fenerbahçe'yi takip ettiğimden bu yana diyelim en stresli en zorlu sezondu o sezon. Tırnaklarımızı yiye yiye, gergin ve sıkıntılı kazanılmış maçların ardından gelen bir şampiyonluğun tartışılması pek çok Fenerbahçeli'de nasıl olur sorusuna ve isyanına dönüştü aslında.

T.B: Benim pek çok Fenerbahçeli olmayan arkadaşım da Fenerbahçe'nin bu işi manipülasyonla götürdüğünü ve aslında şu anki durumdan da gayet memnun olduklarını, öyle gerginlik filan da yaşamadıklarını düşünüyor, dahası öyle “hissediyor”. Ben de biliyorum, Fenerbahçelilerin bu süreci gayet gergin bir şekilde yaşadığını. Şu var bir de… bilmiyorum Alex'in o dönemki açıklamalarını izlediniz mi?

F: Hangisi?

T.B: Alex'in, birtakım adamlar bizim dışımızda bu işlerle uğraşmış olabilirler ama buna gerek yoktu, zaten biz kendi işimizi sahada hallettik anlamına gelebilecek bir şeyler söylediğini düşünüyorum. Ki Alex kendini ifade ederken çok özen gösteren bir adam.
F: Ben pek öyle algılamadım hatta “bu mesele hakkında konuşursam beni başkanın yanına koyabilirler” gibi bir sözü de oldu Alex'in, ayrıca iddianame de şüpheli olarak adı geçmişti
İşin medya boyutuna dönmek istiyorum tekrar. Medyanın şike operasyonun ilk haftasında birdenbire daha öne hiç tanımadığımız insanları kanal kanal dolaştırmasını, neredeyse tek çatlak ses çıkmadan bir linç korosu oluşturmasını neye bağlıyorsunuz. Fenerbahçe güçlü lokma olduğu için mi bu kadar bariz bir propagandaya ihtiyaç duyuldu?

T.B:Böyle bir yanı vardır ama hiç çatlak ses çıkmadı diyebilir misiniz?

F: Yani ilk iki hafta itibariyle hiç bir çatlak sese izin verilmedi bence özellikle 10 Temmuzdaki yürüyüşe kadar akıl almaz haberler gördük medyada.

T.B: İlk operasyon başlarken meselenin cazip ve taze olması gazeteci milletinin bayıla bayıla üzerine atlamasını getirdi. Her zaman bunu yaparlar, hapishane operasyonunda da yaptılar, her meselede yaparlar. Şimdi tabii arşiv dökecek halim yok ama ben de hemen ertesi gün Fenerbahçe’yi savunan bir karşı cephenin kurulduğunu hatırlıyorum. Fenerbahçeli yazarlar çok geçmeden konuşmaya başladılar.

F: Ben de 10 Temmuz'daki yürüyüşten sonra Fenerbahçe'nin sesinin çıkmaya başladığını düşünüyorum hatta biraz önce bahsettiğiniz Trabzon'a kupa verilmesi olayından vazgeçilmesi operasyona Trabzon ve Beşiktaş'ın eklemlenmesini de o taraftar yürüyüşüne bağlıyorum.

T.B: Olabilir, tabii Fenerbahçe büyük güç, siyasi erk de buradan büyük bir ses çıktığında bundan etkilenir.

F: Fenerli medya diye bir şey var mı sizce?

T.B: Bence var, spor medyasında baskın gücün Fenerbahçe olduğunu düşünüyorum.

F: Bu konuda mesela Hıncal Uluç'la aynı mı düşünüyorsunuz?

T.B:Hıncal Uluç her konuda olduğu gibi abartıp saçmalaştırıyor iddiasını.

F: Fenerli medya örneğini bana somut olarak bir durum ya da örnekle anlatabilir misiniz?

T.B: Fenerbahçe ile ilgili konu ne olsa üç misli büyüyor, gayet açık. Fenerbahçe'nin mayasında da popülerlik var, popüler olana yönelik bir istidat var, Fenerbahçe konuşmak her zaman daha tansiyonlu bir şey, bu da insanları oraya çekiyor. Bunu bilen medya erbabının da katkısıyla medyada daha çok yer kaplıyor Fenerbahçe, bizzat bu durum da onun popülerliğini tetikliyor. Çocukluğumdan beri gözlerim, diyelim 20 dakika boyunca Beliktaş ya da Galatasaray çok baskılı oynar, Fenerbahçe sahada yoktur, sonra bir anda Fenerbahçe bir taç kazanır ya da basit bir ikili mücadele… birden bütün tribün ayağa kalkar, bir acayip silkinme olur, bir kalkışma olur, Fenerbahçe gaza gelir. Elbette Fener’e özgü eğil ama sembolik olarak düşünüyorum bunu, Fener’de müthiş bir ajite olma, kendini ajite etme ve bunu güce dönüştürme özelliği var. Karalamadan, yüceltmeden, nötr bir gözlem gibi düşünün. Bunun medyaya da yansıdığını düşünüyorum. Medyada da Fenerbahçe sempatisiyle hareket edenlerin böyle bir “katlayan” etkisi var.
Neticede futbol medyasında Fenerbahçe’nin ağırlığına dair sarsılmaz bir kanaate sahibim!

F: Valla ben de bunun gerçekle ilgisi olmayan çok kötü bir medya algısı olduğunu düşünüyorum “Fenerasyon” diye bir kelime var mesela, hadi futbolu bırakıp basketboldan örnek verelim bir öneki seçimde iki eski Galatasaray kaptanı Turgay Demirel ve Lüti Arıboğan adaydı. Böyle bir şey Fenerbahçe açısından olsa yani iki Fenerbahçe kaptanı Federasyon başkanlığı için yarışsa çok ses getirmez miydi?

T.B: Basketbolda o kadar çok tantana çıkmıyor ama futbolda olsa tabii getirirdi.

F: O seçimde Turgay Demirel seçildi ve Fener'in adamı oldu, muhtemelen Arıboğan seçilseydi o da Fener'in adamı olacaktı. Yani ben de Galatasaray kaptanlığı yapmış birilerinin bile hemen ertesi gün Fener'in adamı ya da Aziz Yıldırım'ın adamı olarak görmesini çok garipsiyorum.Mesela Voleybol federasyonundaki sürekli Fenerbahçe aleyhine cereyan eden olaylar başka takımın aleyhine olsa "Fenerasyon" lafından geçilmezdi.

