23 Ocak 2013

Duvara Doğru veya Yangını Söndürmek


"Düşünmek, insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur" diyor Cemil Meriç. Herkesin kendi gettosunda mutlu mesut yaşadığı ve ne kadar o gettoya ait olduğunu göstermek için çırpındığı bu devirde düşünce sadece mayınlı alanlarda gezebiliyor. Fikir söylemek tehlikeli, hayır eskiden tehlikesiz olduğu için değil de, bugün artık her alanda bir fikir ifada etme cüretini göstermenin bir bedele isabet etmesinden kaynaklanıyor bu söylediğim. Şiirden edebiyata, futboldan dine kutuplaşmadığımız, cepheleştirmediğimiz hiçbir alan kalmadı. Restaurantları ayrı, camiileri ayrı, cemevleri ayrı, yolları, caddeleri, yemekleri ayrı insanların ülkesi burası. Okunacak bir tane gazete kalmadı, insanlar artık düşünmüyor adeta nişan alıyor, kelimeler mermi gibi hedefe yönelmiş, "ötekilerden" olma da ne olursan ol diye çıkıyor ağızdan, düşmanın kalbine doğru gidenler alkışlarla karşılaşıyor.

Bir yazısında Cemil Meriç mealen der ki yazarın işi süslemek değil içindekileri haykırmaktır.. Düşünceyi öldürdük. Düşüncenin kendisine değil de kimin söylediğine, kimin işine yaradığına o kadar odaklandık ki "bizim" olanların bir vesile kabul ettiği şeyleri tekrar etmekten öteye gidemiyoruz. Haykırmak değil de "süslemek" geçer akçe. Aynı yemekleri daha afilli sunanların diyarı burası. Sipere yatıp, benzerlerimizin şen alkışları arasında çok daha iyi bir ambalajla atıyoruz sloganı, sloganlar düşmanı yok edecek birer el bombası.

Karşı tarafın da derdi içerik değil, bir an olsun mutsuz olsunlar, fikrin sahibine hücum başlıyor, bir dakika durmak yok, kafasını kaldıran keskin nişancı bir başka keskin nişancının hedefi.

Ben baştan söyleyeyim, bu yazı rahatsız edecek. İçimdekini saklamaktansa apaçık yazmayı tercih ettim zira. Ağız tadına uygun bir yemek sunmak değil de fikir söylemek istiyorum.

İktidarın olduğu her yerde muhalefetin olması kadar doğal bir şey yok. İktidar kendi muhalefetini yaratır. Totaliter rejimlerde bu muhalefet yer altına iner, oradan beslenir, orada güçlenir.

Demokratik rejimlerin avantajı muhalefetin meşrulaşması, onun ortaya çıkması, açık bir tartışmanın parçası olması. Bu durum hem muhalefeti olağanlaştırır, hem iktidarı normalleştirir, hem de iktidar ilişkilerini kirli savaşların yaşandığı çatışma ortamlarından, hukuk kurallarının egemen olduğu seçim atmosferine doğru götürür.

Fenerbahçe'de de bir muhalefet var. Tabiatın kanunu. Muhalefet de iktidar gibi değerlendirilmeye, onun gibi kaile alınma hakkına sahip.

Ben açıkça konumu belirteyim. Ben Fenerbahçe'nin bugünkü muhalefetinden Fenerbahçe'nin veya Türk futbolunun geleceği için yansıyacak bir ışık göremiyorum.

Bu muhalefetin sembol isimleri Saadettin Saran ile Tahir Kıran. Bu Bu insanların da kulüpte bir dönem görev aldıkları, iş adamı oldukları ortada. Örneğin TFF Yönetim Kurulu Üyesiyken Fenerbahçe'nin teşvik primi verdiğini duyduğunu ifade eden [1] Tahir Kıran'ın "Alem buysa kıran benim" gibi nezih yazılarından haklarındaki suç örgütü üyesi / yöneticisi olmak gibi suçlamalardan beraat ettiklerini de görüyoruz. Sedat Peker ile ilişkileri Rüştü Reçber'in yaşadığı olaydaki rolleri nedir o da herkesin kendi vicdani kanaati. [2] Para, makam, mevki sahibi oldukları su götürmez. Sayın Başbakan'la olan fotoğraflarını internet sitelerine koymalarından kamu ilişkilerinin de güçlü olduğunu anlıyoruz. Allah arttırsın.

Ancak sorunumuz vizyon. Saadettin Saran ve Tahir Kıran'ın izdüşümü olduğu hayat biçimindeki bu kompleks ve çeşitli ağlar Fenerbahçe'yi belki iyi transferler yapan bir kulüp haline getirebilir ama benim Fenerbahçe'den beklentim bu değil. Belki başkaları marka transferler yapan, bu transferleri oynatan bir kulüp istiyordur. Ben bu kadarını istemiyorum.

1990'ları yaşayan herkes, 89 sonrasındaki dönemde yaşananları da hatırlayacaktır. Başkanların gelip geçtiği, her başkanın bomba transferler vaad ettiği, Fenerbahçe'nin geleceğinin hep istim üstünde olduğu, altyapı yatırımlarının ikinci plana atıldığı bir Fenerbahçe vardı.

1960 ve 70'lerin efsanevi Fenerbahçe'sinin yerinde yeller esiyor, 80'lerin sonunda yaşanan başarının da tadı damağımızda duruyordu.

Başarının nasıl geldiğini yanlış yerde aradık. Sandık ki başarı demek transfer demek, saha içi demek. Gözlerini sonuçlara dikmiş, sonuç odaklı bir bakış açısıyla değerlendirdik her şeyi. Tribün grupları bölünmüş, birbirlerine girmiş, her kafadan bir ses çıkıyor. Kongre bir kaç parçalı. Başkanların ayağı hep kaygan bir zeminin üstünde.

Halbuki başarı böyle gelmez. Başarı aynı zamanda başarıyı getirecek sistemi, tesisleri, altyapıyı kurmakla gelir. Bu çağda kendi kaynakalrını üretemeyen, modern tesis ve imkanlara sahip olmayan kulüplerin seviye atlaması da mümkün değildir. Dünyanın en iyi oyuncuları, büyük yetenekler, önemli yıldızlar aynı zamanda yaşayabilecekleri bir ortam, sosyal imkanlar ve paraya da bakarlar. Başkanlarının eline bakan kulüpler onların cepleri ve duyguları ile sınırlıdır.

Büyük kulüp olmak, gerçekten büyük bir spor kulübüne dönüşmek aynı zamanda bir zihniyet değişimi de gerektiriyordu. Başkanların eline bakan bir kulüpten, kendi kaynaklarını geliştiren, stadyum yapan, kendi markalarını üreten, kendi ürünlerini satan bu yolla elde ettiği finansmanı sporun her alanına yatıran bir kulübe dönüşmek ancak böyle mümkündür.

Gözümüzü saha içinden saha dışındaki fiziki imkanlara, futbolcudan o futbolcuları getiren sisteme doğru çevirdik.

"Hep destek tam destek" sloganını bazıları yanlış anladı. O slogan bir şahsa sonsuz biatı değil, bir sistem kurulmasına, uzun vadeli hedefler koyan, bu hedefler için gereken altyapıyı oluşturan, finans ağlarını güçlendiren, büyük bir kurumsal yapıya işaret ediyordu. O slogan bu rüyaya verilen destekti.

Eski alışkanlıklar kolay değişmiyor. Uzun yıllar bu kulüp bu beklentilerin ve hayallerin altında kaldı. 3 Temmuz sürecine kadar yazılan yazılarımıza bakıyoruz. Bu hayal kırıklıklarının tüm çıktılarını orada görüyorum.

Aziz Yıldırım önce bu hamleyi yapmakla başarılı bir insandır. O kulübü dönüştürmüştür. İmkan ve kapasitesini arttırmıştır. Bugün Fenerbahçe kendi markaları olan, kendi stadı olan, kendi gelirlerini sporcularına yatıran, büyük bir marka. Bu kulübün borsadaki değeri diğer üç kulübün toplamından fazla. İlerledik.

Ancak ilerlerken yanlışlar da yapıldı. Aziz Yıldırım'ın tek adamlaştığı, yönetim ilişkilerini bireysel ilişkilere çevirdiğini de gördük. Müthiş bir altyapı hamlesini yapan başkan aynı zamanda profesyonel ilişkilere de müdahale etti. Kurumsallaşma atıl kaldı. Fenerbahçe artık sadece Başkanın cebine bakmıyordu ama Başkanın da gözünün içine bakıyordu.

3 Temmuz'a kadar bu blogdaki fikirlerin ana yörüngesi Aziz Yıldırım'ın insani hisleri, yönetim biçimi ve davranışlarının yapısal dönüşümü, ikinci nesil reformlar olarak adlandırılabilecek profesyonelleşme, kurumsallaşma, çağdaş yönetim biçimlerine göre iş akış biçimlerini belirleyip çalıştırma gibi alanlara giremediğini, bu alanları yapamadığını ifade ediyorduk.

3 Temmuz ve içinde yaşadığımız bu ülkede yaşananlar bu eleştirileri tekrar etme zemini ortadan kaldırdı. Hiç kimse birileri apaçık zulme uğrarken, bu kadar ikincil konular üzerine konuşamaz. Bir insan açıkça adaletsizliğe maruz kalırken bu sözler söylenmez. Önce ayıptır, sonra haksızdır.

Bu noktada bir durup, Fenerbahçe muhalefetinin ikincil yönüne değinmek lazım. Fenerbahçe'ye yapılan operasyon sonucunda yaşananlar bu operasyonu yapan iradenin açıkça Aziz Yıldırım'ı istemediğini de ortaya koydu. Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe başkanlığını bırakması bir çok pazarlığın ve talebin de konusu oldu. Bir dönem Aziz Yıldırım'ın görevi bırakması halinde ceza almayacağı konuşuldu, kişilerle kurumları ayırmak gerekir sözleri de bizzat bu yol ortaya çıksın diye ortaya konuldu.

