30 Mayıs 2013

Başkanlar ve Süreler


Yukarıdaki tabloda Fenerbahçe'nin başkanları, görev süreleri ve elde ettikleri şampiyonluk sayıları yer alıyor. Gösterilen şampiyonluklara İstanbul Amatör Ligi ve Milli Küme Şampiyonlukları da dahil. Tablodan açıkça görüldüğü gibi Fenerbahçe'de en uzun süre görev alan 3 başkan Şükrü Saraçoğlu (16 yıl), Aziz Yıldırım (15 yıl) ve Faruk Ilgaz (13 yıl).

Şükrü Saraçoğlu'nun görev aldığı yıllarda 6 milli küme, 6 İstanbul Amatör ve 2 Amatör futbol şampiyonluğu kazanıldığı gözüküyor. Bir başka deyişle 16 yılda 14 şampiyonluk kazanan Saraçoğlu gerçekten de başarılı bir başkanlık dönemi yaşamış.

Sayın Faruk Ilgaz ise, görev aldığı yıllarda 5 şampiyonluk, 3 Türkiye kupası görmüş. 13 yılda 8 kupa kazandırarak önemli bir başarıya erişmiş.

Aziz Yıldırım döneminde ise 15 yılda 5 şampiyonluk ve son iki sezonda kazanılan 2 Türkiye Kupası gözüküyor. 1 Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali ve 1 UEFA Yarı Finali ise dönemde erişilen en önemli uluslararası başarılar.

İnsanın sorası geliyor, madem elinizdeki tek cetvel kupaydı, o zaman kendi boyunuzu niye bu kadar büyük ölçtünüz?
Devamı ...

Tükenmişlik sendromu


Yazıya 3 Temmuz ile başlamak pek istediğim bir şey değil ama malum kendimizi, düşüncelerimizi anlatmak için referans tarih 3 Temmuz. Öncesi sonrası ne olduğumuzu, neden ve nasıl davrandığımızı anlatmadan söylediklerimizin hepsi ön yargı ve sabit fikirler ile yaftalanıp, herkesçe farklı bir kalıba oturtuluyor.

3 Temmuz öncesi Aziz Yıldırım ve yönetimi hakkındaki düşüncelerim okyanus kıyıları gibi gel-git'ler ile doluydu. 80'lerin tamamını çocuk, 90'ların tamamını genç olarak geçirmiş bir insan olarak Fenerbahçe Spor Kulübü'nün nasıl çağ atladığına bizzat şahit oluyor, tesisleşme, stad, kurumsal yapı (buraya gülücük gelecek), dünya yıldızlarının getirilmesi, taraftar kartlar, grupsuz kavgasız kongreler derken bir yandan minnet duyduğum Aziz Yıldırım'ın, bir yandan kulübün kendi kendine geliştirdiği değer yargılarına, taraftarı müşteriye çevirmesine, etrafında kimsenin yükselmesine izin vermemesine, gidenlerin hep hain, hep kötü, hep suçlu olmalarına, kurumsallaştırmaya çalıştığı kulübün bütün krizlerini kendi çıkarıp yönetememesine ve iki dudağının arasında en önemli kararların şıp diye alınmasına içerliyor, kızıyordum.

3 Temmuz'a geldik, yeni evli başkanın, tüm Fenerbahçe camiası 5'de 5'i kutlarken, Aziz Yıldırım'ın yüzme yarışlarına gitmek için evden çıkacağı sırada sivil polisler tarafından götürüldüğünü gördük. İlk şokun ardından hemen toparlandık, bilhassa Aykut Kocaman'ın yaptığı 3 basın toplantısı ile kendimize geldik. Bu işin içinde başka bir iş vardı, durum Aziz Yıldırım değil Fenerbahçe idi, her şeyimizi bıraktık, girdik mücadeleye. Bugün başkan muhalifi olan, alexbahçeliyim diyen, Aykut Kocaman'ı istemeyen, sağcı solcu, genç yaşlı ayırmadan hepimiz Çağlayan'da biber gazı yedik. Başkanı Bırakın diye bağırdık. İddianame okuduk, argümanlar ürettik, iddia çürüttük.

Aziz Yıldırım da hapiste olmasına rağmen dayanak gücümüz oldu, yalan değil. Nazım Hikmet şiirleri, biber gazından ölen çocuğa baş sağlığı, iktidara, paralel iktidara kafa tutma, 12 Mayıs olaylarında tutuklanan taraftarlara sahip çıkma, bize bunu yapanlardan hesap sorma sözleri.....

Tam 1 yıl sonra, 4 Temmuz'a geldik, Bu süre içerisinde bizi ayakta tutan en önemli figür, bu kirli ve çirkef futbol ortamında güneş gibi parlayan Aykut Kocaman'ın nefesine nefes olacak, hesap soracak, ortalığı yakıp yıkacak dediğimiz Aziz Yıldırım, Mehmet Ağar ziyareti ile başlayan, Başbakanla aramızı bozmaya çalışıyorlar ile devam eden, Alex'i 3 dakikada gönderip Doğru mu Samet diye bağlayan, maç esnasında taraftara anons çeken, yönetimi Talat Yılmaz'lar ile dolduran, devre arası pahalı, kasada para yokmuş diye iyi futbolcu alamayan, muzcu arkadaşlarla basın toplantısı yapan ve en sonunda münferiten başlayan ve tüm stada yayılan 'Hükümet İstifa' sloganlarının marjinal kişiler tarafından yapıldığını söyleyerek, iktidara ve başbakana teslim bayrağını çekerek sezonu bitird.

Ve şimdi "benimle geldi benimle gidecek" dediğin, "Kocaman bir adam gördüm tek suçu kendine kattığı değerler yüzünden konuşamamak, cevap verememek olan" dediğin Aykut Kocaman'ı sebebini hala bilmediğimiz ama şimdiden onlarca senaryo, onlarca komplo teorisi üretilen ve Aykut Kocaman'ın konuşmayacağını çok iyi bildiğimiz için bütün suçun gidip gelip yine onun üstüne yıkıldığı günler göreceğiz.

Çalışmalar çoktan başlamış bile; Tükenmişlik sendromu, yorgunluk, transfer meselesi, Kiğılı komplosu, dış güçlerin oyunu... Sıkça kullandığım "Yav He He" cümlesine süper asistler gibi birer birer geliyor...

Mesele artık Aykut Kocaman'ın gitmesi, gönderilmesi meselesini aştı. Mesele artık Fenerbahçe'nin 3 Temmuz süreci ile yeniden inşa edilen birlik beraberliği, her beraber hesap sorma dirayeti, kurumsal yapısı, diyet ödemek yerine ceza kesenler değil antrenörü konuşturup federasyona, medyaya, kurullara ve hatta futbolcularına sessiz kalarak varlığı yokluğu belli olmayan iktidar ve cemaat torpillisi yöneticilerin doldurduğu koltuklar ve onları bir odaya doldurup yönetemeyen Aziz Yıldırım meselesidir.

Bize başkanın köpeği dediler, Aziz yıldırım'ın paralı askerleri dediler. Derdimizi anlatırız, projelerini dinleriz, belki bir ucundan tutar Fenerbahçe'yi yükseltmek için tuz atarız çorbaya diye gittiğimiz yemeği ve maç izlemeyi gizli gibi göstererek bizi karaladılar, yaftaladılar, locacı ilan ettiler. Sustuk, sesimizi çıkarmadık. İnsan önce kendini bilecek çünkü, sonra karşındakini zaten tanıyorsun.

Şimdi onlara anlatmadığımızı sana anlatıyorum, çünkü biliyorum sesimizi duyuyorsun;

Bir Fenerbahçe başkanını kongre seçer ve yine kongre gönderir. Ben sana ağzım sulanarak git deme haddine sahip değilim belki ama senin evladın yaşındaki bir taraftar olarak sesleniyorum, hani her şeyin en iyisine layık dediğin Büyük Fenerbahçe taraftarı olarak, Fenerbahçe'yi hayatının odak noktasına koymuş, sıradan biri olarak...

Şimdi hemen git başkan... Sen de biz de daha fazla üzülmeyelim...

Gözün de sakın arkada kalmasın, kimseye yedirmeyiz bu kulübü....

Çünkü burası Fenerbahçe, bizden çok adam çıkar...
Devamı ...

Herkes bir kahramanı sever


Herkes bir kahramanı sever. Kahramanlar kolay çıkmaz ortaya. Ateşin en sıcak olduğu yerde dururlar, insanlar dağılırken toparlarlar, yönünü kaybetmişlere pusula, şaşırmışlara da yönlerini bulacağı yıldız olurlar. Kafalardaki soru işaretlerini silerler, "onun olduğu yerde böyle bir şey olmaz" dedirtirler, ağlayanın sırtını sıvazlarlar, acılar karşısında ağlarlar. Haksızlığa uğradıklarında susmak zorunda kalırlar, küfürlere karşı sessizlikle cevap verirler, bir halk bunca yaşanandan sonra sırtını dönüp kendisine hakaret ettiğinde yine de o halka hakaret etmezler. Zordur kahraman olmak. Haksızlığa uğramak ve yine de bağırmamak...

Daha iyisi mümkündü hocam. Bir sene rahat geçirmek senin de hakkındı. Ne yazık ki atmosfer zehirli, güzellikler tek tek soluyor, yerine korkunç, kaba, histerik renkler geliyor. Bilmem bu karanlık nasıl bitecek?
Devamı ...

29 Mayıs 2013

Yolun sonu gözüküyor


Aykut Kocaman Fenerbahçe için herhangi bir isim değildir. Duruşu, yaşam şekli, değerleri ve simgeledikleri ile çubuklu için çok farklı bir anlama gelir. Aykut Hoca Fenerbahçe’de her anlamda devrim umudunu besleyen, sportif yapılanma, kurumsallaşma, işleyen bir sistem beklentisini yükselten bir isimdi. İnsani niteliklerinin ne kadar önemli olduğunu 3 Temmuz krizinde gördük. Tamamen felç geçirmiş bir yönetimin yarattığı bütün boşluğu Aykut Kocaman doldurdu. Takıma ve camiaya liderlik yaptı. Topuk yaylasındaki görüntülerden, şike sürecinde ortaya koyduğu karaktere kadar her anlamda kulüp için ne kadar hayati olduğunu gösterdi. Herkes teknik direktör olabilir, ancak herkes lider olamaz. Aykut Kocaman bir liderdi.

3 Temmuz sürecinde. Aykut Kocaman’ın haksızlığa karşı çıkan ve emeklerine yönelik iftiralara karşı tutumu sürecin farklı gelişmesine neden oldu. Operasyonun arkasındakiler, bunun gönüllü destekçileri ve bundan gerçekten heyecan bulanlar Aykut Kocaman’a bu yüzden benzersiz bir nefret duyarken, Fenerbahçeliler de kalplerine kendisini çok farklı bir şekilde yazdılar.

Aykut Kocaman’ın kulüp için bu kadar kritik olmasının iki önemli sebebi var. Birincisi Aziz Yıldırım’ın yönetim şekliyle ilgili. Aziz Yıldırım bütün altyapı hamlelerine karşı kulübün kurumsallaşması, istikrarlı bir sistem kurulması noktasında başarılı olamadı. Olamadı derken, olmaya çalıştı da olamadı manasında değil, basbayağı böyle bir yönetim tarzını asla benimsemediği için bu başarıya erişemedi. Aykut Kocaman’a kadar teknik direktörlerin geleceği gelen şampiyonluk kupasına endekslendi. Futbolcu ve teknik direktör tercihleri konjuktürel kararlarla belirlendi. Duygusal hareketler, kızgınlıkla gönderilen teknik direktörler, bir heyecanla alınan futbolcular ile Fenerbahçe kalıcı, sürdürülebilir ve istikrarlı bir başarıdan ziyade dönemsel başarılarla yetinmek zorunda kaldı.

Aziz Yıldırım’ın Aykut Kocaman tercihi ve bu konudaki istikrarı Aziz Yıldırım’ın da yönetim tarzının / bakış açısının değiştiği yönünde umutları besliyordu. Bu dirayet başarıyı da getirdi.

3 Temmuz 2011 tarihi kulüp tarihi açısından önemli bir kırılma noktası oluşturdu. Bu tarihten sonra da Aykut Kocaman farklı bir portreye sahip oldu. Başka bir merkez üs oluşturdu.

Bu sene beklenen kulübün 3 Temmuz sürecinden gereken dersleri çıkarmasını, planlı, programlı, kurumsal hareket kabiliyetine sahip, stratejik düşünen bir kulübe dönüşmesini bekledik. İkinci nesil reformlardan beklenti buydu. Diğer başkan adayları ve isteklileri de tam da bu nedenle yetersiz gözüküyordu.

Bugün karşı karşıya geldiğimiz nokta şudur, Aziz Yıldırım eski Aziz Yıldırım haline geri döndü. Önümüzde, her birinde yönetimin sorumlu olduğu üç senaryo var

1- Eğer Aykut Kocaman kendisi istifa etmek istemiş ise, kulüp bunu asla kabul etmemeli, yeniden yapılanma noktasındaki en temel taşı asla feda etmemeli, onun kulüp ile kurduğu ilişkiyi göz önüne alarak bu yönde hareket etmeliydi. Bu yapılmadı veya yapılamadı. Burada Aykut Kocaman gerçekten çok yorulmuş, psikolojik olarak süreci kaldıramaz bir haldeyse de kendisini destekleyecek mekanizmaların kurulmuş olması gerekiyordu. Salt insan ilişkilerinden kaynaklanan eksikliklerle bu durum meydana gelmiş ise bunun engellenmesi için atılmayan her adımdan yönetim sorumludur.

2- Eğer Aziz Yıldırım Aykut Kocaman’ı kovmuş ise o zaman da bu kadar kritik bir hatanın yapılmasının mantıklı hiçbir açıklaması olamayacağı için burada ortaya çıkan yönetim zafiyetini kabul etmek gerekir. Dolayısıyla yönetim bundan sorumludur.

3- Aykut Kocaman istifa etmek zorunda bırakılmıştır, kendisine karşı bir oldu bitti kurulmuştur. Bu halde de yönetim bu hareket tarzı nedenyile ayrıca sorumludur.

Sorun tek bir kişinin kulüpten ayrılmış olması değil. Fenerbahçe kulübünden çok kişi gelir geçer, ancak sorun son bir senede tekrar tekrar görmek zorunda olduğumuz, kulübün yönetim aklının ve sistemin bozukluğudur.

Kulüp hala daha doğru düzgün bir iletişim stratejisine sahip değil. Alex olayında süreç kötü yönetildiği gibi, gazetecilere maymunlar derken de, muzlu basın açıklaması yapılırken de bütün bu süreçler kötü yönetildi. Bu kulübün profesyonellerinden kaynaklanmıyor, tam tersine kulübün seçilmişlerinin yaptıkları, plansız, programsız bazı durumlarda fevri hareketlerden kaynaklanıyor. Bunu da engellemenin yolu bulunmuyor. Bir karakterin reflektif davranışları asla engellenemez.

