25 Temmuz 2012

Olimpiyatta Ne İzlenir? 7 Kişisel Öneri


Olimpiyatı bir benzetme yapacak olursak ayda yılda bir gördüğümüz hiç tatmadığımız yemeklerin ve aşinası olduğumuz ve çok sevdiğimiz yemeklerin bir arada bulunduğu bir açık büfe olarak düşünebiliriz.
2012 Londra’da 28 ayrı dal var tabii ki bunların hepsini aynı anda izleyebilmek çok mümkün değil. Ayrıca kişisel olarak çok sevdiğimiz ya da hiç umurumuzda olmayan sporlara da aynı vakti ve mesaiyi ayırmamız beklenemez. Ben kendi adıma bir öncelik listesi yapayım, bu açık menüden hangilerini niye tercih edeceğimi,nelerin beni cezbettiğini anlatayım istedim. Başlayalım büyük boy açık menü tabağımızı doldurmaya.

1- Tabii ki olimpiyat demek atletizm demek. Dolayısıyla olimpiyat takip ederken bütün dünya gibi öncelikli olarak atletizm müsabakaları açık büfeden tabağımıza aldığımız en lezzetli yemek kategorisini bu olimpiyatta da başka bir şeye kaptırmayacak. 100 ve 200 metrede Bolt-Blake rekabeti, uzun mesafelerde adeta ESPN klasikler dizisine girebilecek Kenya-Etiyopya rekabeti, erkekler yüksek atlama ve uzun atlamada birbirine yakın çok sayıdaki atletin olması, kadınlar yüksek atlamada Cicerova-Lowe çekişmesi (maalesef Vlasic katılamıyor), sırıkla yüksek atlamada İsinbayeva’nın ne yapacağı , dekatlonda Ashton Eaton’dan dünya rekoru beklentisi, takım yarışmalarında ABD bayrak takımının her zamanki sakarlıklarından birini yapıp yapmayacağı merakla takip edeceğimiz şeylerden bazıları olacak. Olimpiyatlara atletizmde daha önce hiç olmadığı kadar fazla sayıda sporcuyla katılmamız bu olimpiyatta Türk spor kamuoyunun atletizme fazladan biraz daha odaklanmasını sağlayabilir.
Atletizm bizim geleneksel olarak madalya alabildiğimiz bir branş değil. 1948 de üç adım atlamada Ruhi Sarıalp’in Londra’da aldığı bronz madalyadan sonra bir diğer atletizm madalyası için 56 sene beklemek zorunda kaldık. 2004 ‘de çekiç atmada Eşref Apak’ın önündeki sporcuların birisinin dopingli çıkmasıyla kazandığı bronza kadar atletizmde sesimiz soluğumuz çıkmadı. Pekin’de Elvan’ın 5 ve 10 binde gümüş dublesiyle ilk kez atletizmde bir olimpiyatta birden fazla madalya kazandık. Son yıllarda Türk Atletizmi’nin artan bir ivmesi olduğu muhakkak, eskiden hayal bile edemediğimiz dallarda iddialı sporcu yetiştirebiliyoruz. Peki bizim sporcularımız olimpiyatta ne yapabilir ? Bu katılımı madalya sayısında da bir rekora dönüşübilir mi ?

Nevin Yanıt’ın 100 engellide final koşması büyük başarı olur, Fatih Avan’ın ciritte kendi en iyi derecesine yakın bir atış yaptığı takdirde madalya alma şansının bir hayli yüksek olduğunu düşünüyorum. Orta mesafelerde hem kadınlar hem erkeklerde madalya şansımız var ama buralarda birden fazla atletleri yarışan Kenyalı ve Etiyopyalıların yarış içi taktiklerine karşı koymak da bir hayli zor olacaktır.1500 de Aslı Çakır Alptekin'in 3.56 sı yılın en iyi üçüncü derecesi ama olimpiyatta tempoyu belirlemek çok kolay iş değil. 3000 su engellide Gülcan Mıngır’ın son zamanlardaki inanılmaz formu devam ederse atletizmin bu en zor dalında bir madalya da fazla sürpriz olmaz. Gülcan'ın 9.13 ü de 3000 su engelli de bu sene dünyanın en iyi beşinci derecesi.

2- Menümüzün ana yemeklerinden ikincisi yüzme. Son zamanlarda mayo teknolojisinde FİNA’nın geri adım atmasıyla artık dakikada iki dünya rekoru kırılmıyor ama bu yüzmenin albenisinden bir şey götürecek değil. Michael Phelps- Lochte rekabetini büyük bir heyecanla bekliyoruz. Gerçi 2004 Atina’da tüm zamanların en büyük yüzücüleri Phelps-Thorpe- Peter Von Hoogenband –Popov gibileri bir arada gördükten sonra sadece iki kişiye inmiş bir rekabet yavan gelebilir ama zaten tarihe geçmiş Phelps’in tarihte kapladığı yerin hacminin genişleyip genişlemeyeceğini göreceğiz. Phelps’in olimpiyatlar için basıncın çok fazla olduğu Colarado’da ve 10.000 kalorilik günlük beslenmeyle hazırlandığını söyleyelim. Garibim, Amerikan mutfağı berbat bir mutfak olduğu için saçma sapan hamburger, 8 yumurta gibi şeylerle 10.000 kaloriyi dolduruyor. Benim 10.000 kalorilik beslenme gibi bir lüksüm olsa bu hakkımı günde 16 tane künefe yiyerek kullanırdım!
Yüzmede Türk sporculardan bu olimpiyatta da umut yok. Muhtemelen olimpiyat elemeleriyle ilgili haberlerde sabah seansında 100 metre kelebekte yarışan sporcumuz serisinde 6. genel toplamda 34. falan olarak elendi diye haberler okuyacağız yine. Olimpiyat kafilemizin en genci 16 yaşındaki Hazal Sarıkaya 100 sırt üstünde kendi derecesini geliştirmeye çalışacak Pekin kafilesinin en genci, şimdi 19 yaşında olan Ediz Yıldırımer ise 1500 serbestte boy gösterecek. Ediz’in iki üst üste gençler Avrupa şampiyonluğu var ama 19 yaş yüzme için öyle çok genç kabul edilebilecek bir yaş değil. 15 yaşındaki potansiyelini düşünürsek şimdiye kadar kendisinden büyükler kategorisinde beklenilenlerin altında kaldığını söyleyebilliriz. Derya Büyükuncu’nun 6. Kez olimpiyata katılacak olmasını nasıl yorumlamak lazım. Takdir edilesi bir büyük sporcu performansı mı , keçinin olmadığı yerde koyunun Abdurrahman çelebi olması mı ?

3-Bir diğer lezzetli branş basketbol. 1992 ‘den beri NBA oyuncularının gelmesiyle olimpiyatın kenarda köşede kalmış sporundan başrollüğe terfi eden basketbolda bu sene de dünyanın en üst seviyedeki on iki takımını izleyeceğiz bir kez daha. Amerika’nın yine zorlanmadan şampiyon olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Bu sefer finalde Avrupa basketbolunu domine eden İspanya’nın olmayacağını düşünüyorum. Gönlüm Arjantin’den yana. Kadınlar basketboluna da bu yıl ilk kez katılacağımız için ayrı bir gözle bakacağız. Ben grupta ilk dörde gireceğimizi ama çapraz gruptan gelebilecek Avustralya, Rusya ya da Kanada’dan birine çeyrek finalde eleneceğimizi düşünüyorum. ABD maçında Birsel-Sue Bird eşleşmesini merakla bekliyorum. Merakla beklemediğim bir diğer eşleşme ise Diana Taurasi-Şaziye eşleşmesi!