Dolayısıyla bugün hala devam eden bir süreç var. 3 Temmuz süreci bitmediği gibi gücünü arttırarak devam ediyor. Bunu klişe bir şey olarak söylemiyorum ancak iktidarın da bir Fenerbahçe projesi olduğunu, kendi iktidarına yakın bir ismi Fenerbahçe başkanı yapmak istediğini biliyoruz. Bu o kadar aleni ki, isimler de zaten konuşuluyor. Mesela Ahmet Çakar bir televizyon programında alenen şöyle söyleyecekti:

Aziz Yıldırım'ın en büyük hatası Mayıs ayı sonunda yapılan seçimlerde belli yerlere “Ben aday olmayacağım” dediği halde aday olmasıdır. Siz bilirmisiniz ki Ferit Şahenk o zamanlar yurt dışında Fenerbahçe 'nin yönetim kurulunu oluşturuyordu. Mayıs ayında Ferit Şahenk geliyordu başkan olarak. Onun için Moussa Sow'un paraları verildi. Ama olmadı.

Bugün medyaya düşen bir haberde ise Sinan Engin açıkça şöyle diyor:

"Başbakan'ın futbolu etkisi ne kadar sorusunu, "Futbol Başbakan'ın kontrolündedir” diyerek yanıtlarken, "Bugün Başbakan istemese pek çok insan koltuklarında oturamaz. Bunlara Demirören ve Aziz Yıldırım da dahil. Başbakan'ın düzgün insan normlarına uymayan kimse bu görevlere gelemez. Başbakan istemezse Aziz Yıldırım orada oturamaz.” dedi."

Rivayet. Ancak bu rivayetlerin de gerçeklikle buluştuğu bir yer var.

Şimdi bu dönemde, bizim hayal ettiğimiz Fenerbahçe'yi hayal edenler için Saadettin Saran - Tahir Kıran ortaklığının Fenerbahçe'sini de AKP merkezli bir "yeni Türkiye Fenerbahçe"sini de kabul etmek çok zor. Bu iki Fenerbahçe'den bir tanesi 2000'li yıllar öncesinin hisleri ve motivasyonları ile hareket ediyor. Sonuç odaklı bir mantık, başarı durumlarında kaybolan bir muhalefet, eskinin şenşakrak transfer hayalleri, çok para harcayacağız vaatleri, gelişmiş bir programı olmayan, tribün muhalefetine dayanan bir gürültü. Diğer yanda da TOKİ projesi gibi önümüze konulmuş, dayatılmış bir yönetim modeli.

Şunu asla reddetmiyorum. Örneğin AKP destekli üstelik de yüksek profilli, Türkiye'nin lider yöneticilerinden, kamu ilişkileri güçlü bir isim Fenerbahçe'yi yönetse elbette kurumsal ilişkileri standartize edebilir, modern yönetim biçimlerini çok güzel oturtabilir. Ancak NTV'nin aldığı hali bilen biri olarak Fenerbahçe'nin alabileceği halleri bilmek, bunları düşünmek de insanın içini sıkıyor.

Aziz Yıldırım bugün bütün bu koşullara rağmen muhalefet önünde yükseliyor. Aziz Yıldırım hala seçilmiş başkan ve başkanlığını da dayatmalara, darbelere değil bu kulübün geniş çoğunluğunun meşru rızasına dayandırıyor.

Şimdi gelelim ikinci faza,

Türkiye tarihinde hiçbir spor kulübünün başkanı Aziz Yıldırım kadar çok konuşulmadı.

Türkiye tarihinde hiçbir spor kulübü başkanı da Türk sporuna Aziz Yıldırım kadar damga vurmadı.

Aziz Yıldırım başkan olduğu günden bu güne kadar Türk sporunda öyle veya böyle bir çok tartşmanın, konuşmanın ve emsali görülmeyen bir "sevgi" / "nefret" ilişkisinin odağında oldu.

Yaptığı işler, yarattığı dönüşüm kadar, iş yapma biçimleri, diğer kulüplerle ve kurumlarla olan ilişkisi de futbolumuzun merkez üssünü belirledi.

Türkiye tarihinde hiçbir spor kulübü başkanı 3 Temmuz gibi bir olayı yaşamadı. Hiçbir spor kulübü başkanı bu kadar büyük bir sevgi ve desteğin odağında da olmadı.

2 Temmuz günü sadece Fenerbahçe spor kulübü başkanı olan Aziz Yıldırım bir yıl sonra Türkiye'de bir çok kavganın, iktidar biçiminin ve mücadelenin de sembol isimlerinden biri olarak yükseliyordu. Bugün arşivlere baktığınız zaman Ertuğrul Özkök'lerden, Birikim dergisine kadar çok geniş bir alanda Aziz Yıldırım'ın bu toplumsal yönünün ele alındığını, bir çok yazının konusu haline geldiğini görüyoruz.

Bugün onun ulaştığı destek seviyesine hiçbir başkanın ulaşması düşünülemez bile.

Davası bir futbol davası olarak görülmedi, toplumsal bir mesele haline dönüştü. Cengiz Çandar'lar, Ahmet Hakan'lardan dünyanın saygın gazetelerine kadar her yerde isminden bahsedildi.

3 Temmuz davası bir "şike" davasından çıktı, özel yetkili mahkemelerin tartışıldığı, adalet hislerinin ortaya çıktığı, siyasetin merkezine oturduğu bir davaya dönüştü.

Öyle ki zaman gazetesi 6222 sayılı kanun değişeceği zaman alenen bu kanun çıkarsa Ergenekoncular da salınır yönünde yayınlar yapacak, Fenerbahçe taraftarının içinde "marjinal gruplar" olduğu yönünde iddialar ortaya atılacak, arkadaşlarımız telefonla tehdit edilecekti.

İktidarın yakın kalemleri Aziz Yıldırım'ı kah ergenekon terör örgütü ile bağlıyor kah balyoz davasına götürüyordu. Delillerin sıhhati, masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı iğfal edilirken, Türkiye de bu kavramları yükselen diğer davalarla birlikte iyice öğreniyor ve tartışmaya başladı.

Öyle ki dava süresinde özel yetkili mahkemelerdeki hukuk uygulamaları toplumun günlük tartışma konuları arasına girdi, davası özel yetkili mahkemelerin uygulamalarını kahvehane sohbetlerine taşıdı, Türkiye'nin her tarafında iddianameler ve savunmalar didik didik edildi, binlerce insan yapılan haksızlıkları, tutarsızlıkları gördü.

Mehmet Berk "bir kaç gün sonra unutulur sanıyordum" dedi. Unutulmadı. Tam tersine büyüdü.

Metris'ten çıktığı gün Aziz Yıldırım sadece Aziz Yıldırım değildi. Artık başka bir çok şeyin de sembolüydü.

O hapishanede "mücadelemiz zulüm ve zalimledir" diyor, 21 Şubat'ta Nazım Hikmet'in şiirini okuyarak "Belki bahtiyarlık değildir artık, boynunun borcudur fakat düşmana inat bir gün fazla yaşamak" diye haykırıyordu.

Hepimiz yeni gördüğümüz bu Aziz Yıldırım karşısında şok olduk.

Metris'ten biber gazı ile öldürülen Çayan Birben'e taziye mesajı gönderiyor, 29 Mayıs'ta "“Bir poşudan 11 yıl ceza verdiler, yumurta attıkları için 5 yılla yargılananlar var. Ben de 11 aydır yatıyorum" diyince cevap veren mahkeme başkanına da bırak diyecek kadar salonu dolduruyordu.

Fenerbahçe taraftarı da dönüştü. Hayatı boyunca hiçbir eylemde yer almamış binlerce insan biber gazı yedi. Çağlayan önünde sokakta bekledi. Binlerce kadın stadları doldurdu. Devletine karşı boynu her zaman bükük olan insanlar adalet kelimesi dudaklarda Bağdat Caddesinde, Topuk Yaylasında, Silivri'de toplandı.

Bugün 3 Temmuz davasının "futbolu temizleme" davasına olduğuna bir tek Şamil Tayyar filan inanıyor. Oysa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile davadaki uygulamalardan şikayet etti. [3] Biliyoruz ki Mehmet Baransular, Erman Toroğlular filan ne derse desin, bu dava kamu vicdanında böyle anılmıyor. Tam aksine bu dava özel yetkili mahkemelerdeki haksız uygulamaları toplumda yargılandığı bir dava olarak hafızalarda yer buldu ve öyle de devam ediyor.

Aziz Yıldırım Metris'ten çıkıp da özgürlüğüne kavuştuğu zaman herkesde hem bir rahatlama hem de bir beklenti oldu. Aziz Yıldırım da "dünya Fenerbahçe'yi konuşacak" diyor, güzel günler göreceğiz ruhu da herkesi sarıyordu.

Kabul etmemiz lazım. 2 Temmuz 2011 bitti. Bugün artık bambaşka bir Fenerbahçe var.

Aziz Yıldırım neredeyse bir kahraman olarak hapisten çıktı. Bir spor kulübü başkanından bir toplumsal aktöre dönüştü.

Sonra, 6 ay içerisinde bu krediden geriye pek az şey kaldı.

İnsanlar unutur. Elbette. Futbolun günlük ritmi devreye girdiği zaman taraftarların da gözleri o ritmi takip etmeye başlar. 3 Temmuz insanların günlük yaşamlarında artık yok. Unutuldu.

Ancak bunda Aziz Yıldırım'ın da payı var.

Kulübe yönelik beklentiler arttı. Kendisine yönelik beklentilerin seviyesi limitsizce yükseldi. Türkiye çok uzun zaman sonra bir insanın hapishane hikayesini bu kadar günü gününe ve bir hikaye ile birlikte izledi. Pınarhisar Cezaevi günleri gibi, binlerce insanın ilk kez Silivri'ye koştuğunu gördük.

Beklenti destektir, karşılığını bulmazsa hayal kırıklığı olur. Beklentiler büyük kredilerdir, aynı büyük yazılmış çek gibi, gerçekleşmediğinde fatura da yükselir.

Bu psikolojiyi kabul etmemiz ve anlamamız lazım. Anlamak hareketlerimizi de belirlemek için birinci yol.

Bu sene en kritik sene. Bu sene Aziz Yıldırım'ın dışarı çıktığı, Fenerbahçe'nin işte ben buradayım diyeceği sene. Bu sene, geleceğin çizileceği, her fedakarlığın bahis konusu olduğu bir sene.