Kulüp yine geleceğe yönelik sistemli bir yapılanma içerisinde gözükmüyor. Divan kurulunda “bu zamana kadar bakkal dükkanı gibi kulübü yönetmişiz” ifadelerini doğrular şekilde bir yönetim tarzı kendisini her yerde gösteriyor. Heyecan, öfke, üzüntü gibi insani duygular rasyonel hareket etmesi gereken tüzel kişiliği teslim almış durumda. Kulübün yönetim aklı sadece hata üretiyor.

Kulüp yönetimi ile kendi taraftarı arasında aşılması çok zor bir uçurum var. Bugün kulüp yönetiminden kim mutlu desek, yönetim üyelerinin kendisi dışında gösterebileceğimiz pek az insan var. Taraftar da son 1 yılda yaşanan gelişmelerden sonra sürekli birbirini suçlayan, birbiriyle mücadele eden, birbirine öfke kusan bir hale geldi. Cepheler keskinleşti, insanlar arasında sağlıklı bir tartışma yapılmasını imkansız kılan bir cephedaşlık duygusu belirdi. Birbirinden nefret eden, birbirinden uzaklaşan, acıları ve sevinçleri farklılaşan bir bölünme atmosferi kulübü sarıyor. Alex olayı bu travmaların başlangıcı ise, arka arkaya gelen olaylar da travmaların derinleşmesine neden oldu. Bugün kısa zamanda bir sulh imkanı da bulunmuyor.

Esas inanılmaz olan 3 Temmuz sürecinde, gerçekten çok farklı bir insan portresi çizen, Nazım Hikmet şiirlerine referans veren, Aykut Hoca’nın arkasında duran, bir toplumsal figür haline dönüşen, Leman'a hem de pozitif olarak kapak olan, Cengiz Çandar’dan Ertuğrul Özkök’e, Ahmet Hakan’dan Ahmet Şık’a kadar çok geniş bir kesimden tutumu nedeniyle takdir toplayan Aziz Yıldırım’ın 1 yılda bütünüyle yalnızlaşması oldu. 3 Temmuz sürecindeki Aziz Yıldırım ile bugünkü Aziz Yıldırım arasında kapanmaz bir uçurum var.

Aziz Yıldırım 3 Temmuz sürecinde kendisine ve Fenerbahçe’ye yapılan haksızlığa karşı çıkan insanların kendisine sonsuz bir biat duyduğunu zannediyorsa yanılıyor. Böyle bir şey asla olmadı. 3 Temmuz kendisinin her hatasına verilen bir açık çek değildi, tersine geçmişte yaptığı hataların üstünü kapatan, tutumuyla da gelecek için kendisine bir kredi açılmasına vesile olan bir süreçti. Bugün bu kredinin çok kötü kullanıldığı gözüküyor.

Fenerbahçe açısından 3 Temmuz süreci yasal olarak sürse de psikolojik olarak artık bitti. Daha önemlisi, Fenerbahçe’nin de artık eski tip, tek adam üzerinden yürüyen, duygusal, anlık, konjuktürel, eski hataları aynen tekrar eden bir yönetim anlayışına tahammülü kalmadı. Kulüp yenilenme istiyor.

Bu olaylar sonrasında Aziz Yıldırım teknik direktör mevkisine Löw’ü, sportif direktörlüğe Rıdvan’ı getirse, takımın soluna Ribery’i, sağına Robben’i alsa, 3 Temmuz sürecindeki psikolojiye, toplumsal algıya ulaşması mümkün olmayacak. Destek bulamaz demiyorum. Aksine büyük destek de bulur. Türkiye’de başarının üstünü kapatamayacağı tek bir hata yoktur. Ancak 3 Temmuz’da oluşan o aura da artık yırtıldı.

Bugün artık idari kararlar veren, verdiği kararların da idari mesuliyeti üzerinde olan, tam olarak vaad ettikleri ve yapamadıkları ile değerlendirilecek bir Aziz Yıldırım var. Fenerbahçe yönetimi ile Fikret Orman yönetimi arasındaki yegane fark, yaşanmış olan hatıralar ve onların da hepsi iyi değil. Bu zamana kadarki uygulamalar da yönetimin devrimci bir değişikliğe imza atacağını göstermiyor. Yönetim tarzı bu ve bu yönetim tarzı bütün sonuçlarıyla kendisini tekrar edecek.

Fenerbahçe sürekli krizlere yuvarlanan, devamlı trajediler yaşayan, bir şeylerin üstüne katmak yerine başlangıç noktasına dönen, sürekli aynı dilemmalara mahkum olan, bu kaderi de kendi kendisine üreten bir kulüp olarak yola devam edemez.

Velhasıl kelam, aşağıdan yukarıdan, yolun sonu gözüküyor.

Belki artık gitme vakti gelmiş demektir.

Devamı ...

Artık Yeter...


Daha bir gün önce normal şeyler konuşmak istiyoruz diye bir alt posttaki podcastin girişine yazmıştım ama Fenerbahçeliyseniz ne mümkün. Bir Fenerbahçe geleneği olarak durup dururken kaosa girdiğimiz bir döneme daha merhaba dedik Kulubün son 15 senesindeki bütün kaoslarda olduğu gibi bunun aktörü de Aziz Yıldırım. Devre arasında rica minnet göreve geri döndürerek kamuoyu önünde zor durumda bıraktıkları Aykut Kocaman’la, transfer konusundaki anlaşmazlık ve Ali Yıldırım’la hoca arasındaki diyalog gerekçe gösterilerek köprüleri atmış oldu Aziz Yıldırım.

Duyunca şaşırdığımız garipsediğimiz bir durum değil bu. Aziz Yıldırım’la konuşmanın, diyalog kurmanın, çalışmanın ve onun kendi görev alanınıza müdahale etmemesini beklemenin ne kadar zor olduğunu az çok Aziz Yıldırım’ı dışarıdan takip eden herkes biliyordur zaten.
Her antrenör görevden alınabilir, başkanla hedefi uyuşmaz,ekonomik açıdan problem olabilir bin bir türlü mesele olabilir, ama bunlar olurken işin içine kişisel duygular karıştırılmaz. Aziz Yıldırım Pazar gecesi kafasını yastığa koyduğunda aklından hocayı göndereceği geçmiyor muhtemelen ama Pazartesi gecesi şak diye hocayla köprüleri atabiliyor.Başkan kulübü iyice kendi çiftliği zannediyor.

Fenerbahçe Kulübü kararların uzun vadeli alındığı, anlık öfke ve uyuşmazlıkların mevcut sözleri ve taahhütleri yok edemediği bir düzenle yönetilmesi gerekirken tam tersi başkanın işleri tamaman kişiselleştirip “kafama eseni yaparım”, “her şeyi en iyi ben bilirim” “benim dışımdaki kimse vazgeçilmez değildir” kafası yüzünden uzun vadeli bir şey yapabilmenin mümkün olmadığı bir kulüp haline geldi.

Aziz Yıldırım Zico’yu gönderirken de işin içine kişisel takıntılarını katmıştı, yok kardeşi problem çıkarıyor yok antrenmanda tercüman şut atıyor diye adamı gönderdiler, Alex krizinde yine işi kişiselleştirdi, ayak ayak üstüne atıp twit atmaya bağladı, Daum’un sözleşmesi feshedilecekken adama üç kuruş daha az verelim diye görevinin başında olduğunu resmi sitede açıklayıp kimsenin olmadığı Samandıra’ya gelmesi için tebligat yapıp adamı güya itibarsızlaştırdı. Aurelio’nun ve Tuncay’ın takımdan ayrılmalarında da başkanın menajerleriyle değil oyuncuların kendisiyle görüşeceğim takıntısının etkili olduğunu biliyoruz, Ömer Aşık’ın takımın ihtiyacı varken sırf kulüpten yasal hakkını kullanıp alacağını istediği için başkan hazretleri öyle istiyor diye 6 ay oynatılmadığını da biliyoruz.

Bu örnekler kamuoyuna yansıyan örnekler kim bilir bizim bilmediğimiz kamuya yansımayan daha neler var. Bütün bunların sonunda kulüp linç edilirken hiçbir yöneticisi ağzını açamazken kulübe sahip çıkmış, geçen yıl neredeyse hem başkan hem antrenör hem liderlik yapmış bir adama, üstelik “beraber geldik beraber gideceğiz” diye 50 kere kamuoyu önünde sözlü beyanda bulunmuşken bu muamele artık insanlıkla falan açıklanamaz.

Aziz Yıldırım kendisine kulüp işgal altındayken, haksızlığa uğradığına emin olduğumuz dönemde verilen desteği kendisine kayıt şatsız biat edildiğine yordu herhalde. Ayrıca kulüpte öne çıkan her figürle bir süre sonra kavgalı hale gelmesi de tesadüf olamaz. Başkan kendisi dışında Fenerbahçe için iyiyi ve doğruyu kimsenin bilemeyeceğine yürekten inanıyor. Muhtemelen Fenerbahçe’yi kendisinin en çok sevdiğini de düşünüyordur. Belki haklıdır da ancak artık birisi kendisine Fenerbahçe’yi sevmenin ona zarar vermesini engelleyemediğini söylesin bir zahmet.

Aykut Kocaman’ın kafasındaki oyun sisteminin Fenerbahçe’yi Türkiye Ligi’nde çok ileriye götürebilecek bir oyun sistemi olduğunu düşünmeyen birisi olarak bu kulüpte değişmesi gereken öncelikli şeyin teknik direktörden ziyade artık takıntılı hale gelmiş bu yönetim üslubuna sahip kişi olması gerektiğini düşünüyorum. Ortada yönetim kurulu olmayan her şeyin tek kişinin iki dudağı arasında olduğu, 3 ay önce verdiği sözü bile tutmayan, tutmadığı gibi taraftara izah bile etmeyen bir yönetimle Fenerbahçe hiçbir yere gidemez.

Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’nin hakkını gasp edenlere değil de bir şekilde taraftarla arasında bağ oluşmuş bu kulübün değerlerine gösterdiği hoyratlığı artık kabul edemiyorum. Birazcık iyi anılmak istiyorsa olağanüstü kongreye gidip kurumsallaşıyoruz geyiğiyle iyice çiftliğe çevirdiği kulübün önünü açsın artık. Fenerbahçe Alaattin Metin dışında kimseyle doğru düzgün iletişim kuramayan, kardeşiyle, kulübünün efsaneleriyle bile kavga eden, 80 yaşındaki Divan Başkanı’nı bile azarlayan bir başkandan daha iyisini hak ediyor. Artık yeter…

Aykut Kocaman için de son sözle bitireyim. 3 Temmuz sonrasındaki kulübe kol kanat giren liderliği için kendisine şükran borçluyuz. Yıllar sonra kendisinin ismi zikredildiğinde sportif başarı ya da başarısızlıktan ziyade o zaman ki duruşunu hatırlayacağımızı düşünüyorum. Devre arasındaki istifadan başkana güvenerek dönmesinin o zamanda doğru olmadığını düşünüyordum hala da aynı görüşteyim. Umarım kendisinin başkan olabileceği bir Fenerbahçe ileride mümkün olabilir.

Devamı ...

Podcast #1


Genelde sevimsiz, konuşmayı çok sevmediğimiz şeyler üzerine söz söyleme durumunda kalıyoruz.Ülkenin spor gündemi biraz buna mecbur bırakıyor maalesef, oysa bu meselelerden önce uzun uzun basketbol ,voleybol, atletizm, tenis konuşabiliyorduk kendi aramızda da. Düzenli olarak yapmayı tasarladığımız bu ses kayıtlarında da biraz sporun masa başını adli taraflarını değil mümkün olabildiğince kendisini konuşmayı deneyeceğiz. Ne kadar başarılı olabileceğiz, ülke gündemi yine bize olması gerekeni değil mevcut olanı mı dayatacak zamanla göreceğiz. Ses kayıtlarının genelde konuşanların rızası ve haberi olmadan yapıldığı bu “gizli tapeler” ülkesinde gönül rızasıyla yapılmış ve Roland Garros,Dortmund-Bayern finali, Türkiye’de sportif direktör nedir ne yapar meselesi, ve “Biz Kazanacağız” bildirisi üzerine konuştuğumuz ses kaydını paylaşalım. Gizli tapeleri dinlemek kadar heyecan verici değil tabi ama idare edin artık.



İkinci bölüm

Devamı ...

21 Mayıs 2013

Marjinal Bir Gruptan - Taksim'de Biber Gazından Kurtulma Klavuzu



Marjinal bir grup, Taksim'deki yüksek biber gazı etkisine rağmen haklarını kullanmak isteyenlerle, sadece Taksim'de yürümek isteyenler için bir "kurtulma klavuzu" hazırlayarak sunmuş, arada Taksim'e çıkasınız gelir, marjinal marjinal anayasada yer alan özgürlüklerinizi filan kullanmak istersiniz, aklınızdan çıkarmayın. Devamı ...

20 Mayıs 2013

Sezon değerlendirmesi: Transferler


Transfer dönemleri bir kulübün eksikliklerini tespit ederek tamamladığı en önemli dönemler. Eksikleri derken, muğlak tanımlar üzerinden de konuşmaya gerek yok. Çok genel geçer bir tanım yapacaksak, herhangi bir kulüp, transfer döneminde, elindeki maddi imkanlar ve saygınlığının izin verdiği ölçüde, hedefleri doğrultusunda, pazarlama imkanlarını ve buradan gelebilecek olan gelirleri de hesaba katarak, mevcut kadrosunun genel kalitesi altına düşmüş olan mevkilerde o kaliteyi yukarı çıkartacak oyuncular alır veya genel olarak takım kalitesini bir üst seviyeye taşıyacak olan futbolcularla anlaşır. Transfer döneminin amacı basitçe, takımın hedeflere daha uygun bir oyuncu grubuna kavuşmasıdır.

2011 – 2012 sezonu sonunda Fenerbahçe’nin ilk 11’i şu şekildeydi


Bu kadronun yedekleri ise Mert Günok – Özgür Çek, Bekir İrtegün, Bilica, Orhan Şam – Selçuk Şahin, Sezer Öztürk, Gökay İravul, Özer Hurmacı, İssiar Dia, Caner Erkin, Bienvenu ve Semih Şentürk’ten oluşuyordu.

Kadronun temel sorunları da bu şekilde rahatça gözükebilir.