T.B: Ben onun seçilememesine çok şaşırdım

F: Ben çok sevindim.

T.B: Ben üzüldüm çünkü başarılı buluyordum. Çok güçlü olduğunu da düşünüyorum, seçilmemesine şaşırdım,Hükümetin artık her gediğe hakim olduğunun göstergesi oldu biraz. Peki siz de düşünmüyor musunuz, Fenerbahçe neden bu kadar sevilmiyor - bir nevi Bayern gibi?

F: Evet Bayern gibi Real gibi

T.B: Hem gerçekten güçlü etkili büyük hem de onun bir kaç misli nefret yaratıyor, sizce neden?

F: Sizinde dediğiniz gibi Almanya'da statlarda taraftar kendi takımı gol attığında ve diğer statda Bayern gol yediğinde sevinir. Türkiye'de böyle bir durum Fenerbahçe için geçerli. Tabi Fenerbahçe'nin algı yönetme, iletişim gibi konularda da felaket olduğunu söylemek lazım. Ayrıca Aziz Yıldırım'ın kişisel yönetim üslubunun Fenerbahçe'yi sevimsizleştirdiğini de kabul ediyorum ve bundan rahatsızım.Ama daha önceden de yazmıştım blogda bunlar gerekçe olabilir ama Gandhi Fenerbahçe başkanı olsa da Fenerbahçe sempatik gelmez insanlara.

T.B: Ama Gandhi Fenerbahçeli olamaz.

F: Hadi o zaman Mandela olsun

T.B: Mümkün değil, yani sonuçta kulüp imgesiyle bağlantılı bir şey bu. Bana sorarsanız pek çok Fenerbahçeli de bu nefret edilme halinden hoşlanıyor. O "dünya bir yana biz bir yana" duygusunu besleyen bir şey.

F: Evet öyle bir durum var bence de taraftar açısından ama pek sağlıklı bir durum değil

T.B: Galatasaray'ın 1990’lardaki parlak döneminde de onlarla ilgili hayranlık kadar nefret vardı ve onlar da bundan çok mutluydu.

F: Nefret edilmek biraz güçlülük işareti olarak algılanıyor taraftar açısından

T.B: Bu algı yerleşti mi de somut vakalarda körleştirici oluyor tabii. Bir kayırma varsa kesin Fenerbahçe lehinedir yargısı oluşuyor.

F: Fenerbahçe'nin mağdur ya da mazlum olma ihtimali ontolojisine aykırı gibi görülüyor.

T.B: Kimi somut vakalarda tam tersi bir durum olabilir ama "olur mu canım Fenerbahçe mağdur olamaz" algısı yerleşiktir. E, o sözü bilirsiniz: Paranoyak olmamanız takip edilmediğiniz anlamına da gelmez tabii!

F: Bizim en çok şikayet ettiğimiz durumlardan biri mesela bu, bir türlü mağdur olduğumuz bir durumu insanlara kabul ettirememe. Bu tür şeylerin masum kalması kabul edilebilir ama artık gittikçe bir nefret söyleminin bahanesi olarak kullanılmaya başlandı bu çok rahatsız edici benim açımdan. Geçen yaz Atatürk Havaalanında Galatasaray formalı bir adam Fenerbahçe formasıyla beni görüp "çıkar o formayı hala nasıl giyiyorsun" diye polisin gözü önünde bana bağırarak bir şeyler söyledi mesela. Sonuçta Fenerbahçelilik benim için kimliğimin önemli bir parçası. Bugüne kadar hasbelkader Türk-Sünni-erkek kalabalığına dahil olduğum için çok ayrımcılığa uğrama tecrübesi hissetmemiştim ama o an çok kötü hissettim.

T.B: Genel husumet kültürünün bir parçası tabii bu da. Bir de futbolda nefret söylemi çok daha rahat yeniden üretilebiliyor. Bence durumları, düzeyleri tefrik edememek çok büyük bir problem. Mesela Uğur Vardan’ın yolda selam verdiği bir Fenerbahçeli ahbabından selamına karşılık almadığını biliyorum; oysa Uğur’un bunca yıldır yazdığı çizdiği belli, bu konuda hemfikir olmasanız, kızsanız bile onu nasıl selam vermeyecek kadar “silebilirsiniz”? Sonuçta “sadece” futbol bu. Taraftarlık. İçinde çok duygusallık barındırıyor, tamam kızıp darılabiliriz ama bir insanı bu konudaki tercihiyle, tavrıyla tüketmek, ona indirgemek yanlış.

F:Radikal'e ve Uğur Vardan'a yönelik eleştiride de üst üste 4-5 tane Fenerbahçe aleyhine tuhaf şeyler çıkması sonucunda oldu. “Alma Hacettepe'nin ahını” ya da Ediz'in ölüm haberi falan gibi.

T.B: Radikal'in esprili başlık bulma alışkanlığı var, bunun beraberinde getirdiği risklerle ilgili bu. Ama zerre kötü niyet içermediğinden eminim.

F: Eurosport da yaptı aynısını Preko'nun Gana'daki bir şike itirafını 1999'da Aziz Yıldırım'la yan yana bir resmini koyarak verdi, yani bütün bunlar da birikince insanlar çok ciddi tepki gösteriyorlar. Bir de tabii Fenerbahçe taraftarının bu süreç nedeniyle ekstra hassaslaştığını da söylemek lazım. Belki diğer takım taraftarları da kendi takımları aleyhine şunlar şunlar yapıldı diyordur bilmiyorum ama bize biraz fazla geldi son zamanlarda.

T.B: Hassaslık yeni yeni gevşiyor galiba. Şu sıralar Fenerbahçe taraftarı hüzünle haz arasında salınıyor Alex meselesi dolayısıyla. O kaostan beslenen havasına geri döndü, bundan da memnun sanki! Bu hassasiyetlerin “normalleşmesi” gerek. Siz nasıl hayal kırıklığına uğradıysanız, Radikal'e yönelik dediğim gibi bence insafsız eleştirileriniz de Erkan Goloğlu'nu ve oradaki herkesi hayal kırıklığına uğrattı.