Henüz her şey bitmiş değil, ancak Fenerbahçe hedeflerden çok geride kaldı.

Futbol sahada oynanan bir oyun. Türkiye'de futbolu izleyen milyonlarca insan televizyondan bu hikayeyi izliyor, bu hikayeyi kahvehanede konuşuyor, arkadaşlarıyla paylaşıyor. Takımla kurulan bağın temeli, bizzatihi takımın oynadığı futbol. Sahada yarattığı hikaye. Bu hikaye güçlü olmadığı sürece milyonlarca insanın sahip olduğu motivasyon, arzu ve beklenti de karşılanmıyor.

Çağlayan'da polisin biber gazının üstüne atlayan, 12 Mayıs'ta küçücük çocuğunun TOMA'dan sıkılan suyla yere düştüğünü gören insanlar yaptıkları fedakarlığın karşılığını, o mücadele ruhunu sahada da görmek istiyor.

Kazanmak. Başarı fetişizmini aşan, sonuç odaklılığı yok eden, bir büyük hikayenin parçası olan, gelecekteki engellerin aşılmasını sağlayan, umudu büyüyen ve umutsuzluğu yok eden macera.

Bu sene saha içi her seneden daha önemli. Bu sene Fenerbahçe'nin şampiyonluğu birden çok daha fazla manaya gelecek. Bu sene Fenerbahçe kendi geleceğini kazanacak.

Yargıtay safhası hala devam ediyor. Fenerbahçe'nin kaderi hala daha 3 Temmuz'u yaratan güçlerin ve bu operasyonu ortaya koyan iradenin elleri arasında. Zaman dağları bile devirir. İnsanlar unutur. İnsanlar kendi hayatlarına geri dönerler.

Hayatı boyunca hiçbir zaman kimse için sokağa çıkmamış onbinlerce insan bir kere sokağa çıktıktan sonra beklentileri de büyür. Kulübe duydukları sevgi, aidiyet ve sahiplik duygusu ona katlanır.

Bu güne kadar zamanı kötü kullandık. Alex ile yolların ayrılması şekli yanlıştı. Taraftarın heykelini dikecek kadar sevdiği bir insanın takımdan ayrılmasının yaratacağı etki de, bunun yapılma biçiminin yaratacağı deprem de hesap edilmedi.

Bu çatlak, Fenerbahçe'yi ikiye böldü. Fenerbahçe bir anda psikolojik olarak yarılmış bir hale geldi. 3 Temmuz döneminin yıkılmaz Fenerbahçesi en sonunda Rasim Ozan Kütahyalı'nın "Aziz Yıldırım'ın gidişi Kaddafi gibi Mübarek gibi olacak" diyebildiği bir ortamın içine girdi.

Başarısızlık toplum psikolojisini etkiler. Taraftarlar bir davanın yeryüzündeki simgesi değildir. Onlar -haklı olarak- başarıyı da beklerler. Bu başarı için dönemsel krediler açabilirler, susabilirler, umut ışığı gördükleri müddetçe tahammül ederler. Ancak bu umut yoksa artık bu kredi de yoktur.

Fenerbahçe önce bir spor kulübü. Bunu asla unutmamak lazım. Fenerbahçe'nin en büyük zenginliği, gücü ve temeli de milyonlarca insanın bu kulübe karşı beslediği sevgi. Bu sevgi hiç de karşılıksız değil, tam tersine taraftarlar da kulüpleriyle övünmek, mutlu olmak, onun başarılarını görmek istiyorlar.

Tam 3 senedir Fenerbahçe taraftarı başka hiçbir taraftar grubunun dayanamayacağı olaylara, başka hiçbir taraftar grubunun gösteremeyeceği bir refleksle dayandı. Son dakikada kaçan şampiyonlukların kalp ağrıları, şampiyonluk kutlamasının şok edici haberlerine evrildi. Olağanüstü hal rejimi gibi geçen bir seneden sonra, taraftar gerçek, ciddi, güçlü bir geri dönüş bekliyordu.

Bu beklentiyi yönetmek, bu beklentiyi anlamak ve ona uygun davranmak başarının da anahtarı

Fenerbahçe bu dava süresinde Türkiye tarihinin en mütehakkim, organize ve güçlü iktidarını karşısına aldı. Medya ilişkileri tarihi boyunca iyi olmamış bir kulüp, bu kadar polarize bir medya çağında hakim medya unsurlarının "ötekisi" haline geldi. Paralel iktidar yapılarının hırsları ve öfkeleri televizyondan taşarken, iç muhalefetten, taraftar psikolojisine kadar bir çok rüzgarla karşı karşıyaydık.

Bu sene Fenerbahçe'nin en büyük gücü saha içi. Belirleyebileceği, kendi iradesiyle sonucu değiştirebileceği tek alan yine saha içi. Fenerbahçe'nin rakip kulüplerden çok daha güçlü olması gerek, çünkü bütün fırtınalara karşı tek başına mücadele etmek zorunda.

Oysa bugün kadro yetersiz. Bu sene damga vuracak, imajı düzeltecek, psikolojiyi tahkim edecek transferler gerekiyordu. Bir yandan marka transferlerle hem "Fenerbahçe burada" demek, hem kadronun seviyesini yükseltmek, hem taraftara bekledikleri morali vermek gerekirken diğer yandan da destekleyici transferlerle bu OHAL rejiminden kurtulmuş, psikolojik olarak örselenmiş kadroda da bir rejenerasyon yaratmak gerekirdi.

Medya iletişimin, kurumsal ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi, stratejik planlama yapılması, kurumsallaşma adımlarının atılması da destekleyici tahkimat unsurları olarak birer öncelikti.

Bugün bu alanların tamamında eksiklikler var. Kurumsallaşma gibi devrimci bir adım divan kurulunda yaşanan tartışmaların gölgesinde kaldı. Finansal olarak Türkiye'nin en güçlü kulübünün "bakkal dükkanı gibi" yönetildiğini "gelir gider hesaplarının belli olmadığını" ve daha bir çok şeyi duyduk.

Aziz Yıldırım artık Temmuz 2012'de hapisten çıkan, toplumsal bir figür olarak yükselen bir sembol değil.

Yani sözün özü, buraya kadar işler iyi gitmedi, çünkü kötü yönetildi.

Metris cezaevinde fırtınalar estiren, Türkiye gündemini belirleyen, insanları şaşırtan ve umutlandıran Aziz Yıldırım ile Divan Kurulu'nda konuşan Aziz Yıldırım arasında bir fark var.

Elbette bir insanın başında kılıç sallanırken konuşması mümkün değil, elbette kimse de Aziz Yıldırım'dan bir halk önderi olmasını bekleyemez. EZLN lideri Subcommandante Marcos değil Aziz Yıldırım. Asla da olmayacak. Metris de söylediklerini tekrar etmesi de bu zaman aralığında çok zor. Sadece Aziz Yıldırım için değil, Türkiye için çok zor. O yüzden de başka örnek çıkmıyor.

Ancak kazanan, kendisinden konuşturan bir kulüp yaratmak, bu kulübü büyütmek, güçlendirmek bugün hala onun elinde. Bu yönetim bunu başarmak zorunda ve önümüzde 6 ay var.

Geçtiğimiz 6 ayda yapılanlar aynen tekrar edilirse, önümüzdeki risk sadece başarısızlık değil, taraftarla bağı kopmuş, kredisini kaybetmiş, her gün medyada linç edilen bir Aziz Yıldırım'ın kulübün başında kalma gücü ve iradesi de sakatlanıyor. 6 ay sonunda Aziz Yıldırım gerçekten de gidebilir ve bu hikayenin sonu bu şekilde biter.

Oysa doğru adımlar atılırsa bu 6 ay sonunda Fenerbahçe muzaffer ayrılabilir. Futbol hala sahada kazanılan bir oyun. Bir kaç büyük transfer, bir kaç maçı baskılı ve tempolu bi oyunla kazanmak kulübün psikolojisini hızla düzeltir. Bütün bu sorun alanlarını çözmek, kurumsallaşma ve diğer projelerin hayata geçmesi için gereken kritik nefes aralığını yaratır.

Elbette Galatasaray bu yarışta çok avantajlı. Zeitgeist onların yanında. Bugün iktidarla iyi ilişkiler kurabilen, medya ile derin bağları olan, Fethullah Gülen'in Galatasaraylı olduğunu açıkladığı, gerektiği zaman 25 milyon Galatasaray taraftarının 20 milyonu AKP'ye oy verdi diyebilecek, stratejik planlama yapan bir kulüp ağırlığını hissettirecektir. Fenerbahçe'nin egemenlik ilişkilerinde yıldızı sönerken Galatasaray'ın arkasında rüzgarlar daha güçlü bir şekilde esecek, finansman olanakları genişleyecek, sahip oldukları bu imkanları da kullanacaktır. Üstelik Galatasaray iyi bir kadroya sahip. Taraftarının psikolojisi yerinde. Avantaj onlarda.

Ancak sorun şampiyon olmak değil. Galatasaray gene şampiyon olabilir. Bugünkü meselemiz şampiyon bir takım gibi oynamak. Şampiyonluğu hak eden, umut veren, güzel futbolu ile büyüleyen, yıldızları ile akılları alan, taraftarı çoşturan, sevindiren bir takım. Fenerbahçe'nin büyük hedeflerine ulaşması için önce taraftarından kredi alması lazım ve bunun yolu kaybetse dahi karşı takımı sahadan silen, temposuyla, mücadelesiyle insanları rahatlatan bir takımdan geçiyor. Şansına kazanan değil, şansızlık sebebiyle kaybeden bir takım aradığımız.

Transfer, kadronun genişlemesi, yenilenmesi işte bu yüzden önemli.

Fenerbahçe kadrosu dar bir kadro. Futbolcular son üç dört senede başka hiçbir sporcu grubunun yaşayamayacağı badirelerden geçtiler. 20 - 30 yaş aralığındaki bir sporcu grubunun maruz kalmayacağı olaylar gördüler. Doğal bir psikolojik aşınma hali olması kabul edilebilir.