Birincisi, stoper ve solbek mevkii aksıyordu. Ziegler toplam 42 maçta oynamasına rağmen, sıradan bir oyuncu, stoperde ise Yobo’nun yanında oynayan Bekir, Serdar ve Bilica bu mevki açısından yine orta seviye oyuncular olarak gözüküyordu. Fenerbahçe bu kadroyla 34 maçta 34 gol yedi ve maç başına 1 gol yeme ortalaması ile oynadı. (Bu sezon 34 maçta 39 gol yiyerek 1,14'lük bir ortalama yakaladık)

Orta sahanın göbeğinde Emre, Selçuk, Baroni rotasyonu gözüküyordu. Emre sadece 26 maçta ilk 11 oynayabildi, Selçuk 19 maçta ilk 11’de sahaya çıkarken Baroni toplam 41 maç oynadı. Ancak orta sahanın göbeğindeki sorun da tam olarak bu rakamlarla gözüküyor. Emre mevkisi açısından çok iyi bir oyuncu olmasına rağmen devamsızdı, Selçuk ve Baroni ise farklı niteliklerde oyuncular olmalarına rağmen orta sahanın göbeğinde, oyunu çift taraflı oynayabilecek, sertlik ve güce sahip değildi. İleri uçta sağ kanatta bulunan Mehmet Topuz, çoğu zaman göbeği desteklemesine karşın ortalama bir sezon geçirdi. Sezonun süprizi Stoch’un 28 maçta ilk 11 başlayıp 13 gol atması oldu. Alex 34 maçta ilk 11 başlayıp 19 gol atarken forvet oynayan Sow türlü sakatlıklar sebebiyle sadece 14 maçta oynayabildi.

Toplarsak, Fenerbahçe’nin sezon sonunda bir solbek, bir stoper, bir orta saha göbek, bir tane sağ kanat, bir tane sol kanat ve Sow’u yedekleyecek iyi bir forvete ihtiyacı vardı. Asgari 6 transfer yapılması gerekiyordu.

Fenerbahçe sezon başında 9 oyuncuyla yollarını ayrıldı. Bu oyuncular arasında Emre de bulunmaktaydı.

Böylece Emre’nin eksikliğini hesaba katarsak bir solbek, bir stoper, iki orta saha göbek, bir tane sağ kanat, bir tane sol kanat ve bir de forvet oyuncusu alınması gerekiyordu.

Yaz sezonunda 8 oyuncu takıma katıldı. Sol bek olarak Hasan Ali Kaldırım, stoper olarak Egemen Korkmaz transfer edildi. Orta sahanın göbeğine Raul Meireles ve Mehmet Topal alınırken, kanatlara Kuyt ve Krasic alındı. Muhtemelen sezon başında Kuyt’tan forvet yedeği olarak da katkı koyması bekleniyordu. Ekstra oyuncu olarak ise Bucaspor’da oynayan 18 yaşındaki Salih Uçan 1,5 milyon € karşılığında kulübe kazandırıldı. Transferlerin toplam bedeli 39 milyon € tutarındaydı.

Kağıt üstünde bakıldığı zaman bu transferlerin doğru noktalara olduğu söylenebilir. Ancak ne yazık ki hayat kağıt üstünde gitmiyor.

En baştan başlayalım, Hasan Ali Kaldırım iyi bir solbek. Ancak hala yedeği bulunmuyor. Sezon başında Ziegler de gönderildiği için Fenerbahçe Hasan Ali Kaldırım – Özgür Çek rotasyonuna kaldı. Egemen Trabzon ve Beşiktaş’ta oynamış başarılı bir stoper olmasına rağmen takıma adapte olamadı veya Bekir’i kesemedi. Kendisinden ancak sezon sonuna doğru biraz verim alınabildi.

Orta sahaya alınan Raul Meireles ve Mehmet Topal ikilisinden Mehmet Topal takıma daha fazla katkı sağladı. Raul, Kuyt’ın 54 maç oynadığı sezonda sadece 33 maç oynayabildi. Aldığı haklı haksız kartlar ve cezaların yanı sıra, düzensizliği ile de takımın omurgasını eksik bıraktı. Üstelik, o mevkinin gerektirdiği profesyonel agresiflikten, güçten ve caydırıcılık gibi özelliklerden de yoksun bir oyuncu olarak gözüktü.

Krasic sezon boyunca hiç yoktu ve ne sol ne de sağ kanada herhangi bir katkı sağlayabildi. Onun aksine Kuyt takıma inanılmaz bir katkı sağlasa da teknik vasıfları düşük olduğu için bu katkının doğrudan sonuca yansıdığı çok az maç izleyebildik. (Kendisi hakkında kötü konuşmayacağıma dair Yoğurtçu'da yemin ettim.) Mücadeleciliği, takıma yaptığı liderlik ve saha içi motivasyonu ile önemli bir unsur olsa da onun teknik eksikliklerini kapatabilecek, oyunun kilitlendiği noktalarda ekstra katkılar sağlayabilecek bir oyuncu ihtiyacı gözüküyor.

Alex’in gidişinden sonra onun mevkisini Baroni doldurmaya çalıştı. Baroni tahmin edileceği gibi bu mevki için de çok yetersiz bir oyuncu. Esasında Baroni tam olarak hangi mevki için yeterli bir oyuncu olduğunu tam olarak çözemediğim bir oyuncu. Dolayısıyla bu problemi çözme yükünü uygun fiyatla gideceği herhangi bir başka takım taraftarının omzuna bırakmasını diliyorum. Bir kaç senedir kendisini izliyoruz, biz bu denklemi sonuca erdiremedik, bir de onlar şanslarını denesinler.

Sol kanatta ise Stoch’un hayatın diğer zevklerine olan motivasyonunun saha içinden daha fazla olması nedeniyle rotasyondan çıkması ile bu kanat tam olarak boş kaldı. Stoch sezon boyunca sadece 18 maçta ilk 11'de oynayabildi, 1597 dakika süre aldı ve hiç gol atamadı. 1597 dakika yaklaşık 26 saat veya Stoch'un iki haftalık gece yaşantısında barlarda harcadığı süreye eşit.

Ne oldu? Sezon ortasında Fenerbahçe yine tam da bu eksiklikler nedeniyle Ziegler, Emre ve Webo’yu transfer etti. Bu oyuncular takıma bir kadro derinliği katsa da nihayetinde Ziegler mevkisi ve kapasitesi, Emre kronik sorunları nedeniyle ancak belirli bir ölçekte katkı sağlayabildi. Webo ise inanılmaz verimli bir transfer olarak kendini gösterdi yine de Sow'suz kalan Webo'nun, Vito Corleone'siz kalan Sonny, Batmansiz Robin, Tayyip Erdoğan'dan ayrı düşmüş Egemen Bağış gibi olduğu da bir gerçek.

Bir ara toplam yaparsak, Fenerbahçe ihtiyacı olan mevkilere yüksek bedeller ödeyerek bazı futbolcular aldı, ancak bu futbolcuların yapısı, karakter ve oyun özellikleri nedeniyle ancak çok az bir kısmından üst düzey verim alabildi, takımın da kronik sorunlar olan sol bek, stoper, orta saha göbek ile kanat bölgelerindeki eksikliği devam etti, bu sorunlar giderilemedi.

Bu sezondan çıkan bir tane ders olmalı, demek ki sadece ihtiyaç duyulan mevkilere oyuncu almak yetmiyor, o oyuncunun niteliği, devamlılığı ve oyundaki eksiklikleri çözme becerisine de sahip olması gerekiyor.

Bu sezon, aynı bir önceki sezon gibi hala sol bek, stoper, orta saha göbek ve kanatlara oyuncu almamız lazım. Bunun yanında forvet arkasındaki orta saha mevkiine de bir oyuncu ihtiyacı gözüküyor. Fenerbahçe’nin Raul / Selçuk, Emre / Topal, Baroni / Salih rotasyonundan oluşan merkez bölgesi istikrarsız ve verimsiz. Bu şekilde bakıldığı zaman, geçen seneki transfer operasyonun da başarısız olduğunu söylemek lazım. Eğer eksiklikler aynen devam ediyorsa, o zaman o transferlerden başarılı diye sözetmek de mümkün değil.

Bu oyuncuların da herhangi bir oyuncu olmaması, belirli bir oyuncu tipinde olması gerekiyor. Örneğin orta saha göbekteki oyuncunun devamlı, istikrarlı ve mücadeleci –günlük deyişle Appiah tipinde- bir oyuncu olması, arada bir söylediğim gibi Uruk Hai standartlarında sahada forma kapması gerekiyor.

Baroni’nin bugün doldurmaya çalıştığı mevkiye ise oyunun iki bölümünde de katkı sağlayabilen, teknik yeteneği yüksek ve duran top kullanabilen bir oyuncu alınması, bu oyuncunun da çift antreman sonrasında bir çift antremanı da gece yaşantısında yapmaması tercih edilir.

Stoper mevkiinde Yobo’nun da sorunları düşünülürse en az iki oyuncu alınmasında büyük fayda var. Böyle baktığımız zaman önceliğin solbek mevkiinde olmadığını söyleyebiliriz. Ziegler – Hasan Ali Kaldırım ikilisi, iyi bir orta saha göbeği, önlerinde iyi bir sol kanat oyuncusu ve yanlarında iyi bir stoper ikilisi ile bu işi rahatlıkla götürebilirler. Zaten bir solbekin Marcelo olsa bugün Fenerbahçe’nin sahip olduğu fundamental sorunlar ortadayken çok önemli bir fark yaratması da mevkisi itibariyle mümkün değil.

O halde Fenerbahçe’nin transfer listesinde asgari 2 stoper, 2 orta saha, 1 kanat oyuncusu olması gerekiyor. Bu durumda Fenerbahçe'nin Volkan – Hasan Ali Kaldırım – Stoper – Stoper – Gökhan, DMC – Emre / Topal, AMC, Kuyt – Sow – AML gibi bir dizilişle sahada olmasını dileriz.

Bu bakımdan son günlerde konuşulan Fernandes ve Emenike transferleri de kağıt üstünde iyi transferler olarak gözüküyor ama Emenike’nin sakatlığı, Fernandes’in Hugh Hefner olma hayalleri bu transferlerin de endişe yaratmasına neden oluyor. Üstelik daha stoperlerden, DMC’den bahsetmedik bile.

Şimdiden söylemek lazım, gelecek sezonun şampiyonunu bu sene yazın yapılacak transferler belirleyecek. Beşiktaş stat değiştiriyor, ekonomik sorunları devam ediyor ve yeni bir teknik direktör bulması gerekiyor, Trabzonspor’un çok temel mali ve idari sorunları var. Dolayısıyla şampiyonluk yarışı bir süpriz olmazsa bir kez daha Fenerbahçe ve Galatasaray arasında geçecek.

Galatasaray çok iyi bir orta saha ve forvet hattına sahip. 2 yılda kurulan bu omurganın üzerine iyi stoper transferleri ile gelecek sene daha da güçlenmiş bir kadroya sahip olacak. Aradaki bu farkı kapatmanın ilk yolu, etkin, güçlü ve derin bir kadroya ulaşarak kadro kalitesini yukarı çekmekten geçiyor. Eğer her zaman olduğu gibi ortalığa büyük yıldız isimleri atıp, transferin son gününde Josico, Maldonado, Kezman, Bienvenu benzeri transferler yapılacaksa, şimdiden yönetime hiç zahmet etmemelerini söylemek lazım, sene başında Şampiyon olmamayı kabul edip, sonra gerginlik yaratmanın alemi yok.

Devamı ...

15 Mayıs 2013

Muza Yenilmek: İnkarın zehirli futbol atmosferini büyütmekten başka ne faydası var?


Biri bana gelip deseydi ki, Fenerbahçe yönetimi bir gün gelecek, sahaya muz atan bir insanı yanına oturtacak ve delilleriyle birlikte esasında sahaya muz atma eyleminin ırkçılık değil de tamamen hakaret kastı ile yapıldığını anlatmaya çalışacak, yemin ediyorum inanmazdım.

İnanmamak için de çok iyi bir nedenim vardı, hangi yönetim bununla neden uğraşsın ki? Yani bir şahıs sahaya muz atıyorsa, nedeninden bağımsız olarak sahaya yabancı bir madde atmak zaten suç, bunu hakaret kastıyla yapmak başlı başına kötü, ırkçı saiklerle yaptıysa da tamamen kabul edilemez.

Bir yönetim ne yapardı? Önümüzde iki yol var. Biri ahlaki olan. Diğeri de makyevalist olan. Ahlaki olan bize diyor ki hemen bu olayı kına, arana mesafeyi koy ve bunu yapan şahısları ilgili mercilere ilet. Bu kadar basit.

İkinci stratejiye makyevalist strateji diyelim. Şöyle kurgulayalım. Kulübe saldıranlar var, yapılan eylemden bağımsız olarak kulübün bu olaydan dolayı bir zarar almaması en temel nokta. Bu halde, ne yapılabilir? İki strateji var. Birincisi olayla arana mesafe koyma, ikincisi ise olayı örtbas / inkar etme stratejisi.

Örtbas stratejisi uygulanabilir mi? Uygulanamayacağını görüyoruz. 50 kamera ile çekim yapılan, binlerce insanın olduğu bir yerde konunun gizli kalması mümkün değil. Nitekim konu da gizli kalmadı, hemen ortaya çıktı. Konunun ortaya çıkmasına neden olan resim “gerçek dışı” bir resim de olsa, nihayetinde bu şahsın yalnız olmadığını, başka insanların da sahaya muz getirdiğini ve attığını biliyoruz. Biliyoruz derken de havadan biliyor değiliz, bakın yukarıda fotoğrafı duruyor. Dolayısıyla maddeten bu konuyu örtbas etme, üstünü kapatma şansı var mı? Yok. Neden yok? Çünkü madem ki son derece makyevalist, bir savaş hukuku içerisinde hareket eden ve düşmanlarla / biz arasındaki dengeyi 0 toplamlı bir oyun olarak gören bir zihniyete sahibiz, o zaman bir rakip olduğunu da kabul etmek, bunların zarar verme kastıyla da hareket edeceğini düşünmek zorundayız. Zaten böyle düşünmüyorsak neden bu noktaya geldik? O halde, “Fenerbahçeli olmayan ve bu konuyu örtbas etmek istemeyen” insanlar da varlar, onlar da bu konuyu kaşıyacaklar, bu konuyu da ortaya çıkartacaklar. Ne yapılması lazım?

En basit ve doğru yöntem çok somut olarak önümüzde duruyor. Bir futbolcuya muz atmak hukuka aykırı mı? Aykırı. Bir futbolcuya “maymun demek” iştahı ile muz atmak daha da kabul edilemez mi? Evet edilemez. Bu edimin kendisi zaten “ırkçı” bir tandans taşıyor mu? Evet taşıyor. Irkçılık zaten “kasttan” bağımsız olarak eylemin içinde bulunuyor. Diyelim ki bu vatandaş bu eylemi sahada zerre futbolcu yokken yapmış olsun, bu halde dahi bir sorun olduğu açık mı? Açık.

O zaman sadece makyevalist güdülerle ve kendisini korumak isteyen yönetimin yapması gereken şey de somut olarak gözüküyor. Stat kamerasından gereken görüntüleri alırdı, ilgili delilleri toparlardı, yetkili merciilere bu görüntüleri verirdi. Yetmez, bu arkadaş sahaya yabancı madde attığı için kombinesini iptal ederdi, sonra da kısa bir açıklama yapardı.