F: Erkan Bey'e e yönelik en büyük eleştiri ve hayalkırıklığı o yazıda geçen “Fenerbahçe mağdur olmadı” sözünden kaynaklanıyor bence. Şahsen beni en çok üzen şey o oldu. Hadi Fenerbahçe'nin kurumsal kimliğini başkanı yöneticilerini falan geçtim ama binlerce kulübünü seven Fenerbahçelinin 3 Temmuz'dan bu yana yaşadığı ayrımcılığa linç duygusuna, ve bunun taraftar olarak bizde yarattığı mağduriyete biraz anlayış göstermesini beklerdim.Ben o sene müthiş keyifliydim, 5 te 5 in kutlamasını yaparken birdenbire sosyal çevremde de Fenerbahçeli kimliğim çok belirgin olduğu için bizzat bu soruşturma sonunda kulübün temsilcisi olarak görüldüğümden dolayı pek çok sataşmaya tacize maruz kaldım. En azından binlerce insanın bireysel mağduriyet durumlarına karşı bir anlayış beklerdik

T.B: Can Kozanoğlu'nun dediği gibi taraftar kulübünün dar bölge temsilcisidir.

F: Aynen öyle

T.B: Bunu Erkan Goloğlu’yla konuşabilirsiniz pekala, Bence bu süreçte Fenerbahçelilerin en önemli problemlerinden biri Aziz Yıldırım. Fenerbahçeli olmayanların Fenerbahçelilerin tepkilerine en içerledikleri mesele onların Aziz Yıldırım'la özdeşleşme halleri.

F: Ama başkan olduğu için yani özne o

T.B: Kuşkusuz ama bir imge meselesi var. Aziz Yıldırım imgesi diğer taraftarların gözünde nasıl bir imge?

F: Diğer taraftarların gözünde "şeytan" figürü diyebiliriz.

T.B: Tayyip Erdoğan imgesine benziyor aslında. Kulüpteki bir hademeyi bile azarlayabilecek birisi.

F: Aynen öyle Fenerbahçe taraftarının ikilemi de burda başlıyor bence. Bir yandan Tayyip Erdoğan'ın yönetim üslubunu tek adamlığını hoyratlığını falan eleştirip Aziz Yıldırım'ın tek adamlığına ses çıkarmayan biri sürü insan var. Ben Aziz Yıldırım'ın ve onun temsil ettiği tek adamlı üslubun Fenerbahçe'ye yakışmadığını 3 Temmuz öncesi pek çok kez yazdım, ama 3 Temmuz süresince bunun dışarıdan bir manipülasyon olduğunu düşündüğüm için başkana destek verdim. Kongrede oy kullansaydım da o süreçte Aziz Yıldırım'a oy verirdim. Şimdi süreç normale döndükten sonra yine aynı görüşteyim. Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe başkanlığına yakışmadığı görüşüm baki

T.B: Tabii sahip çıkmanın bu anlamını Fenerbahçeli olmayanların görmesi zor oluyor. “Böyle birine nasıl sahip çıkılır?” fikri var.

F:Şu da var Aziz Yıldırım'ın bu kadar şeytanlaştırılması diğer kulüp başkanlarını biraz melekleştiriyor Fenerbahçe taraftarı biraz buna da isyan ediyor.

T.B: Futbol ortamının en kötü tarafı yönetim yapısı zaten

F: Kulüp yönetim yapılarının demokratikleşebileceğini düşünüyor musunuz?

T.B: İmkansız diyemem ama çok zor. Kulüp yapılarının demokratikleşmesinin yanında tribün gruplarının demokratikleşmesi de çok önemli. Taraftar gruplarının özerk olması, farklı taraftar gruplarının varlığının normalleşmesi… Taraftarların ve taraftar gruplarının emniyet ve kulüp nezdinde tanınan, saygın muamele gören yapılar haline gelmesi lazım. Şu an taraftara ergen oğlan çocuk muamelesi yapılıyor.

F: Size yönelik eleştirilerden biri de daha önce Diyarbakır-Elazığ maçında Diyarbakır'ın maçı kazanmasının ayan beyan kolaylaştırıldığı ve kümede bırakıldığı sezon ya da Bursa'nın düştüğü sezon Beşiktaş-Rize maçına dair ses kayıtları çıktığı zaman neden lig yazmayı bırakmadınız da şimdi bıraktınız eleştirisi. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

T.B: Belki bir birikmenin, birikme sonucu bıkkınlığın etkisi vardır. Ayrıca bu seferki olay çok büyüktü, büyük bir patlamayla ortaya saçıldı. Eleştirenler manipülasyona kurban gittiğimi ya da kapıldığımı düşünüyorlar muhtemelen. Manipülasyon boyutu yok değildir, kabul, ama dedim ya, “ortada bir şey yok ki!” denmesini içinize sindirebiliyor misiniz? “Bu işler böyle devam etsin”e rıza göstermek istemedim, istemiyorum.

F: Şike meselesi ilk patladığında bu olaya kuşkuyla bakmanın ya da Fenerbahçe tarafına dair bir haklılık belirten bir şey ima edildiğinde "nasıl yani şikecileri mi savunuyorsun" şeklinde dönüşen bir mahalle baskısı var mıydı sizce entelektüel cepheden olup futbol yazan insanlarda.

T.B: Hayır öyle bir şey düşünmüyorum.

F: Lige dair yazmaya başlayacak mısınız tekrar?

T.B: Artık lig yazmayı canım istemiyor, serbest yazmak hoşuma gitti. Tavır, zevke dönüştü!

F: Siz bu müesses nizamdan şikayetçi biri olarak bu müesses nizamın bekçilerinden biri olan, taraftarı olduğunuz kulübün başkanı İlhan Cavcav'ı bu düzende nereye koyuyorsunuz?

T.B: Bir kere kulübü batmaktan kurtarmış birisi olarak sevgiyle bakıyorum. Ama onun da “statükoya hiç bir şey olmasın” ve “büyükleri kızdırırsak bizi mahvederler” kaygısıyla futbol düzeniyle ilgili gayet muhafazakar bir tutum izlediğini düşünüyorum.
Gençlerbirliği'nin yokluk yıllarına tanıklık etmiş olmasının bu olağanüstü ihtiyatlı tavrında pay sahibi olduğunu düşünüyorum.