4-Bir diğer salon sporu voleybolu öncelik sıralamasında dördüncü sıraya koyuyoruz. Erkek voleybolunda Rusya-İtalya-ABD arasındaki mücadele keyifli olacaktır. Kadınlarda ise ABD ve Brezilya’nın ardından madalya şansı en yüksek olan takımlardan biriyiz. Grubun zorlu olması olası çeyrek final eşleşmesinde ABD ve Brezilya’yla karşılaşmayacağımız anlamına geldiği için bence aslında bizim lehimize olacak. Eğer ilk grubu üçüncü bitirebilirsek çaprazdan gelecek ikinciyi (İtalya ya da Rusya’yı bekliyorum) yenebileceğimizi düşünüyorum ki bu bizi ilk dörde atacaktır. Takım sporlarında gelecek ilk olimpiyat madalyasının kadın voleybolundan geleceğini düşünüyorum, bu olimpiyat olmasa diğer olimpiyatta olur ama mutlaka olacaktır.

5-Tekrar açık havaya dönüp menümüze ara sıcak olarak 5. sıradan tenisi koyalım. Aslında Grand Slam’lerin gölgesinde kalsa da Olimpiyat’da Wimbledon kortlarında tenis izlemek yine de büyük bir keyif. Gerçi Nadal’ın olimpiyattan sakatlığı nedeniyle çekilmesi bir Nadal’cı (böyle bir tabir de var artık güzel Türkçemizde Federer’ci Djokovic’ci gibi ) olarak bir hayli üzdü beni. Olası bir Djokoviç – Federer finali ihtimali de bu sonuçla ortaya çıkmış oldu. Andy Murray’in Wimbledon’ın duygusal etkisinden kolay kolay sıyrılamayacağını ve onun pek şanslı olmadığınu düşünmüyorum. Nadal’ın olmadığı ya da elendiği turnuvalarda ikinci olarak Tsonga’yı destekliyorum. “Alles Tsonga” diyelim

Kadınlara gelince Sharopava ve Venus gözüküyor şu an olimpiyat için iki favori ama son 5-6 yıldır kadınlar tenisi öyle bir halde ki herkes herkesi yenebiliyor. Erkekler tenisi tüm zamanların en yüksek seviyesindeyken açıkçası kadınlar tenisinin yerlerde sürünüyor. 90’larda olsa ne Steffi Graf’dan ne Monica Seles’den hadi sevmesem de hakkını vereyim ne de Hingis’den set alabilecek oyuncular turnuva kazanıp dünya bir numarası oldular kadın tenisinde. 90’ların sonuna kadar kadınlar tenisini daha fazla izleyen biriyken şimdi neredeyse kadın maçlarını, bir an önce bitse de erkekler maçı başlasa diye seyreder oldum. O yüzden kim kazanırsa kazansın çok fazla sürpriz olmaz. Sevdiğim bir tenisci falan da yok tamamen tarafsız izleyeceğim bir branştır kadın tenisi.

6-Pek kimsenin bilmediği iki tatlıyla sonlandıralım menümüzü. İlki merakla beklediğim çim hokeyi. Bu topraklarda hokeyin buzda oynanmasına da çimde oynanmasına da pek alışık değiliz. Sürekli kafa eğik yürümek ve koşmak zorunda kalınan bir spor olduğu için insan evriminin bir önceki halkasındaymışız gibi hissediliyor ekrandan izlerken. 80’lere kadar Hindistan ve Pakistan’ın domine ettiği bu sporda son yıllarda Avrupa ülkeleri üstünlüğü ele geçirdi. Düşman kardeşler Hindistan ve Pakistan'ın nükleer silahlanma ve Keşmir dışında en çok rekabet ettikleri alan kriketle birlikte hokeydi. Son yıllarda bu iki ülke ekseninde Asya eksenli hokey üstünlüğü yerini Avrupa üstünlüğüne bıraktı. Erkeklerde Almanya’nın son olimpiyat şampiyonu sıfatıyla favorilerden olduğunu ekleyelim. İspanya’da favorilerden biri.

Falkland( biz Arjantin muhipler cemiyeti üyeleri için Malvinas) savaşından beri her karşılaşmaları spordan öte bir anlam taşıyan Arjantin-İngiltere de erkeklerde aynı gruptalar. Arjantin’in erkeklerde çok iddiası yok ama kadınlar çim hokeyinde Hollanda’yla beraber madalya şansı var. Zaten Hollanda Avrupa kıtasında kadınlarda çim hokeyinin en çok rağbet gördüğü ülke. Arjantin ise Latin Amerika’da pek tutulmayan hokeyin tek temsilcisi konumunda. Zaten kendilerini biraz Avrupalı olarak görmeleriyle diğer Latinlerden ayrılan Arjantin için çok şaşırtıcı değil.
Arjantin’in olimpiyatlardaki bayrağını da onca tanınmış futbolcu ve basketbolcusu varken kadın hokeyci Luciana Aymar’ın taşıdığını söylersek hokeyin ne kadar ciddiye alındığını da görmüş oluruz.
Bu çim hokeyinde köşe penaltısı diye bir kavram var, , gol olma ihtimalinin yüksek olduğu bir duran top organizasyonu,üstteki resimdeki enstantene bu köşe penaltısı sırasında çekilmiş bir fotgraf; sadece köşe penaltısı sırasındaki teyatral diziliş ve gayri nizami harp unsurlarını savunma refleksiyle kale önü savunma anı için bile hokey izlenilebilir bir spor değil mi sizce de.

7-Yine aşina olmadığımız bir spor dalıyla bitirelim. Ben Fenerbahçe başkanı olsam yapacağım ilk iş su topu şubesi açmak olurdu. Bizde bırakın profesyonel şekilde ilgi görmeyi artık plajlarda insanların kendi aralarında yaptığı bir spor olarak bile bir hükmü kalmadı su topunun. Geçen yıl Balkan gezisinin Karadağ ayağında deniz kıyısında bizde her 100 metrede karşımıza çıkan balık çiftlikleri sıklığında su topu kaleleri görmüş ve bir kez daha adamların spor kültürüne hayran kalmıştım. Karadağlı rehbere iki- üç sene önce nüfusu Eskişehir kadar olan bir ülkeden nasıl olup da Avrupa’nın bir numaralı kupasında son sekize üç takım kaldığını sorduğumda “bizde yüzme öğrenmeden çocuklar su topu oynamaya başlar” demişti. 2008 Pekin’de olimpiyat yarı finalini daha iki sene önce aynı ülke olan Sırbistan ve Karadağ’ın oynadığını söylersem Balkanlar’ın o bölgesinin su topu oyuncu rezervlerinin ne kadar zengin olduğunu sanırım anlatmış olurum.

Bu olimpiyatta da yine Sırbistan, Karadağ ve son olimpiyat şampiyonu Macaristan iddialı takımlar arasında. Orta ve Güney Avrupa dışında sadece Amerika onlara rakip olacak ülke olarak gözüküyor. Sırpların ve Karadağlıların ve diğer Balkan ülkelerinin erkeklerde bu kadar dominant oldukları sporda kadınlarda olimpiyata gelememeleri ilginç aslında. Erkek su topunda güçlü olan Balkanlar bölgesini kadınlarda temsil edecek ülke yok. Son olimpiyat şampiyonu Hollanda’da olimpiyatlara katılamadı. Amerika ve Avustralya kadınlarda bir adım öndeler madalya için.

Olimpiyatlar spor seven birisi için şölen. Türkiye’de olayı milliyetçi bir düzlemde değerlendirip sporcumuz olmayan branşlara ilgi gösterilmeyeceğini biliyorum .Bizim sporcular kazanırsa da seviniriz tabi ama açıkçası bin tane insan hikayesi dururken bunları umursamayıp vatan –millet –sakarya havasında olmak da olimpizmin ruhuna aykırı gibi geliyor bana. Türkiye dışında takım sporlarında destekleyeceğim takımları da yazayım ABD seçimlerinde gazetelerin desteklediği başkan adayını açıklaması gibi. Sonra "objektif blogger" böyle mi olur falan demeyin.