“Fenerbahçe stadında ırkçı olduğu öne sürülen bu eylemlere ilişkin olarak leyhe ve aleyhe tüm deliller yönetimimiz tarafından toplanmış olup ilgilli mercilere iletilmiş ve takdiri kendilerine bırakılmıştır. Fenerbahçe kurulduğu günden bugüne kadar insani değerlerin ve ahlakın simgesi olmuş, bu değerlere gönülden inanmış, bünyesinde her zaman çok farklı milletlerden sporcuları barındırmış ve efsaneleri arasına almış bir kulüp olarak etnik, kültürel, dini hiçbir ayrımcılığın parçası olmayacağı gibi bu tip eylemlerin de her zaman karşısındadır.”

Nokta. Bitti. Kimsenin diyecek bir lafı olmazdı.

Ne yapıldı? En mantıksız olan. Bir üçüncü dünya ülkesi kompleksi içerisinde inkarcı bir tutum sergilenerek eylemin esasında ırkçı bir saik gütmediği anlatılmaya ve eylem “masumlaştırılmaya” çalışıldı. Halbuki eylemin hukuki niteliğini ölçecek makam mı yönetim? Eylem yönetimin emri ve komutasıyla mı yapıldı? Fenerbahçe çalışanları mı icra etti? Profesyoneller ellerine muz alıp saha kenarında potasyum ölçümü mü yaptı? Fenerbahçe Yönetimine ne? Yönetim adı üstünde sevk ve idare eden bir kuruldan ibarettir, mahkeme olmadığı gibi hukuki somut gerçekliğe ulaşması gereken bir başka organ da değildir. Yönetim icra eder, bu icrası sırasında da koordine eder, üçüncü şahısların yaptıkları da kendisini bağlamaz. Sahaya muz atan taraftar muz atmak yerine sahaya girip fiili saldırıya kalkışsa yönetim “esasında tam da vurmak istememiş olabilir, erkenden yakaladık, belki biraz hava almaya ihtiyacı vardı” diye açıklama mı yapıyor? Hayır. Delilleri topluyor, gönderiyor. Taraftar meşale yakmaya kalksa yönetim ne yapıyor? O meşale yakanları tespit ediyor, kombinelerini iptal ediyor. Hangi saikle yakıldıysa yakılsın. Velhasıl, taraftar ile yönetim arasında bir fark var, o yüzden birinin “temsil” kabiliyeti var birinin de yok. Biri bir eylem yapınca da yönetim eskiden beri bu eylemin somut hukuki niteliğini tespit yerine, kendisinin görevini yerine getiriyor.

Fenerbahçe camiası ırkçı olamayacak kadar büyük bir camia. Şimdi yönetim neden muz atma eyleminin “hukuki” niteliğini, şahsın kastını, bu konudaki taammüdü tartışıyor? Bize ne? Bu eylem diyelim ki ırkçı bir eylem değil, bu eylemi yapıp sahaya muz atma parlak fikrini gösteren şahıs gitsin bunu anlatsın. Açmıydı, neydi, canı meyva salatası mı çekti, Eboue’nin vitamin eksikliğini keşfettiği için mi bu yola girdi, esasında zenci arkadaşları olan çok kral bir hümanist mi bize ne? Bir yönetimin uğraşacağı işler listesinde, bütün taraftarların yaptıkları eylemleri tek tek izah etmek ve gerçeği bulacak bir mahkeme gibi davranmak olabilir mi? “Hükümet istifa” gibi son derece meşru ve demokratik bir hakkın kullanımında birden bire bu eylemi yapanları “marjinalize” edecek bir söylemi internet sitesine basacak yönetim de herhalde bunun böyle olmadığını biliyordur.

Sonuçta bu inkar ve örtbas stratejisinin hem yönetimin görevi olmadığı hem de yapılacak işler listesinde bulunmadığı ortada. Evet Galatasaray camiası içerisinde birileri bu olayı Fenerbahçe adına yanlış bir algı üretmek için kullanıyor, buradan bir saldırı noktası yakalayarak gündemi değiştirmek istiyor olabilir, birileri de son derece halis duygularla ırkçılığa karşı bayrak açıyor olabilir. Rakibin tutumu da bu konuda bizi ilgilendirmiyor. Rakibin konumuna göre değil, kendi ahlak kurallarımıza göre davranmamız gereken bir alan bu. Sorun şurada, evet rakip bunu kullanabilir, bu konuda obsesif olan ve Galatasaray’ı Filistinlilerin İsrail’i gördüğü gibi görmeye başlamış olanlar da bunun hakkını vermek zorundadır. Eğer gerçekten algıladıkları dünya böyle ise o zaman o dünyaya uygun davranmak, bu konunun üstünün kapatılamayacağını fark etmek, kulübü bağlamayan bu davranışın bedellerini kulübün ödememesi için de gereken asgari hareketi ifa etmek zorundalar. O da işte yukarıda anlattığımız, çok basit bir eylem dizesi. Delilleri paylaş, kararı ilgili merciye bırak, Fenerbahçe’nin ırkçılık ile alakası olamayacağını belirt. Bitti.

Ancak yapılan ne? Tam da zurnanın zırt diyeceği bir kötü iletişim stratejisi. Şunu görebiliyoruz, Fenerbahçe’ye yönelik aşırı bir sevgi ve Fenerbahçe’ye her an zarar vermeye odaklanmış düşmanlar olduğuna iman ile oluşan bir algı var. Bu algı da çok sağlıksız değil. Gerçekten de böyle bir sevgi ve gerçekten de Fenerbahçe düşmanları var. Gerçekten de birileri Fenerbahçe’ye zarar vermeye çalışıyor ve her koşulu da bunu hayata geçirmek için kullanıyor. Dolayısıyla bazıları için içerisinde hakikatin mahpus olduğu bir savaş düzlemindeyiz, bu savaş düzleminde de Türkiye’nin hallerine çok benzeyen bir şekilde doğruların bir önemi yok, yerine fayda ve zarar var. Fayda ve zararı da çok basit olarak “düşmana yarıyorsa zarar, düşmana zarar veriyorsa yarar” üzerinden algılayıp, hakikati buraya gömebiliyoruz.

Bu durum bir yerde Türkiye’nin hallerine de çok benziyor. Siyasi ortam zaten böyle. Ancak olgularla iletişimimiz de tam olarak bu reflekslerle biçimleniyor. Yani bu ülkede insanların öğrendiği temel yöntem bu. Bize ait ise reddet, karşıya ait ise üstüne git stratejisi. Örneğin AKP Uludere olayında çok başka bir iletişim stratejisi uygulayabilirdi. Nedense bunun öteki kabul ettiği muhalefete “fayda” sağlayacağına inandı ve başka bir strateji seçti. Bu strateji de neredeyse dnamıza işlemiş bir basit yöntemden ibaret. "Olayı önemsizleştir, geçiştir, geçişmiyorsa normalleştir, normalleşmiyorsa inkar et." Ne oldu? “Her kürtaj bir uludere’dir” eşiğine geldi.

Halbuki ne oldu? Bu inkar stratejisi konuyu bitirmedi, bitirme gücü olmadığını da sayısız olayda görüyoruz. Bu tarihe kadar inkar stratejisi sadece konunun büyümesine, uzamasına ve inkar edenlerin de konudan sorumlu olmasına neden oldu, olacak. Halbuki kabul etmek ve gerekeni yapmak, yapıcı ve proaktif bir iletişim kurgulamak konunun büyümesini engellediği gibi moral olarak da insanın doğru alanda kalmasına neden oluyor.

Yani ne yapılabilirdi, bizim beklediğimiz tabi moral bir davranış sergilemekti. Yani bu arkadaşın durumundan bağımsız olarak, sahaya insanların da muz attığını biliyorsak, o zaman bu olayı kınamak, bu olayın sorumlularını da ilgili mercilere vermek yeterliydi. Bitti gitti. Ne oldu? Olay uzadıkça uzadı, inkar edildi, saçma sapan bir basın toplantısı yapıldı, olay sahiplenilmiş oldu ve buradan da bir zarara uğranılmayacağı hesaplandı. Ancak zarara uğrandı.

Bakın biz bir taraftar bloğuyuz ve taraftarız, buradan da söylüyorum, elde ırkçılık kastıyla yapıldığı çok belli olan bir eylem var. Bu eylemi yapan şahıslar da Fenerbahçe ailesini temsil etmiyor. Tam tersine Fenerbahçe’nin bizim anladığımız manada temsil ettiği her değerin karşısında yer alıyor. Bir insan afrika kökenli bir oyuncuya muz atıyorsa ve burada amacı “ırkçı” bir kastta bulunmak değil de karşıdakini tahrik etmek, sinirlendirmek, onu öfkelendirmek veya düz hakaret etmek bile olsa nihayetinde yaptığı bir insanın etnik kökeni sebebiyle onu aşağılamaktır ve ırkçı bir eylemdir. Irkçılık insanlık suçudur. Bu insan oturup bu eylemi ırkçı bulmayabilir, “orospu çocuğu mu deseydim” diyerek eylemi ile sövgüyü eşitleyebilir ancak doğrudan karşıdakinin ten rengi veya etnik grubu nedeniyle bir hakarette bulunuyorsa artık o dakikadan sonra yaptığı objektif olarak ırkçıdır ve zaten ırkçılığın tanımı budur. Bu arkadaş, Sow’a bayılabilir, Webo’nun hastası olabilir yani “ideolojik olarak” bir ırkçılığı da olmayabilir ancak somut eylemi ırkçıdır. Bizim açımızdan da bu kabul edilemez, bu arkadaşın da “cinlik” zannederek yaptığı bu aptalca eylem nedeniyle mutlaka cezalandırılması gerekir.

Ben böyle bir insanla yan yana duramam. Sadece sinsilik, tahrik etme güdüsü ve hakaret kastıyla bir insanın etnik grubunu ve hassasiyetlerini hedef seçerek oradan saldırmayı içine sindirebilecek ve bunun sonuçlarını dahi hesap edemeyen bir ahlaksız aptallığın yanında durmak öncelikle insaniyet adına bildiğimiz her türlü değerin de ayaklar altına alınması demektir.

İkincisi, Yönetimler yönetmekle mesuller ve bizim yönetimin de en az yaptığı şey herhangi bir süreci yönetmek. Derbi maçından bu zamana kadar Burak'ın öldüğünü, sahada saçma sapan olayların olduğunu öğrendik. Bu noktada bu tip olayları kınamak, bunların hiçbir şekilde kabul edilemez olduğunu ifade etmek çok mu zor?

Ünal Aysal bir mektup yazdı. İçeriği nedeniyle ben teşekkür ederim. Sadece güzel değil basbayağı doğru da bir mektup. Samimiyetini hep birlikte tartışabiliriz. Ancak bugün Ünal Aysal elimize en azından arkasında durmak zorunda olacağı ve hatırlatacağımız bir söz verdi. Kamuya açık bir şekilde böyle bir söz söylemek o sözün sorumluluğunu da almayı gerektirir. Yani bu taahhüt ve sorumluluk ile kendisini bağladı. Bir kerteriz noktası verdi. Dolayısıyla hepimizin bu yüzden de teşekkür etmesi gerekir. Yarın Galatasaray Yönetim Kurulu’nun davranışları o sözlerin ışığında yargılanacak.

Biz bunun Fenerbahçe yönetim kurulu tarafından da yapılmasını isterdik. Biz isterdik ki Fenerbahçe Yönetim Kurulu da bir mektup yayınlasın, Burak’ı kaybetmekten duyduğu acıyı ifade etsin, sahada yaşanan olayların kabul edilemez olduğunu, Türkiye’nin sporda bu düşmanlık ve nefret ortamından kurtulması gerektiğini, yöneticilere ve sporculara çok büyük görev düştüğünü, rakibi incitebilecek, tahrik edecek veya suçlayacak yorumlardan / davranışlardan kaçınılması gerektiğini söylesin. İsterdik ki evimizde, kendi soyunma odamızda “al al al” yazarak el hareketi çizen bir anlayışın da maç bitince saha ortasında kutlama yapma görüntüsü altında taraftarı tahrik etmeye çalışan anlayışın da sporda yeri olmadığını, bu davranışların övgüyle, kibirle karşılanmasının da futboldaki hastalıkları arttırdığını, herkesin bu davranışlardan bundan sonra uzak olması gerektiğini, Fenerbahçe’nin de benzer tahrik ve centilmenlik dışı hareketlerde bulunan sporcularına karşı yaptırım uygulayacağını ifade etsin. İsterdik ki Volkan takım kaptanı olarak sinirlerine hakim olamadığı ve Sabri’nin üstüne yürüdüğü için nazikçe özür dilesin, bizim saha içindeki bu hareketlerimiz sonra saha dışında kavgalara, başka insanların büyük acılar çekmesine neden oluyor desin, isterdik ki Meireles çıksın ve Sabri’nin davranışı üzerine yaptıklarının kendisine yakışmadığını, tahrik altında dahi olsa bu eylemde bulunmaması gerektiğini beyan etsin. O zaman Galatasaraylı oyuncuların ve yöneticilerin de buna benzer ahlaki tavırlar takınması gerektiğini yazar, çizer, söylerdik. O zaman bizim futbolcularımızla gurur duyar ve Galatasaraylıları eleştirebilirdik. Ancak evimiz bu haldeyken, önce evimize bakmak, önce kendimizi check etmek zorundayız.

19 yaşında bir genç öldü. Tencere dibin kara seninki benden kara tartışmasının hiçbir faydalı sonuca nail olamadığını görmek için daha kaç genç ölmesi gerekiyor? Evet Galatasaray’ın tarihinde de bir çok utanılacak, kabul edilemez olay var. Bunlar bizim de aynı şeyleri yapmamız için bir neden olmamalı. Fenerbahçe daha hafiflerini de yapmış olabilir ancak üretilen bu futbol atmosferinde bedelleri başkaları canlarıyla ödüyorsa daha sorumlu, daha ahlaki davranmak da gerekiyor. Evet Galatasaray’ın da suçları var, ancak bu tek başına bizim her yaptığımızı da meşru hale getirmiyor. Tam tersine Galatasaraylılar da bu sefer bize dönüp yaptıklarımızı sayıyor ve sonu gelmeyecek bir karşılıklı suçlama ortamında, nefreti büyütüyor, düşmanlığı güçlendiriyor, atmosferi zehirliyor ve kavga ediyoruz.

Yazıyı barış mesajıyla bitirmeyeceğim. Buna inanmıyorum. Her alanda bu kadar fanatikleşmiş, kutuplaşmış, düşmanlaşmış ve polarize olmuş bir toplumun spor alanında da barışın gerçekleşmesi mümkün değil. Birbirinden siyasi görüşü, etnik kökeni, dini inanışı, tuttuğu takım nedeniyle nefret eden ve ötekini düşman gören insanların çoğunlukta olduğu bir ülkede toplumsal kodlar da sporda barışı imkansız hale getiriyor. Ancak doğru davranabiliriz. Doğru davranmaya gayret edebiliriz. Bu gayret ve çaba sonucunda da en azından doğru bir şey yapmıştık diyebiliriz. Bu da bu atmosferde başımıza gelebilecek en büyük ödül, en azından birilerini eleştirme hakkını bizlere verir, hiçbir şey yoksa bile bu da çok değerli.
Devamı ...