F: Aynı değerlendirme Fenerbahçe taraftarı için de geçerli aslında bir yandan Aziz Yıldırım'ın kulübü imar, tesis amatör branş ve ekonomik açıdan getirdiği noktaya takdir ve minnet diğer yandan da tek adamlı, otoriter, hoyrat yönetim üslubuna isyan.

F: Son iki senedir Fenerbahçe Bursa ve Trabzon'la çekişirken siyasi otoritenin Bursa ve Trabzon lehine dilek ve temennilerini bolca gördük. AKP döneminde güçlenen Anadolu burjuvazisinin Bursaspor'un şampiyonluğunda etkili olduğunu düşünüyor musunuz?

T.B: Levent Kızıl'ın Federasyon'da olması daha belirgin bir etkendi sanıyorum. Tabii o yarışa girecek bir gücünüzün de olması lazım. Bursaspor'un da biraz şanslı bir şekilde şampiyon olduğunu biliyoruz. Ben de başka bir şampiyon çıkmasını her zaman istedim ama Bursa olduğunda "bunlar mı" diye düşünmüştüm

F: Diyarbakır olayları yüzünden mi?

T.B: Evet, bayıldığım bir “beşinci şampiyon” seçeneği değildi ama sonuçta St. Pauli Almanya'dan gelip şampiyon olmayacağına göre bunlardan biri olacak!

F: Gündemin bir numaralı meselesi olduğu için sormadan geçmeyeyim. Artık bir drama haline gelen Alex-Aykut Kocaman meselesinde ne düşünüyorsunuz.Bu arada sizin Alex'e dair bir yazınız vardı orda da "kibir tahakkümü" vurgusu eleştirilmişti Fenerbahçe taraftarı pek Alex de öyle bir şey görmediği için bize tuhaf gelmişti.

T.B: Fiziki bir şey değil ki bu, kimse ispatlayamaz. Ama en azından ben öyle görüyorum işte, benim gözüme öyle görünüyor. Ayrılmasına gelince, “resmen” daha sevilerek sayılarak ayrılması tabii daha iyi olurdu. Alex'in de ayrılışın bu şekilde gerçekleşmesinde payı var mı, o da sinir harbi yaparak tırmandırdı mı, sorusunu sormamız lazım. O kuşkuyu taşıyorum. Aykut Kocaman meselesine gelince bir yandan lafını sözünü bilen, düşünen birisi olarak biliyoruz onu ama bir yandan da bir şeffaflık eksikliği hissediyorum. Medyadan haklı olarak çok korkuyor, söylediklerimi lime lime ederler diye düşünüyor; belki de öyle bir sakınma duygusu nedeniyle böyledir.

F: Medyanın Aykut Kocaman'a sorulan soruları Fatih Terim'e sorabileceğini düşünüyor musunuz?

T.B: Türkiye'de Fatih Terim karşısında en çok korkulanlardan biri, sadece futbolu kastederek söylemiyorum, emniyet müdürüne denk bir rütbede.

F: Terim bu niteliklere sahipken pek çok aklı selim sahibi Galatasaraylı gözünde bile niye hala imparator ?

T.B: Galatasaraylılar arasında da Terim'i sevmeyen ciddi bir kitle var

F: Hatırı sayılı bir kitle mi sizce?

T.B: Oran veremem ama en azından marjinal olmadıklarını düşünüyorum. Neden çoğunluk seviyor diye sorarsak bu tür “karizma” çeşidini halkımız seviyor, bir de tabii başarılarını seviyor. Maço ve müstekbir karizma stili bu topraklarda seviliyor.

F: Sizin Ronaldo'ya dair yazınızda kullanılan bazı tabirler de eleştirildi "bir apaçi masalı" ve "it suratlı bek" tabirleri

T.B: İt suratlı bek tabiri mizahi bir tabir. Futbol edebiyatında dünyanın her yerinde argo ya da ergen oğlan çocuğu dilini mizahi bir üslup içinde kullanırlar. Bu da o mizahi üslup içinde kullanılmış bir söz, buna gösterilen tepkiyi anlayışsızlık olarak görüyorum."Bir Apaçi Masalı" diye Ekşisözlük’te yayınlanmış bir roman var, bir “apaçinin” fantezilerindeki gibi bir hayata erişmesini anlatan bir metindir, bu ibare doğrudan ona göndermeydi.

F: Birikim'in de son sayısında işlenen bir meseleye değinelim. Türkiye'de yargı düzeninde ve özellikle Ö.Y. M ler bağlamında siz cemaati nereye konumlandırıyorsunuz?

T.B: Gülen Cemaatinin adalet ve polis içindeki yapılanması hakkında daha önce bir makalede de yazmıştım; Cemaatin o devletçi güvenlikçi ideolojisiyle polisin ve yargının mesleki ideolojilerinin çok uyumlu olduğunu ve aralarında bir simbiyoz oluştuğunu düşünüyorum. Bütün yargı ya da polis camiası ya da büyük bir bölümünün cemaate mensup olması gerekmez, ama zaten meslekleri gereği her şeyi kriminalize eden bakışlarıyla Gülenci ideolojinin mükemmel örtüştüğünü ve birbirini beslediğini düşünüyorum. Telefon dinleme tutkusu, izleme teknolojilerine tutkunlukları hakikaten Orwell'yen bir gözetleme evreni yaratıyor. Son derece ürkütücü buluyorum. ÖYM' ler kalkabilir ama zihniyet değişmedikçe…

F: 12 Mayıs'daki olaylar için ne düşünüyorsunuz?

T.B: Orda da siz Papazın Çayırında "Bolivya da olsa ballandıra ballandıra anlatırdınız” diye tekdir ettiniz Radikal futbol yazarlarını ama Radikal'de epey geniş bir şekilde işlendi. Neden öyle yorumladınız ki?

F: Açıkçası bire bir yaşadığım için ve orda polis şiddetine ilk kez bu kadar doğrudan ve orantısız bir şekilde muhatap olduğum için bunun çok daha ciddi bir şekilde ses getirmesi gerektiğini düşündüm. Çünkü orda yapılanın bir Hillsborough provası olduğunu düşünüyorum. Maç sonunda muhtemelen daha önce cemaatle polisle pek derdi olmamış elinde 10 yaşında çocuğunun eli olan bir babanın bile delirip panzere elindeki su şişesiyle vurduğunu gördüm.