Ancak bu kadronun bu kadar ruhsuz, isteksiz oynaması da kabul edilemez. Bunca sene yaşananların hatrına, bu sene bu takım bir karakter göstermek zorundaydı. Başka her sene şampiyonluğu kaybedebilir veya sahada ruh gibi oynayabilirler. Bu sene değil. Bu sene Fenerbahçe'nin "işte buradayız" diyeceği seneydi. Bu zamana kadar gösterdikleri performans kendi kalitelerinin bile altında. Her maç sonunda daha fazla mücadele etmeliyiz, hatalarımızdan ders çıkartacağız diye konuşma yapmak yetmiyor. Bu sözleri hayata geçirmek de gerekiyor. Bugün ihtiyacımız olan şey kadroya yeni isimlerin katılması kadar, mevcut isimlerin de kendi karakterlerini ortaya koyması. Bu forma ıslanmayı hak ediyor. Bu forma uğrunda mücadele etmeyi hak ediyor. Bu forma, bu sene bu kadrodan bunu bekliyor.

Ben Aykut Kocaman'a inanıyorum.

Aykut Kocaman, Fenerbahçe'nin en zor zamanlarında benzersiz bir liderlik gösterdi. Kulübün başında olduğu 2,5 yılda 1 şampiyonluk 1 Türkiye Kupası kazanmamız bu işin istatiksel boyutu.

Ancak ben Aykut Kocaman'ın temsilcisi olduğu ahlaka, futbol kültürüne, Türkiye normlarının dışındaki karakterine de inanıyorum. Düzgün insanlar da başarabilir. Onu çekme bunu çek diyenlerin Hıncal Uluç'larca yere göğe konulamadığı, futbolcusunun kafasına pet şişe atan, maçtan önce hazırladığı açıklama metinlerini büyük artikülasyon ve vurgu bozukluklarıyla okuyanların değil de maçtan sonra bütün üzüntüsüyle, sakin kalmaya çalışarak istifa ettiğini açıklayan ve sonra çok sevdiği için geri dönmek zorunda kalan nezaket de hayatta başarılı olabilir.

Biliyorum ki bazılarına Aykut Kocaman asla yaranamayacak. Her yıl şampiyon olsak, her yıl kupaları alsak da onun gibi insanların, o kültürün insanlarının toplumun genelinin hararetiyle bağdaşmadığı ortada. Nezaketi soğukluk ve sinsilik, kontrolsüz öfkeyi, harareti, kıpkırmızı yüzleri samimiyetin nişanesi sayan, hiyerarşik ilişkilerde üstlerinde bir baba figürü görmek isteyen, olgun profesyonel ilişkilerin soğukluğundan içinde dayağın, köteğin, makaranın olduğu bayağı debdebeli bir sıcaklıkla kaçan insanların ülkesinde Aykut Kocaman'ın herkes tarafından beğenilme şansı yok.

Evet Hıncal Uluç'tan, Rasim Ozan Kütahyalı'dan bahsediyorum. Evet Şamil Tayyar'ların meşhur olabildiği, bağıra çağıra konuşan ve içeriği sıfır noktasında olan Erman Toroğlu'ların yıllarca televizyonda program yapabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu doğal muhalefet her zaman olacak.

Şimdi bu nokta bazen karıştırılıyor. Bu konulardan bahsedenler koşulsuz biat değil biraz zaman istiyor. Biraz daha kredi. Yarım sezon kadar daha. En azınadn şu geçen 2,5 yılın hatrına.

Ancak hepimiz de kabul etmek zorundayız 18 maçta 7 galibiyet alan bir Fenerbahçe, bu yılın yeni beklentilerini tatmin edemez, bu zamanın zorluklarına da göğüs geremez.

Türkiye tarihinin en büyük futbol operasyonundan sağ kurtulan bu camia, artan beklentiler, yükselen istekler ve kulübün kat ettiği mesafenin yanında çok güçlü bir koalisyonla da mücadele ediyor. Başarısızlık diğer tarafları güçlendiriyor, hayalkırıklıkları kulübün geleceğini de tehlikeye atıyor.

Bir insan evi yanarken yerinde duramaz. Bu durum her fedakarlığın ötesine geçer. Normal şartlarda düşünülmesi gereken bir çok şey ikincil plana itilir.

Bugün durum kötü.

Bu durumu düzeltmek de yönetimin elinde.

Artık büyük bir şeyler bekliyoruz. Artık taraftara umut verecek, biz buradayız dedirtecek bir başlangıç istiyoruz. Artık kadronun çok daha saldırgan, baskılı, bamgüm top oynamasına ihtiyacımız var.

15. rounda doğru geliyoruz, filmin sonu hala bizim elimizde.

Yöneticilerin en büyük sorumluluğu fedakarlık en büyük görevi de yönetmektir. Mücadelenin başında olan kurmay heyeti ne yapalım elimizden gelen bu diye bir kenarda duramaz.

Bugün tribün ilişkilerini yeniden düzenlemek, taraftarı yeniden işin içine katmak, heyecan dalgasını arttırmak, güzelliği büyütmek, karanlığı defetmek, stratejik ve planlı davranmak, ulusal ve uluslararası pr ajansları ile anlaşmak, altyapı hamlelerine devam ederken kurumsal yönetim biçimlerini düzenlemek, kadronun eksikliklerini gidermek ve kazanmak, kazanan, kazanma ruhu olan bir takım oluşturmak hala mümkün.

Az kaldı.. Ev yanıyor.. Hareket.

[1] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=18643978
[2] http://www.hurhaber.com/haberarsiv/aziz-yildirim-aklandi/105525
[3] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20881975.asp
Devamı ...

21 Ocak 2013

Aykut Kocaman ve Yönetim: El Ele Uçuruma Doğru


Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanını bilirsiniz. Latin Amerika edebiyatına dair “büyülü gerçekçilik” akımının en kült romanıdır. Romanın başından sonuna herkesin beklediği, öngördüğü ama kimsenin engellemediği bir cinayeti anlatır. Fenerbahçe’deki durum da tam da bu minvalde ilerliyor. Takımı birazcık nesnel değerlendirebilen herkes duvara toslayacağını uzun zamandır görse bile kimsenin hiçbir şey yapmadığı ve aynı senaryonun ellinci kez yürürlükte olduğu bir maçı daha geride bıraktık.
Fenerbahçe’de bundan bir ay önce Aykut Kocaman istifa etti,sonra bir lise takımında olabilecek tuhaf olaylar yaşandı oyuncular “valla suç bizde, biz oynamadık” falan diye hocadan ricacı oldular ardından hocanın istifası arafta bir 4-5 gün geçirdik. Döndü dönüyor,ikna edildi edilecek haberleriyle bir haftayı buldu, sonra Başkan takıma mutlaka takviye yapılacağını en az 3 oyuncu transfer edileceğini (en az 3 çocuk gibi oldu bu da ) ve devre arası kampına bunların katılacağını söyledi. Aykut Kocaman devre arası kampında geri dönüşüne dair hiçbir yorum ve basın toplantısı yapmadan takımın başındaydı. İstifa gerekçesinde yorulduğunu ve enerji bulamadığını söyledikten bir hafta sonra o söylediklerinden niye geri adım attığını hangi saik ve sözlerle görevine devam ettiğini açıklamasını beklerdim ama bu durumda susmayı tercih etti kendisi .

Her şeyin berbat gittiği, sistem diziliş formasyon ne varsa olumsuz sonuçlandığı ve son 25 senenin en kötü performansının gösterildiği bir ilk yarının ardından Fenerbahçe bugün ligin gayet kötü takımlarından Elazığ önüne çıktı. Üstelik bir futbol takımını iştahlandıracak, ateşli hale getirebilecek her türlü harici etken lehimize gelişmiş, yarıştaki bütün rakipler puan kaybetmişti. Oysa Fenerbahçe ilk yarıda defalarca gördüğümüz gibi en ufak bir agresiflik ve baskı kurma belirtisi göstermeden al gülüm ver gülümle maça başlayıp iki golü yemeyi becerdi. İkinci yarıda yaradana sığınıp kaos futboluna dönerek beraberliği kurtardı. Kazanadabilirdi , eğer Elazığ biraz kontra yapabilen ya da fiziği yeterli bir takım olsa maç 4 ya da 5 e de gidebilirdi. Bunlar ikincil önemde şeyler. Mesele daha derin.

İlk yarı sonundaki puan tablosu sömestr karnesi gibi bir şey benzetme yapacak olursak. Yani bir öğrenci ilk dönem sonunda aldığı karnede hangi derslerinin iyi hangisinin kötü olduğunu görüp ona göre ikinci döneme hazırlık yapar. Fenerbahçe’nin özellikle Alex sonrası Sow’un Allah’a emanet ileride bırakılmasıyla bir hücum yetersizliği çektiği, takımın akıl ve beceri eksikliği olduğu Fizan’dan bile görülürken devre arasında bu eksikliği giderecek ne saha içi ne saha dışı tek bir hamlenin yapılmayışını nasıl açıklayacağız? Sow’a en yakın adam olarak Christian’ı oynatıp kanatlara topla ilişkileri en az Türkiye-Suriye ilişkileri kadar kötü olan Krasic ve Kuyt’ı oynatarak yaratıcılık sorununu halletmeyi düşünmek hakikaten fantastik bir öngörü.

Bu takımın yaratıcılık ve oyun zekası probleminin saha içi çözümü yok bu takımın şu kadro yapısıyla özellikle kendi sahasında dominant oynayabilmesinin tek şartı ileride basıp orda kaptığı toplarla pozisyon bulabilmek. Fenerbahçe’nin kanatlarda Kuyt-Krasiç ortada Salih-Christian ikilisinin olduğu ve kontrol oyunu oynamaya çalıştığı bir maçı kazanması neredeyse imkansız. Yani bu sistem defalarca denenmiş ve tutmamışken hala bunda ısrarın mantığı nedir, Aykut Kocaman kaç fiyaskodan sonra vazgeçecek bu düşünceden ?

Fenerbahçe’nin sorunu anlık, günlük haftalık bir performans sorunu değil,bu kadronun kuruluşu itibariyle bir sorunu var, Aykut Kocaman’ın kafasındaki futbol düşüncesi pas oyunuysa (artık onun ne olduğunu da bilmiyorum) bu kadronun onu yapmasına imkan yok, daha önce de söyledim Fenerbahçe yetenek olarak ligin kötü takımlarından birisi, daha önce ara pası verebilecek futbolcu yok diyordum hadi onu geçtim, Fenerbahçe onbirinde 20 metreden top attığınızda topu tek hamlede kontrol edebilecek futbolcu yok neredeyse, Kuyt’ın Krasic’in Caner’in Topal’ın hatta Sow’un topu kontrol ederken topun ayaklarından bir metre açıldığı 50 tane pozisyon saymak mümkün.