13 Mayıs 2013

Göz Göre Göre "Nefret Cinayeti"


19 yaşında bir çocuğun ardından bir şeyler yazmak gerçekten çok zor, hele böyle saçma sapan bir gerekçeyle tuttuğu takımın formasını giydiği için öldürülen birinin ardından bir şeyler söylemek bir kat daha zorlaşıyor.

Önce bu cinayetin bir adını koyalım, bu iki holigan grup arasında çıkan bir kavgada olan bir olay değil, daha önce aralarında husumet bulunan bir kişi ya da grubun arasında gelişen bir olay da değil, ayrıca stadın ya da herhangi bir taraftar topluluğunun kalabalık olarak bulunduğu bir yerde vuku bulmuş da değil. Dolayısıyla bunu basit bir holigan cinayeti olarak nitelemek bence doğru teşhisi koymamızı engeller.

Bunun adı bir “nefret cinayeti”, yani birini sırf bir dine, ırka, cinsel yönelime sahip diye öldürmekle aynı kategoride değerlendirmek gerekiyor. Kurbanla fail arasında herhangi bir kişisel geçmiş/çatışma olmadan sadece failin görünen ya da bilinen bir simge/sembol üzerinden o anda spontane olarak zarara uğratılmasının literatürdeki adı nefret suçu ve bu olay özelinde de nefret suçu cinayet olarak karşımıza çıkıyor. Görgü tanığının ifadesine göre 19 yaşındaki Burak’ın muhtemelen yüzüne bakmadan arkası dönük olarak görüp seslenince daha göz göze bile gelmeden direkt bıçaklayacak kadar kin ve nefretin bir insanda birikebilmesini anlayabilmek normal bir insan idraki için çok zor ama iki senedir yaşadığımız iklimi teneffüs edince bu durumla karşılaşmanın da sadece bir zaman meselesi olduğunu maalesef görmek zorundayız
Şunu operasyonun üzerinden bir ay geçmişken bütün o nefret atmosferi kanlı canlıyken yazmışım

Bu "adalet" kamuflajı giymiş kör nefret bu halde sürer, medya Fenerbahçe'yi bütün şer odaklarının kalesi şeklinde göstermeye devam ederse Güneşli Pazartesi yi değil göz göre göre bir cinayetin olacağı anı resmeden Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi'ni yaşarız.

Ve ne acıdır ki bu kör nefretin olası kurbanlarından Fenerbahçe forması giymiş bir gence bir şey olursa yine bu linci hazırlayan, adalet sosuyla altına odun atan bu adamlar timsah gözyaşlarıyla bizim yanımızda saf tutarlar. Umarım şu süreçte kendilerine objektif diyen herkesin ne derece objektif olduğunu tüm Fenerbahçeliler görmüştür.

İki senedir dilim döndükçe 3 Temmuz meselesinin iyice çığırından çıktığını ve gittikçe hedefin Fenerbahçe kulübünden ziyade Fenerbahçeli olan herkese doğru teşmil edildiğini anlatmaya çalışıyorum. Akıl almaz bir medya kampanyasıyla insanların zihinlerine tecavüz edilip bütün Fenerbahçelileri kriminalize edip şeytanlaştırmaya çalışan bir medya söyleminin içinden geçtik ve hala da geçiyoruz. O dönemde yine asıl rahatsızlık eksenimin kulübün küme düşüp düşmemesinden ziyade çocuklarımızın sokakta Fenerbahçe formasıyla rahatça dolaşıp dolaşamayacağına doğru kaydığını da yazmışım. Dolayısıyla iki sene önce bile çok güncel olan bir tehdidin hala kanlı canlı bir tehdit olarak bütün Fenerbahçelilerin başında dolaştığını görmüş olduk bu olay gerekçesiyle.

Son iki senedir, futbol maçlarına gitmeyen toplu taraftar ortamlarında nadiren bulunmuş birisi olarak ben bile iki kez Fenerbahçeli olduğu(m) için bizzat taciz ve darpa maruz kalınan vakalara şahitlik ettim. İlkinde havaalanında polisin gözü önünde iki Galatasaraylı orta yaşlı adam üzerimdeki Fenerbahçe formasını görüp “hala utanmadan nasıl giyiyorsun çıkar o formayı” diye gayet tacizkar bir tonda laf attılar, ikincisi de geçen yıl Fenerbahçe-Galatasaray erkek voleybol maçından sonra Ankara’da metro duragında kapılar açılınca dışarıda bekleyen 10-15 Galatasaraylı içeriye girip Fenerbahçe formalı birisini bulup, dışarı çıkarıp, tekme tokat vurmaya başladılar. Metro kapıları kapanıp metro ordan ayrılsa muhtemelen çocuğun sonu çok daha kötü olabilirdi, metrodan inen 5-10 kişi çocuğu ellerinden zor aldılar.

3 Temmuz’dan sonra Fenerbahçe’ye dair olan her şeyi şeytanlaştırma girişiminin sokakta bir yankı bulmaması imkansızdı. Zaten Türkiye’de herhangi gruba ya da kişiye karşı işlenilen nefret cinayetlerinin arkasında mutlaka bir medya manipülasyonu olduğunu görürüz. Önce resmi bir kurum o kişi ya da grubu örtülü olarak hedef olan bir şey yapar, sonra medya bu söylemi sahiplenip ileri götürür ve sonunda da sokaktan birisi durumdan vazife çıkarıp bu nefret cinayeti ya da cürümünü işler. Sonra bu cinayete ortam hazırlayan herkes timsah gözyaşlarıyla sanki kendileri hiç sorumlu değilmiş gibi gereken yapılacak falan derler. Türkiye’deki yakın dönemdeki nefret cinayetlerinin şematik yapısı aşağı yukarı böyle işler. Hrant Dink’in katlini düşünelim, önce başta Hürriyet olmak üzere medyanın hedef göstermesi ardından ilkokul 3 öğrencisinin anlayacağı bir metni bilirkişi raporuna rağmen ısrarla yanlış anlayan Yargıtay kararı,ve bu ikisinin sonunda 17 yaşında bir çocuğun tetiği çekmesi.

Rahip Santoro cinayetine bakalım, yetkili makamlarca %99 u Müslüman olan bir ülkede misyonerlik büyük tehdit diye duyuru yapılması, muhafazakar-islami basının üstüne vazife edinip bütün din adamlarını olağan şüpheli gibi göstermesi ve yine 17 yaşında birinin çıkıp bir papazı öldürmesi. Mesele bu cinayetlerin daha derin bir yapı tarafından tasarlanıp tasarlanmaması değil, mesele bu iklimde bu işlere girebilecek bir potansiyeli resmi -yarı resmi kurumlar ve medya eliyle bu ülkede yaratabilmenin her daim mümkün olması.

Fenerbahçe meselesinde de Fenerbahçe’ye resmi otorite ve medyanın reva gördüğü muameleyi bir hatırlayalım. Şikeyi savunduğumuz, Aziz Yıldırım’ın köpeği olduğumuz, Ergenekoncu olduğumuz, yeni Türkiye’de yerimiz olmadığı, terörist olduğumuz. (bizzat Başbakan’ca). Bunların ötesinde 6222 sayılı yasa değiştirilirken yasadan Fenerbahçeliler yararlanacak diye yaratılan havayı bir hatırlayın çok ciddi söylüyorum Öcalan’a af getiren bir tasarı olsa Türkiye’de o kadar tepki toplamazdı.

Şimdi bütün bu söylemleri her gün televizyonda gören işiten sıradan bir başka kulüp taraftarının kafasında Fenerbahçeli imgesi ne hale gelir hiç düşündünüz mü.Yani Öcalan’dan daha tehlikeli olarak addedilen binlerce yıl hapiste kalması istenilen bir adamı Fenerbahçeli biri başkanı olarak sahipleniyorsa,bizzat başbakanca terörist oldukları söyleniyorsa, Ergenekon kalıntısı olarak nitelendirilip yeni Türkiye'de bunlara yer yok deniyorsa doğal olarak medya tarafından zihni tecavüze uğramış birisi Fenerbahçe'yle ilgili/irtibatlı herkesi düşman kategorisine sokar.

Doğası gereği zihin kategorize ederek çalışan bir mekanizma olduğu için zaten ortalama eğitimi spor sayfası düzeyinde, algılama yeteneği sikmek-sokmak dan mütevellit bir zihinsel tümdengelimle bütün Fenerbahçelileri aşağılık, yok edilmesi gereken özneler olarak zihninde kurgulaması çok da zor olmaz. Yani Fenerbahçeli olan herkes bu linç medyası söylemini içselleştirmiş ve kendi ortalamalarına göre kategorize etmiş bir zihinde doğası gereği kötü-zararlıdır. Muhtemelen bu büyük söyleme maruz kaldığı için bu nefret cinayetini bu kadar kolay işleyip Burak'ı aramızdan alan kişi de tıpkı Ermenileri, ya da Hristiyan din adamlarını öldürmenin niye bu kadar ses getirdiğini anlamayan,doğası gereği kötü olan bir şeyi yok ettiğini düşündüğü için yaratılan gürültüyü garipseyen, hatta takdir beklerken gördüğü muameleye şaşıran zanlılar gibi bir tavır takınacaktır.

Dün geceden beri bir taraftan da şunu düşünüyorum. Bu linç atmosferi yaratılan, Fenerbahçe nefreti kusulan iki senede şampiyon Galatasaray değil de Fenerbahçe olsaydı bu şiddet nereye evrilecekti çok merak ediyorum. Yani bu yoğun nefret ve ötekini yok etme düşüncesi bir de başarısızlıkla ve düşman gördüğünün başarısıyla bir arada olsaydı o zaman nerelere varacaktı bu işin sonu. İki sene şampiyon olmasına rağmen hala kendi başarısıyla değil rakibin yok edilmesiyle mutlu olan bir zihniyet o zaman kimbilir nelere kalkışacaktı.

Şunu bir kez daha belirtmekte yarar var, 3 Temmuz sonrası oluşturulan ve sıradan Fenerbahçeli taraftarı bile kriminalize eden, şeytanlaştıran bu söylem karşısında "aman şikecileri savunuyorum" diye düşünülmesin diye tek laf etmeyen, “ya bu iş başka bir yere gidiyor” diyemeyen sözde romantik/objektif geçinenlerin şimdi söyleyecekleri tek sözü bile samimi bulmuyorum.

Hiçbir galibiyet hiçbir şampiyonluk 19 yaşındaki Burak’ı geri getirmeyecek,böyle saçma sapan bir ölüm gerekçesiyle oğlunu kaybeden bir anne/babanın ömrü boyunca nasıl bir acıyla yaşamak zorunda kalacağını düşündükçe insanın içi yanıyor. Türk medyasına bir önerim var, şimdi dangalak dangalak fair play nutuklarıyla timsah gözyaşları dökeceğinize iki senedir ne yaptığınıza bir bakın, her gece linç korosunun nöbetçi sözcüsü görevi yapan, Çakar, Baransu, Rok, Hıncal, gibi meslektaşlarınıza yeterince ses çıkaramadığınız için birazcık utanmayı deneyin.
Devamı ...

6 Mayıs 2013

Siste yol almak: Belirsizlikler, gelecek ve bugün


Fenerbahçe’nin bugün karşı karşıya olduğu birkaç sorun bloğu var, hepsine birden çözüm bulmak veya hepsini birden açıklamak da bu yazının alanını tahmin edemeyeceğimiz kadar genişletir, neticede bu sorunlar yumağı içerisinde kamu ilişkileri yönetiminden halkla ilişkilere, bizatihi maruz kalınan bir müdahalenin yargı sonuçlarından, medya iletişimine, finansal çözüm alanlarından alt yapı hareketlerine kadar bir çok alan bulunuyor. Ancak bunların en azından bir kısmına değinip, daha iyi bir sonuç almak mümkün müydü diye de sorabiliriz.

Kulübün 5 ana branşta mevcut durumuna girmek ve hepsi için bir şey söylemek mümkünse de şimdilik sadece kulübün amiral gemisi sayılabilecek futboldan gidelim. Fenerbahçe bu sezon itibariyle Şampiyonluğu, Türkiye Kupasını ve Şampiyonlar Ligi’nde başarıyı hedefledi. Bu üç hedeften bugün itibariyle iki tanesinde belirli bir başarı olduğunu söylemek mümkün. Fenerbahçe hala Türkiye Kupası’nı alabilir ve Şampiyonlar Ligi’nden elenmiş olsak da UEFA Avrupa Ligi’nde Yarı Final mücadelesi vermiş olmak somut bir başarıdır. Bardağın dolu kısmında Fenerbahçe’nin bir çok eksikliğe ve performansını etkileyecek dış koşula rağmen asgari 62 maçlık bir sezon geçirmesi, geçirebilecek bir yapıya kavuşması önemli bir artı olarak gözüküyor.

Bütün bunlara karşın Fenerbahçe Ligde 1,8 puan ortalaması ile oynadı. 8 yenilgi ve 7 beraberlik aldı. Önümüzdeki iki maçı da kazanırsak kazanabileceğimiz toplam puan 64. Bu puan ile bu sezonun 2008 – 2009 sezonunda topladığımız 61 puandan sonra en az puan topladığımız sezon olduğu gözüküyor.

Fenerbahçe bu sezon kalesinde 35 gol gördü ve 52 gol attı. Yani maç başına 1,09 gol yerken 1,6 gol gol atarak oynadı. Halbuki 2010 – 2011 sezonunda Fenerbahçe kalesinde maç başına 1 gol görürken 2,4 gol atabilme becerisini de göstermişti.

Dolayısıyla bu sezon yaşanılan bu geri gidişin ve elde edilemeyen başarının da bir sorumlusu olması gerekiyor. Bu sorumlu arayışı elbette bizi yanlış bir yere de götürebilir, bir futbol takımının bir sezon içerisinde birden fazla sorunu olabilir ve bu sorunlardan herhangi biri asli sorun sayılabilir. Bu sezon Fenerbahçe muhtemelen bir futbol takımının uğraşması gereken her tür sorunla da uğraştığı için hangisine öncelik verileceği de önemli bir tartışma konusu.

Örneğin saha dışı koşulların etkisini hiçbirimiz yadsıyamayız, Fenerbahçe sezon boyunca bir çok maçta haksızlığa uğradı, acele veya hatalı kartlar sebebiyle önemli bedeller ödedi. Herhalde şampiyonlukta rekabet edilen takımın oyuncusunun kırmızı kart gördükten bir sonraki maç sahaya çıkabildiği veya teknik direktörünün Orduspor maçında yaptıkları nedeniyle sadece “sportmenliğe aykırı hareket”ten ceza alabildiği bir ortamda bu haksızlıkların güçlü birer engel olduğunu görmemek de mümkün değil. Yarış adil değildi ve ayağından tutulmaya çalışılan taraf olarak koşmak her zaman zordur.

Bunun yanında Alex’in takımdan ayrılması, bu sürecin yönetilememesi, yönetim ile bir taraftar grubu arasında yaşanan sorunlar, Fenerbahçe’nin medya tarafından geçen sezon gibi adeta linçe tabi tutulması gibi faktörlerin de takım üzerinde psikolojik etkisi olmuştur. Nitekim bu etkilerin en büyüğü sezon ortasında yaşandı ve sonuçları itibariyle de Fenerbahçe’ye önemli bir yara verdi.