T.B: Anlıyorum da o konu kesinlikle geçiştirilmedi. Dozu tabii yetersiz bulabilirsiniz, hükümetin her konudaki basıncı nedeniyle yetersiz kalmış olabilir ama bence toplamda "bu kadar da olmaz artık, yuh” sesleri çıktı bu olayların ardından. Yetersiz bulmakta haklı olabilirsiniz ama başka konularda da yetersiz zaten. KCK konusunu düşünün, o konuda da birileri ısrarla konuşuyor ama yeterli mi? Yetersiz.

F: KCK meselesine değinmişken bu davalarda ortak mağduriyet yaşayan ama siyasi olarak birbirini sevmeyen insanların biraraya gelememesi de büyük sorun değil mi. Balyoz'un muhataplarıyla KCK'nın muhataplarının yaşadıkları ortak mağduriyeti bir arada anlatmaları çok etkili olmaz mı ?

T.B: Ortak mağduriyet temelinde bir şey olması için insan hakları bilincinin güçlü olması lazım. “Hiç kimse idam edilemez ya da işkenceye uğratılamaz” gibi temel değerleri bile Türkiye'de kaç kişi paylaşır?

F: Soyut olarak paylaşır da somut örneklere gelince ama o başka falan diye dönüşür hemen

T.B: "Bu başka” kanaati imal edilir.

F: Son olarak yazan çizen birisi olarak bir korku hissediyor musunuz ?

T.B: Zaman zaman, evet.

F: Şöyle sorayım o zaman son 4-5 yılda bu korku arttı mı?

T.B: Evet

F: Politik iklim nereye gidiyor sizce?

T.B: İddialı bir analiz yapacak durumda değilim. Gerçekten, öyle büyük büyük konuşamam. Türkiye'de temel problemler hiç bir zaman varabileceği en kötü uç noktaya kadar gitmiyor ama çözüme de varmıyor. Sürekli bir uçurumun kıyısında patinaj hali. Aktif sürünceme politikası, diyorum. 50 yaşıma geliyorum, “artık dibe vurduk” dediğimiz 4-5 süreç geçirdik. Bu aktif sürünceme politikasının öncelikle Kürt meselesiyle ilgili olarak sona ermesi gerekiyor, bu en önemli problemimiz. Ama “şuraya varır” da diyemiyorum işte. Bir yandan böyle süremez diyorum, bir yandan 20 sene sonra aynı temel soruları sormamızdan korkuyorum
Devamı ...

22 Ekim 2012

Nineteen Eighty Four


George Orwell'in "1984"ü, yine 1984 yılında filme çekildi. John Hurt ile Richard Burton'ın oynadığı filmin yönetmeni Michael Radford. Burada filmin tamamı var. Büyük ağabey sizi izlerken, siz de bir kendinize bakın. Devamı ...

8 Ekim 2012

Alex - Aykut Hoca- Aziz Yıldırım: Sistem nerede?


Kaos'a ve kaotizme aşık bir ülkede, komplo teorilerinin kahvehane sayısı kadar bol, nezaketin aptallık, iyiniyetin saflık sayıldığı bir düşünsel kültürün göbeğinde, insanlarla iletişim gerektiren herhangi bir işi sağlıklı yapmak çok zor. Kaba, kızgın, öfkeli, bağırıp çağıran, ateşli, heyecanlı, ağzına geleni söyleyen, zenginlik ve statü sembollerini alabildiğine kullanan, beyaz gömlekli takım elbiseli her adamın İbrahim Tatlıses, Fatih Terim, Recep Tayyip Erdoğan hattında bir noktada statü elde ettiği bir yerde Alex ve Aykut Hoca gibi temelde mülayim, az konuşan, ciddi insanların toplumu tatmin edememesi de doğal.

Bu tatminsizlik öyle boyutlara ulaşıyor ki, bir büyük kitle iletişim mekanizması içerisinde insanları kendi varlıklarından, olayları da ağırlığından kopartıyoruz.

Hiç bir sağlıklı toplumda, seri katil olmadıkça, karısını evde kör testereyle kesmedikçe, bir yere bomba koyarken yakalanmadıkça veya çırılçıplak sahaya atlayıp edep yerlerini kitleye arz etmedikçe bir tercümanın istifa etmesi manşet olmaz. Savaşın eşiğinde yaşayan, 8 milletvekili, 108 gazateci, 500'ün üzerinde üniversite öğrencisinin tutuklu olduğu, sabah Bitlis gibi bir şehrinde roketatar saldırısının gerçekleştiği bir ülkede "manşet" haber buydu.

Hiçbir sağlıklı ülkede, bunca sorun varken, Bir Başbakan işinden ayrılmış bir futbolcuyu arayarak kendisini Kasımpaşaspora davet eden bir konuşma yapmaz. Lafı uzatmayayım ama içimde de kalmasın, Başbakan niye Alex'i arıyor arkadaş? Bu memlekette sorun mu yok? Hadi aradı, Başbakan niye Türkiye'de kal diyor? Adam gidecekse gider, neticede bir futbolcu. Hadi kal dedin, Kasımpaşa'nın idari menejeri misin, kulüp başkanı mısın, teknik direktörü müsün, niye "Seni Kasımpaşa'ya alalım" diyorsun? Belki adam 8 milyon € isteyecek senede, cebinden mi vereceksin? Ne yapacaksın? Başbakanların bunlarla uğraştığı bir ülkeye sağlıklı bir ülke, psikolojisi normal bir ülke gözüyle bakılır mı?


Bu sorun hepimizde olduğu için oturduğumuz yerden karakter tasarımına başlıyoruz. Üçüncü veya dördüncü vites yok. 1 yıl içerisinde Alex ve Aykut Hoca o kadar "kahraman" ve "hain" oldularki insan şaşırıyor. Halbuki, Alex'in aynı anda temiz bir aile babası, iyi bir kaptan, lider özellikleri taşıyan bir futbolcu, heykeli dikilecek bir efsane ve sinsi, yalancı, hain, kötü insan ilişkileri olan bir hıyanet abidesi olması mümkün değil. Aykut Hoca, bir yandan Fenerbahçe aşığı, "kocaman umutlarımızın sembolü", taraftarın önünde yerlere eğilecek kadar mütevazi, Yaşar Kemal'le sohbet etmeyi seçecek, bir mayıs dolayısıyla basın mensuplarının bayramlarını kutlayacak kadar düşünceli ve arkadan iş çeviren, Alex'i kıskanan, büyüklüğü kaldıramayan, küçük, hesapçı, sinsi bir insan da olamaz.