Orta saha oyuncularının hücum verimliliği yetersizken hücum üretkenliğini sağlayacak iki kanatı da takımın topla ilişkisi en zayıf oyuncuları Kuyt ve Krasic’e teslim edince Fenerbahçe hücumda tamamen işlevsiz bir hale dönüyor. Oysa kendi sahanda nispeten güçsüz bir takımla oynuyorsun daha üç gün önce bütün momentum rakipteyken Semih’in yanına Sow’u alınca Bursa gibi bir rakibe karşı oyunu bu sene belki de ilk kez domine etmişsin, oradaki maçta da Kuyt ve Krasic dökülmüş ama üç gün sonra Kuyt ve Krasic aynı yerlerde sahada ve Fenerbahçe yine o kontrol delisi onbiriyle tek forvet olarak maça çıkıyor.

Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’de yarattığı en büyük tahribat takımın büyük takım reflekslerini kaybetmesi. Saldıran değil kontrol eden, agresif değil ölçülü, yetenekli oyuncuların sisteme adaptasyonunu beceren değil sıradan oyuncuların sistemin lideri yapıldığı bir düzeni yarattı ve bu düzenin sonunda da herhangi bir ışık yok. İşin daha berbat tarafı Aykut Kocaman'ın maç sonrası basın toplantılarında da aklıselim sahibi mantıklı halini uzun süredir kaybetmesi. Eskiden iyi oynamadığımız bir maçtan sonra bunu net olarak söyleyebiliyordu ama bu sene Marsilya’yla 2-2 biten maç sonundan bu yana maç sonu basın toplantılarında da sahada oynanmış ve bitmiş oyunu artık okuyamadığını düşünüyorum. Elazığ maçından sonra da olayı yine şanssızlık şaka gibi şeylere bağlamış, yani kusura bakmasın ama ortada ölmüş enkaz haline gelmiş bir takım varken hala ameliyatta bir sorun olmadığını düşünen bir Karadeniz fıkrası figürü gibi davranıyor artık basın toplantılarında. Zaten kendisi bu oyunun dolayısıyla sistemin tıkandığını düşünse devre arasında oyun sisteminde bir takım değişikliklere giderdi herhalde, gitmediğine göre ilk yarıdaki rezalet tabloyu oyuncuların günlük formsuzluğuyla falan açıklıyor olsa gerek.

Saha içi yetersizliklerin yanında saha dışı yetersizlikler için de bir şeyler söylemek lazım.Zaten geçen olağan yönetim kurulu seçiminden bu yana Fenerbahçe yönetimi diye bir şey yok ortada. İnternet bildirisi yayınlamak için toplanan başka da bir icraat yapmayan bir yönetim kurulu ve geldiğimiz noktada geçen hafta “biz Fenerbahçe’nin günlük gideri –geliri nedir bilmiyoruz” diyen bir Fenerbahçe başkanı var. Daha birkaç sene öncesine kadar Türkiye’nin en sağlam ekonomik yapısına sahip olduğunu bizzat söyleyen başkan kendisi değilmiş gibi geçen haftaki Divan toplantısında kulübün gelirinin giderinin belli olmadığını ve bu işlerin artık profesyonelce yapılması gerektiğini belirtti. (Sahi 14 yıldır kulübü bakkallar federasyonu mu yönetiyor) Dolayısıyla dün dediğinden yüz seksen derece bir şeyi bugün söyleyebilen bir yönetimimiz olduğu için bu üç transfer sözünü de biz öyle demek istememiştik üç transfer derken erkek voleybol kadın voleybol ve erkek basketbolda yaptığımız transferleri kastetmiştik diye de bir açıklama yapabilir. Bir Allah’ın kulu da dün bunu diyordunuz bugün böyle diyemezsiniz diye eleştirmiyor nasıl olsa.

Saha içindeki her yetersizliğe Aykut Kocaman’ın iyi insan olmasıyla saha dışındaki her yetersizliğe Aziz Yıldırım’ın 3 Temmuz’da maruz kaldığı muameleyle yanıt veren de ciddi bir Fenerbahçeli kitlesi var. Yani birisinin performansına ya da oyun aklına yönelik somut eleştiriyi tamamen bağlamından çıkarıp başka bir düzlemde tartışmanın en basit yolunu seçiyorlar. Aykut Kocaman’ın 3 Temmuz sürecindeki katkılarına, duruşuna saygı duymak , ya da Aziz Yıldırım’ın 3 Temmuz’da uğradığı muameleye karşı durmak ayrı şey , onların saha içi ve saha dışı yetersizliklerini eleştirmek ayrı şey. Yani oyuna dair ya da yönetimsel bir şeyi eleştirdiğim zaman ısrarla bir kişilik vurgusu yapılarak, Fatih Terim’in bir pozuyla Aykut Kocaman’ı kıyaslayıp oradan bir güzelleme çıkararak falan bir savunma ve sahiplenme biçiminden artık sıkıldım. Belki ben iflah olmaz bir kötümser olduğum için karanlık düşünüyorumdur ama geçen gün şahit olduğum bir olayı da naklederek bitireyim ki taraftarın gözünde Aykut Kocaman algısının maalesef nasıl yaralandığının net bir göstergesi olsun.

Cuma günü sinemada filmin başlamasını beklerken arkadamda oturan 16-17 yaşında üç cocuk futbol sohbeti yapıyorlardı,ben de kulak misafiri oldum. Fenerli olanlardan birisi telefonundan Twitter’da Belhanda ile ilgil bir haber okudu ve Belhanda gelirse belki bir şeyler yaparız dedi , yanındaki Galatasaraylı çocuk “oğlum siz de Aykut Kocaman varken sizden bir şey olmaz diye yanıt verdi. Onun yanındaki diğer Fenerli biraz da iç çekerek “oğlum biz de Aykut Kocaman’dan umutlu değiliz ama ya bu Belhanda iki sene önce Alex’in yaptığı gibi 28 gol falan atar da bir mucize olur diye umutlanıyoruz işte”diyerek diyalogu bitirdi

Neyse inşallah Belhanda ya da başka adlı bir mucize gelir de bu çocuklara umutlarının gerçek olduğunu gösterir ama daha olası senaryo sene başından beri göstere göstere gelen bir Kırmızı Pazartesi felaketi gibi geliyor bana.

Devamı ...

19 Ocak 2013

Yorgunluk...


Kasımpaşa yenilgisi sonrası Fatih Terim'in yaptığı (okuduğu) basın toplantısını izlerken bir an için Aykut Kocaman olduğumu düşündüm.

Fatih Terim maçtan önce hazırladığı ve çoğaltarak basın mensuplarına dağıttığı konuşmasına ilginçtir ki şu sözlerle başlıyor; ''Aslında konuşmayı düşünmüyordum ama kaybedince başka yerlere çekilmesin diye konuşuyorum.'' Konuşma niyetinde olmayan birisi neden yazılı bir metin hazırlayıp bir de çoğaltarak basın mensuplarına dağıtır? Ve çok belli ki o metin maçtan önce hazırlanmış. Acaba Fatih Terim yenilebileceklerini önceden kestirmiş ve elimde hazır bulunsun diye bu konuşmayı hazırlamış yoksa galip de gelseler bu konuşmayı başındaki cümleyi değiştirerek yapacaktı onu bilemeyiz.

Neyse, oturup Galatasaray'ın içten içe nasıl kaynadığını, başkan-danışman-antrenör arasında nasıl derin bir kavga olduğunu, bastırılmış iç savaşlar, derin lise örgütü, takım içi huzursuzluklarından falan bahsetmeyeceğim. Benim bu konuşmada dikkatimi çeken bir paragraf var. Konuşmayı dinlerken kendimi neden Aykut Kocaman yerine koyduğumu anlayacaksınız. Aynen aktarıyorum.

'' Geleceğe bakarken önüme çıkarılan ve uğraşılmak zorunda bırakıldığım şeylerden artık çok sıkıldım ve yoruldum. Bi zahmet konsantrasyonumuzun bölünmediği bir ortam istiyorum. Bunu hem oyuncular hem de gerçek Galatasaraylılar istiyor.''

İster istemez aklımıza son 1.5 senedir yaşananlar geliyor. Fatih Terim haklı olabilir. Şimdi sıralayalım.

1. Galatasaraylı futbolcular ve Fatih Terim'in alın teri ve emek ile kazandıkları şampiyonluklarına siyasi ve hukuki yollardan kara çalındı. 3 Temmuz darbesi ile kulüplerinin başkanı ve yöneticileri haksız, hukuksuz öym zulmü ile esir alındı, 1 sene hapiste tutuldu. Bu süre zarfında Fatih Terim kulübü tek başına idare etti. Hem takımı motive etti, hem taktik verdi, ağabeylik yaptı, başkanlık yaptı, camiayı sırtladı ve tek başına bu kaos ortamında takımına ligin son maçına kadar şampiyonluk mücadelesi yaptırdı. Bu arada rakiplerinin ve sonradan Fenerbahçe'de görev verilerek ödüllendirilen maşaların jurnalcilikleriyle, uefa sopalarıyla, ha düştü ha düşürülecek korkutmalarıyla, medya manipülasyonlarıyla tek başına mücadele etti.

2. Planlı ve sürekli bir medya lincine maruz bırakıldı. İletişim özürlü ilan edildi, kaçak villa yaptırdığı haberleri manşetten girildi, transferlerden komisyon alındığı saatlerce canlı yayınlarda konuşuldu. Sürekli olarak başı önde, iki eli kafasının arasında fotoğrafları çekildi, büyük resimlerle gazete sayfalarını süsledi. Hizipçi, kıskanç, yüksek egolu, fırsatçı ve çıkarcı ilan edildi.