Yine de bütün bu sorunlar yumağını Fenerbahçe’nin iyi yönetip yönetemediği, doğru bir iletişim ile kendi taraftarı ve kitlesi ile iletişime geçip geçmediği, yönetim organın bu konuda yeteri kadar inisiyatif alıp almadığı da tartışmaya açık. Tartışmaya açık derken, şüphesiz yönetimin yapılması gerekenlerin neden yapılamadığını ve nelerin nasıl yapılmasının planlanıp da hayata çeşitli sebeplerle geçirilemediğine yönelik iyi bir izahatlar bütünü bulunmaktadır. Bu izahatları büsbütün reddedecek, hepsinin geçersiz olduğunu da söyleyecek değilim. Ancak icra organlarının görevinin de mazeret üretmekten ibaret olmadığını, aynı zamanda liderlik etmek, süreç yönetmek, bazen risk almak ile de ilgili olduğunu bir kere daha ifade edeceğim.

Mevcut Fenerbahçe yönetimi kesinlikle çok zor şartlar altında seneye başladı. 3 Temmuz sürecinin yarattığı sıkıntıların yanı sıra, kulüp yönetiminin kafası üstünde sallanan bir Yargıtay kılıcından, Kaddafi ve Mübarek rejimleri ile bir tutulmasına kadar uzanan, son derece organize ve güçlü iktidar organlarının temsilcilerinin günlük öfke nöbetlerinden, kendilerine karşı duran 7/24 bir medya ordusuna karşı da hareket etmek zorunda kalmalarından, finansal olanakların yarattığı kısıtlara ve iç muhalefetin yıkıcı etkilerine kadar bir çok alanda “yönetim” kapasitesi ve yeteneklerini aşağıya çekecek engeller yönetimin önünde duruyordu. Üstelik de sezona Nihat Özdemir, Ali Koç, Murat Özaydınlı, Şekip Mosturoğlu ve İlhan Ekşioğlu gibi geçmiş yönetimlerin demirbaş yöneticilerinden yoksun olarak başlamak, bu yöneticilerin de oyun dışına çıkması ile bilindik hareket kabiliyetlerini de kaybetmek yönetim açısından çok daha zorlayıcı bir senaryoyu gündeme getirdi.

Yani bakarsak, bildiğimiz “Aziz Yıldırım” yönetim tarzı denilen yönetim tarzını tamamlayan, kompanse eden veya bu yönetim modelinin işlemesini sağlayan önemli parçalarının eksikliğinin yanı sıra herhangi bir “Aziz Yıldırım” yönetiminin de tarihi boyunca karşılaşmayı bile tahayyül edemeyeceği bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya kalındı.

Ancak, hayatın da değişmez kuralı işte orada duruyor. Daha önce de ifade etmiştim, bu ülke ve bu topraklardaki genel kültür bu tip somut koşulların tahlili ile ona orantılı beklentilerin normal kabul edildiği bir düzeni de bize ifade etmiyor. Harbiyenin her tarafında “hiçbir mazeret başarının yerini tutamaz” yazısının tam da bizlere hatırlattığı gibi, son derece “başarı” ve “zafer” odaklı pragmatist bir kültür buralarda son derece doğal bir atmosfer yaratıyor ve başaran bütün mazeretlerini başarısı ile kapatabilirken, başaramayan da mazeretleri ile orada yok olabiliyor. Başarının sadece başarı olmaklığı ile tek geçer akçe olduğu bir ortamda da başarısız olanın mazeretleri çok kolay bir şekilde kendisi aleyhine dönebiliyor.

Böyle bir ortamda Fenerbahçe’nin başarıya herkesden çok daha fazla ihtiyacı olduğunu da biliyoruz. Zira Fenerbahçe’nin başarısı öyle veya böyle sadece bir şampiyonluk manasına da gelmeyecek, 3 Temmuz ile başlayan büyük kastların ve iftiralardan örülmüş bir kumpanyanın da yenilmesi anlamına gelecekti. Bugün ise, ortadaki somut başarı ve başarısızlıklar yekünü içinde, 3 Temmuz süreci ile bunun müsebbiblerinin kazandıklarını söylemek mümkün olmadığı gibi yenildiklerini de söylemek mümkün değil. Ortada bir pat durumu var ve bu pat durumu sadece blokların kendi kendilerini tatmin etmelerine yarıyor.

Yine de bu tatmin durumu ile en azından bizim tatmin olmamız da gerekmiyor. Yönetimler, yönetmek için seçilirler ve kendilerinden de sefada olduğu gibi cefada da yönetmeleri beklenir. Fenerbahçe’nin bir çok alanda yönetilmeye, bir tek adam yönetimini aşan bir yönetim aklına doğru model değiştirmesinde fayda olduğu muhakkak. Aziz Yıldırım birinci nesil reformları öngörmek ve uygulamakta ne kadar başarılı ise, ikinci nesil reformların beklentisi ve zarureti de her geçen gün kulüp üzerinde o kadar daha büyüyor ve nihayetinde bu adımları atmak da yönetimin mesuliyetleri arasında bulunuyor.

İkincisi, evet radikal koşullardan geçiyoruz ve radikal adımlar da gerekiyor. Bu adımların da iki boyutu var, birinci boyut uzun vadeli alt yapı adımları ise ikincisi o adımların yerleşmesini, hayat bulmasını ve tamamlanmasını sağlayacak çok kritik zamanı bize veren, bu olanaklar havzasını mümkün kılan kısa vadeli başarı. Kulübün sahada başarılı olması lazım ki, oradan elde edilen zaman kredisi, uzun vadeli adımların atılması için kullanılsın ve nihayetinde de kulüp kademe atlayabilsin.

Bu konuda en azından kurumsallaşma alanında önemli adımlar atıldığını söylemek lazım. Kulüp sahip olduğu yeni profesyoneller eliyle bir yeniden yapılanma içerisinde. Bunun sonuçlarını kısa vade ile değerlendirmek doğru değil, çünkü zaman somut sonuçların oluşmasına imkan verecek kadar uzun değil. Bu koşullar altında bu adımların uzun vadede faydalı olacağını söylemekte de beis yok. Beklememiz ve sabretmemiz gerekiyor.

Buna karşın yapılmayanlar da var. Yönetimin bir blok olarak çok atıl ve dışarıda durduğunu, Fenerbahçe’nin haklarının savunulmasından, sahip olması gereken asgari imkanlara kadar bir çok alanda hareketsiz kaldığını ifade etmek gerekiyor. Birkaç yıldır sürekli söylenen uluslararası pr ajansları ile anlaşmaktan tutun da, Türkiye içerisinde atılması gereken adımlara kadar bir çok alanda kulüp şu veya bu sebeple geri kalmış durumda. Dolayısıyla bu alanın bir değişim gözlüğü içerisinde yeniden ele alınması ve eksikliklerin hızla giderilmesi lazım.

İkinci alan, taraftar ilişkileri. Fenerbahçe’nin birden fazla sebeple polarize olmuş taraftar yapısının kulübe bir hayır getirmediği ortada. Ne yazık ki herhangi bir konuyu karşıdakine hakaret edemeden konuşamayacak bir hale gelmiş durumdayız. Bir çok insanın birbirini hıyanet ile suçladığı, herkesin söylediği sözler ve eleştirileri sebebiyle bir şeyci olduğu, olabildiği ve ötekine de külli düşman olarak baktığı bir psikolojik atmosfer gelişti. Bu atmosferin iki yakasının da barışma gibi bir niyeti olmadığı ortada.

Elbette iki yakanın da haklı haksız bazı tarafları var. Fenerbahçe herhangi bir yakanın külliyen çizdiği kadar başarısız ve kötü yönetilen bir kulüp değil, ya da diğer yakanın toptan çizdiği kadar da parlak bir durumda da değiliz. Bu “mutlak”çı bakış açısı ise iki sonuç doğuruyor. Birincisi “aktörler” aynı kovboy filmlerindeki gibi ya mutlak iyi ya da mutlak kötü olarak yansıtılıyor ve diğer kutupla konuşmanın nesnel temelleri kayboluyor. İkincisi her iki taraf da “mutlak bir iyilik” için konuştuğu iddiasında, hasseten de büyük çoğunluğun istediği bu, iki tarafta da kişisel iyilik ve faydalarını bekleyenler çok az ve bu durum da uzlaşmayı daha da imkansız hale getiriyor. Dolayısıyla kulübün değerlendirme yapabilme gücü kayboluyor, onun yerine geniş Türkiye manzarasına uygun bir şekilde slogan alış verişi yapmaktan ileri gidemiyoruz. Aykut Kocaman bir tarafın ilan ettiği gibi tümden yeteneksiz, sinsi, kötü, yetenekli oyuncularla çalışma becerisi olmayan bir basiretsiz değil, (zaten bunlar da eleştiri değil hakaret) ya da her şey hakikaten bir mükemmelin, bitmeyecek bir devrimin arifesinde değil. (Bu konuya tekrar geleceğiz) Velhasıl taraftarın da bu savaş retoriğini biraz olsun dışarıda bırakması ve bir tahlil yapmaya doğru evrilmesi, kulüp psikolojisinin de normalleşmesi açısından faydalı olacak. Ne yazık ki bu ortam sözün söylenmesini imkansız bırakan, ancak konum belirlenmesine insanı zorlayan bir savaş atmosferi ve bundan yararlı bir şey çıkmaz. Nasıl çözeriz? Burası da yine uzun vadede halledilebilecek ve başarı hikayeleriyle üstünden gelinebilecek bir alan.

Üçüncü alan ise dış çevre. Biliyoruz ki bugünden yarına dış çevreyi değiştirmek mümkün olmayacak. Bunu görüyoruz. En azından “zamanın ruhu” buna müsaade etmiyor. Müsaade etmiyor derken, zamanın ruhunun kulübün tam karşısında olduğunu, bugün simgelediği her şeyin mevcut ideolojik ortam için kabul edilemez olduğunu ve kulübün bir ötekileştirilmeye doğru gittiğini söylemek lazım. Bu şartların hemen değişmesi mümkün olmadığı gibi, bunu değiştirebilecek araçlar da herhangi bir yönetimin elinde bulunmuyor. Bunlar belki daha “kabul edilebilir” seviyelere çekilse de asla bir normalleşme yaşanmayacağını, en azından kulüp yönetimi değişene kadar böyle bir normalleşmenin de hayat bulamayacağını kabul etmek lazım. Karşımızdaki blok sadece kindar değil, böyle bir normalleşmenin kendisinin toplumsal algısına vereceği zararların da farkında.

Dış çevredeki ikinci etken olan rakip ise, son derece tutarlı ve hesaplı bir şekilde zamanın ruhundan yararlanarak büyüme ve gelişme hamlesine devam ediyor. Yapılanların hukuki / ahlaki niteliği bir tarafa, bu yapılanların sonucunda başarı geldikçe ve bir yol kazası yaşanmadıkça ne kendi kulüp camiası içerisinde ne de dış dünyada bir tepki almayacağını önceden söyleyebiliriz. Yani Borsa olaylarıdır, hakem hatalarıdır bütün bu “olumsuz” koşulların somut başarılarla desteklendikçe kimse tarafından çok ciddi bir karşılık bulmayacağını tahmin etmek o kadar zor değil. Üstelik bu başarılar ile elde edilen kaynaklar sonucunda da oluşan yeni imkanlar, yapılanların daha da meşrulaşmasını, temize çıkmasını sağladığı gibi rakibin eksikliklerini kapatarak daha farklı bir pozisyona geçmesini de sağlıyor. Elbette bütün bunları tespit etmek ve eleştirmek olumlu ve etkili sonuçlara gebe, sadece odağın burada kalması ve Fenerbahçe’nin yapmadıklarını konuşmanın bırakılmasının da bizim durumumuzu düzeltemeyeceği ortada.

Dolayısıyla değişmesi muktedir ve muhtemel, kısa vadede de sonuç verebilecek tek bir alan kalıyor, saha içi.

Saha içi ise iki alandan oluşuyor veya önceklikli olarak iki alandan oluştuğunu yazının sağlığı için söyleyelim, teknik direktör ve oyuncu grubu. Kötü aşçı en iyi malzeme ile bile güzel bir yemek yapabilme başarısını gösteremez ama en iyi aşçılar bile kötü veya yetersiz malzeme ile sanatlarını ortaya koyamazlar.

Teknik direktör, tabi görevi gereği sahaya bizzat çıkıp oynayıp, golleri bilye gibi dizmekle mesul olan insan değil. Onun görevi takımı olabilecek en iyi şekilde hazırlamak. Fiziksel kondisyondan, mental motivasyona, oyuncu grubunun potansiyeline ulaşmasını sağlamaktan, teknik taktik yetkinliğe kadar bir çok alanı kapsıyor. Aykut Kocaman, belirli bir teknik görüşü ve oyuna bakış açısı olan bir teknik direktör. Modern yöntemlerle çalışmayı seviyor. Bir oyuncu grubunu asgari 62 maçlık bir sezon boyunca ayakta tutabilmesi ve bu kadar maça çıkartabilmesi de bu modern yöntemlerle hayata geçen bakış açısının somut sonucu. Ben en azından kendisine yöneltilen hakaretleri de hiç hak etmediğini düşünüyorum. Örneğin Daum’un ayrılışı olayında kendisinin sinsiliğine örnek gösterilen kanat oyuncusu hikayesi de tamamen yanlış anlaşılma. Hoca sezon ortasında fazla sayıda ve yeni oyuncuların oyuncu grubuna katılmasına genel olarak olumlu bakmıyor. Sezon sonunda da bu oyuncu grubunu bir önceki sezonun gösterdiği şartlara göre yeniliyor. Bu bir tercih ve bu tercihin yapılması da yapılmaması kadar meşru. Alex olayında ise sürecin bütün aktörlerinin hataları olduğu ortada. Alex’in heykeli dikilmiş bir insan olarak bazı koşulları kabul etmesi, takıma liderlik yapması, sorunları büyüten değil de çözen bir anlayış ile hareket etmesi, meseleyi karakter meselesine taşımak yerine lider bir karakter ortaya koyarak takımı derlemesi toparlaması gerekirdi. Oyuncu grubu arasında bölünme yaratacak, mevcut teknik direktöre ve kulübe saygısızlık anlamına gelecek hareketlerin herhangi bir ciddi yapı için kabul edilmesi çok zor. Yedek kulübesinde somurtarak oturmak veya tribüne çıkmak yerine, saha kenarında arkadaşlarının yanında ayakta maç izleyen, heyecanını gösteren, oyunculara abilik eden, genç oyuncuları koruyan bir karakter kuşkusuz herkes için daha iyi olurdu. Alex lider oyuncu olduğu için değil, bir manada sanatçı kaprisleri lider karakterinin önüne geçtiği için bu durumlara sebebiyet verdi. Sürecin diğer yakasındaki iki insan Aziz Yıldırım ve Aykut Kocaman ise Alex ile süreci yönetme konusunda farklı düzeylerde hatalar gösterdiler. Özellikle Aziz Yıldırım’ın fevri ve hesapsız çıkışının, ayrılık kararı ötesinde başka travmalara neden olduğu da artık ortada.