Erkek Futbol : Uruguay
Kadın Futbol: Kuzey Kore
Erkek Basketbol: Arjantin
Kadın Basketbol Avustralya (Penny yok diye yalnız mı bırakalım)
Erkek Voleybol : Brezilya
Kadın Voleybol: Güney Kore, (Kim’in sözleşmeyi uzatması hatırına)
Erkek Hentbol : İzlanda (Yalnız ve güzel ülke kontenjanından)
Kadın Hentbol : Danimarka
Erkek Sutopu : Karadağ
Kadın Sutopu: İspanya
Kadın Çim Hokeyi: Arjantin
Erkek Çim Hokeyi: Pakistan
Devamı ...

19 Temmuz 2012

Bir İmkansızlık Öyküsü: Er Gazinosunda Olimpiyat İzlemek


Sporun hayatımda önemli bir yer tuttuğu yadsınamaz. Pek çok planını tuttuğu futbol takımın fikstürüne göre ayarlayan adamlara hep gıpta etmişimdir; çünkü futbol dışında sporları futboldan çok seviyorsanız hayatınızı planlamak çok daha zor oluyor. Bütün sporları seven birisiyseniz mesela tatil için bir yerlere ne zaman gideceğinizi planlamak organizasyon bolluğu yaşanan yazlarda için takvimle epey bir uğraşmak zorunda kalıyorsunuz.
İnsanların kendileri için önemli olan etkinlikleri bir sportif organizasyonun göbeğine denk getirmeyi başarmalarını, bunlara azami dikkat gösteren birisi olarak hiç anlayamamışımdır. Fenerbahçe- Galatasaray maçı sırasında bir düğünde olmak, Nadal-Djokoviç maçı sırasında bir sünnet konvoyunun içinde bulunmak, Euroleague finaline mezuniyet töreni denk getirmek gibi şeyleri becerebilen insanları tebrik etmek gerek.

Ben de kendimi yıllardır bunlara göre ayarlamayı yukarıda saydığım gibi talihsiz tesadüflere kolay kolay maruz kalmamayı beceren birisi olarak tanırdım. Ta ki 2008’e kadar.
Bir kaç kez böyle durumlarla karşılaşsam da üstesinden gelmeyi becermiştim. 1999 Avrupa Basketbol Şampiyonasında gruptaki İtalya maçı bizim lisenin mezuniyetiyle çakışmış, kapalı olan öğretmenler odasının anahtarını yalvar yakar okulun hizmetlisinden almak suretiyle içeriye girip televizyonu açmış ve öğretmenler odasında ışıkları açmadan 3-4 kişi maçı izlemiş, maç bitiminde de gidip diplomaları almıştık. Daha sonra üniversite yıllarımda her sene Nisan sonu Mayıs başında düzenlenen Üniversitelerarası Münazara Turnuvası’nın da sabık katılımcılarından biri olarak turnuva zamanlarının Euroleague finalleriyle ısrarla çakışmasını büyük bir hiddetle kınadığımı, maçın olduğu saatlerde organizasyon komitesine bizi maç izleyebileceğimiz bir yerde bulundurma isteğinde bulunduğumu da belirteyim. CSKA’nın Maccabi’yi yendiği 2006 finalini Ankara’da bir sürü üniversite öğrencisiyle bir barda yanda bangır bangır müzik çalarken izlemeyi becermiştim. Böyle minimal başarılarımın yanında kendimi çaresiz hissettiğim zamanlar da olmadı değil.

2005’te Beşiktaş’a 4-3 yenildiğimiz o epik maçın büyük bölümünü yine bir Münazara Turnuvasında jüri olduğum için izleyememiştim, telefona gelen bilgi mesajlarından, arkamdaki konuşmalardan bir şeyler çıkarmaya falan çalışıyordum, organizasyon biter bitmez jüri değerlendirmesi falan yapmadan doğrudan televizyon olan bir yere koşmuş, Koray’ın son dakika golüne orada şahit olmuş, “ulan bu maçı izlemediğim için yenildik allah kahretsin” diye kafaya duvarlara vurmuştum.

2008 yılına kadar yine de bu spor-hayat dengesini iyi götürdüğümü düşünüyordum. O yılın Temmuz’unda iki- üç sefer rapor alarak 4 ay erteletmayi başardığım askerliğimi bir kez daha erteletip aradan Pekin Olimpiyatlarını çıkarıp Aralık 2009’da da askere gidecektim. Stratejik planım hazırdı. Olimpiyatlar’da zaman farkı nedeniyle mesai saatlerine ya da gece yarılarına denk geldiği için uygun bir aralıkta da izin alıp evde rahat rahat olimpiyat seyredecektim. Temmuz başlarında Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabının ilk cümlesi gibi “bir yönetmelik okudum ve hayatım değişti”

Yönetmeliğe göre askerliği bir sonraki döneme erteletmek için artık sevk döneminde alınan dört günlük tek doktor raporu değil en az 20 günlük heyet raporu isteniyordu. Askerlik şubesine gidip yok mu bir hal çaresi falan dedikse de bir çare bulamadık, “Olimpiyatlar nedeniyle vatani görevimi daha geç yapmak istiyorum” diye bir dilekçenin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından pek olumlu karşılanmayacağını düşünerek mecburen kaderimizi beklemeye başladık. Askere gideceğim yer belli olmadan 2 gün önce olimpiyatların resmi açılışı oldu, zaten kafasında bin bir türlü askerlik fobisi olan birisi için ne açılış töreninin ne ilk madalyaları kimin aldığının hiçbir önemi yoktu.

Bir Pazar günü kısa dönem olarak Mardin’e gideceğimi öğrendim. Levent Özçelik’in anlattığı ve Ömer Üründül’ün yorumcu olduğu bir basketbol maçı oynanırken ben uçak bileti aramakla meşguldüm. Ömer Üründül’ün basketbol maçı yorumculuğu yapması bile o an için tebessüm yaratabilecek bir gelişme değildi yani düşünün.

İki gün sonra kendimi Mardin İl Jandarma Komutanlığı’nda o günün akşamında da Kızıltepe’de buldum. Hiç kimse için kamuflaj gelmemişti ve sadece gelenlerin yarısına yetecek kadar yatak vardı. Ne kadar psikolojik olarak kendini hazırlarsan hazırla askerde bir kültür şoku yaşamamak zaten mümkün olmadığı için ilk bir-iki gün olimpiyattan ziyade burada nasıl yaşayacağım sorusunu düşünüyordum. Üzerimizde askeri kıyafet bile yokken, kimisi kaprili kimisi şortlu bir sürü adama hoş geldin konuşması yapan albayın “burada birinci önceliğimiz terörle mücadele” sözüyle olimpiyatın çok uzakta bir düş olduğunu bir kez daha fark ettim.

Yatacak yer, içecek su, yenecek yemek gibi en zaruri ihtiyaçların karşılanmadığı bir yerde Olimpiyatları merak etmek biraz fazla lüks kalmıştı, ama yine de askerdeyken dışarıda bir dünya olduğunu ve o dünyanın devam ettiğini her an fark etmeden duramıyor insan. Bir kaç gün sonra o içtima senin bu içtima benim şaşkın şaşkın dolaşırken askerde en çok talep gören Posta gazetesinde 100 metre yarışının o gün olacağını, hangi saatte başlayacağını falan görünce,sabahları kumlu poğaça satılması ve Kral Tv dışında bir kanal açılmayan televizyonu vesilesiyle "gazino" ünvanı almış yerde 100 metre finalini belki izleyebilirim diye aklımdan geçirdim. Şansım yaver gitti, yarım saatte bir toplanılan ictimaların arasına denk geldi 100 metre yarışının başlayacağı saat. Yarış epi topu 10 saniyeydi. 100 metre yarışı sonuçta en ilgisiz insanın bile kayıtsız kalamayacağı bir hadiseydi. Gazinodaki askerlerde herhalde bu düşüncededirler diye ümit ediyordum.