Tembel ve ahlak yoksunu bir medya ortamının ortasında yaşıyoruz. Bu medya için "gerçekler" değil sansasyon, skandal ve bunun en ucuzu matah. Çünkü "gerçekler" sıkıcı ve kolay değişmiyor. Televizyonun başında olup reklam izlemeniz için, internet sitelerine girip "tık" sayısını arttırmanız için medya yöneticilerinin genel politikası kadın poposu resmi koymak veya üzerinde konuşacağımız, birbirimize düşman olacağımız büyük sansasyonlar imal etmek.

Çünkü aslında hiç kimsenin 7/24 bir haber ajansına ihtiyacı yok. 7/24 haber ajansları Irak savaşından sonra kuruldu, zira gerçekten de medya çağında ilk kez 7/24 takip edilebilecek bir haber vardı. Bu iş bir iş olarak tanımlanınca da artık 7/24 takip edilebilecek tiynette haber yaratılma safhasına gelindi. Amerika'da da böyle, Türkiye'de de böyle, Almanya'da da böyle. 24 saat takip etmemiz gereken bir haber olmadığı için, 24 saat izlememiz, takip etmemizi gerektirecek, ucuz, basit, skandalı yoğun "dedikodular" haber olarak sunulmaya başlandı.

Beyler bayanlar, bu da bizim aklımızı iğfal etti. Hiçbir şeyi normal karşılamıyoruz.

Bakın baştan söylüyorum, Alex'i çok severim. Üstüne döktüğüm methiyeler bu blogda duruyor. Hiçbirinden pişman değilim. Ama arkadaş, Alex'in iş akdinin feshi "hıyanet", "insafsızlık", "zulüm" bandında tartışılabilecek bir konu değil? Senede 4 milyon, 5 milyon para alan bir futbolcu kulübünden ayrılmış. Aç yok, ortada kalan yok. Futbolculuk böyle bir meslek. Hiç kimse bu meslekte kimseye 8 yıl bir kulüpte oynama garantisi veremez. Ronaldinho'lar, Johan Cruyff'lar bu şansa sahip olmadı. Her futbolcunun iş akdi feshedilebilir. Bir futbolcunun iş akdinin feshini bir zulüm hikayesi gibi anlatmak akıl ile bağdaşır iş değil. Eğer birinin iş akdinin feshine isyan edeceksem, 13 milyon işsizin olduğu bu ülkede asgari ücretle 3 çocuk büyütmeye çalışan insanlar için isyan ederim. Gerçekten isyan edilecek şey, bu insanların yaşadığı dramdır. Üst yönetimde, üst seviye işlerde hiçbir profesyonel ömrü billah orada çalışmayı nasıl garanti edemezse, kurumlar da kişilere ölene kadar çalışmayı garanti edemez. Yılda 4 milyon kazanıyorsan, iş akdinin herhangi bir zaman diliminde sona erdirilebileceğini de kabul etmen lazım. Ortada bir felaket, katastrofi filan yok. Bu seviyedeki işlerin normal prosedürü budur, böyle olur, böyle olmaya da devam edecek.

Ancak bu olayı tartışmayalım demiyorum, tartışmayı doğru zeminde yapalım diyorum. Ne Alex'in işten ayrılması, ne kulübün onla çalışmak istememesi, Alex - Aykut Hoca - Aziz Yıldırım hattındaki dedikodular ve insani bir takım sorunlar mesele değil. İnsanların karakterlerini tartışma hakkımız da yok, bizi bu tartışmaya götürecek bir olay da yok. Yok soyunma odasına girdim, yok oradan çıktım, yok bacak bacak üstüne attı, yok tweet attı üzerinden gelen "kim daha terbiyeli" tartışması lise dönemleri için makul bir tartışmadır, insanlar birbirlerine küserler, ama bu seviyede, Fenerbahçe gibi bir kurumda böyle bir olayda masaya koyacağımız argümanlar bunlardan ibaret olamaz.

Esas sorun bir kaç soru ile net bir şekilde ortaya konabilir.

8 yıl takımda kalmış, kaptanlık yapmış, takıma katkısı çok yüksek, oyun zekası tartışmasız bir oyuncuyu nasıl bu kadar pespaye bir şekilde kaybettik?

Oyuncu takımdan ayrılabilir. Takıma katkısı düşüktür, yeni sistemle uyumlu değildir, mükemmel bir futbolcudur ama antremanlara çıkmıyordur, disiplinsizdir, insan ilişkisi zayıftır, aldığı ücret fazladır, ekonomik getirisi düşüktür veya basitçe kulübün yeni şemasında kendisine yer yoktur. Evet. Ama bir oyuncuyla bu şekilde ayrılınmaz.

Futbolcular teknik direktörlerle, teknik direktörler başkanlarla, başkanlar kendi yönetimleriyle, yöneticiler maaşlı çalışanlarla, maaşlı çalışanlar karılarıyla, karıları da kuaförlerle kavga edebilir. Hayat böyle bir şey. Emek yoğun işlerin tamamında insan faktörü önemlidir. Hele bu işler spor, sanat, siyaset gibi insan unsurunun kendi üretiminin belirleyici olduğu, ikamesinin de bulunmadığı alanlarda oluyorsa, daha da büyük çatışmalara gebedir.

Senede milyonlarca dolar kazanan, gazetelerde boy boy resimleri çıkan, sokakta iki adım attığında insanların ilgisine mashar olan, bizleri güldüren ve ağlatan insanların egosu da doğal olarak güçlü olur. Niye? Çünkü o bunlara sahip ve sen değilsin. Bu insanlar 20 - 35 yaş aralığındaysa, bunca maddi imkan ve manevi destek mekanizması ile karakterleri ve kendilerine duydukları hayranlık da büyür. Normal. Adamın heykelini dikecek kadar sevebiliyorsan, onun da kendisini sevmesine kızmaman gerekir. Sen heykel dikecek kadar önemsiyorsan, o da kendisini mutlaka önemseyecektir.