3. Tff, Mhk, Pfdk ve Tahkim kurulları sürekli olarak kulübünün aleyhine cezalar verdi. 6222 bildiğin Galatasaray yasası oldu. En ufak saha olayında sahaları defalarca kez kapatıldı, seyircisiz maçlar oynadı, Halbuki rakipleri bu yasalar ve cezalara 'sütten' muamelesi görüyordu. Fenerbahçe'nin sahası hiç kapanmadı mesela?

4. Tetikçi hakemler, çalınan puanlar, haksız yere kırmızı kartlar, montaj tükürükler, zorla yazdırılmış raporlar ve verilmeyen penaltılar hep Fatih Terim'in takımının başına geliyordu. Rakiplerinde kendini yerden yere atan futbolcuların penaltı kazanma sayıları bile Fatih Terim'in takımının penaltı kazanmasından daha fazlaydı. Hatta Galatasaray bilmem kaç haftadır penaltı da kazanamıyor sanırım. E Fatih Terim bunu kimseye açıklayamıyordu.

5. Üzerinde sürekli bir seyirci baskısı vardı. Hiç bir maç tribüne çağrılmadı, lehine bir tezahürat bile yapılmadı. Zaten en iyi futbolcusunu da kıskançlık uğruna gönderdiği zihinlere öyle bir kazındı ki tribünler en ufak olumsuz sonuçta ıslıklamaya, yuhalamaya ve istifaya davet etmeye hazır bekliyorlardı. Nitekim oldu da, Galatasaray'ın içinden yetişmiş, gol kralı olmuş, rekorlar kırmış ve tarihi şampiyonluklar kazanmış evladı tribünlerde istifaya davet edildi, ıslıklandı, yuhalandı.

Aslında liste uzundu ama bu kadarı yeterli. Şimdi bunları düşününce Fatih Terim haklı diyorum. Saha dışı etkenler ile motivasyonun bozulması, sürekli önüne çıkarılan ve uğraşmak zorunda bırakıldığı şeylerden çok sıkılmakta haklı. Futbolcularının da saha içine odaklanmak istediğini söylemekte de.

Ne de olsa Aykut Kocaman gibi rahat ve huzurlu bir çalışma ortamı yok.
Devamı ...

15 Ocak 2013

6 yıldır müsamere sürüyor, adalet mücadelesi devam ediyor


Hrant için, 6. yıl - Buradayız Ahparig! from ümit kıvanç on Vimeo.

Hrant öldürüleli altı yıl, müsamere (cinayet davası) sonuçlanalı bir yıl oldu. Hrant'ın öldürülmesiyle ilgili olarak şaibe altındaki hiçbir devlet görevlisi doğru dürüst soruşturulmadığı, yargılanmadığı gibi, bu cinayete bir şekilde adı karışan herkes neredeyse ödüllendirildi. Hrant'ı yazmadığı şeyden ötürü mahkum edip hedef haline getirenlerden biri, Türkiye'ye ombudsman yapıldı. Cinayet gaddarlıktı, sonrası kepazelik, yüzsüzlük oldu. Altıncı yılda, adalet mücadelemiz sürüyor.
Devamı ...

12 Ocak 2013

Transfersizlik veya Uçuruma Doğru


17 Maç sonucunda ligde 27 puan topladık. Tam 21 yıldır bundan daha az puan topladığımız bir tane sezon yok. En son 1991 yılında benzer bir tabloyla karşılaşmıştık. Ligin lideri Galatasaray ile aramızda 5 puan fark var, ligde puan bakımından dördüncüyüz. Aynı zamanda ligin en fazla gol atan 6. takımıyız. Beşiktaş, Galatasaray, Eskişehirspor, Antalyaspor ve Bursaspor bizden daha fazla gol atmış. Ligde en az gol yiyen üçüncü takımız. Yine de averaj bakımından 6. sıradayız. Galatasaray ve Beşiktaş ile eşit sayıda beraberliğimiz var ama ligde oynanan 17 maçın sadece 7 sinde galip gelebilmişiz.

Futbol temelde basit bir oyun. İyi oynayan her zaman kazanamayabilir, saha dışı faktörler elbette önemlidir, hakem hataları, oyuncu grubunun psikolojisi, şans faktörü adıyla anılan bütün her şey de oyuna dahildir. Bütün bunlar da bizim oyunu büyüleyici bulmamıza neden oluyor. Ancak futbolun bir kuralı varsa onu da basitçe izah etmek mümkündür, iyi futbol iyi futbolcularla oynanır.

Formasyon, teknik taktik anlayış, antreman disiplini, tesisler, imkanlar hepsi verimi arttıran yan faktörler. Büyük kulüpleri büyük yapan şey büyük futbolculara da sahip olmasıdır. Bir ordu gibi düşünürsek elinde doğru teçhizat, modern imkanlar ve silahlar olmayan bir ordu ne kadar disiplinli olursa olsun savaş kazanma kabiliyetini de kaybeder. Tomahawkların olduğu çağda atlı birliklerle savaş kazanmak nasıl hayalse, belirli kalitenin altındaki futbolcularla da büyük hedeflere ulaşmak o kadar hayaldir.

Fenerbahçe hikayesi de temelde büyük, göz alıcı, büyüleyici oyuncuların forma içerisinde yarattıkları büyük hikayelere dayanır. Can Bartu'lar, Lefterler, Alpaslan Eratlılar, Selçuk Yulalar, Rıdvanlar büyük oyunculardır. Ekstra işler yapabilen, büyük kabiliyetler bizi kendimizden alır. Onların maç içerisindeki muhteşem çalımları, inanılmaz şutları, akıl almaz golleri bizim mutluluğumuz, sevincimiz olur. Onların hikayesi ve yaptıklar formayı da yükseltir.

Orta sınıf kaliteye sahip bir oyuncu grubuyla şampiyonlar ligi şampiyonu olamazsınız. Elinizde Xavi - Iniesta - Puyol - Messi ve daha nicesi olması sizin şampiyon olacağınız manasına gelmeyebilir ama rakiplere göre şansınızın daha fazla olduğu da açıktır.

17 maçı aklımızdan bir geçirdiğimiz zaman Fenerbahçe'nin karşı takıma bazuka gibi saldırdığı, yağmur gibi üstüne çöktüğü, fırtına gibi oynadığı bir tane maç hatırlayamıyorum. Örneğin Anelka, Tuncay, Aurelio, Appiah ve Alex'li kadronun yarattığı türden bir baskıya, etkiye şahit olamadık. Fenerbahçe hallice bir anadolu takımı gibi oynuyor ve hallice bir anadolu takımının alacağı sonuçları alıyor.

Neden? Çünkü kadro yetersiz. Bu kadar basit. Bunun iki temel sebebi var.

1- Elimizdeki oyuncu grubu psikolojik olarak yorgun. 2009 sezonundan beri bu oyuncu grubunun yaşamadı melanet kalmadı. Son maçta şampiyonluğu Bursa'ya kaybettikten sonra bu oyuncu grubunun biraz dinlenmesi ve yenilenmesi gerekiyordu. Çok önemli bir değişiklik olmadan 2010 - 2011 sezonuna başladık. Herkes için üzücü geçen bir ilk yarıdan sonra ikinci yarıda kadro inanılmaz bir başarı hikayesi yazdı. Her maç final havasında oynandı. Mucizevi maçlardan sonra (yine de pek iyi oynamıyorduk) Fenerbahçe şampiyonluğu kazandı. Oyuncu grubunun tam rahatlaması, tatile çıkması, psikolojik olarak öteki sezona hazırlanması gerekirken 3 Temmuz sürecini yaşadık. O sezonda da yaşamadığımız şey kalmadı. Haksız kararlar, her maçtan önce ortaya çıkan iddialar, iddianamenin kabulü, tutukluluk kararları, Başkan'dan ve kilit yönetim kurulu üyelerinden yoksun, transfer yapabilme gücü elinden alınmış, finansal olanakları kısıtlanmış bir kulüp büyük bir direniş gösterdi. Yine de büyük bir mücadele göstererek işi son maça kadar götürdük, son maçta şampiyonluğu kaybettik, Türkiye kupasını kazandık.

Elimizdeki oyuncu grubu 20 - 30 yaş aralığında genç insanlardan oluşuyor. Olağanüstü hal şartları altında geçen 3 sezondan sonra bu insanların psikolojik olarak aşınması normal. Bu sezon ilk yarıda yaşanan etkisizlikte bunun da elbette payı var.

2- Kadro daraldı. Lugano, Andre Santos, Niang, Emenike gibi isimler kadrodan ayrıldı. Bu sezon Alex ve Emre de gitti. Şampiyonluğu getiren kadronun daha da geliştirilmesi gerekirken, mevcut seviyeyi sağlayan temel oyuncular da takımdan ayrıldı. Yerine gelenler ise aynı seviyeyi gösteremedi.

Şimdi eldeki kadro yaratıcı gücü kısıtlı, ekstra işler yapma becerisi eksik, mücadele kabiliyeti de sınırlı bir kadro.

Orta sahamız Baroni, Topal, Meireles, Kuyt, Caner yetersiz. O kadar yetersiz ki, Aurelio, Appiah, Tuncay, Anelka ve Alex'li kadro mevcut kadroyu darma duman ederdi.

Orta saha bu kadar yetersiz olduğu için de Fenerbahçe'nin hücum organizasyonu temelde tek bir şeye dayanıyor "mucize vuruş". Baroni, Stoch, Meireles akıl almaz bir şut çekecek de gol olacak. İkinci varyasyon ise "topu Sow'a at, sow çalım atsın, şut çeksin, rövaşata vursun, bacaklarından bir mucize çıkarsın da gol olsun"

Sorun defansımız değil, orta sahada direnç gücü düşük olduğu için rakipler haldır haldır geliyor, defans da elinde geldiği kadar direniyor. Her oyuncunun sahada bir kaza yapma hakkı vardır, kazalar bir maçın sonucunu belirleyebilir (Bekir'in Galatasaray maçında attığı türden ters bir kafa) ama bir sezonun sonucunu belirleyemez. Çünkü kaza tanımı gereği her maç tekrarlanmaz, istatiksel olarak düşük olarak gözlenen bir durumdur. Buna karşın hata her maç gözlenebilir. Hatayı yaratan, onu ortaya çıkartan koşullar değişmedikçe futbolcular hata yapar. Rakip zaten karşı takımı hataya yöneltmek, hata olanağını arttırmak, daha fazla hata yapmasına sebep olmak için de elinden gelen her şeyi yapmak zorundadır. Maçı kazanmanın yolu, sizin yaptıklarınızın karşı tarafı çaresizliğe, hataya, beceriksizliğe zorlamaktan geçer.