Yarışın başlamasına yakın er gazinosuna gittim, o zamanlar acemisi olduğum ilginç küfür ve sözlerin yankılarıyla bir 5-10 dakika oturdum. Ortamda küfür ve el şakalarının biraz azalır gibi olduğu bir dönemde kendi kendimi cesaretlendirip “yapabilirsin oğlum Fatih” diyerek birkaç adım öne doğru gidip kumandayı elinde tutan gruba “100 metre finali var TRT’de bir açabilir miyiz" dedim Önce bir sessizlik, askerde rica içeren bir cümlenin garipliğinden olsa gerek şaşkınca bir bakış geldi, yüzüme bu da nerden çıktı diye bakan çocuk kumandayı sert bir hareketle televizyona tutup TRT’yi açtı. Kral TV’deki yarı çıplak kadınlardan, yarı çıplak siyahi erkeklere bu keskin geçiş pek hoş karşılanmadı.Ama yine de amacımı gerçekleştirmiştim, askerdeki ilk meydan muhaberemi kazanmış arka sıralardaki sandalyeme doğru zafer kazanmış komutan gibi yürüyordum.

Yarış henüz başlamamış, saha içindeki diğer branşlardan falan bir şeyler gösteriyorlardı, “ulan bir an önce geçin şu 100 metreye” diye dua ediyordum, kamera piste dönüp 100 metrede yarışacakları tanıtıyordu ki adına gazino denen sürekli insan sirkülasyonuyla kumanda hiyerarşisinin ha bire değiştiği yere 4-5 kişilik bir grup girip direkt olarak ön sıraya gittiler, gruptan biri gürlemeye benzer bir sesle “bu ne amına koyayım” diyerek biraz önce TRT’yi açan çocuktan kumandayı devraldı, tekrar Kral TV’yi açtı ve bir önceki kumanda sahiplerinin sessizce boşalttıkları koltuğa oturdu. Tahmin edebileceğiniz üzere atletizm yarışmasına “bu ne amına koyayım” diye tepki vermiş, benim iki katım bir bir komandoya “tekrar yarışı açabilir miyiz” diyecek cesaretim olmadığı için sessizce gazinodan uzaklaştım. Usain Bolt’un 100 ve 200 metrede rekor kırdığını birkaç gün sonra yarım saatliğine girilebildiğim internette öğrenebildim.

Şimdi geriye bakıp 1988 Seul,1992 Barcelona, 1996 Atlanta 2000 Sydney, 2004 Atina’dan hep yarışma ve sporcuları hatırlarken birisi 2008 Pekin dediği zaman benim heyecanla beklediğim yarışa “bu ne amına koyayım” deyip kanal değiştiren çocuğu hatırlıyorum.
Hasılı kelam olimpiyatları “bu ne amına koyayım ya” diyen birileri olmadan kendi başınıza seyredebilmek büyük bir şans. Kıymetini bilin.
Devamı ...

18 Temmuz 2012

Aziz Yıldırım'ın Ağar Ziyareti Üzerine


Bugün itibariyle artık bir nevi zatı şahaneleri etrafında oluşan haleyle kutsal topraklar etiketi kazanan Yenipazar Cezaevi’nde Aziz Yıldırım’ın Mehmet Ağar’ı ziyarete gittiğini öğrendik. Normalde cezaevine ziyaretçi kabul etme konusunda son derece cimri davranan Adalet Bakanlığı’nın Ağar’a bir günde yapılan 15-20 ziyarete izin vermesi kendisine cezaevi seçimi ve şartları konusunda tanınan engin hoşgörüyü de düşündüğümüz de çok şaşırtıcı değil.
 
Futbol dünyasının pek çok aktörü gibi Aziz Yıldırım’ın da Ağar’ı ziyaret etmesini nasıl okumak lazım? Kendisine yapılan ziyarete nezaketen yapılan bir iade-i ziyaret deyip geçiştirmek mi, yoksa daha geniş çerçeveden eleştirel yaklaşmak mı?

Öncelikle buna değinmeden önce bir rahatsızlık vurgusunu paylaşayım. Aziz Yıldırım’ın yanlış olduğu kabul edilse bile her türlü söylem ve eylemine bir kutsiyet, bir eleştirilmezlik zırhı geçiren bir Fenerbahçeli topluluğu var. “Başkan neylerse iyi eylerci” bu zihniyetin camia içinde ağırlık kazanması Fenerbahçe‘yi gücünü farklı yaşam görüşlerinin ortak tutkusundan alan bir sivil toplum örgütünden ziyade lidere tapan bir cemaate çevirir ki, bu da bizzat Fenerbahçeliler’in zulmünden rahatsız olduğu şeye dönüşümünü beraberinde getirir. Bu kitlenin sayıca artmasını son derece tehlikeli bulduğumu da belirteyim.

Fenerbahçe Başkanı mağdur olduğunda, haksızlığa uğradığında, kulüpten ayağı alicengiz oyunlarıyla kaydırılmaya çalışıldığında ortalığı ayağa kaldırmamız, başkanın şahsını kutsallaştırdığımızı onu eleştiriden azade kıldığımızı göstermez.
Aziz Yıldırım’ın cezaevi çıkışı sonrası kamuoyuna yansıyan ilk işinin Ağar’ı ziyaret olması şüphesiz ki pek çok Fenerbahçeli için hayal kırıklığı olmuştur. Kendisine süreçte destek veren taraftara seslenmeden, kendisinden helallik isteyen, cenazesine katılamadığı Lefter’in mezarına gitmeden, Ağar’ı ziyarete koşmak Aziz Yıldırım’ın öncelik listesinin trajikliğini gösterir.

Taşıdığı bu sembolik anlamın dışında “mücadelemiz zulum ve zalimledir” diyen birinin, 90’lı yılların bütün karanlıklarında köşe başında bulunmuş biriyle dost olması da kolaylıkla içe sindirilebilir bir şey değildir. Hadi Türkiye’nin günlük sorunlarıyla ilgilenmiyorsun, Ağar’ın insan hakları sicili falan umurunda değil bari sportif alana müdahalesinden doğrudan zarar görmüş bir kulüp başkanı olarak Uefa Kupası resmine girecek kadar ezeli rakibinin “kolaylaştırıcı” rolüne soyunmuş bir insana karşı biraz daha mesafeli olunur. “İade-i ziyaret işte ne kadar büyüttünüz” diyenlere Ağar’ın Radikal’deki röpörtajında başkanla çok iyi dost olduklarını vurguladığını, geçen sene Topuk Yaylası açılışına Ağar’ın başkanın davetlisi olarak katıldığını da not düşelim.

Fenerbahçe taraftarı 3 Temmuz sürecinden, kendisine sunulan verili doğrulara itiraz etmeyi, sorgulamayı, hakkını aramayı ve tekil taraftar olarak kamuoyunu etkileyebilme kabiliyeti olabileceğini öğrendi. Şimdi süreç az çok bitti diye bütün bu öğrendiklerimizi bizi güçlü kıldığını gördüğümüz, tecrübe ettiğimiz değerleri bizzat kendi içimizde de işletmekten geri kalmamamız lazım.