Yine böyle yapıları yöneten yöneticiler de egosu güçlü insanlardır. Onlar da yüksek bir gelir seviyesine sahiptir, onlar da değerlidir, kitlenin ilgisine / sevgisine mashar olur.

Bu iki güçlü egonun karşılaşmasında çatışma çıkması beş bilinmeyenli quantum denklemi değil. Ne oluyor? Sen de çalıştığın yerde patronunla kavga ediyorsun, arkasından söyleniyorsun, kafan bozuluyor, yoruluyorsun, moralin düşüyor, motivasyon bekliyorsun. Anlaşılmayacak bir şey yok.

Ancak büyük kulüpler, büyük olmaya devam etmek istiyorlarsa, ortaya çıkması muhtemel ihtilafları çözebilecek sistemler kurarlar. Sistem tanımlanmış görevleri olan ve bu görevleri belirli bir kalitede sürekli bir şekilde sunan insan istihdam etmek demek.

Kulübün sürekli oyuncuları izleyip, onların psikolojik durumlarını analiz edip, yönetime tavsiyelerde bulunan bir psikolog ekibi var mı? Ben bilmiyorum. Halbuki bu insanların psikolojilerinin doğru yönetilmesi, desteklenmesi temel bir öncelik. Oyuncu alırken de, oyuncuyu takımda kullanırken de nasıl fizik terapistine, masöre, doktora ihtiyacımız varsa, psikologa da var. Halbuki bu kadro boş.

İki, bu seviyedeki her kulüp futbolcularla yönetim arasında bir irtibat kurabilecek ara seviye yönetici ekipleri çalıştırmalıdır. Bu insanlar futbolcuların sosyal yaşamlarını takip etmeli, yaşadıkları ülkede karşılabilecekleri çevresel sorunları çözmeli, çocuklarını okula yerleştirmeli, çocuklarının okullarında sağlıklı ve güvenli eğitim alabilmesini takip etmeli, karılarını mutlu etmeli, çocukları arada bir yemeğe götürmeli, sosyal yaşam alanlarına sokmalı, doğru arkadaşlıklar edinmelerine yardımcı olmalı, dertleşmeli, paylaşmalı, sorunlarını dinlemeli ve bazen de hata yaptıklarını söylemeli. Bu kurum içi iletişim / destek mekanizması oyuncuların insani olarak ihtiyaç duydukları ilişkilerin yönetimini yapmalı, onların kulübe zarar verebilecek bir şekilde büyümesini engellemeli. Sen 8 yıldır çalıştırdığın kaptanınla bir Hakan Bilal Kutlualp, bir Volkan Ballı ayarında ilişki kuramıyorsan bu temelde senin sistem olarak hatan olduğunu gösterir. Parasını verdiğin insanla ilişkin de iyi olmak zorunda. Yapamıyorsan, hata senin.

Üç, bu seviyedeki her kulübün teknik direktörüne geniş bir ekip kurma şansı verilmeli. Üç kişiyle, 4 kişiyle olacak işler değil. Kulübün kendisine bağlı bir organizasyon takımı olmalı, basın müşavirliğinin yanı sıra teknik direktörün basın danışmanı olmalı, imaj danışmanı olmalı, yaratıcı içerik üretecek metin üretim ekipleri kurulmalı, hukuk danışmanı olmalı, psikoloğu olmalı, oyuncu takip ve izleme komiteleri kurulmalı, özel kalemi olmalı, ülke içerisindeki imajını güçlendirecek ve kamuoyuyla iletişimini sağlamlaştıracak, onun organizasyonlarını belirleyecek, yapacak ve onu bir iletişim aracı olarak kullanacak bir ekibi olmayan teknik direktör, 7/24 medya çağında köpekbalıklarının ortasına atılmış bir parça kırmızı etten başka bir manaya gelmez. Kardeşim Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsunuz, insanların nasıl bir fanatizm seviyesinde olduğunu, kamuoyu algısının nasıl üretildiğini, medyanın nasıl polarize olduğunu ve medya araçlarının propaganda aracı olarak algı üretimi için nasıl kullanıldığını görüyorsunuz. Doğru iletişim metotları ve strtejilerini uygulayamazsanız, çökmeye mahkumsunuz.

Dört, Fenerbahçe kendisine artık bir başkanlık katı kurmalı. Aziz Yıldırım her şeyden sorumlu insan değildir. Aziz Yıldırım'ın da bunu anlaması lazım. Her işi iyi yapamıyor. Her işi en iyi yapacak insan da kendisi değil. Aziz Yıldırım en iyi sekreter, en iyi faks çeken adam, en güzel görüntüleri bulacak kameraman, mali tabloyu en iyi takip edecek maliyeci, birinci sınıf bir inşaatçı, adına kürsü kurulacak bir hukukçu, müthiş bir hatip, benzersiz bir medya iletişim dehası değil. Nasıl kulübün masörü varsa ve o bu işi diğer herkesden iyi yaptığı için belirli bir ücretle istihdam edilip, o işi yapma sorumluluğu veriliyorsa, hayattaki başka diğer işler de personel istihdam etmeyi gerektirir. Aziz Yıldırım bu kadar kolay ulaşılan, soyunma odasına girip çıkan, oradan inşaata giden, oradan basına elini kolunu sallayarak çıkan bir insan görüntüsü veremez. Vermeyi tercih ettiğini biliyoruz, hakkı olmadığını da anlamamız lazım. Aziz Yıldırım'ın artık hukukçulara, medya iletişim danışmanlarına, 7/24 yanında olacak stratejik kararlar verecek ve bunları yönetecek danışmanlara ihtiyacı var. Daha önemlisi Aziz Yıldırım'ın da artık kendisini modern ekiplere emanet etmeye ihtiyacı var. Bunu Amerikan Başkanı yapıyor, Başbakan yapıyor, TOBB Başkanı, TÜSİAD Başkanı yapıyor. Salak mı bu adamlar? İş yapmayı mı bilmiyor? İletişim, siyasi strateji, kurum yönetiminden mi anlamıyorlar? Hayır. Bir insan bu kadar yoğun bir programda, bütün bu kamusal yönü olan ve hayatının gidişatını belirleyen her işi kendi yapamaz, sağlıklı karar alamaz, yorulur, disiplini bozulur. Bir insan bu işlerle bizzat kendi uğraşırsa, yöneticilik yapmaya vakti kalmaz. Eğer generaller siperlere gidip tüfekle ateş ederse, askere komutanlık edemez. Bizim Başkan'a ihtiyacımız var, eğer o inşaatçılık, idari menejerlik, teknik direktörlük ve gazetecilik yaparsa, Başkanlık yapmaya vakti kalmıyor demektir. Sözün gücünü iyi kullanmak, kitleyle dorğu bir şekilde iletişim kurmak, doğru pozisyonlamayı yapmak ve yönetmek için bu ekipler kuruluyor. Türkiye'de yetişmiş insanlar da var. Böyle bir ekip kurulması atla deve de değil. Fenerbahçe futbol takımına, en iyi futbolcuları, en iyi teknik direktörü, en iyi kondisyoneri layik görüyorsan, Fenerbahçe Başkanı da en iyi ekiplerle çalışmak zorunda.