Velhasıl kelam işin teknik direktör boyutunda buz gibi bir mantıkla olaya bakmanın ve tek bir sezonla her şeyi değerlendirmenin doğru olmadığına inanıyorum. Vicdanen son dört sezonda yaşanılanların da normal bir takımın ve bir teknik direktörün karşılaşmasının hayal dahi edemeyeceği sorunlar olduğunu görüyorum. Bursa’ya kaybedilen şampiyonluktan itibaren travmalar, haksızlıklar, darbeler, başka türlü adaletsizlikler ve savaşlarla geçmiş dört sezonun bir teknik direktör ve oyuncu grubunda “normal” bir psikoloji kurulmasını ve normal bir şekilde yargılanmalarını da imkansız hale getirdiğine inanıyorum. Dünyada şike yapmakla itham edildiği bir sezonu son maçta kaybettikten sonra bu haksızlıklar deryasının ortasında haklı çıkmanın gururunun anlamsız kaldığı bir sezon yaşayan başka bir takım var mı? Bu takım bunu yaşadı. Sonra ilk yarısında kırılma yaşanan bir sezondan sonra bu takım bir karakter göstererek şampiyonluğa erişti ve yönetim hattının neredeyse tamamı ile kadrosunun omurgasını kaybetti. Neredeyse savaş şartlarında geçen bir sezonu son play off maçında kaybedip bir travma daha yaşadıktan sonra da Türkiye Kupasını kazanıp yeni sezona hazırlandı. Bu şartlar altında 3 sezonda 2 kupa almış ve Avrupa’da yarı final görmüş bir teknik direktörün teknik becerilerden mahrum olduğunu, sinsi olduğunu filan söylemek herhalde mümkün değil. Zaten bununla karşılaştırabileceğimiz bir futbol hikayesi de dünya tarihinde bulunmuyor.

Şimdi ikinci soruya dönelim. Bu kadro bu sezon şampiyonluk için yeterli miydi, uygun muydu ve beklenileni verebildi mi?

Fenerbahçe bu sezon 33,9 milyon € bonservis bedeli ödeyerek 11 transfer yaptı. En pahalı transfer 10 milyon €’ya alınan Meireles ile 7 milyon €’ya alınan Krasic oldu. Dolayısıyla Fenerbahçe bu sezon para harcamadı demek mümkün değil aksine kulüp bu sezon rakiplerinden daha fazla para harcadı. (Galatasaray bonservis bedellerine 30 milyon €’dan biraz fazla harcadı)

Bugün Türkiye’deki kulüplerin omurgasını ve farklarını yabancı oyuncular oluşturuyor. Sahadaki 11 oyuncunun 6 tanesi yabancı. Kadroda toplamda 8 yabancı yer alıyor. Yani Türk oyuncuların standart bir performans vermesi halinde kadronun yapısını değiştirecek olan unsur yabancı oyuncular.

Fenerbahçe’nin nitelikli bir yerli grubu var. Volkan – Mert ikilisi en azından standart / standart üstü denebilecek bir performans ve yeteneğe sahipler. Volkan Demirel bu sezon 43 maçta sahaya ilk 11’de çıktı ve 3870 dakika oynadı. Bunun en azından standart üstü olduğunu söylemek lazım.

Hasan Ali Kaldırım ve Gökhan Gönül de standart veya standart üstü diye tabir edebileceğimiz niteliklerde bekler. Daha iyileri mutlaka mümkündür ama en azından oynadıkları mevkiler için belirli bir çizgiyi koruyorlar.

Emre’nin istikrarsızlığı dışında mevkisinde her zaman çok iyi bir oyuncu olduğunu, Mehmet Topal’ın da Avrupa deneyimine rağmen yine standart bir varlık gösterebildiğini söylemek lazım.

Dolayısıyla Kaleci, sağ bek, sol bek ve orta sahanın göbeği için 4 iyi yerli seçim var.

Stoper adayları Serdar Kesimal, Bekir ve Egemen. Stoperler konusunda Fenerbahçe bu sezon büyük sorun yaşadı, ancak ben en azından sorunun stoperlerde değil, tam tersine Fenerbahçe’nin oyun yapısında olduğuna inanıyorum. Stoperler bu sezon elbette çok hata yaptı ve bu konuda beklenilen seviyeyi gösteremediler ancak bunda Fenerbahçe’nin bu sezon çok rahat atak yapılabilen, çok fazla pozisyona girilebilen yapısının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu elbette stoperlerin "iyi" olduğu sonucuna bizi götürmüyor, daha fazla hata yapma şansıyla kalan standart oyuncular olarak hata yaptıklarını gösteriyor. Mümkünse daha iyi bir Türk stoper alınması kulübün hayrına.

Şimdi oyun için en kritik mevkilerde oynayan futbolculara bakalım. Kuyt ile Sow standart üstü sayabileceğimiz oyuncular. Takıma katkıları da çok fazla. Sow 49 maç oynamış 41 maçta ilk 11de sahada yer almış ve 18 gol atmış. Kuyt, insan üstü bir şekilde 52 maç oynamışi, 47 kez ilk 11’de başlamış ve 16 gol atmış.

Yobo ne yazık ki sadece 31 maç oynamış ve 2752 dakika süre almış. Afrika kupası ve sair sebeple Fenerbahçe Yobo’dan neredeyse sezonun yarısında yararlanamamış. Öyle ki Egemen kendisinden daha fazla maça ilk 11’de çıkmış (35). Bu şartlar altında Yobo’nun yeteneklerine ve katkısına rağmen verimsiz bir tercih olarak gözüktüğü ortada.

Fenerbahçe bu sezon 4 – 2 – 3 – 1 ile 4 – 3- 3 varyasyonları arasında gidip gelen bir futbol oynadı. Özellikle ikinci yarıda 4-3-3 varyasyonunu daha fazla gördük. Burada takımın kilit noktası ileri uç ve orta blok.

En büyük sıkıntı da burada baş gösteriyor. Orta sahadan başlayalım.

Baroni 55 maç oynamış ama sadece 39 maçta ilk 11 başlayabilmiş. Toplam kullandığı süre 3663 dakika ve forvet arkasında oynayan, bir nevi 10 numara mevkisi için sadece 11 gol atabilmiş. Yetenekleri kısıtlı bir oyuncu. Orta sahanın göbeği için çok yumuşak, ilerisi için de ekstra katkısı çok az. Bu mevkide hakikaten yıldız bir oyuncu olması gerekirken Baroni’nin orada olması takımın kalitesini aşağı çekiyor.

Meireles, sadece 32 maç oynamış. Sezonun yarısında sahada yok. 32 maçta 2630 dakika görev almış. Buna karşın örneğin Melo 33 maç oynamış, 31 maçta ilk 11’de sahaya çıkmış ve 2629 dakika görev almış. Üstelik Melo bunu en çok maç yapan oyuncusu 41 maç olan bir takımda yapmış. Şunu söyleyebiliriz Meireles ne yazık ki sezonun yarısını boş geçirmiş. Üstelik de mevkisinde beklenilen katkıyı sağladığını, oynadığı maçlarda da çok üstün ve oyun değiştiren bir performans ortaya koyduğunu söylemek çok zor. Bu mevkide daha yırtıcı, daha agresif, daha güçlü bir oyuncunun olması daha iyi olurdu.

Göbek böyle olunca Fenerbahçe’nin iki yedeğine bakmak zorundayız. Biri henüz gelişim aşamasında olan Salih, diğeri de Selçuk. Bu iki oyuncunun da takıma katkıları “mütevazi.” Salih tüm yeteneklerine rağmen henüz fizik ve mental açıdan gelişme ihtiyacı içinde. Selçuk ise bir yedek olarak olmasında yarar olan ama takıma seviye atlatacak yetenekleri de bulunmayan bir oyuncu.

Forvet hattında Sow ve Kuyt’u çıkardıktan sonra geriye bir pozisyon kalıyor. Webo bu sezon ortasında alındı, verimli de oldu. 18 maç oynamış 17 kez ilk 11’de başlamış, 6 gol atmış. Buna karşın takım daha yüksek bir seviyeye çıkacaksa Webo’yu yedek bırakacak bir oyuncunun olmasında fayda var. (Bilmiyorum illa Sow kanada çekilecekse belki oraya Traore gibi gerçek bir target man alınabilir)

Bugün ise takımda Webo’yu yedek bırakacak adaylar Stoch ve Krasic. Stoch disiplinsiz bir oyuncu olmasının yanı sıra her nasıl oluyorsa yeteneklerini de geliştirmekte sıkıntı çeken bir oyuncu. Twente’deki Stoch’un üstüne bir şey eklemediği gibi geriye de gittiğini söyleyebiliriz. Bu sezon sadece 18 kez ilk 11’de başlamış ve 31 maçta forma bulmuş. Ancak süresi 1597 dakika. Yani Selçuk 2091 dakika süre alırken, Webo 1405 dakika süre alırken Stoch’un 62 maçlık sezonda bu kadar katkı sunması kabul edilebilir gibi değil.

Krasic ise izahtan vareste bir şekilde başarısız bir transfer hamlesi. Büyük bir futbolcuydu ve sanırım asla o seviyeye bir daha çıkamayacak.

Şimdi toplarsak, Fenerbahçe’nin omurgasını teşkil edecek ve takıma kademe atlatacak 9 yabancıdan sadece 2 tanesi (Sow, Kuyt) insanın içine sinecek kadar iyi gözüküyor. Kalan 7 tanesinden 2 tanesi (Meireles ve Yobo) standart bir katkı sunmuşlar. Webo ve Ziegler’in iyi birer yedek olduğunu kabul edersek, geriye kalan toplam 3 yabancının ya hiçbir katkı sunmadığını ya da Baroni olduğunu görüyoruz. 9 yabancıdan 5 tanesi bu seviyede olunca başarının gelmesi de pek mümkün değil.

Dolayısıyla Fenerbahçe esasında bu kadro çerçevesinde başarılı sonuçlar almıştır denebilir. Kadro yetersiz ve değişmesi gerekiyor. En azından 1 üst düzey yerli stoper, 1 yabancı stoper, bir yabancı orta saha göbek oyuncusu, bir yabancı yaratıcı ve teknik kapasitesi yüksek orta saha ile bir tane doğru düzgün kanat oyuncusu alınması takım için zaruret(veya Yobo elde tutularak Ömer Toprak, Serdar Taşçı kalitesinde bir oyuncu ile de toplam 4 hedef transfer ile bu dönem geçirilebilir) Bu transferler "acil" beklentiler. Bunun üstüne takımı daha da yukarıya taşıyacak oyuncular eklenirse daha da iyi olur.

Sonuç olarak, eldeki kapasiteyi arttırmak, takımın dönüşümü için çok kritik zaman unsurunu kazanmak, tekrar şampiyon olarak şampiyonluk sayısını eşitlemek, kurumsal dönüşümü gerçekleştirmek için gereken üst düzey kaynaklara sürekli olarak erişmek ve gereken kritik zaman kaynağına erişmek için başarılı olmak, başarılı olmak için de kadro kalitesini arttırmamız gerektiği gözüküyor.

Bazen arkadaşlara şaka ile karışık bu sene Serdar Taşçı, Ribery, Modric ve Diarra transferleri istediğimi söylerken de kast ettiğim bu. Takıma seviye atlatacak, onu yukarıya taşıyacak, farklı bir karakter koymasına neden olacak, güzel futbol izlettirebilecek ve nihayetinde takımın sürekli geriye düşmesine, gol atınca geriye çekilmesine, oyun içerisinde sıkışmasına saha içerisinde çözüm üretebilecek, topu ayağında tutarak verimli kullanabilen ve rakibin oyununu bozma becerisi gösteren bir oyuncu grubu olmadan hedeflere ulaşmak mümkün değil.

Bunun için de para harcanması gerekiyor. Burada da bir kere daha yönetime bakıyor ve bir umut ışığı bekliyoruz. Küçülerek büyümek diye bir şey yok zira, küçülerek ancak küçülünüyor. Belki bu kaynakları bulabilecek, bugün başlatılan işleri devam ettirerek ileriye götürecek, kulübe yeni bir ferahlama imkanı sağlayacak bir yönetim değişikliği de ileride gözükebilir. Bunun adının kim olmadığını herkes biliyor ama gönülden geçeni de kolay kolay söyleyemiyor.

Fenerbahçe böyle bir hikaye işte. Bazen önümüzü dilekler, temenniler ve belirsizlikler çiziyor.

Devamı ...

Sene Sonu Muhasebesi


Bir Fenerbahçeli için Galatasaray’ın şampiyonluğuna uyanmak kadar sinir bozucu çok az şey var herhalde şu hayatta. Maalesef tam da böyle meşum günleri idrak ediyoruz şu aralar. Bizim için lig bitti, uzun soluklu bir Avrupa macerasının da sonu geldi, çok kimsenin umurunda olmayan bir Türkiye kupası ve ondan sembolik olarak daha önemli bir Galatasaray maçıyla bu sezona noktayı koyacağız. Sezona kulübe ve takıma dair genel bir analiz yapmak için elimizde yeterince veri var yani. Önce Türkiye’de yaygınca yapılan ve söylediklerinizden ziyade sizi kim olduğunuzla kategorize eden bakış açısına yönelik bir okumayı boşa çıkarmak için bizim kulübü bu sene tam ortasından üçe bölen bir parçanın hiçbirinden olmadığımı ifade ederek başlayayım. Yani moda tabirle “ne Alex’ci ne Aziz’ci ne Aykut’çuyum”. Alex’i ve Aykut Kocaman’ı kulübün önemli figürleri olarak severim saygı duyarım, başkanı kişisel olarak sevdiğim söylenemez, 3 Temmuz öncesi hakkında yazdıklarım da pek olumlu şeyler değil zaten. Netice itibariyle kişileri sevme ya da sevmeme gibi tamamen kişisel, duygusal değerlendirmelerin rasyonel bir analiz yapmayı pek çok Fenerbahçeli için güçleştirdiğini düşünüyorum. Bunu da anlamsız, anlaşılmaz bulduğum sanılmasın, sonuçta taraftar dediğimiz insanın rasyonellikle bağı zaten çok da sağlıklı bir bağ değil ve tam da bu nedenle bir kulübe bu kadar bağlanabiliyoruz.