Her eleştiriyi hainlik, her ayrı fikri zorla yola getirmeye çalışan bir bakış açısı ne bu kulübü ne bu ülkeyi istediğimiz düzeye getirir. Birisi savunulması gereken bir mağduriyet içindeyse kimliğine, protokoldeki yerine, kişisel kin ya da sevgimize bakmadan onu savunmak, eleştirilmesi gereken bir eylem ya da tutum içindeyse yine aynı kişisel saikler gözetmeden eleştirmek en basit ahlaki yükümlülüktür.

Biz hiçbir kişiye cemaate, kuruma biat etmeden Aziz Yıldırım’ı haklı buluyorsak desteklemeye ,haksız buluyorsak eleştirmeye devam edeceğiz. “3 Temmuz’dan önce Aziz Yıldırım’ı eleştiriyordunuz şike davası süresince niye savunuyorsunuz” diye soranlarla “3 Temmuz’dan sonra Aziz Yıldırım’ ı savunuyordunuz şimdi ne oldu” diye soran ve aklınca çelişki yakaladım sanan, eleştirinin ya da savunmanın eyleme değil kişiye yapıldığını düşünen, kendi işlerine güçlerine, ya da takımlarına adadıkları zamandan çok Papazın Çayırına laf yetiştirmeye ömrünü adamış aptallara hatırlatmak lazım. Bir gün siz de mağdur olursanız “abi onlara aptal diyordunuz şimdi niye savunuyorsunuz” sorusuna muhatap olacak olsak bile sizi de savunuruz.
Devamı ...

9 Temmuz 2012

Entelektüellerin Şike Soruşturmasıyla İmtihanı


80 öncesi akademik dünyada futbolla ilgili bırakın bir bilimsel çalışma yapmayı amatör düzeyde bir ilgi bile göstermeniz hafife alınan, küçümsenen bir şeydi. O dönemdeki hakim paradigmaya göre futbol gibi hafif meseleler üzerine kafa yormak aydın/entelektüel zihniyete yakışmayan şeylerdendi. Gerek akademi içi gerek akademi dışı yazar çizerlerin uğraşacağı çok şey vardı ve futbolda pek çok konu gibi bunların dışındaydı. Sonra darbe oldu, asker eskisinden çok daha dar ve Uefa standartlarına göre çok daha küçük bir alan üzerine konuşulabilecekler listesi yaptı toplum ve akademi için. Artık eskiden önemsenmeyen, üzerine konuşulmaya değmeyen meseleler biraz da başka alanlardaki sözün kısıtlılığı nedeniyle konuşulur olmuş, daha görünür kılınmıştı.

Özellikle 80’lerin ikinci yarısı ve 90’ların başlarıyla entelektüel dünyada yaygın bir futbol üzerine itiraf/boşalma/sevgi söylemi baş gösterdi. Gerek sosyolojide ki “yeni sosyal hareketler” bağlamında, gerek siyaset üzerine söz söylemenin gittikçe itibarsızlaşması ve içeriksizleşmesi yüzünden entelektüellerin üzerine kalem oynatmayı en çok sevdiği alanlardan biri futbol oldu 2000’lere girerken. Öyle ki bugün neredeyse tuttuğu takımı bilmediğimiz köşe yazarı/akademisyen kalmadı. Eskiden sağcı/solcu/Maocu,komünist falan diye toplum tarafından etiketlenen yazar çizerleri artık pek çok kişi tuttuğu takımla değerlendiriyor.

Yani otuz yıl önce yılda futbol küçümsenen, ilgi gösterilmeyen, “ne sağcıyız ne solcu futbolcuyuz futbolcu” tekerlemesinde kendini bulan avama dair bir eğlence olarak kabul görürken artık entelektüellerin söylemle inşa/ihya ettiği bir alan haline geldi. Bütün bu yapısal dönüşümün sonunda özellikle şike davası sonrası daha net olarak görebileceğimiz entelektüel kökenleri itibariyle futbol üzerine bütün doğru fikirlerin kendileri tarafından dile getirebileceği ön kabulüne dayanan bir zümrenin zuhur ettiğini gözlemleyebiliriz.

İyi okullarda okumuş, Menotti’nin "sadece futboldan anlayan hiçbir şeyden anlamaz" sözüne binaen hayatın diğer alanlarına da kafa yormuş genel olarak kendini solda tanımlayan, yabancı basın takip eden bir cenahın artık futbol üzerindeki söylemi belirleme/manipüle etme/yeniden üretme gibi bir gücü elinde bulundurduğunu görüyoruz. Şüphesiz en büyük içeriğin asparagas transfer haberi olduğu bir piyasaya entelektüel bir bakış açısı ufuk açıcı olabilir, ayrıca sporun hikaye edilebilir, hayatın diğer alanlarındaki büyük söylemlerle benzeşir/eklemlenebilir pek çok tarafını da bir entelektüel gözle okumak iyi olur; ancak Türkiye'deki entelektüel ilginin böyle bir zenginlik yaratabildiğini söylemek güç.

Türkiye'deki bu bahsettiğim entelektüel soslu kliğin futbol üzerine söyleminin son derece elitist bir tarafı var. Bunu üç ayrı türe ayırayım.
-Birincisi herhangi bir durumda romantik/vicdani bir tavır alınması gerektiğini kabul ettiği durumlarda kendilerinin tavrının en birinci, öncelikli, olabilecek tek tavır olması gerektiğini vaaz eden bir dile sahipler.(Tahakkümcü dil)
-İkincisi futbolla ilgili genel kitleyi değersizleştirme lümpenleştirme gibi bir toptancı yaklaşıma son derece yatkınlar. Kendilerinin futbola yaklaştığı gibi herkes yaklaşsa her şeyin çok güzel olacağını düşünen bir "siyah adamı yola getireceğini düşünen sömürgeci aydın" söylemine sahipler. (Beyaz adamın yükü)
-Üçüncüsü kendi söylemleri dışında başka bir söylemle kendilerini eleştiren herkesi kendilerini "Tanrı terazisi" yerine koyarak objektif olmama, fanatik olma ile yaftalamaya meyyal bir ruh hali .(Muhatapsızlaştırma)

Yukarıda anlatmaya çalıştığım bütün özellikleri hadi Yusuf Akçura'dan ödünç alarak adını da koyalım Türk spor entelüektelinin "üç tarz-ı siyasetinin" en sarih biçimde görülebileceği yerde malum geçen yıldan bu yana şike soruşturması sırasındaki tavırları oldu. Şike meselesi bu zümrenin aslında objketiflikle, vicdanla falan pek alakadar olmadıkları konusunda bir turnusol görevi gördü.

Futbolun asla sadece futbol olmadığı tezinden türemiş, bütün bir 90'ların ve 2000'lerin futbol yönelimli entelektüel ilgisine bu sözden meşruiyet sağlamış ve egemen söylemi oluşturmuş bu zümrenin futbol dışında herşeyin müdahil olduğu şike davasında ağzını açmadan sanki olay sadece futbol içi bir ceza kovuşturmasıymış gibi aldığı tutum da başta kendilerinin varlık nedenine (raison d'etre) aykırıydı.Aynı olaylar başka bir yerde olduğunda politika-spor arasındaki karşılıklı bağımlılığı neredeyse bağımsız değişken olarak alan, bunun üzerinden siyasi bir dille oralara bakmaya bayılan entelektüel kişi konu Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu için sus pus olup olayın en ufak bir siyasi göndermesine, dahline ses etmedi. Bolivya ikinci liginde bir takım Fenerbahçe'nin uğradığı haksızlığa, yasama, yürütme, yargı, medya aracılığıyla lince uğrasa ve bütün bunlar karşısında o kulüp Fenerbahçe gibi bir direniş sergilese mesela Radikal Spor'un bütün yazarları Perşembe günleri bundan bahseder, Tanıl Bora dayanışma mesajı gönderir, Erkan Goloğlu Boliyva tüpçüleriyle değişim programı önerir, Banu Yelkovan L'eguipe'in Bolivya'daki direnişi ne güzel anlattığından bahseder, twitter alemindeki modern futbol karşıtları Bolivya vatandaşı olmak için kuyruğa girerdi. Oysa bu topraklarda bu olaylar yaşanınca futbol bir anda sadece futbol oldu. 20 senedir futbolu sadece futbol olmadığı için sevenler, birden şike meselesini sadece futbol içi bir mesele olarak görmeye başladılar. Paraguay'da polis taraftara saldırsa ortalığı ayağa kaldıracaklar, burada sustular. Aziz Yıldırım hakkında mağduriyet imasına neden olabilecek tek laf etmemeye büyük bir özen göstererek, kendilerine göre steril bir yerden futbol üzerine söz söylemeye devam ettiler.