Beşincisi, kardeşim her işi Başkan yapamaz. Başkan bu kadar kolay ulaşılabilir bir insan da olamaz. Yönetim nerede? Belirli yöneticilerin, bazı alanları yönetmesi ve bu sorunları halletmesi gerekir. Alex kadro dışı bırakılmış, duştan çıkıp başkanın yanına çıkıyor. Bu rezaletin daniskası. Fenerbahçe Başkanına kimse böyle langır lungur çıkamaz. Arada yönetici yok mu? Gitsin onlarla görüşsün, sorununu anlatsın, ara kademelerin çözemeyeceği büyüklük ve ehemmiyetteki sorunlarla Başkan muhatap olsun.

Altı, olay patladığı andan itibaren kriz yönetimi sıfırın altında. Alex bir tweet attı ve hepimiz altında kaldık. Halbuki böyle bir olay olduktan sonra medya ile görüşülür, doğru bilgilendirme yapılır -nasılsa öğrenecekler- bunun medya iletişimi planlanır, kim nereye ne zaman çıkacak ve ne diyecek sorusu belli olur.. Konu hakkındaki politika oluşturulur ve hareket edilir. Bu işi kendi haline bırakırsanız, sonuçta o tweet döner, sonra başka bir olay olur, sonra başka bir olay olur ve sizin muhalifleriniz bu süreçleri kullanarak işi yönlendirirler. İki artı iki dört. Medyayla zaten iyi ilişkileri olmayan, medyada sevilmeyen, temel medya yöneticilerinin hepsiyle bir çok bakımdan sorunlu bir kulübün bu süreci kendi haline bırakması, kendisini medyanın insafına bırakması demektir. Böyle bir şansımızın olmadığını anlamak için daha kaç kriz yaşamamız lazım?

Yedi, taraftarın da biraz sakin olması lazım. Bu kadar kolay ikiye ayrılacak, Alexciler Aykutcular üzerinden birbirine düşecek, birbirini hainlikle ve ağza alınmayacak laflarla suçlayacak bir kitle olmak sağlıklı değil. Tek bir olay üzerinden, binlerce başka iyi ve güzel olayın üstünü çizerek asalım, keselim, siktirsin gitsin noktasına gelmek kulübe hem zarar veriyor hem de zaten sıhhat durumumuz hakkında şüphe uyandırıyor. Bugün Alex'i kaybettik, aynı anda Aykut'u çok üzdük, Aziz Yıldırım'ı daha radikal haraketlere sürükledik, birbirimize düştük, sevgi bağlarını yok ettik. Sonuçlar, yaptıklarımızın doğru olmadğını gösteriyor. Böyle bir olayı doğru yorumlayıp, pozisyon alamayan ve kendini bu hale düşüren bir kitlenin belki sesi gür çıkar ama etkileme gücü olmaz. 3 Temmuz gibi bir süreci efsane olacak bir dayanışma ve isyan ruhuyla geçirmek duygusal hasletlerin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ancak bu ruhu kendisini sürekli kulübün üzerinde sallanan bir demokles kılıcı haline getirir ve her olayı skandal bir komplonun uzantısı, hainlerin yeni oyunu, büyük bir savaşta atılmış fantastik bir adım olarak tanımlamak da iletişimi baştan engelliyor. Hayatta sadece hainler ve efsaneler yok. Esasında bunlar hiç yok, doğru ve yanlış hareketler yapan insanlar var. Roma'nın sahibi kitledir ve kitle sürekli kan isterse en sonunda yöneticiler verecek kan yoksa da birilerini kesip kitlenin önüne atmayı öğrenirler. Sürekli olay beklentisi içerisinde olursanız o olaylar mutlaka yaratılır. Biz de buna kulübe destek olmak değil, kaos bağımlılığı deriz ve bu sürecin de kulübe zarar verdiğini söylemek zorunda kalırız.

Alex gider, Aykut Hoca gider, Aziz Yıldırım da gider. Kulüpler kişilerle kaim değil. Ancak bu olaylar, kurumların eksiklerini görerek kendilerini yenileyebielcekleri bir alan olmalı. Ben daha güçlü bir Fenerbahçe istiyorum. Ben kişilerin "bizzat kendi yaptıkları" ile değil, bir lider olarak kuruma yaptırdıkları ile övündüğü bir Fenerbahçe istiyorum. Ben sosyal hayat içerisinde olan, Bitlis'te çocuklarla, Batman'da insanlarla oturan, İstanbul'da zor durumda olanların yanında olan, mazlumların arkasında, zalimlerin karşısında kendisini konumlamış, finansal durumu yüksek, kamuoyu iletişimi güçlü, sadece spor alanında değil ama sosyal hayatın her alanında söyleyecek sözü olan ve bu sözleri söyleyen, medya tarafından karanlık dehlizlerine yuvarlanmak yerine medyayı bir araç olarak kullanıp kendi düşüncelerini aksettirebilen, tıkır tıkır çalışan bir sistem istiyorum. Bunu kurabildiğimiz gün, Fenerbahçe sadece sahada kazanmayacak, Fenerbahçe kalpleri, gönülleri ve düşünceleri de kazanacak.

O kadar zor değil, başarmak için bir kaç küçük adım bekliyor sadece.
Devamı ...