Önce taraftar, teknik direktör, ve yönetime yönelik ortak bir eleştiriyle başlayalım. Eleştiri derken aslında özeleştiri demeliyim zira bunun dozajını blog olarak bizim de kaçırdığımızı düşünüyorum. 3 Temmuz’la birlikte kulübün başına gelen onca haksızlık, adaletsizliğe karşı iki senedir ses çıkarıyoruz, bu davanın mağduru olduğumuzu haklı olarak beyan ettik ama bu mağduriyeti ifade etme hali gittikçe mağduriyetten hoşlanan, mağdur olmanın konformizmine kapılan ve mağduriyeti kimliğe çeviren bir hal yarattı tüm camiada. Bu son derece tehlikeli bir hal ve bir an önce herkesin bu patolojik durumdan kurtulması lazım. Mağduriyeti geçici bir hal, üstesinden ivedilikle gelinmesi gereken bir durum olarak görmeyip kaderine razı gelerek “ne yapalım işte bizimle uğraşıyorlar” noktasında teslimiyetçi bir ruh haliyle kabul etmek bu kulübe asla yakışmıyor. Mağduriyetini yüksek sesle ifade edip bunu gidermeye çalışmayı, biz zamanla mağduriyet üzerine bir kulüp kimliği inşa etmeye götürüyoruz ki bu kulübün genlerinde olmayan bir şey. Şunu taraftarın, hocanın ve bütün camianın tekrar hatırlaması lazım. Fenerbahçe’nin 3 Temmuz sonrası ayakta kalmasının gerekçesi kulübün çok mağdur olması değil çok güçlü olmasıydı. Ayrıca zamanında örgütlü bir güç olarak hareket edebilmeyi becermiş, bu operasyonun altından kalkabilmiş bir camianın kendi mağduriyetini fetişleştirmek yerine gücünü doğru kullanmayı bilmesi gerek.

Buradan gücü doğru kullanma derken bu işi sevk ve idare etmekle görevli yönetime dair meseleye geçelim. Fenerbahçe yönetiminin pek de parlak bir yıl geçirmediği kesin. Yönetime yapılan bütün eleştirelere yönelik iki argüman var: Birincisi muhalefette bulunan kişilerin karaktersizlikleri ve niyetlerini öne sürüp ehven-i şer olarak Fenerbahçe yönetimine laf etmemek; ikincisi ise süren Yargıtay süreci nedeniyle yönetimin elinin kolunun bağlı olduğunu beyan edip dolayısıyla yönetimin eylemsizliğini meşru ve doğal kabul etmek. İlk gerekçe bizi sinizme götürür, yani CHP ülkeyi daha kötü yönetecek diye AKP’yi eleştirmemek gibi bir durum normal olur bu eleştiriye göre. Şöyle de bir durum var. Mevcut yönetimi eleştirmek ya da mevcut yönetimin gitmesini istemek Fenerbahçe’yi ele geçirmek isteyenlerin eline koz vermek olarak algılanıyor. Bizim gibi herkesin birinin adamı olduğuna inanılan, her sözün, yazının, eylemin, birinin talimatıyla yazıldığı düşünülen bir iklimde bu akıl tutulması da gayet doğal aslında. İkinci gerekçeyle ilgili de şunu sorabiliriz. Bu Yargıtay süreci sessizliği ne zamana kadar devam edecek, yani biz Yargıtay süreci bitene kadar sportif konularda, ya da kulübün hakkının yüksek sesle savunulması gerektiği durumlarda hep sessiz mi kalacağız? Yargıtay dosyayı 5 sene sonra karara bağlasa ne yapalım konu Yargıtay’da konuşamıyoruz diye her şeyi 5 sene boyunca sineye mi çekeceğiz?



Kulübün haklarının yönetim tarafından doğru düzgün savunulmadığını düşünüyorum, zaten şu an ki mevcut yönetim kurulunun böyle bir kapasitesi olduğunu da düşünmüyorum. Normal sade bir taraftarın Galatasaray şöyle korunuyor böyle korunuyor diye feryat etmesini anlıyorum da Fenerbahçe’nin haklarını savunmak için oraya seçilmiş insanların bundan yakınıp hiçbir şey yapmamasını anlamıyorum. Kardeşim sen şikayet edip bir şey yapmayacaksan niye seçildin ?, Yargı süreci var o yüzden susuyoruz diyorsanız aynı soru yine baki, yargı sürecinin devam ettiğini bile bile konuşamayacağınız yönetim kuruluna niye girdiniz ? Başkan özelinde diğer temel eleştiri zaten kronik bir sorun ve anlaşılan bitmeyecek.

Bu blogda 3 Temmuz öncesi gerek benim gerek diğer arkadaşların temel olarak Aziz Yıldırım eleştirisinin gerekçesi kulübün kurumsallaşma ibaresi altında tam tersi bir şekilde gittikçe kişiselleştiğiydi. Aslında bunun doğru olduğunu, kulübün başkanın kişisel müdahalesi ve mesaisi olmadan idare edilemediğini de 3 Temmuz sonrası başkan hapse girince Fenerbahçe yönetiminin ne hale geldiğini görerek bizzat tecrübe etmiş olduk. Başkanın yönetim anlayışının tek adamlık tarzının özellikle hapisten çıktıktan sonra değişeceğine yönelik bir beklentim vardı, ayrıca kendisinin hapisteyken cesur ve ilkeli bir söylemi benimsemesi de geleceğe dair umut verici bir nişane olarak gözüküyordu. Ancak tahliye sonrası ne kurumsallaşma, ne yeni yönetim listesine aldığı kişilerin kalibresi, ne o felaket halkla ilişkiler düzeyi konusunda en ufak bir gelişme ve ilerleme oldu. Üstelik Alex krizini olabilecek en kötü şekilde yönetmeyi becerdi. Kulübün artık bir CEO’su var ama şubelerin profosyonelleşmesi diye bir şey hala söz konusu değil.

Fenerbahçe’nin 5 sene sonrasını planlayan ne bir futbol ne bir basketbolne bir voleybol aklı var. Başkan yine her yere kendisi yetişmeye çalışıyor. Kulübe 24 saatini veriyor o konuda kendisine haksızlık etmeyelim ama zaten mesele de bu. Bir başkan 24 saatini kulübe veriyorsa orda bir organizasyon problemi vardır, çünkü doğru bir planlamada kimse herhangi bir işe 24 saatini vermez. Bu fedakarlık cefakarlık örneği değil kötü yönetim örneğidir çünkü etrafınızda doğru düzgün bir kadro kuramadığınız anlamına gelir. Teknik direktörlerden bağımsız Fenerbahçe’nin bütün şubelerinde bir kurumsal bir akıl ve planlama eksikliği var.

Somut örnekler verelim 2008’de kulüp Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıkıp tarihinin en başarılı sonucunu aldığında Sevilla deplasmanında ceza, sakatlık gibi nedenlerle Selçuk oynamak zorunda kalmıştı, 2013 de kulüp tarihinin gördüğü en iyi yerlerden birinde Benfica deplasmanına yine aynı gerekçelerle yine Selçuk’la çıktık.

Bunun adı şanssızlık değil plansızlık, sene başında uzun vadeli bir hesap yapamamak, uzun vadeli stratejik bir akıl geliştirememek. Yani son beş yıl iki kez kulüp tarihinin en iyi derecesini yapıp oralara gelince alternatifsizlikten başın sıkışıyorsa o zaman şanssızlıktan değil bir öngörü eksikliğinden söz etmek gerek. Bu mesele sadece futbolla alakalı değil. Erkek basketbol takımına neredeyse 3 sene 4 numara oynayabilen adam almadık (sonunda ala ala James Gist’i aldık gerçi ) kadın voleybolda Şampiyonlar Ligi’ni kazanırken bile en zayıf halkamız olan libero mevkiine yine 3 sene oyuncu alamadık. Erkek voleybolda takımla müthiş bir uyum yakalamış hocayı gönderip bir sene sonra geri getirdik, takımın kaptanını sezon boyunca kadro dışı bırakıp kamuoyuna tek bir açıklama yapmadık bu örnekler çoğaltılabilir.

Yani Fenerbahçe’nin kronik sorunlarını giderecek her branşta uzun vadeli plan yapıp altyapıyı ona göre organize edecek, transferleri ona göre yapacak bir stratejik aklı yok. Şubeyi yöneten yöneticiler başkan bir şeyi yap demeden yapmıyor, menajerler yine doğrudan başkanın ağzına bakıyor. Artık bu devirde yetki devretmeden işin ehline değil, kendine en çok kafa sallayana verildiği bir düzenle kulüp yönetilmez. Ne demek istediğimi daha kanlı canlı görmek isteyenler mesela bir Semih Özsoy ya da Violet Duca röpörtajı dinlesinler. Sorulan soru ne olursa olsun röpörtajın tamamında 22 kez “Sayın Başkanımız Aziz Yıldırım’ın desteğiyle” diye konuşmalarının giriş, gelişme ve sonuç kısmını tamamlayan yönetici kimliğinden kurumsal aklı geliştirecek bir adım beklemek biraz fazla iyimserlik olur.

Teknik direktörün ya da sporcuların kim olduğundan ziyade üst yapıdaki bu yönetim yapısı değişmeden ve bütün şubelerde uzun vadeli planlama yapacak işinin ehli kadrolar görev ve sorumlulukları net olarak belirlenmiş şekilde göreve gelmeden çok da fazla bir şey değişmez aslında. Aziz Yıldırım kulübe çağ atlattı, kimsenin yüzüne bakmadığı amatör şubeleri adam etti, ilgi gösterdi ama artık Fenerbahçe onun 24 saatinin yetmeyeceği bir seviyede, dolayısıyla her şeyi ben yaparım edasıyla doğru düzgün bir kurumsal yapı oluşturmadan böyle yönetmeye devam edemez. Ama başkanın tarzında en ufak bir değişiklik yok, böyle doğu tipi despotizmle bakalım nereye kadar gideceğiz.


Futbol takımı ve Aykut Kocaman’a dair değerlendirmeye gelince aynı şeyleri bu sene üç dört sefer yazdım onların biraz daha toparlanmışı dışında yeni bir şey söylemek zor. Fenerbahçe’nin şampiyonluğu Galatasaray’a kaptırmasının binbir çeşit nedeni olabilir, Galatasaray lehine medya ve hakem olayları, zamanın ruhu falan bunlar bence de etkiliyor iki takım arasındaki yarışı ama meseleye Napolyon’a atfedilen bir anekdotla yaklaşmak lazım. “Savaşı neden kaybettiniz” sorusuna “mermimiz yok” yanıtından sonra “tamam tamam yeterli” diyen Napolyan’dan mülhem Fenerbahçe kadrosu Galatasaray kadrosundan daha kötü ve niteliksiz diyip diğer gerekçeleri talileştirmek mümkün.


Takımın Avrupa’da geldiği yer kadro kalitesinin üstünde bir yer ve bu seneki Avrupa başarısı eğer bu kadronun birkaç takviyeyle yeterli olduğu inancını beraberinde getirecekse bu seneyi mumla arayan bir seneyi önümüzdeki yıl yaşarız demektir. Aykut Kocaman’ın kafasındaki oyun mantalitesi Avrupa için elemeli ve dolayısıyla rakibe önlemin birinci öncelik olduğu maçlarda işe yarayabilir ama proaktif olmanın şart olduğu bizim ligde bu oyunla zirvede tutunulamaz. Hocanın kafasındaki oyun yapısı Türkiye Ligi’nin gerçekleriyle çok uyuşmuyor, bu kadar çok rakibe odaklanarak, Kadıköy’deki maçlara bile sürekli dengeli,sabırlı başlayıp tempo yapmayarak bu ligde başarılı olmak mümkün değil.

Pek çok kimse kadroda şu an Emre ve Meireles olduğu için unutuyor ama Galatasaray’ın Hamit-Melo-Selçuk’la başladığı bir lige biz Selçuk-Christian-Topal üçlüsüyle başladık. Sow dışında üst düzey forvetimiz yokken Galatasaray’ın 5 tane forveti var, Galatasaray’da hiç süre alamayan Elmander bize gelse direkt 11 oynar,yani sene başında rakipten bu kadar zayıf bir kadro kurup ondan sonra niye şampiyon olamadık diye ah vah etmek çok anlamsız. Aykut Kocaman’a benim yaptığım en büyük eleştiri saha içinde bunun yerine şu oynar mı, şunu niye oynattın dan ziyade geçen seneki felaket kadro planlamasıydı. Dolayısıyla bu sezon en çok eleştirilmesi gereken şey teknik direktör Aykut Kocaman’dan ziyade sportif direktör olan Aykut Kocaman diye düşünüyorum. Aykut Kocaman kendisinin belirttiği gibi ligi 28 puan alınan ilk yarıdaki teknik direktör performansıyla değil Temmuz-Ağustos’da sportif direktör olarak takımı planlama performansıyla kaybetti. Bu kadronun en az 7-8 oyuncuya ihtiyacı var, Ziegler, Yobo, Christian, Caner’in ilk 11 de ki yerlerine direkt oynayacak dört tane üst düzey oyuncu ve kadro alternatifinin artması içinde 3-4 tane takviyeye ihtiyaç var. Fenerbahçe’nin kadro kalitesi ve önümüzdeki yıl için veri alınacak şey 6 tane elemeli Avrupa maçı değil neredeyse 5 tane doğru düzgün oynadığımız maç sayamayacağımız Türkiye Ligi olmalı.

Bir de takımın Avrupa Ligi’ndeki aldığı sonuç sonrası herkesin tuhaf bir şekilde doğru diye düşündüğü yaygın bir yanlış kanaat var. Herkes Fenerbahçe iyi savunma takımı diye tutturmuş, ligde en kötü yanı savunması olarak gösterilen Galatasaray’dan üç gol fazla yemişiz, oynadığımız maçların yarısından fazlasında ilk golü yiyen biz olmuşuz, üstelik iyi sonuçlar aldığımız Avrupa liginde görece daha iyi savunma yaptığımız maçlarda bile rakibe maçı döndürebilecek şansları fazlasıyla vermişiz (Marsilya deplasmanı, Lazio deplasmanı, Apoel deplasmanı Benfica deplasmanı)kişisel hata yapmaya çok yatkın sakar bir defans kadromuz var.(Bursa, Beşiktaş Galatasaray maçlarında kendi kalemize gol atmışız)

Bütün bunları yan yana koyduktan sonra iyi bir savunma takımı mıyız diye yeniden bir düşünmek lazım. Ayrıca rakibi hücumda tehdit etmedikten sonra ne kadar iyi savunmanız olursa olsun bir yerden sonra zaten mesele gol yemekten ziyade golü ne zaman yiyeceğiniz meselesi oluyor. Savunma yaparken kronik olarak kontra yapamadığımız için zaten bizim savunma futbolu dediğimiz şey mahkumiyete dönüyor.

Hasılı kelam önümüzde pek iç açıcı bir manzara yok. Transfer hamlelerinin bir an önce yapılması gerek ama ben hiç öyle olacağını düşünmüyorum. Zaten Aykut Kocaman’ın kadroda öyle radikal bir değişim/dönüşüm yapacağını da zannetmiyorum. Bir kez daha söyleyeyim bu oyun mantalitesi değişmez ve kadro kalitesi radikal bir şekilde artırılmazsa önümüzdeki yıl Galatasaray dördüncü yıldızı takarken biz yine bütün camia olarak mağdurluğumuzun üçüncü sene-i devriyesinde ah vah çekeriz


Devamı ...