Orta saha bu kadar güçsüz ve dirençsiz olduğu için sürekli kendi yara sahasına çekilmiş, burada öncelikli olarak defans yapan bir takım da hata yapacaktır. Bunun aksi mümkün mü?

Yani orta saha oyunun iki yönü için de yetersiz. 11 oyuncunun tam 5 tanesini ayırdığımız bir bölüm bugün beklentinin çok altında fayda üretiyor. Yetersiz.

Orta sahanın göbeğinde olup takımın direnç gücünü arttırması ve oyunun pozitif tarafına katkı vermesi beklenen Meireles ve Topal çok efendi, çok tatlı iki insan. Ama ne rakibi korkutacak bir halleri var, ne de orta sahada rakibi boğacak bir havaları.

Kuyt muhteşem bir aile babası. Saha içerisinde hakikaten inatçı, hırslı, çalışkan bir insan. Ama teknik kapasitesi yetersiz. Rakip oyuncuları arkasına alıp sürükleyemiyor, çalım atarken zorlanıyor, pasları istediği yere gitmiyor, orta açamıyor. Mücadeleci yanıyla bulduğu goller ve hırsı dışında takıma katkısı zayıf. Caner, Stoch, Krasic ise takıma katkıları düşük, her biri birbirinden farklı meziyetlere sahip ancak maçı alıp sürükleyebilecek (Örneğin Rapajic kadar bile sürükleyecek) nitelikten yoksunlar.

Baroni orta sahanın göbeğindeki bir oyuncu için çok yumuşak, forvet arkası mevkisi için de çok yeteneksiz. Bir anadolu takımı için iyi bir oyuncu olabilir ama Fenerbahçe standartının altında.

Velhasıl sorunumuz orta saha.

Karabükspor maçından sonra yaşanan olayları hatırlayın.

Futbolda dün yok. Hatta bu ülkenin hiçbir alanında zaten bir dün yok. Sadece başarı var. Kazanmak var. Geri kalan her şey "kazandıktan" sonra. Hem kazanıp hem de iyi bir insansanız, başka meziyetleriniz de varsa bunlar güce sahip olanın daha randımanlı övülmesi, kalplere sinmesi için birer argüman oluyor. Kimsenin kazanamayan ancak iyi bir insana baktığı filan yok.

İnsanlar 3 temmuz sürecini filan hatırlamıyor. Onlar geçti. Eskide kaldı. Yeni bir sezon açıldı ve insanlar kazanan bir takım görmek istiyorlar. 3 Temmuz sürecinde ortaya çıkan direnişin de asli sebebi ne bizim yazdıklarımız, ne mahkemenin hataları ne başka bir şey. Bunların hepsi krediyi büyüten, anlayışı güçlendiren, insanların daha fazla tahammül göstermesine neden olan motivasyon unsurları. Bunları küçümsemiyorum. Çok önemli. Saha içinin de ayakta durmasına neden olan olaylar. Ancak birinci unsur, ana faktör 3 temmuz sürecinde de arenaydı.. Takım kazandı. Yendi. İnsanları motive etti. Kazanabildiğini gösterdi. Hikaye bütün bu haksızlıklara rağmen kazanan ve ayakta durabilen bir kulübün başarısı üzerinden toplumsallaştı. Fenerbahçe lige 15. haftada havlu atsaydı geçen sene yaşadıklarımızı yaşayamazdık. Spartaküs arenada habire yenilseydi, öyle bir isyan başlatamazdı.

Bugün kazanamayan, tatmin etmeyen takım Fenerbahçe adına kara senaryoları da güçlendiriyor. İçimizdeki muhalif unsurlar, dış unsurlar, lobiler diye giden bir dolu dezavantajın istediği senaryonun hayata geçmesi saha içindeki skorlarla güçleniyor.

Fenerbahçe, Fenerbahçe gibi olacaksa, kendisine biçilen gömleği yırtacaksa bunu önce saha içinde yapacak.

Bu da basitçe şu demek, transfer yapmak zorundayız. Orta sahaya en az üç oyuncu alınması lazım. Bu oyuncuların da takıma yüksek katkı veren, ortalama takım kalitesini daha üst bir seviyeye çıkartacak adamlar olması lazım. Bu kadar basit.

Fenerbahçe rakibe baskı kuran, rakibi saha içinde dağıtan, iyi futbol oynayan bir takım olursa, sene sonunda yönetim de ayakta kalır, Aykut Hoca da.

En üzüldüğüm nokta şu, bu kadronun tüm yetersizlikleri nihayetinde Aykut Hocanın hesabına ciro ediliyor. İstifa sürecinden sonra bazı garantilerle geri döndüğünü biliyoru. Eğer kadro kalitesi arttırılmazsa Aykut Hocanın geleceğinin aç kurtlar arasına gönderilmiş bir kuzudan farkı yok. İçeriden dışarıdan parça parça edecekler. Kimse Fenerbahçe'nin kadro analizini filan yapmayacak. Modern çalışma yöntemleri, nasıl bir insan olduğunu da konuşmayacak. Takımın kaybettiği tekrar tekrar anlatılacak. Bütün mazeretler sonuç karşısında geçersiz sayılacak.

Futbolcuların Karabükspor maçından sonra verdiği sözün de hatırlanacağı filan ummak hata. Kadronun her maç elinden geleni yaptığı varsayılacaktır. Kadroyu sene ortasında dağıtmak da mümkün olmadığına göre bu kadroyla devam edeceğiz ve sonuçlar da teknik direktör ve yönetime yönelecek her türlü saldırının meşru bahanesi olacak.

Daha açık anlatayım.

Bu sene Fenerbahçe için final senesi.

Unutulsa da tepemizde Yargıtay'ın kılıcı sallanıyor. Türkiye'de hukukun sadece hukuk dinamikleri içerisinde hareket etmediğini hepimiz biliyoruz.

İktidar bloğu tarafından Fenerbahçe için arzu edilen bir gömlek var. Rasim Ozan Kütahyalı'nın deyişiyle "Aziz Yıldırım'ın gidişi Mübarek gibi Kaddafi gibi olacak" diye anlattıkları bir senaryo bu.

İktidara rağmen birilerinin oturduğu değil bizzatihi iktidarın yönetimini belirlediği bir Fenerbahçe talep ediliyor. İçeride de göreve talip, bunun için mücadele eden, bu yolda bir çok girişimde bulunan bir grup var.

Medya, iktidar, iç muhalefet ve daha bir dolu unsur bu senaryoda rol alıyor.

Saha içerisinde başarılı olmuş bir Fenerbahçe bu senaryonun gerçekleşebileceği şartları yok eder. Kazanan, yenen, güzel futbol oynayan bir Fenerbahçe insanları birleştirir, muhalefeti sessizleştirir, diğer unsurların hareket edebileceği alanları daraltır.

Başarısız bir Fenerbahçe de bu senaryoyu güçlendirir. İnsanlar mutsuz olur, tribünler birbirine girer, yönetimin psikolojisi bozulur, destek azalır, Yargıtay da kararı bu şartlarda verir.

Bu sene başarısız olunursa Aykut Hoca da Aziz Yıldırım da göreve devam edemez.

Yani Fenerbahçe için başarı şart. Başarı için de iyi bir kadro kurmak gerekiyor. Transfer dönemindeyiz. Takıma iyi transfer hava kadar, su kadar lazım.

Karabükspor maçından sonra yönetim sahneye çıktı en az üç transfer dedi. Her bedeli ödeyeceğini söyledi.

Bugün mali konulardan filan bahsedecek halimiz yok. Radikal dönemler radikal kararlar gerektirir. Önümüzde 6 ay ve tek cephe var. Savaşı kazanacaksan her şeyinle orada olacaksın. Mali duruma savaştan sonra bakarız. Şampiyon olamamanın, Şampiyonlar Ligine katılamamanın bedeli, bugün yapılacak transferlerden daha fazla.

O yüzden yönetimin artık harekete geçmesi lazım. Gele gele geldiğimiz nokta Belhanda transferi ve Mehmet Topal'ın stopere kaydırılması ise bunu kimse izah edemez.

İyi oynayan kazanır. Futbolcular kadar teknik direktörün de yönetimin de iyi oynaması lazım. Karşı taraf gücünü her gün arttırırken, hareketsizlik, sessizlik, suskunluk bizi sadece geriye götürüyor.

Duvara tam hız gidip ya kurtarırsak diye düşünmeye, tavla oynamaya, işi mucize maçlara, güzel zarlara bırakmaya gerek yok. Duvara çarpmak istemiyorsak, gerekeni yapalım. Bu kadar basit.
Devamı ...

11 Ocak 2013

Erkek Basketbol Takımı ve Pianigiani Üzerine


Biz Fenerbahçelilerin son yıllarda en çok yaşadığı duygu herhalde hayalkırıklığı. Bu sene sağolsun daha sezon ortası gelmeden bütün branşlarda mebzul miktarda hayalkırıklığı yaşadık. Futbol takımının lig performansı, kadın voleybol takımının çöküşü, erkek voleybol takımının üst üste mağlubiyetleri falan derken sonunda erkek basketbol takımı da toparlanır mı düzelir mi endişelerine Efes ve Maccabi maçlarıyla net bir yanıt verip duvara tosladı.
Sene başına bir dönelim Spahija’nın görevden ayrılmasıyla önce uzun süre coach piyasasasının creme de le cremleri Pesic-Obradoviç-İvkoviç üçlüsünün peşinden koçtuk, bunlar olmayınca kalburüstü koç olarak Pianigiani’yi tercih ettik.


Pianigiani’nin son 5 yıl Siena’ya oynattığı savunma eksenli topa baskılı basketbolu bizde de oynatabileceğini, bu doğrultuda bir takım yaratabileceğini düşünüp umutlanmıştık. Her ne kadar İtalya dışında ilk kez çıkması, Siena gibi bir küçük bir kent ve kulüpten Fenerbahçe gibi bir kulübe gelmesinin olumsuz etkileri olabileceğini düşünsem de yine de Siena performansı koça kredi vermeyi hak edecek cinstendi.