Bu korunaklı muhalif alandan herşeye gider yaparak, yeri geldiğinde "futbol sadece futbol değildir" üzerinden yeri geldiğinde futbola diğer meseleleri bulaştırmadan bir söylem inşa etmek fazlasıyla iki yüzlü bir yaklaşım.

Futbol üzerine hakim paradigmayı oluşturan bu kesimin kendileri dışındaki herkesi ve herşeyi, olması gereken mutlu mesut günleri engelleyen nesneler ve özneler olarak görmesinden artık gına geldi. Futbolun yönetiminin demokratikleşmesi, kulüplerin yönetimlerinin şeffaf ve çoğulcu olmasını talep edip kendileri dışındaki herkesi özeleştiriye davet eden bu "sözde entelektüel" (sözde x terimini de hep kullanmak isterdim buraya kısmet oldu:)cenahın bir zahmet kendi özeleştirisini de yapmasını heyecanla bekliyorum.

Devamı ...

6 Temmuz 2012

Binary Zihinler Atlası Veya Bazen Hepimiz Kaybedebiliriz


Türkiye'de bugün 8 milletvekili, 100'den fazla gazeteci, 700'ün üzerinde öğrenci, binlerce yerel yönetici, TSK mensubu, siyasi aktivist, sivil toplum temsilcisi ve sendika üyesi terör örgütü üyesi / yöneticisi olmak suçlamasıyla tutuklu olarak yargılanıyor. Berna, Cihan, slogan atan sağır dilsiz hamal gibi davalara baktığımız zaman da bu davaların niteliği, nasıl bir hukuk mantığı ile yürütüldüğü artık kamuoyunun malumu.

2010 yılı verilerine göre, Özel Yetkili Mahkemeler'de görülen herhangi bir davada soruşturma safhası ortalama 648 gün sürüyor. Yani Özel Yetkili Bir Savcı herhangi bir şahsa ilişkin soruşturma açtıktan ancak 648 gün sonra iddianameyi hazırlayarak mahkemeye sunuyor. Bu 648 gün içerisinde ise gördüğümüz bir uygulama biçimi var. İnsanlar tutuklanıyor, soruşturma dosyasını göremiyor, bu arada soruşturmada elde edilen bulgu ve bilgiler kamuoyuna belirli medya araçları ile servis edilerek bu şahsın manevi itibarı linç ediliyor.


Peki 648 gün süren bu uygulamadan sonra ne oluyor? Özel Yetkili Savcılar tarafından yürütülen her 2 soruşturmanın ancak bir tanesinde kamu davası açılıyor. Yani 648 gün bu çileyi çeken her iki kişiden biri, hiçbir şey olmadan salınıyor. Hayatından çalınan 2 yılla başbaşa kalıyor


Kalanlara ne oluyor? Hakkında kamu davası açılan her 10 kişiden ancak 3 tanesi hakkında mahkumiyet kararı veriliyor.

Yani hakkında soruşturma başlatılanların yarısı hakkında kamu davası bile açılmıyor, kalanların da ancak üçte birinde mahkumiyet kararı alınıyor. Bu şu demek, sisteme giren 20 kişiden ancak 3 tanesi mahkumiyet kararı alıyor. Aynı oran 2011 yılı için neredeyse yüzde 50.

Mahkumiyet kararlarının yarısının da Yargıtay tarafından bozulduğunu düşünürsek, 2010 yılında yaklaşık 20 kişiden 1,5'u veya 40 kişiden ancak 3 tanesi, 2011 yılı içinse 10 kişiden 1 tanesi hakkında mahkumiyet kararı veriliyor demektir.

2002 yılında 250. madde kapsamında "özel yetkili savcı" olarak nitelendirilebilecek savcılar tarafından 8004 kişi hakkında soruşturma yürütülmüş. Aynı sayı 2011 yılına geldiğimiz zaman 68 bin 213...

Kıssadan hisse, karşımızdaki soru şudur: ne oldu kardeşim bu ülkede bir anda terörist patlaması mı yaşadık? Memleket teröristle, ekonomik çıkar amaçlı suç örgütü kurup tehdit ve cebir suçlarını işleyenlerle mi doldu? Hayır. Tam tersine, Türkiye'de yargı her zamanki gibi, siyasi iktidarın hayat görüşü çerçevesinde araçsallaşarak, ideolojik ötekiler üzerinde bir baskı makinasına dönüştü. Bugün cezaevlerinde doluluk oranı %106, yani 11.000 kişi cezaevlerinde ayakta duruyor. Yeni ve daha büyük cezaevleri, yeni ve daha fazla özel yetkili mahkeme, daha fazla soruşturma, daha çok teknik takip, daha büyük emniyet imkanları, daha fazla biber gazı bileşkesinde, toplumsal hayatın her alanında, sokaktan internete kadar bütün mevzilerde sansür, baskı, yıldırma, korkutma, cebir, şiddet, dava ile hayatımızı paralize etmiş bir iktidar bloğu ile karşı karşıyayız.

Mehmet Berk'in açıklamaları bu bakımdan birer itiraf gibi. Açıkça diyor ki cemaat isteseydi zaten Ali Koç ile Murat Özaydınlı'yı da alırdık. Gestapo bile bu kadar pervasız konuşmaz. Hukuka aykırı en azından kılıfına uydurabileceğiniz bir şey olsa alacağınızı cemil cümle alem biliyor. Bir kızın giydiği yelekten "örgüt üyesi olmadan örgüt amaçları doğrultusunda hareket edildiğini gösteren örgütsel malzeme" çıkartan bir yargı zihninin bağlantı / gerekçe kurmakta zorlanacağına ihtimal vermiyoruz.

Buraya bir parantez daha sokayım, muktedir savcı efendinin neden "Nihat Özdemir, Cihan Kamer" gibi isimleri değil de "Ali Koç ve Murat Özaydınlı" isimlerini andığını da takdire bırakıyorum. Lapsus mudur, dili mi varmadı da Fenerbahçe yönetiminden ayrılan bu dört kişiden belli iki tanesinin adını anmadı?

Parantezi kapa, yeni hayatımıza doğru açılalım. Mehmet Berk Balyoz davasında da malum ve matuf bir şahsiyet. Özellikle belirli delilleri adli sicile saklaması ile meşhur. Diyor ki, "bu da 3 ayda diğer davalar gibi unutulur sandık ama olmadı"

Allah Muhammed aşkına, böyle bir yargı pratiği olabilir mi? 3 ay içerisinde her türlü bilgi ve bulguyu sızdırarak bir medya bombardımanı altında kamuoyu algısına adeta tecavüz edip, sonra kamu vicdanında bir "hüküm" kurdurtup, onun arkasından da davanın unutulmasına bel bağlayıp, işimizi görürüz gibi bir noktaya gelen böyle bir cümleyi eden bir iktidar erkinin mantığına, adaletine, hasbiliğine güvenilebilir mi?