Ben bütün takım sporlarında kupaların aslında sezon sonundaki Mayıs ya da Haziran ayında değil sezon başındaki Temmuz-Ağustos döneminde kazanıldığını düşünüyorum. Yani takım mühendisliğinin yapılıp oynanılacak sisteme göre oyuncu bulunduğu ve bu oyuncular arasında kimyanın nasıl oluşturulacağının hesabının yapıldığı dönem o sezon sizin performansınızı doğrudan belirliyor.Biz ilk hatayı burada yaptık. Bo ,Andersen ve Sato koçun kafasındaki sistemin parçaları olarak transfer edildi, Batiste’in transferinin Pianigiani tarafından çok istenildiğini sanmıyorum o biraz emr-i vaki oldu İlkan hiç planda yokken piyangodan çıktı, Barış Ermiş de zaten koçla anlaşılmadan çok önce alınmıştı.
Sezona başlarken Fenerbahçe’nin pota altı rotasyonu Batiste-Andersen-Oğuz-İlkan ve Kaya şeklindeydi. Uzun süre bu acayipliğin bir şekilde giderileceğini sert bir uzun alınacağını falan düşündük ama sezona böyle başladık. Kaya’nın rotasyonda zaten hiç düşünülmediğini hesap edersek Fenerbahçe’nin pota altını emanet ettiği 4 oyuncunun hiçbiri savunmasıyla bilinen oyuncular değildi. Bu oyuncuların çok büyük bir değişim gösterip çok iyi savunma yapmalarını beklemek dışında elden gelen bir şey yoktu.

Sezon başladı Khimki İstanbul’da rahat geçirilirken o maçın bu sene seyrettiğimiz ilk ve son rahat Eurolegue maçı olduğunu bilmiyorduk muhtemelen tıpkı Mc Calebb’in sakatlığı sonrası Barış’ın Slovenya’daki son periyot performansıyla Union Olimpija’yı deplasmanda yendiğimiz maçın ilk ve son deplasman galibiyetimiz olduğunu bilmediğimiz gibi. Real Madrid maçıyla birlikte çok kısa süren iyi günlerin sona erdiğini gördük, takım ribaunt alamıyor pota altı savunması delik deşik oluyor ve hücumu da tamamen bireysellik üzerinden yapıyordu.

Zamanla oyuncular birbirleriyle alıştıkça düzelir diye umduğumuz şeyler giderek daha kötü hale geldi. Cantu ile deplasmanda oynanan maçta takım daha ikinci çeyrekte havlu attı, ligde Karşıyaka’ya karşı hücum ribauntu verme rekoru kırdığımız maçı da kaybettik, bir şekilde zor bela son Cantu maçını kazanıp Top 16 ya kendimizi attık, ligde de kendi sahamızda oynadığımız üç hedef maçI -Beşiktaş-Banvit-Galatasaray- kazasız atlattık.

Takıma takviye yapılması gerçeği çemberi koruyacak bir uzun almamız gereği ayan beyan ortadayken Batiste’i göndermeyi beceremediğimiz için uzun alamayıp Fenerbahçe resmi sitesine göre Avrupa’nın en iyi guardlarından ama ne hikmetse Pianigiani’nin Euroleague’de düşünmediği Tripkoviç’i aldık.

Top 16’daki faciayı hepimiz biliyoruz anlatmaya gerek yok , bu seviyede bir takımın bundan daha kötü savunma yapabilmesi zaten mümkün değil. Fenerbahçe öyle yanlış bir kimya oluşturdu ki hasbelkader iyi savunma yapan bir beş sahadaysa o beş hücum edemiyor, iyi hücum eden bir beş bulmuşsak da kesinlikle o beş savunma yapamıyor. Bo-Sato-Emir-Bojan-Batiste beşiyle başladığımız bir maçta savunmamızın iyi olması mümkün değil mesela. Bu beşte savunması ortalama üstü olan tek oyuncu Sato. Bojan skorer diye onu sahada tuttuk diyelim Sato da iyi savunmacı diye sahada kaldı. Barış- Ömer- Kaya ya da İlkan dörtlüsünden üçünü oyuna aldık. Bu sefer de bu takım savunmayı bir vites artırsa da hücumda tamamen kilitleniyor. Yani o kadar kötü planlanmış, yanlış kimyayla oluşturulmuş bir takımımız var ki deliğin birini kapatsan başka yerden iki delik açılıyor onu kapatsan hiç beklemediğin yerden bir delik daha çıkıyor.

Benim anlamadığım şey şu, bu takım sezona bir tane bile sert uzunu olmadan nasıl başlar, bu bir koç tercih hatası mıdır, takım mühendisliği hatası mıdır, bugün savunmanın hücuma göre çok daha geri planda olduğu NBA’ de bile potayı koruyacak oyuncu rolü bu kadar ön plana çıkmışken sadece bu vasfı çok iyi olan Ömer Aşık Houston’da onca hücum defosuna rağmen milyon dolarlık kontrat alabiliyorken nasıl olur da savunmanın, potayı korumanın neredeyse bir gurur vesilesi, namus meselesi olduğu Euroleague gibi bir yerde bir tane bile ortalama üstü sert bir uzuna kadroda yer verilmez hakikaten bunu anlamıyorum.

Pianigiani Siena’da başarılı olduğu sisteminin en kilit rolündeki Stonerook’un özelliklerine benzer özellikte sert, her yere yardıma giden bir adamı neden istemedi, istedi de yönetim boşver biz Batiste’i alalım mı dedi, pota altına sertlik katabilecek tek adam olan Vidmar’ı kiralamak koçun mu yönetimin mi fikriydi bunlara bir cevap verseler çok sevineceğim.
Oyuncuların kişisel performanslarına dair de bir şeyler söyleyeyim. Batiste transfer edildiğinde de yanlış transfer olduğunu düşünüyordum, Panathinaikos’daki son senesinde düşüş başlamıştı, hatta F4 de canlı canlı izleme şansım olduğu için de rahat söyleyebilirim Pana’nın gerek F4 de gerek Yunan ligi finalinde Olympiakos karşısında en zayıf halkasıydı. Biz Batiste’in bugününü değil geçmişini düşünüp geleceğe dönük bir transfer yaparak baltayı taşa vurduk.

Andersen Avrupa’nın hücum potansiyeli olarak en iyi 4 numaralarından biri olmakla beraber hiçbir dönem üst düzey bir savunmacı değildi ama savunmada bizdeki hali bu geçmişle açıklanamaz. Yani geçen sene mesela Siena’da asla bu kadar kötü savunma yapmıyordu.Şu an savunmada el bile kaldıramıyor, ayağını çekemediği için çıktığı her show-up da faul yapıyor, ribaunt alamıyor.İsim olarak yıllardır problem çektiğimiz 4 numara problemine ilaç olacak gibi geliyordu ama büyük bir hayalkırıklığı oldu.
Diğer bir hayalkırıklığı olarak Bo Mc Calebb’i sayabiliriz, Geçen yıl Euroleague’de en iyi beşe seçilmiş bir oyuncunun bu sene yetenekleri çalınmış gibi oynaması da açıklanamaz. Bir problemi olduğu vücüt dilinden bile belli, Siena maçının son dakikalarında sorumluluktan tamamen kaçıp topu Emir’e teslim etmesi, alamet-i farikası olan drivelerinden eser kalmaması ve geçen sene çok iyi olan şut yüzdesinin yerlerde sürünmesi ve bence en önemlisi aslında iyi bir savunmacı olmasına rağmen savunmayla yakından uzaktan ilgilenmemesiyle takımın bu halinin saha içindeki en büyük müsebbibi

Bu bireysel hayalkırıklıklarına Oğuz Ömer ve Barış’ı da katabiliriz. Özellikle Ömer Onan artık o bildiğimiz profilden çok uzak bir performans çiziyor. Ama Türk oyuncular konusunda ben koçun da hatalı olduğunu düşünüyorum. Bence yeteri kadar güvenmiyor Türk oyunculara. Barış Ermiş mesela Slovenya’da Bo’nun sakatlığı sonrası maç kazandırmasına rağmen Bremer transferi sonrası onun ardında kaldı, keza Can Maxim Mutaf galiba içerdeki Kolej maçında momentumu değiştiren oyuncu olmasına rağmen koç tarafından bir daha hiç oynatılmadı, aynı şey Kaya için de geçerli Batiste-Andersen savunmada elini bile kaldırmazken Euroleague maçlarında doğru düzgün süre bile almadı. Oğuz, Batiste ve Andersen’in döküldüğü Siena maçında 0 dakika oynayıp üç gün sonra Efes maçına ilk beş çıktı, Ömer Barcelona maçında en iyi savunduğu adam Navarro çatır çatır üçlük atarken kenarda havlu sallıyordu. Yani Türk oyuncuların da Pianigiani ile aralarında ciddi bir güven problemi olduğunu düşünüyorum.

Ne yapmalıyız şu aşamada diye sesli düşünelim. Açıkçası şu aşamadan sonra zaten Euroleague’de gruptan çıkmak imkansız. Geçen sene play –off öncesi Spahija’yı gönderip Ertuğrul Erdoğan ile yola devam etsek ciddi olarak şampiyonluk şansımız vardı, sezon ortası koç değiştirilmez deyip şampiyonluğu feda ettik, bu sene de aynı senaryoya gidiyoruz gibi. Bu kadar dibe vurmuş ve en önemlisi kaybetmeyi kanıksamış bir takımla karşı karşıyayız. Pianigiani’yle daha fazla yürümenin bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Ertuğrul Erdoğan-Serdar Apaydın ikilisine takımı teslim etmek şu aşamada en doğru karar olur gibi geliyor. Oyuncuların da aklının başına gelmesi için bir şeyler yapmak lazım ama alınan sonuçların çok da umurlarında olduklarını sanmıyorum.

Batiste dışındaki transferlerin kağıt üstünde yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte Beşiktaş krizdeyken ve kadro dağılırken tam bizim aradığımız tipte iki oyuncu Bonsu ve Hawkins’i neden almadığımızı da hala çözebilmiş değilim.
Devamı ...