Sivas maçını kazanmasaydılar dava açmayacaktı diyen, 5 maçın sonucunu biliyorduk açıklamasını yalanlamak için 50 gün bekleyen, çok sağlam deliller var diye sağa sola haber veren, iddianameyi açıklayınca yer yerinden oynayacak diye verilen gazlarla zaman kazanan, en sonunda davadan koşarak kaçan muktedirin, bu duruma düşmesindeki temel neden, her zaman ezberledikleri oyunu Fenerbahçe taraftarının ısrarlı, sürekli ve devamlı takibatı altında oynamayacak hale gelmeleridir.

Gerçekten de Fenerbahçe taraftarı unutmadı, bırakmadı, sessiz kalmadı, teslim olmadı, pes etmedi ve direndi. Bu yoğun baskı da, tarih boyunca görmediği kadar geniş bir iklimden destek almasına rağmen özel yetkili oyun kurgusunu bozdu.

Halbuki bozulmayabilirdi, adil, sağlam delillere dayanan, ciddi bir şekilde yürütülen, insan hak ve hürriyetlerini koruyan, masumiyet karinesine, adil yargılanma ilkesine halel getirmeyen, amacı bazı insanları infaz etmek değil de maddi gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamak olan, eşit, kapsayıcı bir yargılama süreci yaşasaydık, kimsenin baskısı, etkisi, tepkisi, direnişi veya gözyaşı bu süreci etkilemeyecek, tersine kamu vicdanında yer bulacaktı. Haklı olmanın gücü karşısında hiçbir şey duramaz, hiçbir güç de haksızlığı saklayamaz.

Karşımızdaki gerçek budur, basiretsiz bir şekilde, operasyon mantığı ile yürütülen, siyasi müdahalelerle şekillenen, siyasetin izin ve müsaadesiyle başlayan, belli medya organlarının linç psikozu ile şekillenen, maddi ve somut delillere değil, infaz isteğine dayanan bir yargılama süreci bitti...

Karşımızdaki en büyük sorun ise hayatı binary gören zihinlerin yarattığı kaybolmuşluk atlası.

Fanatik Galatasaraylı ve Trabzonsporlular, öfkeniz, nefretiniz çok büyük, gözünüzü kararttı. Gördüğünüzü göremiyor, okuduğunuzu anlamıyor, şikeden başka bir cümle, yaşadığımız bu ülke, bu cehennem hakkında tek bir tumturaklı paragraf yazamayacak hale geliyorsunuz.

Fenerbahçe'nin kaybetmesi ile kendisinin kazanacağını vehmeden bir zihni iklim, kendi mezarını keyifle kazan bir adamın çaresizliğine benziyor. Bu özel yetkili mahkemeler düzeninin dışında değilsiniz, bugün sessizce alkış tutup, uygulamalarına omuz verdiğiniz, Baransu gibi özel yetkili gazeteciler, Talip Doğan Karlıbel gibi sahtekarlar veya iktidar erkinin medya ağızları ile hemhal olduğunuz bu yatak nihayetinde sizin de ömrünüzü kısaltacak bir idam ipinden başka bir şey değil.

Adil yargılanma ilkesinin yok olması, masumiyet karinesinin korunmaması, soruşturmanın gizliliğinin sanık aleyhine işlemesi, teknik takip dökümanlarının çarşaf çarşaf yayınlanması, araçsallaşmış bir yargı erki ile ötekiler üzerinde operasyon yapılması sizin de hayatınıza yönelebilecek sıradan bir uygulama biçimi.

Ortalama 3 yıl süren davalarda masum olduğunuz halde savunma yapamadan aylarca beklemek, insanların günde 4 kez birer saat akan kahverengi bir suyla ellerini yıkadığı daracık, rutubetli koğuşlarda yaşamak, sevdiklerinizden uzakta yıllar geçirmek sizin de en az diğerleri kadar kaderi ve geleceği olabilir.

Aziz Yıldırım nefreti veya Fenerbahçe düşmanlığı ile omuz verilen bu canavar, Türkiye'deki bütün sosyal / sivil aktörlerin üzerindeki cerberus gibi dikiliyor. Onun dişleri ile belediye başkanları hapishanelere gidiyor, üretilen yalanlarla parti yetkilileri siyasi kariyerlerinden oluyor, servis edilen videolar seçim meydanlarında seçim sistemini, dinleme kayıtları kariyerleri mahfediyor. Montaj deliller, bitmek bilmeyen sızdırmalar, hızlı ve matbu tutukluluk kararları ile hayatı kahrolanlar arasında Türkan Saylan da Büşra Hoca gibi bir yer kaplıyor. Küçücük çocukların nöbetleşe uyuduğu koğuşlar sıcaktan patlarken, KCK soruşturması kapsamında MHP'liler bile PKK'lı olmakla içeri alınıyor, ODA TV davasında basılmamış kitaplar dahi suç delili sayılıyor.

0 toplamlı bir oyun çerçevesinde düşünen 1 değilse mutlaka 0'a inanmış, insan vicdan ve haysiyetine saldırıyı kendisine bir eğlence vesilesi bilmiş, troll olma şan ve şerefiyle övünen yaratıkların dahi anlayabileceği basit gerçek, bunların hepsinin kötü olduğudur. Bunlar kötüdür, çünkü insanlık onur ve haysiyetine yönelir, bunlar kötüdür çünkü adil değildir, bunlar kötüdür çünkü başka insanların hayatlarını mahfetmektedir.

Böyle bir manzara, gözü olan insanlara bir görev de yükler. Susma. Susmayın kardeşim? 8 ÖYM 30 ÖYM olurken, bu usuller genelleşerek toplumun bütününe yansırken, insanlar terörist suçlamasıyla hayatlarından olurken, gazetelere sızdırılan bilgi ve belgelerle ruhumuz teslim alınırken susmayın.

Çünkü suskunluğunuz bu zemine meşruiyet, alkışlarınız da tescil sağlıyor. Sizin nefretinizden kaynaklanan zımni veya açık kabulleriniz ile bu cerberus yaşamaya devam ediyor.

Ne yazık ki bu oyunun sonunda kazanamayacaksınız. Kazanma şansınızın olmadığı bir canavarla yatağa girip, beni ısırmadığı sürece bin yaşasın yorumuyla düşünürken, bir bakacaksınız sizin de sevdiklerinize dokunmuş, yiyor. O zaman imdat çığlığınız karanlık odalarda kaybolacak, sesinizi duyamayacak kardeşiniz, el oğlu da kulağını kapatacak.

Bugün, şimdi, güçlü bir itiraz talebi en az Robinho transferi kadar önemli. Formanın kısa vadeli zaferlerinden daha önemi şeyler de var hayatta, insanın başını dik tutan adalet ve onur gibi.
Devamı ...

3 Temmuz 2012

Mahkeme Neyi Tescil Etti?


Bir yıldır süren çadır tiyatrosu dün öğlen pek de alışık olmadığımız “hata yaptıysak Yargıtay’da düzelir, hakkınızı helal edin” temalı bir hakim girizgahıyla sona erdi. Mahkemenin bu kadar büyük bir toplumsal çalkantıya sebep olmuş bir davada bir yıldır tutuklu bulundurduğu insanlar ortadayken bu süreçte zaten beraat kararı vermesini beklemek aptallık olurdu. İddianamenin yüzde seksenini oluşturan telefon dinleme kararlarının 6222 sayılı kanun yürürlüğe girmeden önce yani ortada bir suç yokken alındığı ortadayken bu temel üzerine yapılmış bir soruşturma ve kovuşturmadan hukuki bir sonuç beklemek de komedi olurdu elbette.

Şimdi Türkiye’de ortada Fenerbahçe aleyhine bir mahkeme kararı olunca mal bulmuş mağribi gibi bu kararın üzerine abanacak çok sayıda nefret ideolojisi neferi insan var. Bunların mantıklarına göre her türlü iktidar mücadelesinden bağımsız “Yüce Türk Adaleti” Fenerbahçe’nin şikeci olduğunu tescilledi.

Bunların, soruşturmanın başlatılmasından davanın son gününe kadar yapılan usulsüzlükleri listeleyip önlerine koysak da görüşleri değişmeyecek. İddianamenin temelini oluşturan telefon dinleme izni hukuksuz, ÖYM’nin kendi görev alanına girmeyen bir davaya bakması hukuksuz, savcının psikolojik baskıyla, emniyetin fiziksel darpla aldığı ifadeler hukuksuz, ortada para transferini ispat eden tek delil yok, buna karşın Trabzon hakkında teşvik primi teklifi alındığını Sivas başkanı mahkemede söylüyor, mahkemede sanık sıfatıyla bulunan Trabzon’un yöneticileri şaka yaptık, gırgır amaçlı falan diye ifade veriyor ve bütün bunların olduğu bir sürecin sonunda çıkan karar Fenerbahçe’nin şikeci olduğunu tescil ediyor.

Siz nefret yüzünden beyni erozyona uğramış insanlar olabilirsiniz de biz bu sistemden adil bir sonuç, hukuka uygun bir karar bekleyecek kadar salak değiliz. Adorno’nun yanlış hayat doğru yaşanmazından mülhem diyelim “yanlış yargılamayla doğru karar verilemez”
Yargı, dolayısıyla hukuk, kitabi olarak diğer erklerden bağımsız olma durumundaysa bile tarih bize bunun böyle olmadığını ispat eden binlerce örnekle dolu. Özellikle bu topraklarda hukuk her zaman meşruiyetin gücünü değil gücün meşruiyetini temsil etti. Egemen gücün en önemli “idelojik aygıtı” olarak işlev gördü. Özellikle son anayasa değişikliği referandumundan sonra egemen gücün artık geri döndürülemez biçimde dönüşümüyle hukuka egemen olan Kemalist- laik- devletçi kliğin tasfiyesiyle hukuk yeni efendilerinin dümenine geçti. Bülent Arınç’ın veciz ifadesiyle yaradan verdikçe veriyor, Kemalist iktidar blokunun yerine muhafazakar blok toptan el koyuyordu.

Türkiye’de hukuk 2010’dan önce siyasiydi ama şimdi hukuki oldu diye bir salaklığa düşecek kadar aptal olmamak lazım. Geçmişte Atilla Yayla’ya Atatürk’e "bu adam" dedi diye açılan dava ne kadar hukukiyse bugün Fazıl Say’a dine hakaret etti diye açılan dava o kadar hukukidir. Anayasa mahkemesi’nin 2007’deki 367 kararı ne kadar siyasiyse bugün KCK Davası da o kadar siyasidir. Yani Kemalistler hukuku nasıl araçsallaştırıp yeri geldiğinde siyasallaştırıyorlarsa bugünkü egemen güç /cemaat de aynı ölçüde üstelik polisle kanka olarak hukuku bir linç malzemesi olarak görüyor.


Ümit kırıcı olan şeyse yukarıda anlatmaya çalıştığım şeylerden çok başka bir şey. İnsanların sırf zulüm gören kendileri değil, ve o dava kendilerine dokunmuyor diye linç korosuna katılma istekleri.Bugün Aziz Yıldırım’a haksızlık yapıldığını, ÖYM’lerin operasyon mahkemesi olduğunu söyleyen birisi beş dakika sonra aynı mahkemenin Van Belediye Başkanı’nı tutuklamasına ses çıkarmıyor. Balyoz davasındaki kanıt CD lerine sonradan ekleme yapıldığını duyup soruşturmayı yapan polislerden şüphelenen bir ulusalcı Galatasaraylı şike davasında Baransu’yu referans alacak kadar kendinden geçebiliyor. Bugün sokakta çevirsek Türkiye’deki adalate inanmadığını söyleyen bin tane adam "mahkeme tescil etti Fenerbahçe şikeci" diye zafer çığlıkları atabiliyor. Toplumun etik değerleri bir yana bırakıp nefretleri doğrultusunda kompartmanlaştığı bir ülkede bütün bu adalet kisvesi altındaki zulümler tabii ki devam eder.

Sivas’ta insanları yakan otelden iki sokak ötede 20 yıl yaşamış adamı bulamayan, Hrant Dink cinayetinde örgüt bulamamış, parasız eğitim isteyenleri 11 yıl, Kürtçe eğitim isteyeni 7 yıl hapse mahkum etmiş, seçilmiş belediye başkanlarını, sendikacıları sudan delillerle içerde tutan bir ideolojik aygıt haline gelmiş bir sistem Fenerbahçe’ye leke falan süremez. Bana Türkiye’de son 50 yılda sonucu halkın vicdanında kabul görmüş bir tane toplumsal dava gösterin de vay be "Ankara’da hakimler varmış" diyebileyim. Yassıada Mahkemesi’nden, Dep’lilerin yargılanmasına, Sivas katliamından, Hrant Dink suikastine, Malatya’daki misyoner cinayeti davasından, Dev-Yol davasına hangi dava sonucu bizim vicdanınızı tatmin etti de şike davası tatmin edecek.

Bugün bir yıldır Fenerbahçe'ye yapılan sistematik zulme "objektif" kalan bu garip cenah şöyle bir paranoyak ruh haliyle bütün şike sürecini izledi. Onlara göre Türkiye’de yargı felaketti, ÖYM’ler kötüydü, Balyoz, Ergenekon KCK falan hepsinde acayip hak ihlalleri vardı ama şike davasını İsviçreli bir savcı ve Lüksemburglu bir hakim heyeti yürüttüğü, kolluk kuvvetleri CSI Miami ekibinden olduğu için o dava sorgusuz sualsiz meşruydu. Nefretleri ideolojisini esir almış, beynini hıncına teslim etmiş, linçseverliği objektiflik diye pazarlayan paranoyak gruptan da elbette şike davasını bir fanus içinde ülkede bütün çarpıklardan azade bir örnek dava olarak görmelerine ve mahkme şikeyi tescil etti diye sevinmelerine şaşırmadık.

Dünkü mahkeme kararı Fenerbahçe’nin lekeli olduğunu tescil falan edemez. Bu mahkeme kararı da bundan önceki pek çok mahkeme kararı egemen güç değişince tarihin çöplüğündeki yerini alacak. Türkiye’de hukukun tarihi aslında bir hukukzuluklar tarihidir. Ve dün mahkeme başkanının kararı açıklarken ki girizgahı aslında 1961’de Menderes’i ipe götüren kararı imzalayan Salim Başol’un söylediklerine benzerdir. “Yassıada’ya sizi tıkan irade bunu istiyor" cümlesini 50 sene sonra “ Metris’e sizi tıkan irade bunu istiyor” şeklinde de okuyabiliriz.

Cezaevleri değişir mağdurlar ve failler de değişir, dünün mağdurları bugünün efendileri de olabilir, ama Türkiye’de değişmeyen tek şey hukukun bir linç aracı olarak hüküm gördüğüdür. Artık kendimizi daha da aptallaştırıp "Yüce Türk Adaleti", "adalete güveniyoruz" gibi saçma sapan fetişleşmelere girmeden bu ülkeden bir şey beklememek gerektiğini kendimize itiraf edelim. Dünkü mahkemenin tescil ettiği tek şey bu ülkede Adalet Ağaoğlu dışında söyledikleri ciddiye alınacak bir “adalet”in olmadığıdır.

Devamı ...